Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları, 64. baskı, 2022 [1961].
Başlıyoruz, ilk cümle: “Beni tanıyanlar, öyle okuma yazma işleriyle büyük bir ilgim olmadığını bilirler.” (s. 7).
Pre-Halit Ayarcı dönemi, hala baştayız, umarım ilerleyebiliriz, kendine acıyan hayat: “Halit Ayarcı’yı tanımadan evvelki hayatım, dedim. Fakat gerçekten buna bir hayat denebilir mi? Eğer yaşamak kelimesinin mânası her şeyden mahrum olmak ve ıstırap çekmekse, her an küçülmek ve bunu nefsinde her lâhza duymaksa, bir türlü aşamayacağı bir çemberin içinde durmadan çırpınmaksa, şüphesiz ben de, benimkiler de en derin şekilde yaşıyorduk.” (s. 9)
Eşyadan anılara ve kişiliğe: “… eski bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki aksaklıkları, hatta ıstıraplarının çeşidini görmek mümkündür.” (s. 16)
Bir ileri, bir geri, çekişme duygusu: “İnsan yaradılışı tam bir eşitliğe razı olamaz. Ufak tefek imtiyazların teşvikine de muhtaçtır. Diyebilirim ki, bizzat iyilik dahi, ancak ceza görmesi ve ayıplanması icap eden bir kötülüğün bulunmasıyla kabildir.” (s. 18)
Yoksulluk ve özgürlük pasajı, tam buradan sonra gelen paragraf YouTube’da SAE üzerine konuşan birkaç kişide gördüğüm ortak bir referans. Özgürlük ve siyaset bölümü. Bana biraz yüzeysel geldi dinlediğim kayıtlar. O yüzden o kısmı atlayarak, daha kişisel olanı anlattığı bölümleri kaydediyorum. Bu kitapta Berna Moran’ın ifadesiyle bir gözlemci karakter seçerek onun gözlemleriyle yapılan bir hicivcilik varsa, ben hicivden çok karakterin kendisine ilgi duydum. Burada da arka sıralardaki öğrencinin gözü üzerinden bir gözlemcilik bölümü var. On beş yıldan fazla bir süre neredeyse her gün sınıflara girip çıkıp böylesi bir şeyi asla düşünememiş olmamı garipsedim: “Fakir düşmüş bir ailede büyüdüm. Buna rağmen çocukluğum epeyce mesut geçti. Fakirlik, içimizde etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla –ve şüphesiz muayyen bir derecesinde– zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti.
…
Fatih Rüştiyesi’ndeki sınıfımızın kalabalık mevcudu bana, etrafımdaki yarışı en geri sıralardan, isterseniz buna kıral locası deyin, seyretmek imkânını verdi. İnsan işlerine uzaktan bakmayı oradan öğrendim.
Arkadaşlarımın çoğu gibi mektebe lalalarla, uşaklarla gitmedim. Ne yeni, süslü elbiselerim, ne su geçmez potinim, ne sıcak paltom vardı. Daima düz kapaklarım yamalı, daima dirseklerim biraz dışarıya fırlamış gezdim. Hiç kimse mektebe giderken bin türlü sıkı tembihle beni öpmedi, ne de akşamüstü yolumu dört gözle beklediler. Hatta eve ne kadar geç gelirsem etrafımdakiler o kadar rahattı. Bununla beraber mesuttum. Bütün bu şeylerin yokluğuna karşılık hayatı ve sokağı kazanmıştım. Mevsimler, insanlar, hayvanlar, eşya en munis, en değişik yüzleriyle benimdiler.” (s. 21-3)
Pakize filmleri gündelik hayatla karıştırıyordu. Hayri’nin radyo ilgisini de kendi YouTube, kitap, film ilgimden doğru düşündüm, budalalıkçılık. Dışarıdan bir hikâye aramak üzerine: “Bence radyo, aklımın erdiği kadarını söyleyeceğim tabiî, –aziz okuyucum bu fikirleri dinlerken, muntazam bir tahsil görmemiş, ömrü kahve peykelerinde geçmiş, ihtiyar bir adamdan geldiklerini hiçbir zaman unutma!– insanoğullarına lüzumsuz meraklar aşılamaktan aşılamaktan başka bir şeye yaramaz. Bazen düşünürüm, ne kadar garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız? Ben bile bu yaşta işimle gücümle meşgul olacağım yerde radyo başına oturup saatlerce, bir kere bile gidip görmediğim, –tabiî sinemalardaki havadis filmleri hariç– futbol maçlarının, boks güreşlerinin hikâyesini dinliyorum.” (s. 29)
