Saatleri Ayarlama Enstitüsü I (Alıntı)

Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları, 64. baskı, 2022 [1961].


Başlıyoruz, ilk cümle: “Beni tanıyanlar, öyle okuma yazma işleriyle büyük bir ilgim olmadığını bilirler.” (s. 7).

Pre-Halit Ayarcı dönemi, hala baştayız, umarım ilerleyebiliriz, kendine acıyan hayat: “Halit Ayarcı’yı tanımadan evvelki hayatım, dedim. Fakat gerçekten buna bir hayat denebilir mi? Eğer yaşamak kelimesinin mânası her şeyden mahrum olmak ve ıstırap çekmekse, her an küçülmek ve bunu nefsinde her lâhza duymaksa, bir türlü aşamayacağı bir çemberin içinde durmadan çırpınmaksa, şüphesiz ben de, benimkiler de en derin şekilde yaşıyorduk.” (s. 9)

Eşyadan anılara ve kişiliğe: “… eski bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki aksaklıkları, hatta ıstıraplarının çeşidini görmek mümkündür.” (s. 16)

Bir ileri, bir geri, çekişme duygusu: “İnsan yaradılışı tam bir eşitliğe razı olamaz. Ufak tefek imtiyazların teşvikine de muhtaçtır. Diyebilirim ki, bizzat iyilik dahi, ancak ceza görmesi ve ayıplanması icap eden bir kötülüğün bulunmasıyla kabildir.” (s. 18)

Yoksulluk ve özgürlük pasajı, tam buradan sonra gelen paragraf YouTube’da SAE üzerine konuşan birkaç kişide gördüğüm ortak bir referans. Özgürlük ve siyaset bölümü. Bana biraz yüzeysel geldi dinlediğim kayıtlar. O yüzden o kısmı atlayarak, daha kişisel olanı anlattığı bölümleri kaydediyorum. Bu kitapta Berna Moran’ın ifadesiyle bir gözlemci karakter seçerek onun gözlemleriyle yapılan bir hicivcilik varsa, ben hicivden çok karakterin kendisine ilgi duydum. Burada da arka sıralardaki öğrencinin gözü üzerinden bir gözlemcilik bölümü var. On beş yıldan fazla bir süre neredeyse her gün sınıflara girip çıkıp böylesi bir şeyi asla düşünememiş olmamı garipsedim: “Fakir düşmüş bir ailede büyüdüm. Buna rağmen çocukluğum epeyce mesut geçti. Fakirlik, içimizde etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla –ve şüphesiz muayyen bir derecesinde– zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti.

Fatih Rüştiyesi’ndeki sınıfımızın kalabalık mevcudu bana, etrafımdaki yarışı en geri sıralardan, isterseniz buna kıral locası deyin, seyretmek imkânını verdi. İnsan işlerine uzaktan bakmayı oradan öğrendim.

Arkadaşlarımın çoğu gibi mektebe lalalarla, uşaklarla gitmedim. Ne yeni, süslü elbiselerim, ne su geçmez potinim, ne sıcak paltom vardı. Daima düz kapaklarım yamalı, daima dirseklerim biraz dışarıya fırlamış gezdim. Hiç kimse mektebe giderken bin türlü sıkı tembihle beni öpmedi, ne de akşamüstü yolumu dört gözle beklediler. Hatta eve ne kadar geç gelirsem etrafımdakiler o kadar rahattı. Bununla beraber mesuttum. Bütün bu şeylerin yokluğuna karşılık hayatı ve sokağı kazanmıştım. Mevsimler, insanlar, hayvanlar, eşya en munis, en değişik yüzleriyle benimdiler.” (s. 21-3)

Pakize filmleri gündelik hayatla karıştırıyordu. Hayri’nin radyo ilgisini de kendi YouTube, kitap, film ilgimden doğru düşündüm, budalalıkçılık. Dışarıdan bir hikâye aramak üzerine: “Bence radyo, aklımın erdiği kadarını söyleyeceğim tabiî, –aziz okuyucum bu fikirleri dinlerken, muntazam bir tahsil görmemiş, ömrü kahve peykelerinde geçmiş, ihtiyar bir adamdan geldiklerini hiçbir zaman unutma!– insanoğullarına lüzumsuz meraklar aşılamaktan aşılamaktan başka bir şeye yaramaz. Bazen düşünürüm, ne kadar garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız? Ben bile bu yaşta işimle gücümle meşgul olacağım yerde radyo başına oturup saatlerce, bir kere bile gidip görmediğim, –tabiî sinemalardaki havadis filmleri hariç– futbol maçlarının, boks güreşlerinin hikâyesini dinliyorum.” (s. 29)

Nuri Efendi’nin Hayri’ye bakışı; mütevazı dinleyici: “Nuri Efendi bana fazla iş vermez, verdiği işin de behemehâl yapılmasını istemezdi. Aceleye lüzum yoktu. O, zamanın sahibi idi. Ona istediği gibi tasarruf eder, yanındakilere de az çok bu hakkı tanırdı. Zaten o beni daha ziyade bir dinleyici olarak kabul etmişti. Ara sıra, “Oğlum Hayri! derdi. İyi bir saatçi olup olmayacağını bilmiyorum. Doğrusu, bunu senin hayrın için çok isterdim. Sen erken yaşta iş tutup ona kendini vermezsen büyük sıkıntılara uğrayabilirsin. Yaradılışın mütevazı insan yaradılışı… Hayata ve etrafa karşı yeter derecede dayanıklı değilsin. Seni ancak iş kurtarabilir. Yazık ki bu iş için lazım olan dikkat sende yok. Fakat saatleri seviyorsun, onlara acıyorsun! Bu mühim bir şeydir. Sonra ayrıca dinlemek gibi bir hasletin var. Burası muhakkak. Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir şeye yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır!” diye iltifat ederdi.” (s. 37)

