Sönmez, Belleksizin Kent Yürüyüşü

Otomatik kapılar açılıp kapanıyor. Geniş bir meydana giriyorum. Kentin içinde başka bir kent mi burası? Alışveriş merkezindeki bütün koridorlar meydana bağlanıyor, insanlar burada buluşup, buradan dağılıyor. Her koridor uzadıkça bir sokağa dönüşüyor, kıvrılıp derinleşiyor. Buraya daha önce gelmişsem etrafa yine böyle şaşarak bakmışımdır. Dışarıdaki İstanbul’a benzemiyor. Serin. Sakin. Ayak seslerim mermer zeminde su gibi akıyor. Ardımda bir gölge hissetmiyorum. Burada herkes gölgesiz sanki. Kendi kendilerine yetiyorlar. Benim gibi. Bazen baş ağrısı veya uykusuzluk çekerlerse, ilaçlar imdada yetişiyor. Her köşe başında bir eczane. Gündüz yetmez, gecelere de birer eczane. Kentin dört bir yanındaki kıyafet mağazaları, ayakkabıcılar, lokantalar, kafeler, marketler, kitapçılar, çilingirler, bankalar, sinemalar ve çocuk oyun salonları buraya toplanmış. Alışveriş merkezi değil, kat kat yükselen duvarlarıyla yeni bir kale. Geniş ekranlı televizyonlar. Kahve kokusu. Acıkma hissi. Parktan çıkıp buraya neden geldiğimi anlamaya çalışıyorum. Karınca yok. Trafik yok. Polis otolarının sireni duyulmuyor. Koridorları her yandan kameralar izliyor. Çocuklar sağa sola koşturuyor. Bir ağacın yanındaki banka oturuyorum. Ağaçlar ve banklar, parkı andırıyor. Ağır adımlarla yürüyen yaşlılara bakıyorum. İçlerinde geçmişimi getirecek biri var mı diye yüzlerini süzüyorum. Kaygılanmayın, demişti doktor, geçmişiniz size eninde sonunda gelecek. Doktorum sanırım fazla televizyon dizisi izliyor, veciz sözlerle konuşmayı seviyor. Geçmişim bana beklediğim değil beklemediğim bir anda gelecekmiş. Deminden beri düşündüklerim, aklımda dolananlar, bana ait değil. Kafamın içi doktorun kelimeleriyle dolu. Zihnimin ne kadarı gerçekten benim, bilmiyorum. En iyisi yürümek. Kimseye çarpmadan yürüyebiliyorum burada. Bir vitrinin önünde durup cansız mankenlere bakıyorum. Yan taraftaki vitrine geçip geniş bir akvaryumu seyrediyorum. Balıklara benziyorum. Aynı yerde yüzüp, aynı sınırlarda dolanan. Denizden korksam da akvaryumu ve balıkları seviyorum. Yeterince uzun yaşarsam, öteki günleri de görebilirim: Gelecekte alışveriş merkezlerinin bir ucuna doğumevi, diğer ucuna mezarlık yapılır. Burada doğulur, yaşanır ve nihayet burada ölünür. Belki benim diğer hayatım da öyledir, diğer bir hayatım varsa. Güneş burada kimseyi yakmaz, kar kimseyi üşütmez. Gökyüzü dahildir bu dünyaya. Yürüyen merdivenlerden çıkarken, başımı kaldırıp yukarı bakıyorum. Camla kaplı tavandan içeri gün ışığı doluyor. Geniş kubbeli camilerin ve gotik kiliselerin görkemi. Budist bir tapınağın çın çın ezgileri dökülüyor yukarıdan. Yanımdan geçenlere bakıyorum. Yüzleri dingin. Aynı ayarda, aynı niyette aranıyorlar. Ben nereye gittiğimi bilmeden bir sağa bir sola dolanıyorum. Çocuklara ayrılan bir köşede palyaço gösterisi izliyorum. Gösteride söylenen şarkıları dinliyorum. İzleyiciler arasında Serka’yı fark ediyorum. Meraklı gözlerle etrafı süzüyor. Ya nişanlısını arıyor ya da sohbet etmek için yanaşacağı yeni birini. Ona bakarken, insanların bambaşka dertlere düşebileceğini anlıyorum. Bana tercih sunsalar, kendi derdimde kalmayı mı yoksa Serka gibi olmayı mı seçerdim, bilemiyorum. Ona görünmeden uzaklaşıyorum. Kendimi tekrar akvaryumun önünde buluyorum. Bir anlığına dünyayı bu alışveriş merkezinden ibaret sayıyorum. Dışarısı diye bir yer yok. Vitrinler nehir gibi durmaksızın akıyor ve ben akvaryumun parçası olmayı hayal ediyorum. Camın içinde cam. Suyun içinde su. Bir başıma, aynı yerde.

