blog üzerine III

blog tutmanın bir gazeteye, internet sitesine, sosyal medya uygulamasına ya da başka bir kurumsal yapıya yazı teslim etmekten bir temel farkı yazdıklarını yıllar sonra dönüp değiştirebilmek, sekiz yıl önce yazılana editöryal müdahalede bulunabilmek. günlükten makaleye geçememişler blogger olmuş gibi. bunun hem kötü yanları var, hem de güzel.

boksi I

önümde sağ ayağı yanmış bir
üst kollarına che dövmesi yapmış, üç sivil
kapalı alanlarda mırıldanıyor mır mır
alerta alerta anti faşista
şok şok şok, duvar geçen güneş sokağında
şarkılarla yavaşça
almanca öğreniyoruz

haftalar geçmiş, yeni bir gün bu
vagabond gemisinde sessiz bir bahçedeyiz
greta’yla şarkılar dinliyoruz şimdi
zengin öldürüyoruz ama bir başlayamadık ki
burayı görmüş geçirmiş mutlu punk çiftler
bize bakıp o dövmeleriyle gülümsese
güneşin batışıyla tekrar kapalı alanlarda
ucuz ledlerle öylesine ışıklandırılmış
okuma lambasının etrafında buluşan mahalle sinekleriyle
bir gün yaklaşıp, sarılı veriyoruz

kenarından çizdiğimiz bir yolda çok yavaş adımlarla
sırtımızda kamp çantalarımız, çok yüksek bir bpm’de
x > 90, hesabı ödeyelim, gına yolda
bundan sonra çok demeyelim, abartma

they don’t know they are brainwashed
biliyorlar ama boş, yine yapıyorlar
sırtında büyük harflerle do you want to die (ah)
bir miktar beyaz pamuk üzerine kızıl kara verbatim
iki dakika yedi metre
uzaktan izledim
şairleri google’dan birkaç kelimeyle takipteyim
burada şiir kitabı yok ya
bookmark’larımda ‘ş’ klasörü hemen
arılar kovdular, hamam böcekleri de kovar
hırsızlar da kavgaya katılınca yerimden oldum
kendimi posta kutusunda buldum (yo)

elektronik sigara ikram ediyorsun, hem de bio
kundera’nın ölüşü ve ursula’nın daha önce
bunlara hetero pesimizmi de ekledik sonra
daha çok dövme, daha çok kayıtsız saçlar
succession’ın finali, cam kavanozun yuvarlanışı
emojiler
iki saat ses pornosu dinledikten sonra
sıcacık bir pazar gününde biz ne yapmalıyız
göl hariç
başkalarıyla, dostlarıyla çiçekli bir kahve fotoğrafı olup
inanmayarak tüm olan bitene
parklaşamamış bir meydandaki ağaca sorduk
n’aber diye

para kommt, angst yok
diz ağrılarını twitter’a nası’ yazıyorlar
from pakistan, with love, wa22ermann
benim de rakamlı bir adım olsun mu
ya da mavi ışıklar ve hidrasyonla
çilekli yoğurt yiyerek geçebilen sakin hayat

althusser mix

inanç sarar sizi
dua eder gibi kıpırdatın dudaklarınızı
inanç sarar sizi
diz çökün
dua eder gibi kıpırdatın dudaklarınızı
inanç sarar sizi
pascal aşağı yukarı şöyle der
diz çökün
dua eder gibi kıpırdatın dudaklarınızı
inanç sarar sizi

pascal aşağı yukarı şöyle der
diz çökün
dua eder gibi kıpırdatın dudaklarınızı
inanç sarar sizi
bir rezalete imza atıp
düzeni altüst eder
isa gibi barışa değil de
ayrılığa çağrıda bulunur