Merkezi bir paragraf, ilk elli sayfada lafı neden uzattığını anlatıyor Tanpınar. Ben de burayı görünce SAE’ye bağlayacak sanmıştım ama birkaç yüz sayfa daha gerekti bağlaması için, olsun. Burada diğer karakterleri ‘içine almasıyla’ edebi bir teknik mi uyguluyor yoksa yine daha ziyade karakteri mi kuruyor, tam anlayamadım. Ama ilk sayfalardan başlayan “Ben Hayri, korkuyorum” cümlesi bu güzel paragrafı kesme noktasını verdi bana: “Niçin, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün hikâyesini bu uzak hatırlarla ağırlaştırdım? Neden bu mazi gölgeleri yüzünden yolum birdenbire değişti? Bunlar o cins şeylerdi ki, ne hakikatini, ne de gülünç tarafını bugünün insanı anlayamaz. Bana gelince, yaşı, geçmiş şeyleri tahayyülden ve hatırlamadan artık lezzet almayacak kadar ileri. Böyle de olmasa, Halit Ayarcı’nın hayatıma girdiği andan itibaren ben büsbütün başka bir insan oldum. Realitenin içinde yaşamağa, onunla mücadeleye alıştım. Even o bana yeni bir hayat buldu. Bu eski şeylerden şimdi çok uzaktayım. İçimde, kendi mazim olsa bile o günlere karşı katılaşmış bir taraf var. Ne yazık ki, bu mazi dönüşünü yapmadan kendimi anlatamam. Ben yıllarca bu adamların arasında, onların rüyaları için yaşadım. Zaman zaman onlarin kiliklarina g’rd’m\ mizaçlarını benimsedim. Hiç farkında olmadan bazen Nuri Efendi, bazen Lûtfullah veya Abdüsselâm Bey oldum. Onlar benim örneklerim, farkında olmadan yüzümde bulduğum maskelerimdi. Zaman zaman insanların arasına onlardan birisini benimseyerek çıktım. Hâlâ bile bazen aynaya baktığım zaman, kendi çehremde onlardan birini tanır gibi oluyorum. Şu anda Nuri Efendi’nin kendini yenmiş tebessümünü yüzümde dolaşıyor sanıyorum, biraz sonra Lûtfullah’ın yalanı benimsemiş bakışlarını kendimde bularak yaptığım işten ürküyorum.” (s. 53)

Geri çekilme, dışarıya açılma, seyircilik, Scott’çu taktikler, hak göremeyiş: “İtiraf edeyim ki, bu garip hadise benim üzerimde babama yaptığı tesiri yapmadı. Halam şüphesiz bize karşı çok büyük bir haksızlık etmişti. Fakat ben hiçbir zaman hak diye kendime ait bir şeye inanmadım. Bütün mazlûm doğmuşlar gibi başıma geleb talihsizliğin neresinden ve ne pahasına kurtulursam kâr sayardım. Mesele yalnız bir hak anlayışı değildir. Daha karışıktır. Hayatımı düşündükçe –yaşım buna müsaittir– daima kendimde seyirci hâletiruhiyesinin hâkim olduğunu gördüm. Başkalarının hâlini, tavırlarını görmek, onlar üzerinde düşünmek, bana kendi vaziyetimi daima unutturdu.” (s. 67)

Hayri korkmaya devam ediyor; bu sefer gelecekten: “Gelecek hakkında korkularımı anlatmağa kalktıkça sözümü kesiyor, “Hiç olur mu? Senin gibi adam! İşsiz kalır mısın hiç?” diyordu. Ben de yavaş yavaş buna inanmağa başladım.” (s. 80)

Meta-korku, yakında Hayri’nin de başına gelecek: “Bütün hayatım boyunca dikkat ettim. İnsanın daima en çok korktuğu şeyler başına geliyor.” (s. 86)

Ardiye ve ölüm üzerine: “Yavaş yavaş herkes evin kaybolmuş hayatının orada toplandığına inanmıştı. Orası birikmiş ayrılıkların, üst üste yığılmış ölümlerin, hatıra ve unutulmaların odasıydı. Yaşayanlar bile orada kendi çocukluklarının, ilk gençliklerinin ölümünü seyrediyorlardı.” (s. 87)

Buranın estetik değeri çok yok ama hikayede bir ağırlığı var, yanlış isim konusu dikkatimi çekti, Hayri’nin psikanalizinde de buna geri dönüyorlar: “Tabiî Abdüsselâm Bey daha ilk günden itibaren başının ucundan ayrılmadı. Konağın eski âdeti üzerine çocuğa benim yerime o ad verdi. Ve yanlışlıkla benim annemin adı olan Zahide adını vereceği yerde kendi annesinin adı olan Zehra’yı verdi.” (s. 89)

Blanchot, Yazı, Gözlem ve İmleme

Birkaç yıl geçtikten sonra yine hiçbir şey anlamadan Blanchot okumaya kaldığım yerden devam ediyorum.

“Ve işte yazdığından çok gözlemleyen bir adam: bir çam korusunda dolaşıyor, bir eşekarısına bakıyor, bir taşı yerden alıyor. Bir çeşit bilgin bu ama bilgin bildiği şey önünde, bazen de bilmek istediği şey önünde kendini siler, insanların hesabına öğrenen bir kişidir o: o ise, nesneler tarafına geçmiş, kâh su oluyor, kâh bir çakıltaşı ya da bir ağaç; ve gözlem yaptığında, şeylerin hesabına yapıyor, betimlediğinde, betimlenen şeyin kendisi oluyor. Oysa bu dönüşümün son derece şaşırtıcı özelliği burada, çünkü bir ağaç olmak, ki kuşkusuz bu mümkündür, peki ya ağacı konuşturmak, bunu hangi yazar başarabilirdi? Ama Francis Ponge’un ağacı Francis Ponge’u gözlemlemiş olan bir ağaç ve o, o ağacın onu betimlediğini hayal ettiği şekliyle betimleniyor. Tuhaf betimlemeler. Kimi özellikleriyle, tamamen insanî gözüküyorlar: çünkü ağaç sadece bildikleri şeylerden söz eden insanların zaaflarını biliyor; ama pitoresk insan dünyasından ödünç alınmış bütün bu başkalaşımlar, imgeyi oluşturan bu imgeler, gerçeklikte şeylerin insan üzerindeki bakış açısını, kozmik yaşamla ve tohumların gücüyle canlanmış bir sözün tekilliğini temsil ediyorlar; işte bu yüzden bu imgelerin, bazı nesnel nosyonların yanında –zira ağaç biliyor ki iki dünya arasında bilim bir karşılıklı anlaşma alanıdır– toprağın dibinden gelmiş hatıralar, başkalaşım halinde olan ifadeler, açık anlamın altında bitkisel büyümenin kalın akıcılığının sızdığı sözcükler kayıyor. Yetkin şekilde imleyici, anlamlayıcı bir düzyazının ürünü bu betimlemeleri anladığına kim inanmaz ki? Kim onları edebiyatın açık ve insanî yanının hesabına yazmaz? Ve bununla birlikte onlar, dünyaya değil, dünyanın altına aittirler; biçim için değil, tersine biçim olmayan için tanıklık ederler ve anlaşılmaz olan ama bir anlamı gizleyen Dodona ağacının[11] kahinsi sözlerinin tersine –o da bir ağaç– ancak onlara nüfuz etmeyen kişi için açıktırlar: bu sözler ancak anlam eksikliklerini gizledikleri için açıktırlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, Ponge’un betimlemeleri, dünyanın tamamlanmış, Tarih’in sona ermiş, doğanın neredeyse insanî kılınmış olduğunun varsayıldığı anda başlar, şey sözün önüne gelir ve şey konuşmayı öğrenir. Ponge, dünyanın kıyısında, hâlâ dilsiz varoluşla, biliyoruz ki, varoluşun katili bu sözün karşılaştıkları patetik ânı suçüstü yakalar. Dilsizliğin dibinden, tufanın öncesinde gelmiş bir dilin çabasını işitir ve kavramın açık sözünde doğal öğelerin derin işleyişini tanır. Böylelikle, günden önceki varoluşu değil de gün sonrası varoluşu ifade ederek, ağır ağır söze doğru çıkan şeyle ağır ağır yeryüzüne inen sözün aracı istenci olur: dünyanın sonunun dünyasıdır bu varoluş.”