Nuri Efendi’nin Hayri’ye bakışı; mütevazı dinleyici: “Nuri Efendi bana fazla iş vermez, verdiği işin de behemehâl yapılmasını istemezdi. Aceleye lüzum yoktu. O, zamanın sahibi idi. Ona istediği gibi tasarruf eder, yanındakilere de az çok bu hakkı tanırdı. Zaten o beni daha ziyade bir dinleyici olarak kabul etmişti. Ara sıra, “Oğlum Hayri! derdi. İyi bir saatçi olup olmayacağını bilmiyorum. Doğrusu, bunu senin hayrın için çok isterdim. Sen erken yaşta iş tutup ona kendini vermezsen büyük sıkıntılara uğrayabilirsin. Yaradılışın mütevazı insan yaradılışı… Hayata ve etrafa karşı yeter derecede dayanıklı değilsin. Seni ancak iş kurtarabilir. Yazık ki bu iş için lazım olan dikkat sende yok. Fakat saatleri seviyorsun, onlara acıyorsun! Bu mühim bir şeydir. Sonra ayrıca dinlemek gibi bir hasletin var. Burası muhakkak. Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir şeye yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır!” diye iltifat ederdi.” (s. 37)
Merkezi bir paragraf, ilk elli sayfada lafı neden uzattığını anlatıyor Tanpınar. Ben de burayı görünce SAE’ye bağlayacak sanmıştım ama birkaç yüz sayfa daha gerekti bağlaması için, olsun. Burada diğer karakterleri ‘içine almasıyla’ edebi bir teknik mi uyguluyor yoksa yine daha ziyade karakteri mi kuruyor, tam anlayamadım. Ama ilk sayfalardan başlayan “Ben Hayri, korkuyorum” cümlesi bu güzel paragrafı kesme noktasını verdi bana: “Niçin, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün hikâyesini bu uzak hatırlarla ağırlaştırdım? Neden bu mazi gölgeleri yüzünden yolum birdenbire değişti? Bunlar o cins şeylerdi ki, ne hakikatini, ne de gülünç tarafını bugünün insanı anlayamaz. Bana gelince, yaşı, geçmiş şeyleri tahayyülden ve hatırlamadan artık lezzet almayacak kadar ileri. Böyle de olmasa, Halit Ayarcı’nın hayatıma girdiği andan itibaren ben büsbütün başka bir insan oldum. Realitenin içinde yaşamağa, onunla mücadeleye alıştım. Even o bana yeni bir hayat buldu. Bu eski şeylerden şimdi çok uzaktayım. İçimde, kendi mazim olsa bile o günlere karşı katılaşmış bir taraf var. Ne yazık ki, bu mazi dönüşünü yapmadan kendimi anlatamam. Ben yıllarca bu adamların arasında, onların rüyaları için yaşadım. Zaman zaman onlarin kiliklarina g’rd’m\ mizaçlarını benimsedim. Hiç farkında olmadan bazen Nuri Efendi, bazen Lûtfullah veya Abdüsselâm Bey oldum. Onlar benim örneklerim, farkında olmadan yüzümde bulduğum maskelerimdi. Zaman zaman insanların arasına onlardan birisini benimseyerek çıktım. Hâlâ bile bazen aynaya baktığım zaman, kendi çehremde onlardan birini tanır gibi oluyorum. Şu anda Nuri Efendi’nin kendini yenmiş tebessümünü yüzümde dolaşıyor sanıyorum, biraz sonra Lûtfullah’ın yalanı benimsemiş bakışlarını kendimde bularak yaptığım işten ürküyorum.” (s. 53)
Geri çekilme, dışarıya açılma, seyircilik, Scott’çu taktikler, hak göremeyiş: “İtiraf edeyim ki, bu garip hadise benim üzerimde babama yaptığı tesiri yapmadı. Halam şüphesiz bize karşı çok büyük bir haksızlık etmişti. Fakat ben hiçbir zaman hak diye kendime ait bir şeye inanmadım. Bütün mazlûm doğmuşlar gibi başıma geleb talihsizliğin neresinden ve ne pahasına kurtulursam kâr sayardım. Mesele yalnız bir hak anlayışı değildir. Daha karışıktır. Hayatımı düşündükçe –yaşım buna müsaittir– daima kendimde seyirci hâletiruhiyesinin hâkim olduğunu gördüm. Başkalarının hâlini, tavırlarını görmek, onlar üzerinde düşünmek, bana kendi vaziyetimi daima unutturdu.” (s. 67)
Hayri korkmaya devam ediyor; bu sefer gelecekten: “Gelecek hakkında korkularımı anlatmağa kalktıkça sözümü kesiyor, “Hiç olur mu? Senin gibi adam! İşsiz kalır mısın hiç?” diyordu. Ben de yavaş yavaş buna inanmağa başladım.” (s. 80)
Meta-korku, yakında Hayri’nin de başına gelecek: “Bütün hayatım boyunca dikkat ettim. İnsanın daima en çok korktuğu şeyler başına geliyor.” (s. 86)
Ardiye ve ölüm üzerine: “Yavaş yavaş herkes evin kaybolmuş hayatının orada toplandığına inanmıştı. Orası birikmiş ayrılıkların, üst üste yığılmış ölümlerin, hatıra ve unutulmaların odasıydı. Yaşayanlar bile orada kendi çocukluklarının, ilk gençliklerinin ölümünü seyrediyorlardı.” (s. 87)
Buranın estetik değeri çok yok ama hikayede bir ağırlığı var, yanlış isim konusu dikkatimi çekti, Hayri’nin psikanalizinde de buna geri dönüyorlar: “Tabiî Abdüsselâm Bey daha ilk günden itibaren başının ucundan ayrılmadı. Konağın eski âdeti üzerine çocuğa benim yerime o ad verdi. Ve yanlışlıkla benim annemin adı olan Zahide adını vereceği yerde kendi annesinin adı olan Zehra’yı verdi.” (s. 89)