üç arkadaşımız

Mart ayının sonlarına doğru bir perşembe akşamı saat sekizde üç arkadaş bir büfede buluştu. Yarın iş var. Her zaman olduğu gibi L. muhabbeti toparladı, siparişleri aldı, siparişleri getirenlere “o bu arkadaşın” diye yol gösterdi, hesabı ödedi, çay istedi. Grubun ebeveyni. Ama o gün döküldü, arkadaşlıklarını bir arada tutmaya çalışmaktan yorulduğunu duyurdu. Yemekleri gelesiye sessizleştiler, yerken de sadece tabaklarına baktılar. Sonrasında temiz hava kendilerine getirdi. S. başka bir konu açtı, trende tanıştığı biriyle ettikleri muhabbete dair çok uzun süren bir anısını anlattı. O sırada yürüyüş yaptılar, minibüsle beş altı durak gittiler, sonra tekrar bir yürüyüş, merdivenlerden çıkış derken bir saati geçti. Yer yer başka konulara saptılar, dallandı budaklandı ama bir şekilde sonu geldi, komik bir hikaye olabilir. Bir daha sessizleşmediler o akşam.

Yaz geçti, Eylül’de L. yaşadıkları şehirden ayrıldı. Diğerleri araba kiralayıp bu gidişi bir hafta sonu seyahatine çevirdiler. Yolda Agatha Christie’nin briç masası başında geçen cinayetleri tartışan, meşhur oyuncuların seslendirdiği radyo tiyatrosunu dinlediler, neden daha sık radyo tiyatrosu dinlemiyoruz diye konuştular, ama metni sürekli durdurup sekteye uğrattıklarından katil ortaya çıkmadan vardılar. O gece yatağa yatınca hepsi merak etti Bay Shaitana’yı kimin bıçakladığını. Ertesi gün kahvaltıda tartıştılar, iddialarını ortaya attılar, her biri bir Hercule Poirot kesildi. Öğleden sonra üçü de koltuklardan bacaklarını sarkıtarak uzanıp hikayenin sonunu dinlediler. Hiçbirinin bilemediği ortaya çıktı, hepsi kazanmış gibi hissetti, birazcık mutlu oldular. Sonra ayrılık vakti geldi, üç kişi birbirilerine sarıldılar. Filmlerdeki üç kişilik sarılma sahnelerini yeniden oynadılar kafalarında.

Geçen hafta L. şehre ziyarete geldi birkaç günlüğüne. İki yıldır pek sesi soluğu çıkmamıştı. Bu kez mevsim yaz, her şey olduğundan daha hafif. Bir gece kalmalı bir tatil ayarlamışlar deniz kıyısına yakın bir yerde. S.’nin plandan bir gün önce iptal edemeyeceğini söylediği bir işi çıktı, gelemedi. Öyle olunca adını unuttuğum üçüncü arkadaşla birlikte dolaştılar. İlk defa S.’nin yokluğunda muhabbet ediyorlar, vakit geçiriyorlardı. L. vegan olmuş; kabak, patlıcan, patates, biber ve kapanış için mısır alıp sahilde mangal yaktılar. Ayrılık günlerinden sonra ikisi de birkaç radyo tiyatrosu dinlemişler, ama ortak dinledikleri bir kayıt çıkmadı soruşturunca. Gece boyunca nostaljiye kaydılar sık sık, birlikte yaşadıkları anıları birbirilerine anlatıp durdular. Gülüp ağladılar, ara ara da öksürdüler. İki kere görüntülü aramayla S.’ye ulaşmaya çalıştılar ama açmadı. Onun yokluğu hem bir hüzün ve eksiklik yaratmış, hem de daha önce keşfetmedikleri bir alana doğru yol almalarını sağlamış, onları özgürleştirmişti. Farklı anlarda, “bu da güzel oldu aslında, baş başa muhabbet etmek” diye düşünüp, sonra utandılar, mısırlarla fotoğraf çekilip S.’ye yolladılar. Biri ötekine değersizlik hissini, diğeri de dayanılmaz bel ağrılarını açtı. Doktor numaraları değiş tokuş edildi. Ertesi gün otogarda güneşin altında bu kez abartılı neşeli tatilci sarılması yapıp ayrıldılar.