11. Yunan mitolojisinde kâhinlerin yapraklarının hışırtısına bakarak gaipten haber verdikleri ağaç (ç.n.).

Maurice Blanchot, Kafka’dan Kafka’ya, çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, 2020 [1981], s.58-9.

Eksen, hapishane ziyareti

Kerem Eksen’in Ölümden Uzak Bir Yer romanını okuduk kitap kulübümüzde. Ben kaçırmışım ilk iki romanını, onlar da ilgimi çekti bakınca, entelektüel romanları. Bu roman başlarda en sıradan ve gündelik haliyle çift ve aile yaşantısına küçük ironilerle bakışıyla beni heyecanlandırmıştı ama ilerledikçe olup bitenlere daha az merak duymaya başladım.

Merkezine aldığı mucize, ölüm ve belli bir kadere mahkumiyet (bir kerelik mucize) temalarını ne açıdan tartışmaya açtığını anlamadım. Baba oğul ilişkisi de tam işlenmemiş gibi geldi. Yine de roman kişileri – pek tanıyamadığım oğul hariç – tutarlı geldi, özellikle ebeveynler ve birkaç akraba. En güçlü olduğu yerler Sait ve Ömür’ün baş başa yaşadıkları anlardı.

Okurken dinlemeye başladığım söyleşisinde yazarın romanı nasıl kurduğu üzerine anlattıkları romandan neredeyse daha çok ilgimi çekti. Böyle çalışan ve zanaatinin detaylarını açık yüreklilikle paylaşan bir yazar birden beklenmedik bir roman yazabilir. Ben okurken buraya geçirmelik bir hatıra pasajı not almıştım. Baba oğul arasında asıl yüzleşmenin hemen öncesinde bir hapishane ziyareti. İstanbul’a varış, toplu taşıma ve metrobüs, büyük bir mesele ortada dururken hep önemsiz ayrıntılara kaçış, klişe satranç bahsi, Aksaray’da dolanış, geçmişe dönüşler ve sabah pişirilen sucuk anıları… Aynı zamanda bu pasajda romanın sonuna dair küçük bir ip ucu da varmış fakat okurken hiç düşünmemiştim, blog’a geçirirken fark ettim, bu da stenografinin keyfi.

ıqıƃ şnɯɹoʎnɹnʞ ʞɐznʇ ɹıq ıʞןǝq ɐp ɐʎ şnɯɹoʎiןʞɐs iɹɐןɹis ɯiʞɐʇɹıq ığıʇʇǝɟşǝʞ ıuǝʎ

“Bir perşembe öğleden sonra otobüsle Esenler Otogarı’na geldiğinde İstanbul’daki karmaşanın artarak devam ettiğini görüyor, daha iki yıl bunu çekecek olmak büyük işkence. Metris’e gitmek başlı başına bir mesele: Önce yanlış duraktan yanlış otobüse binip kendini alakasız bir mahallede buluyor, oradaki birtakım gençler kestirme olur diyerek bir minibüse bindiriyorlar onu, bu kez de ineceği durağı kaçırıyor, uzak bir yerde inip metrobüse biniyor. Beşe çeyrek kala güç bela cezaevine vardığında kapıdaki görevliye uzun uzun yalvarması gerekiyor, ardından güvenlik amirine, ardından nöbetçi müdüre… Neyse ki müdür razı geliyor sonunda, eh, madem o kadar yolu geldin, bir beş dakika gör oğlunu.

Görüşme salonunda paspas yapan bir hademe dışında kimse yok. Bu güzel işte, diyor Sait, oğluyla sakince oturabilecekler, belki yıllardır yapamadıkları konuşmayı şimdi, bir on dakikada yapıverecekler. En arkadaki masaya ilişip bekliyor, oğlu yanında bir gardiyanla kapıda belirince ayağa fırlıyor, gidip sarılıyor. Yusuf pek coşkulu sayılmaz, gene de kollarıyla babasını belli belirsiz kavrıyor – geçmiş olsun baba. Geçip karşılıklı oturuyorlar.

Yusuf’un tikleri iyiden iyiye artmış, birkaç saniyede bir gözlerini peş peşe hızlıca yumuyor, sonra gözkapaklarını eski haline getirmek istiyormuş gibi ardına kadar açıyor, bu gözlere bakmaktan ne konuştuklarını anlamıyor Sait. Gene de ara ara yüzünü belli belirsiz yoklayıp geçen bir aydınlık hali var, dikkatli bakınca o sımsıkı kapanıp açılan gözlerdeki eski parıltı fark ediliyor – eski mi?” Belki de yeni bir şey bu. Yusuf bir sürü önemsiz ayrıntıdan bahsediyor, bir tane Muşlu oğlan varmış, kaçakçılıktan içeride, Yusuf ona satranç öğretmiş, oğlan şimdi her gün yeniyormuş onu – zehir gibi gençler harcanıyor burada baba, görsen, halbuki bütün geri zekâlılar dışarda, otobüslerde minibüslerde oradan oraya sürünüyorlar, halbuki bak, pırlanta gibi çocuk çürüyüp gidiyor, astımı var bir de, af çıkmazsa yatarı dört sene. Sait içeride geçirdiği beş ayda Yusuf’un diline dolanmış olan bu mahpushane ağzını biraz gülünç buluyor aslında, fakat bir şey diyecek halde değil. Araya girip sormak istiyor, koğuş nasıl, soğuk mu, kalabalık mı, fakat Yusuf’u durdurmak zor, anlattıkça anlatıyor. Ne demişti Muzaffer abisi? Dinle. O da dinliyor işte, duymayı beklediği şeyler bunlar değildi ama olsun. Az sabır… Yusuf açığa nakil için başvuruda bulunmuş, biraz bundan söz açıyor, yakında geçersin diyorlarmış. İyi, diyor Sait, daha rahat görüşürüz o zaman.