Burhan Sönmez, Labirent, İletişim Yayınları, 2018, s. 48-9.

Labirent – Burhan Sönmez (Okuma Notları)

“Gece yarısında kent uyuduğunda (kent uyur mu?) yılanlar avizelerden çıkıp tavana yayılır, ölümsüz sıvılarıyla duvarlarda dolaşır, perdelerin ardına süzülüp tıslaşır, zehirlerini birbirlerine akıtarak sarıla dolana sevişir, sonra güneşin ilk ışığında kanları sakinlemiş ve derileri parlamış halde yuvalarına geri dönerler”. (s. 13-4).

Burhan Sönmez’in dördüncü romanı, Eylül 2018. İntihar sonrası hayatta kalmış fakat hafızasını kaybetmiş bir caz müzisyeninin İstanbul sokaklarında ve yaşlı bir Rum kadının eşyalarıyla dolu evinde hatıralarına tutunma ve onlardan kaçma ikilemindeki çırpınışları.

Burhan Hoca’nın bu romanı beni şaşırttı. Çıkışına heyecanlandım, birkaç gün kitapçıları süzdükten sonra bir hafta sonu camekânın ardında gördüm, bir oturuşta okudum. Sırrına vâkıf olamadım diye hüzünleniyorum. Burhan Hoca sıklıkla, Marquez’den alıntılayarak, “gerçeğin evine arka kapıdan girmek gerekir” derdi. Bu romanda o arka kapıyı bir labirentin ardına saklamış olsa gerek, ben vasat okur olarak bulmayı başaramadım. Borges’de de böyle olmuştu zaten. Belki bu başarısızlığı ifade etmeye çalışırken romana yeni pencereler açabilirim diye koyuldum.

İlk his: sanki son değil, bir ilk roman. Olgunluk değil, gençlik romanı. Nedir böyle düşündüren? Masumlar’da İngiltere’de karşılaşan ve yoğun duyguların ve olgunluğun sahibi entelektüel sürgünlerle Haymana’daki hayat ve aile tarihinin ikiliği üzerinden giden paralel kurgu; ardına İstanbul İstanbul’da tükenmek bilmez kent hikâyelerinin zindanlardan doğru dillenişi… Şimdiyse bir konu olarak “yakışıklı, karizmatik, caz müzisyeni” Boratin ve belleksizlik -demek ki öyküsüzlük- çok hafif kalıyor diye düşündüm okurken. Şimdi tekrar düşününce bunun sığ bir ilk his olduğunu hissediyorum. O yüzden diyorum, labirentten arka kapıya ya da arka kapıdan labirente girmeyi başaramadım diye.

Orhan Koçak, kesin başka birçok metinde anmıştır fakat, Tehlikeli Dönüşler’de Ayhan Geçgin’i bir gelenekle ilişkilendirirken Türkçe edebiyat içinde önemsediği hikâye anlatma gururunu, keyfini, estetiğini, sevgisini vd. anıyordu. Tahkiyecilik. Aynı sayfada Pamuk, Tekin ve Anar’ın ardına Sönmez ile nokta konuluyordu, hem de roman içi bir alıntısıyla -ben bu listeye öznel olarak tepeden Gürbüz’ü eklerdim elbet:

“… bir hikâyecilik memnuniyeti, bir tahkiye neşesi. Düzgün, kurallı cümle de hikâyeyi eksiksizce ve zevkle iletme çabasının türevidir. Nitekim son dönemin iyi yazarlarından Burhan Sönmez de Masumlar romanında (2011) şöyle diyecektir, romanın kahramanı Brani Tawo’nun ağzından: “Hikâye anlatma arzusu sevgimin işaretiydi. Hikâye anlatmak kolaydı, ben hangi kelimelerle anlatacağımı dert ederdim”. (s. 117)