Henüz dişe dokunur bir şey konuşamamışken gardiyan tepelerinde bitiveriyor, gülüyor Yusuf, geldin mi Mahmut çavuş, ne ara geldin be müdür, daha iki laf edemedik – bu samimi hava Sait’in hoşuna gidiyor, oğlunun rahatı yerinde demek. Haydi Yusuf, uzatma, diyor gardiyan, beş dakika dedik. Tekrar sarılıyorlar, bu kez oğlunun gövdesinde daha belirgin bir canlılık buluyor Sait, gene geleceğim ben, her hafta gelirim nasipse. İstediğinde gel, diyor Yusuf, benim vaktim bol – gülüyor. Muzaffer amcama selam söyle, onu da beklerim.

Sait çıkınca kendini puslu ve soğuk bir İstanbul akşamında buluyor, hava karardı kararacak. İçi bir tuhaf, ne konuştular belli değil, Yusuf aklına geleni anlattı – bunları dinlemek için mi geldim ben buraya? Neyse ki sonra tatlıya bağlandı sohbet, Yusuf istediğinde gelebileceğini söyledi. Şimdi mesele Çanakkale’ye dönmek. Önce kendini güçbela Aksaray’a giden bir otobüse atıyor, İstanbul’da bildiği tek yer orası. İndiğinde etraf tanıdık gelince biraz oyalanıyor. Ara sokaklarda dolaşırken birden oğlunun öğrenciliğinde kaldığı evin yakınlarında olduğunu anlıyor, buraya alışverişe gelmişti iki kez, sucuk filan alıp kahvaltıda pişirmişti. Şimdi bütün bunlar tarif edilemez derecede uzakta, tuhaf olan şu ki o zamanlar da başka şeyler uzaktaydı, Çanakkale’deki eski hayat, Ömür’le geçen günler, Manisa… Oğlunun İstanbul hayatını garipsemişti, daha yeni tanışmış gibi tuhaf bir mesafeden konuşuyorlardı nedense, evet, Yusuf ona neredeyse yapmacık bir özenle davranıyordu, yeni keşfettiği birtakım sırları saklıyormuş ya da belki bir tuzak kuruyormuş gibi. Yusuf’la ev arkadaşlarını örgüt üyesine benzetmişti Sait, birtakım gizli işler karıştırdıklarını düşünmüştü. Onu en çok da upuzun boylu, sıska bir oğlan tedirgin etmişti, yaşça diğerlerinden büyük, belli ki eczacılığı çoktan bitirmiş (ya da belki bırakmış), dükkânı mı varmış neymiş, parmaklarında yüzükler, kulaklarında dizi dizi küpe, ne yaptığı belli değil, her nedense çayı hep önüne geliyor. Bozuntuya vermeden birkaç gün boyunca bir köşede ses çıkarmadan, konuşulanlara akıl erdirmeye çalışarak oturdu Sait, her gece on biri geçirmeden yattı, sabah kalkıp sucuk pişirdi. Dördüncü günün sonunda alakasız bir konuda tatsızlık çıktı oğluyla, fazla uzatmadan ceketini alıp eve döndü.

Sanki başka işi yokmuş gibi o evi bulmak için ara sokaklarda dolaşıyor, sonunda pes edip anacaddeye [sic] çıkıyor.”

Kerem Eksen, Ölümden Uzak Bir Yer, Yapı Kredi Yayınları, 2022, s. 118-9.

 

Notlar: T. Singer | Dag Solstad

T. Singer’ın ilk adı romanda geçiyor muydu, hatırlamıyorum. Onun adı bilinse de bilinmese de roman otuzlarının ortalarında kütüphaneci olup Notodden kasabasına taşınan T. Singer’la açılıyor. Notodden’in nüfusu 1960’lardan kitabın yazıldığı döneme kadar pek dalgalanmamış, genelde 12-13 bin civarındaymış. Belki romandan sonra buraya göçen birkaç başka kütüphaneci olmuştur.

Böylesi bir romanla karşılaşan ve birkaç Bernhard kitabı okumuş herkes benzer şeyi hemen düşünür herhalde, bana biraz kolaycılık gibi de geliyor ama bir şekilde bu yazma biçiminin temelini atmış olarak bildiğimden -onun devraldığı miras varsa bilmiyorum-, özellikle açılıştaki bölümler Thomas Bernhard’ın yazım tarzını hatırlatıyor hemen. Camille Bordas bu Bernhard benzetmelerinden şikayet ediyordu: “Bu sıra Amerika’da pek çok genç yazar Thomas Bernhard’la kıyaslanıyor mesela, ben de büyük bir Bernhard hayranıyım, her seferinde buna düşüp bahis konusu kitapları heyecanla okuyor, sonrasında da aradaki bağlantıyı görmekte zorlanıyorum”. T. Singer’da da biraz ilerledikçe bu durum kırılıyor ve tekrar bu üsluba geri dönmüyor anlatıcı. Bu açıdan parça parça bir roman diye düşündüm. Açılışta T. Singer çocukluğunda yaşadığı utanç dolu bir anı hatırlıyor ve bunu kafasında çeşitli yerlerden dönüp dolaşarak tekrar tekrar kat ediyor. Benzer bir sarmalı romancı olmayı düşleyip bir cümle etrafında dönerken de yaşıyor. Fakat sonradan yaşadığı hiçbir deneyimde bu denli kılı kırk yaran sorgulamalara girişmiyor. O arada ne oluyor acaba… Yetişkin olmak diyebilir miyiz? Bu Bernhard’ın karakterlerini yetişkin olamayış girdabına çeker. Tabi buradaki yetişkinlik, genel geçer yetişkinlik. Neyse, böyle bir tarzdan başka tarza kolayca yol alabilen romanlar okuduğumda romancının kitabı bir bütün olarak tasarlayıp her parçayı yerli yerine oturttuğunu değil, bir noktadan başlayıp esinlenmelerle yol aldığını düşünüyorum. Belki de bu gözlem bir bütünü kavrama sorunudır.

Blog’a kopyaladığım gözlemci pasajında da bir giriş yapıldığı gibi, T. Singer hayatta faillikten çok seyirciliğiyle var olmaya çalışan karakterler soyundan. Otuzlarının ortasına kadar ne yapacağına karar veremiyor, geçici işlerle ve süründürdüğü eğitimiyle var oluyor. Çok matah olmasa da bir karar diyebileceğimiz bir sıçramayla birden bir kasabaya taşınıp orada kütüphanecilik yapmaya başlıyor. Ara ara ekonomik olarak hayatta kalmanın bu denli es geçilebilir ve tali bir şey olarak anılmasına şaşıyordum okurken ama hemen sonra bir Kuzey Avrupa romancısıyla baş başa olduğumu fark ediyor, bu kişisel beklenti ve kaygılarımı başka romancılara biriktirerek saklamaya karar veriyordum. Son yıllarda Türkiye’de de iyiden iyiye çevrilmeye ve okunmaya başlanan Norveç romancılarını derli toplu çalışan birilerini bulursam okuyacağım. Gerçi yarısının kendi kitaplarını henüz okumamışım: Knausgård, Solstad, Petterson, Loe, Fosse.

Hatırımda kalan ya da okurken altını çizdiğim fakat sonra geri dönünce neden çizdiğimi hatırlamadığım birkaç sayfayı not alayım sadece. Sonra da baktığım değerlendirme yazılarından kopyaladığım alıntıları bu yazının ucuna eklerim. Olur bana pastiş.

“Hem kendisini hem de başkalarını, kendi yerinin tam bir sıradanlık olduğuna inandırmıştı, orada rahat ediyordu ve orada başkalarıyla eşit düzlemde buluşabiliyordu.” (s. 19)

T. Singer gençliğinde bir dönem yazar olmaya heves ediyor. Yazarlık ilgisi ve çabası tek bir cümle etrafında dönüyor: “Güzel bir günde, unutulmaz bir tabloyla göz göze geldi”. Kahramanın bu cümleyle verdiği mücadele bize epeyce kitap yazmış başarılı bir yazarın kurguladığı bir anlatıcının ağzından anlatıldığı için pek incelikli. Sonuçta T. Singer yazar olamıyor. Bir cümleyle böylesine uzun bir mücadele veren birisi yazar olamaz mı yoksa zaten başarılı bir yazar bu mücadeleyi anlatırken aslında yazar olabilmiş birinin gözünden mü görür? Yani bir yazar yazar olamayışı anlatırken ne derece başarılı olabilir? Başarısı bir yana, bu cümlenin etrafında dönen sorular bir cümle yazmaya dair güzel bir yakın okuma çalışması. Incığını cıncığına kadar soruyor ve çeşitliyor güzel günü, unutulmazlığı ve tabloyu. Pamuk’un meşhur açılış cümlesi de bu tablonun kitap versiyonu gibiydi. Fakat T. Singer’in hayatı bu tablo fikriyle değişmiyor, cümlenin etrafında dolaşırken “amaçsız bir genç adam olarak başkalarının ‘en zengin yılları’ diye nitelendirdiği zamanını harcayıp dur[uyor]”. (s. 31) Zamanın geçtiğini fark etmiyor.

Kütüphaneci olarak çalışmaya başlayacağı Notodden’e trenle gidiyor. Yıllarca harcamalarına özen göstermiş olsa da birden o trenin yemekli vagonunda rahatça oturmaya ve sandviç yiyip kahve içmeye karar veriyor. İnsan böyle kararlar verdiğinde karşılaşmalara açılıyor. Orada zor zamanların yöneticisi, Norsk Hydro’nun müdürü Adam Eyde’yle tanışıyor ve okurlara 20. yüzyılın başlangıcından sonuna bir Notodden tarihinin kapısı aralanıyor.

Böyle sayfa sayfa gidip aldığım notları blog’a aktarmak beklediğim deneyimi yaratmadı. Burada kesip, daha önce kestiğim alıntıları yapıştırayım. Daha T. Singer kütüphanede hayatının aşkını bulacak, Oslo’ya taşınacak.


“Sloshing back vast quantities of booze, Singer listens as the boss delivers an epic lecture on the history of his company, the region and the relationship between philosophy and industry.”  [guardian]

Drifter characters – “Singer is very similar to Solstad’s other narrators and protagonists who drift through the novels” [guardian]

“Wherever they start, Solstad’s characters find a way to establish themselves in a low-key, middle-aged life in which melancholy and contentment are almost indistinguishable.” [guardian]

“The Solstadian long sentence feeds back into itself, meandering with the aimless inevitability of a river heading towards the sea.” [guardian]

Bernhard’ı latif bir yazar olarak görmeyiz, fakat Solstad’ta bu var. Tarzı bu kadar benzerken onu Bernhard’tan ayıran nokta nerede? Kitabın açılışı oldukça Bernhard-vari iken ilerledikçe o etki kayboluyor, süreksiz de olsa kendine has bir ritim buluyor. Sorgulayışlar azalıyor, yaşama kendini bırakma baskın hale geliyor.

İnsan temelde birkaç sorunu olan bir varlık mıdır? Bunu kendi üzerimden de anlamaya çalışıyorum. Yaşam binbir çeşitlilikle sürüp gidiyor, eninde sonunda yaşamdan geriye belirleyici güç olarak birkaç şey mi kalıyor yoksa bu insan yaşamını birkaç yüz sayfada anlatmaya çalışan romanın mecburen indirgemek zorunda kaldığı kümeden kaynaklanan bir illüzyon mu? Yine de insanların birkaç temel meseleyle uğraşarak bir ömür geçirmeleri fikrini trajik ve estetik buluyorum.