Labirentler’de ara sıra uç veren fakat tam da bu hikâyeciliği seven bir okur olarak hevesimi kursağımda bırakan sapaklar vardı. Ben sıradan insanların sıradışı, absürt, trajik, rastlantılara bağlanan ve daima yüzeysel görünmesine, talepkâr olmamasına rağmen insanın içinde bir düşünce, acı, korku, rahatsızlık, anksiyete uyandıran hikâyelerini seviyorum herhalde. Vuruculuk iddiası taşıyan, gizemli, güzel, ince ince oyulmuş, üzerine kafa yorulması gerektiğini derinden hissettiren, düşüne düşüne içinde bilgelik kırıntıları bulunacak ağır hikâyeleri değil… Buradakiler aşina ve ilgili olmadığım tarafa daha yakındı.

Sahaftaki gizemli kitap (s. 25), bilge saatçinin icat, felsefe ve Firavun tartışmaları (s. 53), Haydarpaşa karşılaşması (s. 117), ormanda kayboluş, aynadaki yansıma vd… Tekrarlayan geçmiş, bellek, bugün, hatırlama, unutma sorguları, bunlar beni aştı.

Boratin, Bek, Hayala, Efendi, Boratin’in ablası, ikizler, gizemli kadın, ölen çocukluk arkadaşı Zafir, eski kız arkadaş Suzan, anarşist gençler, kitapçı, saatçi, Rum ev sahibi, evdeki İsa ve Meryem, Bessie Smith, intihar eden müzisyenler, kırılan kuş yumurtaları… Bunlar neler yapıyorlar, bütün bu ilişkileri nasıl okumalıyım?

Yer yer de roman içindeki rasyonel anlam simyasını artık terk etmem gerektiğini, bunun hatalı bir niyet olabileceğini de düşünüyorum. Bütünü bir anlam nehrine akıtamamış olsam da çeşitli pasajlar beni etkiledi. Başta kent yürüyüşleri, İstanbul gözlemleri, bazı ev içi kendini sorgulayışlar, Boratin’in dostlarının sürdürülebilir tükenmişlikleri ve fakat hayallerindeki tanıdıklıklar gibi.

Serbest stil bir aşırı-yorum spekülasyonu ile bitirmek istiyorum:

İletişim’in arka kapakları her ne kadar birörnek görünseler de bana kitap anlamlandırmada hep çok yardımcı olur –derlemiştim de. Bu romanın tanıtımındaki son cümle şöyle: “yüzeyde hüzünle akan, derinde keskin akıntılara kapılan bir yeni çağ romanı” (vurgu benim). Bu romanın yeni çağa ait olmasının katmanlarını düşünüyorum. (i) “Yeni Çağ’ın romanı”: İstanbul’un bar ortamlarında, Haydarpaşa’nın bir sembol olarak kapandığı, kentsel dönüşümün ivmelendiği, yaşamın günden güne umutsuz ve yüzeysel bir hal aldığı, belleğin hiç olmadığı kadar silip süpürülmeye çalışıldığı günümüz: yeni çağımız. Elbet tüm bunlar geçmişte de vardı ve fakat günden güne şiddetlenmekte, sizler de Boratin’e benzer hayatlar sürmüyor musunuz sevgili okurlar?  (ii) “Yeni çağ romancılığı”: yaşamın yüzeyselleştiği, edebiyatın da bu yüzeyselliği böylesi bir karakter durumu ve ilişkiler ekseninden anlatabileceğine dair bir günümüz roman kurgusu ve üslubu. Özellikle yüzeysel, karakterleri derinlemesine işlemeyen, kurguyu yaşamın bir yansıması olarak tasarlayan, küçük dokunuşlarda çağrışımsal anlam arayan ve üreten bir yöntem. Warhol gibi: böyle hayata böyle roman. Bilemiyorum sevgili roman.


Buraya da okuma notlarımı yazdıktan sonra okuduğum eleştiri yazıları ve söyleşileri toplayayım ki utancımı kamusal olarak yaşayabileyim:

1 – “Labirent”, Ölmeyen Zamanın İzinde | Elçin Yıldızbayrak
http://kalemkahveklavye.com/2018/09/labirent-olmeyen-zamanin-izinde-elcin-yildizbayrak.html

2 – Labirent: Hafıza, anlar ve vicdan anlatısı (Burhan Sönmez ile röportaj) https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2018/09/27/labirent-hafiza-anlar-ve-vicdan-anlatisi/
(Bu röportaj benim için kıymetli oldu. Utanca dayanamadığım bir noktada silebilirim bu yazıyı. Ama vesika olarak olabildiğince tutmaya çalışacağım.)