“At one point Singer notices how a certain couple “shared the same perception of reality”. Solstad’s construction of reality is uniquely his own. That may be why the writer Lydia Davis taught herself Norwegian solely by reading his work.” [guardian]

“Thus it is not surprising that in his book he tilts the question from “What makes a good writer?” to a different one: “What makes a good hero for a novel?” How can the account of the “man without qualities” be updated for a new generation?” [worldliteraturetoday]

“Solstad’s style of writing is deceptively simple and can best be described as “honest”: winding clauses of sentences, decidedly minimalistic in their vocabulary and devoid of any metaphoric digressions, designed solely to explain, as clearly as possible, the mechanisms of the strange and yet deeply human workings of Singer’s mind.” [worldliteraturetoday]

“To be sure, in this novel, the twenty-first century appears to be still light-years away.” [worldliteraturetoday]

Solstad repeatedly mentions this case but the reviewer only mentions a single instance: “Solstad breaks the fourth wall to tell us that he’s not going to tell us much more about Merete: “She is not the main character in this novel; it’s doubtful that she could have been the main character in any novel of a certain quality.” [kirkus]

Coping with life: “Singer is, let us say, not adept at coping; as Solstad writes, it’s hard to imagine that he, too, “can be the main character in any novel at all, regardless of quality.” [kirkus]

Protagonist’ self description – what would be the difference if the author wrote this: “As a stepfather, the trials he endures are wrestled with, at great length. Says Singer: ‘It’s certainly not easy being me.” [eurolitnetwork]

“Characteristically, Solstad gets hold of an idea and worries it like a dog with a bone…” [eurolitnetwork]

“This relaxed feeling – ‘he has air’, Peter Handke has said – is equally evident when Solstad the narrator wanders into postmodern territory.” [eurolitnetwork]

Handke & Davis likes Solstad: “Little wonder Peter Handke and Lydia Davis – tellingly, two authors whose own creations reward the reader for savouring and reading slowly, rather than succumbing to page-turning – have declared themselves enamoured with the books of Dag Solstad. I’d like to join them.” [eurolitnetwork]

Nonengagement – Bartleby: Also”Solstad’s unusual, entertaining novel of restrained humor follows its protagonist, T Singer, over a lifetime of nonengagement. Singer is something of a Bartleby whose neuroses compel him to retreat from life …” [publishersweekly]

“The novel brilliantly shows the humor and pain of obsessiveness, and the anxious, analytic Singer emerges as an enduring creation.” [publishersweekly]

“Passages are important to Solstad in this novel: he details travel-routes and possible alternative ones. There’s rarely just one way of getting there (wherever), and each possible route — from Oslo to Notodden; from Singer’s home to to his workplace; through the streets of Oslo; travelling by rail or road or foot — present alternatives, paths (and, implicitly also destinies) not taken, even if the apparent destination remains the same.” [complete-review]

“His life is straightforward and fairly bland, his major concerns limited to things like avoiding some of the library’s patrons who particularly appreciate his assistance, and figuring out how to ensure that he can catch the movies he wants at the local cinema.” [complete-review]

“In an interview with The Paris Review, Solstad stated that this novel had perfected the form he had been aiming for with the three previous novels, marking an end to that phase of his writing career. Although that in turn freed him to write different works, notably Armand V (2006), ‘Declaring that I was finished made me feel like I could do whatever I damn well pleased, which again opened up entirely new ways of thinking.'” [mookse and the gripes]

“And yet as the novel ends it is as if Singer has come full circle. He finds himself obsessively worried about a minor incident involving cinema tickets, an incident that the colleague involved likely didn’t even notice or remember, and he plans in detail the hypothetical conversation they might have the next day:” [mookse and the gripes]

“DAG SOLSTAD — After I had written T SINGER it struck me that I couldn’t write any better than that, and if I wanted to, I could write a book like that every year. And that I didn’t want.” [the-white-review]

“DAG SOLSTAD — Yes. See my earlier answer in which I said that I dignify the main character with the same pronoun that I have reserved for myself and only for myself. I’m careful to treat my main characters with respect, after all they are left to my ruthless power, and they do, one must admit, some quite questionable things.” [the-white-review]

“Solstad, who was born in 1941 in Sandefjord, is not a practicioner of Scandi-noir, as you might expect – he is rather the heir in some fashion to his illustrious countrymen, Henrik Ibsen and Knut Hamsun, teasing out a moral, observing human behaviour that in some ways looks fated or doomed.” [rte]

“It’s not just a slice of Norwegian life, and it would be indeed glib to suggest that T Singer was a novel that was just about skewering bourgeois pretensions, or portraying the fragility of man who wears masks to make himself feel right with the world.” [rte]

“Singer simply submits to the personality onslaught. It’s not that he takes it in his stride, exactly, but he hardly says a word, except (librarian that he is) to correct an anachronistic reference to Oslo in the time when the city was called Kristiania.” [lrb]

“Solstad’s protagonist is outwardly unremarkable, not even receiving a full name (and the ‘T’ appears only in the book’s title). Singer feels that “his place was to be found in total anonymity”; indeed that’s where he ‘thrives’.” [davids-book-world]

“In due course, Singer falls in love with and marries a ceramicist named Merete Særthe, moving in with her and her daughter Isabella. Even this does not disrupt Singer’s sense of self, because the role of the family man is what completes his anonymity.” [davids-book-world]

“Yet T Singer goes far beyond the typical, Camus-like portrait of existential alienation that clings to every corner of global literature like the odor of cigarette smoke in a supposedly clean hotel room. Solstad creates a truly singular character whose existence feels like nothing more than the sum of indentations left on him by the world. Except, this description implies that there are things Singer would call his own, when in reality there is a creeping sensation all throughout Singer’s life that nothing at all is really his. It is this fundamental sense of dispossession and anonymity that makes Singer incapable of ascribing meaning to any particular incident in his life—he is a man who endlessly broods without ever gaining any traction. He passes his time by simply pondering the incomprehensible texture of his life, never managing to figure out anything, and the pathos of Singer’s story comes from the many instances when he must confront the irrelevance of his brooding. He is a contemporary variant of the superfluous man, an individual for whom the consumer economy holds no joy or purpose, a person who performs the various familial and economic duties the world requires of him, but who feels that none of these roles pertain to who he is.” [lithub]

At the end of the novel, Singer is left wondering how he’ll respond to a colleague if she catches him loitering in a theater lobby with no intention of seeing a movie. He formulates a contingency plan, which unfolds in a single, 246-word sentence that closes the book.” [dissent-magazine]

A.S. Byatt, Budalaların Prensi (Çeviri)

A.S. Byatt’ın Dostoyevski’nin Budala romanının yeni bir İngilizce çevirisi ardından The Guardian’da yazdığı kısa inceleme yazısını çevirdim. Aslında yazıda yeni çevirinin külliyata kattıklarından bahsettiği söylenemez. Romanın detaylarına girmeden çatısındaki genel sorularla uğraşıyor. Benim için biraz tesadüf oldu ama yine kaçınılmaz olarak “ölüm motifleri” ve büyüsü bozulmuş dünyaya döndüm. Bunun yanı sıra Budala Prens üzerinden iyiliğin sorgulanması, yüce gönüllü eylemlerin sürekli kötülüğe yol açması, kahramanın cinsellik yoksunluğu ve ilerledikçe biraz dağılan olay örgüsünden söz ediyor Byatt.

Budalaların Prensi
A.S. Byatt

Budala’nın müthiş yeni çevirisi, Dostoyevski’nin kahramanının beklenmedik yönlerini ortaya çıkarıyor, A.S. Byatt yazdı.

19. yüzyıl Avrupa kurmacalarının biçimi, Rusça olanlar da dâhil olmak üzere, eski Hıristiyan hikâyeleriyle güçlü bir ilişki içindelerdi, İncil’den Bunyan’a kadar. Romanlar kısmen parodiyle, kısmen diyaloglarla, kısmen de reddederek veya yeniden inşa ederek eski meselleri karşılarına alıyorlardı. Middlemarch, kahramanının sonradan-doğmuş bir Aziz Theresa olmasına dair bir paradigmayla açılır, “öğrenmeye can atan ruhlarına bilgi sağlayarak rehberlik edecek, uygun toplumsal inançlar ve düzenler yoktu.”[1] Dorothea’nın erdemi modern dünyada kendine bir biçim bulamaz. Eliot’un aksine, Dostoyevski bir Hıristiyandı, inancını korumaya dair çok daha güçlü bir tutkusu vardı. Kurmaca Mesihliğin ve kıyametin bir diğer faili D. H. Lawrence Budala’yı 1915’de okuyordu. “Dostoyevski’yi sevmedim” diye yazdı. “Sıçan gibi, nefret içinde düşe kalka ilerliyor, gölgelerde, niyeti de sevgiyi ifade eden ışığa ait olmak, sevginin tümüne.” Keskin bir şekilde yazdı, “artık İsa’yı tapınma fikrini oluşturmak için gereken, Dostoyevski’ye bakılırsa, yüce bir kötülük, bu şeytani bir iradenin ürünü…”

Bildiğimiz kadarıyla Budala’nın çıkış noktası Dostoyevski’nin bir mektubunda yazdığı üzere “bütünüyle harika bir insanı tarif etmek” idi. Prens Mışkin kutsal bir Rus budalası, Don Kişot’un soyundan gelen, Hıristiyanlıktan çıkmış bir dünyadaki Hıristiyan bir tipti. Yazar ve karakteri bütün romanlarda karakterlerin karşılaştığı sorunlarla karşılaşıyordu –romanda iyilik kötülük kadar ilginç değildir ve okuyuculara, Lawrence’tan daha az öfkeli olanlara bile, itici gelme riskini taşır. Başka bir sorunsa, iyiliğin cömertlik anlamına gelmesi, cömertliğin de cinsel enerji yoksunluğuna eğilimli olmasıdır, oysaki bu enerji roman için müthiş bir itici güçtür. Yukarıda anılan mektupta, 1868 yılında Dostoyevski romanın ilk bölümlerini yazdığı ve gönderdiği sıralarda, finansal ve mesleki çaresizliklerden dolayı, bu iddialı projeye olması gerekenden daha erken giriştiğini sıkıntılı bir şekilde teslim eder.

Romanın yazımı ve yayımlanması şüphesiz ıstırap ve gerginlik içinde gerçekleşti. Önceki romanlarının aksine evden uzakta, tefrika amacıyla yazıldı, ikinci eşi ve stenografı Anna Grigoryevna tarafından bir araya getirildi. Yazıldığı sırada kızları vefat etti. Dostoyevski ölümüne kumar oynuyordu ve epilepsi nöbetleri geçiriyordu. Anna not defterlerini muhafaza etti, bu defterler kitap henüz belirmekteyken bile olay örgüsünün de karakterlerin de akışkan ve volkanik bir kaos halinde olduğunu gösteriyor. İyi prens erken notlarda gururlu ve şeytani, (Nastasya Filippovna’nın bir prototipi olan) evlatlık kız kardeşine tecavüz etmiş biri. Aynı zamanda kundakçılık yapıyor ve eşini öldürüyor. Romanın ilk bölümü, yayımlanmış halinde, çok çok güçlü olarak değerlendiriliyor. Dostoyevski sanki nasıl ilerleyeceği hakkında tam emin değilmiş gibi. Sonraki iki bölüm fantazmagorik ve dağınık, olay örgüsünden yoksun ve kesik kesik ve enerjisi yüksek kısımlardan oluşuyor.

John Jones, yazar üzerine yaptığı nefis çalışmasında, Dostoyevski’nin diğer romanlarından ayrıksı bir yerde durması ve Jones’un Rus olmayan okurlar için erişilebilir kıldığı girift dokudan ve kelime oyunlarından mahrum olduğu iddiasıyla, Budala’yı Dostoyevski’nin büyük eserlerinin arasında saymıyor. Başka eleştirmenler de “iyi” prensin herkesin hayatını daha kötü hale getirmesi ve bir şey de elde edememesinden şikâyetçiler -aslında prens bu anlamda İvan Karamazov’un Büyük Engizisyoncu hikâyesindeki dirilen İsa ile karşılaştırılabilir. Dünya onunla ne yapacağını bilmez.

Budala’nın başyapıt olduğunu düşünüyorum -sorunlu, yer yer yorucu ya da fazla süslü, tıpkı diğer başyapıtlar gibi- fakat tıpkı dramatik yoğunluğuyla Karamazov Kardeşler ya da parıldayan inceliğiyle Ecinniler gibi dünya edebiyatının bir o kadar önemli bir parçası. Bu iki romanda, tıpkı daha basit olan Suç ve Ceza’da da olduğu gibi, Dostoyevski olay örgüsüyle politik ve dini fikirleri birlikte işe koşuyor. Budala’da kendini Gotik’ten Aziz’in Yaşamı’na çeviren bir karakterin ve hikâyenin gerilimlerini yol üstünde kavramaya çalışıyor. Bunu müthiş kılan bir ikili yapı söz konusu -prensin karakteri ve ölümle yüz yüze gelinen güçlü karşılaşmalar. Budala’nın asıl konusu ölümün gerçekleşmek üzereliği ve içkinliği. Bunların imgesi Holbein’in İsa’nın haçtan indirildikten sonraki portresi, Rogojin’in evinde bir kopyası bulunan, hem Dostoyevski hem de Prens Mışkin tarafından Basel’de görülen. Bu resmin temsil ettiği, bize aktarılana göre, yaşamın dışına düşmüş safi etten ibaret bir ölü adam, tahrip olmuş ve yok edilmiş, gelecekteki olası bir diriliş imâsından yoksun. Romanın biçimi Dostoyevski’nin en derin meselelerinin amansız patlamalarıyla şekilleniyor. Bunlar Dostoyevski’nin yoğun dini duygulara dair şüpheleri ve korkularının niteliğinden kaynaklanıyor -şüphesiz Lawrence da bu duruma tepki gösteriyor.