3 – İnsanın özgürlüğü geçmişle bağlantılıdır (Burhan Sönmez ile röportaj)
http://t24.com.tr/k24/yazi/burhan-sonmez,1969
(Bu röportajda Sönmez’in tekrarlarla vurguladığı okura soru sorma niyeti çok hoşuma gitti. Ben pek düşünmemiştim üçüncü icadı.)

4 – Girilemeyen Labirent | Elif Türker
http://t24.com.tr/k24/yazi/girilemeyen-labirent,1996
(Elif Türker giremediği labirenti alıntılarla ve sorularla tartışmış. Ben parça parça böylesi sorunlar tespit edememiştim ama ifade edemesem de içimde beliren tatsız hislere kısmen tercüman oldu bu yazı. Umarım başka birisinden de bu yazıya polemik metni gelir, henüz keşfedilemeyen şeyler, varsa, ortaya çıkar.)

5 – Burhan Sönmez: “Geleceğin belirsizleştiği yerde geçmişe özlem artar.” (Burhan Sönmez ile röportaj)
http://www.edebiyathaber.net/burhan-sonmez-gelecegin-belirsizlestigi-yerde-gecmise-ozlem-artar/
(Bu röportajda yazarın “geçmiş”e dair perspektifinin altı biraz daha çiziliyor, güzel oluyor.)

6 – Müzisyenin intiharı ya da yokluğu kabul eden milyonlar | Erkan Yıldız
http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/muzisyenin-intihari-ya-da-yoklugu-kabul-eden-milyonlar-248087
(Bir arkadaşım Boratin’in intiharının ona Yavuz Çetin’i çağrıştırdığını söylemişti. Buna değinen bir yazı var mı diye ararken de bu yazıyı buldum, bağlantılara işaret etmiş. Romana da yine Sönmez’in külliyatından ayrıldığı yerlerden doğru bakıyor.)

Sönmez, İstanbul’un Dönüşümü Üzerine

“Görmenin, tatmanın ve hazzın mekânına dönüşen kentte, her yanda felaket yoktu ama eski hikâyelerin büyülü dünyası da yaşamıyordu. İlk kuşakların bütün enerjileri ve yaratıcı arzularıyla hücum ettiği kentin yerini iştah almıştı. İnsan da, sanat da, köpek de iştahla seviliyordu. Ormana koşan çocukların ormanda yitmesi, önlerine gelen her şeyi yemesi ve hiç doymaması gibiydi. Bunları Küheylan Dayı’ya anlatamazdım. İnsan hücrede susacağı yeri bilmeliydi. Bir yandaki güzelliğin hemen öte yanda yitirildiğinden ve pek çok gencin de boş yere bir hayal kenti aradığından söz edemezdim.

Küçüklüğümde İstanbul’un hayatı sokaklarda akarken, önce sokaklar sonra meydanlar, hızla çoğalan arabalarla ve dev binalarla dolmuş, hayatlarımızdan eksilmişti. Belki daha önce eksilmeye başlamıştı da ben geç fark etmiştim. Çocukluktan çıkıp boyum yıldan yıla uzarken, mimari de uzamış, her yanı büyüyen binalar sarmıştı. Artık pis miydi sokaklar, izbe miydi? Blok binalardan önce sokaklarda süren yaşam köhne miydi? Eskiden kent her yanda uçsuz bucaksız genişlerken, evler kat kat yükselip de göğü kapatmaya yeltenmezdi. Binaların sınırı, göğün görülebildiği eşikteydi. Çocuk halimle hissederdim bunu. Hangi sokakta başımı kaldırsam gökyüzünü görebilirdim. O zamanlar kentin silüeti birbirine bağlı küçük tepeler gibi uzar, dalgalanırdı. Kubbelerin ve kulelerin yanında geniş meydanlar vardı. Hiçbir meydan dev gölgelerin altında ezilmezdi.”

Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul, İletişim Yayınları, 2015, s. 48-9.