Bu harika yeni çeviriyi okumadan önce de farkındaydım, tamamen anlamış olmasam da, romandaki ölüm meselesi özel olarak idam fikrine bağlıydı -derinlemesine düşünmediğim kısım ise maddeci bir dünyada resimdeki idam edilmiş adamın ölü birisi olduğuydu, bilinci vahşice yok edilen biri. Hikâyede cinayet ve idama dair ritmik düşünme anları var, en güçlü ve dayanılmaz olanlarından birinde Mışkin bizi ölümün mutlaklığı karşısındaki dehşetle, beden ve zihin gayet iyi bir durumdayken, kararlaştırılmış ve kaçınılmaz olan ölümün kesinliğiyle yüzleştiriyor. Bu hayal bile edilemez duyguların yakın incelenmesinin dehşet verici doğası Dostoyevski’nin tüm bunları betimlemeye dair otoritesinden ileri geliyor, kendisi de imparatorluğun bir anlık kararıyla ya da bir güç gösterisiyle ölüme mahkûm edilmiş ve cezası ertelenmişti, öldürülen arkadaşının yanında darağacında beklemişti. Romanda Fransız celladın giyotin infazı betimleniyor. Dindışı, ahmak ve geveze Lebedev, bunu kafasına koyup Kontes du Barry için dua ediyor, başka bir anda nazikçe ve nükteli bir şekilde celladın kadının başını tekmelemesini sorguluyor. İdamın kesinliğiyle bağlantılı olan bir diğer durum ise verem hastası gencin vahameti: boş bir duvara bakan, elinde acınacak bir şekilde “Apres moi le Deluge” [Benden sonra Tufan] yazan bir gazeteyle ölümünün bir jestini gerçekleştirmeye çalışan (bu sırada intiharı deneyip yüzüne gözüne bulaştıran) İppolit. Rogojin idam edilmiyor fakat Nastasya Filippovna’yı öldürmesi sebebiyle Sibirya’ya sürülüyor. Prens cesedin üzerine çullanan katili görmesiyle ifadesiz bir budalalalık haline geri dönüyor. Çiftlik arabasındaki idamlık adamın korkunç saydamlığıyla ilişkili olarak, epilepsi öncesi auranın olağanüstü saydamlığı, zaman ve mekânsız bir neşe, bir anlık sonsuzluk. İmgelerin anlamları bizzat kendileri.

Budala’nın olay örgüsüyle ilgili sorunun bir kısmı karakterlerin çoğunun temelsiz görünmesinden kaynaklanıyor, kadın karakterlerin öngörülemezlikleri birbiri ardına dağınık ve sonuçsuz, karşılık vermenin güç olduğu olaylara yol açıyor. Bu sorunun kısmen -tamamen değil- sebeplerinden birisi daha önce andığım gibi cinsel enerji ve iyilik arasındaki garip ilişki. Kadınlar, tıpkı tutkuları ve ekonomik baskıları konu eden çoğu romanda olduğu gibi, baştan çıkarma, tecavüz, teklifler, para ve evliliğe dair bir hikâyenin içinde olduklarını düşünüyorlar. Prens sezgisel olarak kimin kime zalimlik yaptığını, kimin yoksul olduğunu ve kimin ıstırap verdiğini ya da duyduğunu ölçebildiği fakat bizzat kendisinin başkaları üzerindeki etkisini değerlendirmesine yardımcı olabilecek hakiki bir cinsel karşılık taşımadığı mutlak bir ahlak dünyasında. Kadim sorun: “Eğer cinsel arzuları ya da deneyimleri yoksa İsa nasıl olur da kusursuz biri olabilir?” Hem oldukça tecrübeli hem de utangaç saf kadınları cezbeden Prens’in sabırlı, özenli ve şefkatli nitelikleri sayesinde onu “sevmeyi” düşünen Nastasya Filippovna ve Aglaya arasındaki anbean eylemlerde ve tepkilerde dikkate değer psikolojik incelikler var. İkisi de, bana göre, Prens’in pratik erdemlerindeki anlaşılması güç bir şeyden, tam olarak farkında olmasalar da, rahatsızlık duyuyorlar, bu rahatsızlık dönüşümlü olarak bir çeşit eksiklik ya da kısmi yargılarındaki tedirgin edici bir hak iddiası şeklinde ortaya çıkıyor. Prens aslında onların dünyalarında değil ama ne kendileri ne de Prens bunun tümüyle farkına varabiliyor.

Prens, kendi gülünç modelleri olan Don Kişot ve Mr. Pickwick’i masumiyetinin zarara yol açması açısından anımsatıyor. Don Kişot, ilk hakiki romanda, romansın ve dinin kadim biçimlerinin zihninde ve kâğıtlarımızda heyulalara dönüştüğü dünyada yaşıyordu. Mışkin onun sonrasında yer alıyor, yitirilmiş mutlaklıkların daha kafa karıştırıcı ve daha trajik bir figürü. Tanrı’nın sadece ölü bir et parçası olduğu bir dünyada, iyi bir insan ancak budalaya dönüşüyor.

[1] George Eliot. (2020 [1871]). Middlemarch. (çev.) Ünal Aytür. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. s. 32. [Bu bölümü bana ileten Selim Bektaş’a çok teşekkür ediyorum.]


Budala’yı yeni okudum, okuduğum ve izlediğim birçok şey için kurucu tartışmaları, olayları ve karakterleri olduğunu düşündüm. Türkiye Sineması Budala’dan çok beslenmiş, tıpkı Byatt’ın bu romanların kadim metinlerden beslendiği iddiasında olduğu gibi. Sık sık ardıllarına çağrışımlar yaptı. Tekrardan, böyle temel metinleri okumak varken neden daha cılız ve belki çoğu ikincil güncel kitaplarla oyalanıyorum diye hayıflandım fakat bu duygu hemen geçti. Okuma serüvenimde bu dengeyi ideal haline getirmeyi arzuluyorum. Dün izlediğim, hafif de olsa arthouse vaatli teen-slasher gerilim filmi It Follows’ta yan karakter sanki olup biten için bir üst hikâyeymişçesine (belki, kısmen) Budala’yı okuyor ara ara romandan pasajlar seslendiriyordu.