Aşırı Sağ’ın Kahini (Çeviri)

Martin Gelin’in Boston Review’da 14 Mayıs 2020’de yayımlanan The Prophet of the Far Right makalesini çevirdim. Yazıda Michel Houellebecq’in düşünsel köklerini Fransa’dan alan ve yakın zamanda ABD’de ön plana çıktığını iddia ettiği güncel muhafazakarlıkla ilişkisini ele alıyor. Entelektüel ortamlarda paye verilmesi zor bu pozisyona rağmen Houellebecq’in edebiyat dünyasında değer görmesini hem kendisinin hem de genel anlamda bu ideolojinin içerdiği anti-kapitalist unsurlara bağlıyor. Referansları daha çok Sérotonine romanından ve ABD bağlamından. Epeydir yazarın sağcılığına dair bir metin okumak istiyordum, şimdilik çevirip rahatladım.

Houellebecq’in okuduğum ilk romanı Harita ve Topraklar, Zincirlikuyu’dan Yenibosna’ya gittiğim karanlık sabahlarda Metrobüs’ü kafamda bir rüya mekanına çevirmişti. Sonra Kuşatılmış Yaşamlar ve Temel Parçacıklar‘ı okudum. Soumission’u İthaki 2021’de yayımlamış, İtaat (gecikmeli olarak bunu da okudum). Can Yayınları Houellebecq basmayı bıraktığında bu İslamofobik yazar artık Türkiye’de çevrilmeyecek diye düşünmüştüm. Sérotonine’i okuyunca tekrardan yazar hakkındaki metinlere bakmak istemiştim.

Bu blog’a ara ara kendi yazdığı metinlerden kısa parçalar ya da başkalarının onun hakkında yazdıklarını iliştiriyordum. Yazıyı çevirirken aklıma Nevzat Kaya’nın sağcı/muhafazakar yazarlar romanda daha iyidir argümanı geldi. Thomas Mann’ı ve Gottfried Benn’i örnekliyor orada, tam da bu yazıda da bahsedilen “yitirdiğimiz cennetler”den bahsediyordu fakat Gelin’in aksine bir samimiyet buluyordu bu yazarlarda. Houellebecq de Temel Parçacıklar’da ’68’den günümüze kalan nadir yazarlardan Sollers’in ağzından alter-ego karakterine “Tutucusunuz, çok iyi. Bütün büyük yazarlar tutucudur. Balzac, Flaubert, Baudelaire, Dostoyevski: yalnızca tutucular.” dedirtiyordu.


Geçtiğimiz yıllarda Fransız yazar Michel Houellebecq yalnızca bir romancı olarak edebi ustalığıyla değil, daha sıklıkla, sözde bir siyasi kahin olmaktaki başarısıyla övüldü. Hakkında yazılan incelemeler onun insel kültürünün doğuşu, Fransız Sarı Yelekliler hareketi ve Avrupa’nın demografik dönüşümüne dair panik uyandıran tepkiler gibi konularda öngörülerde bulduğunu iddia etti. Bunalımda bir Fransız ziraat uzmanı hakkındaki son romanı Serotonin, 2019’da Avrupa’da yayımlandığında UK Sunday Times ve birçok başka kaynak onu sanki bir kurmaca dışı eser yazmışçasına tarif etti, romanı “Fransız kırsalında çoktandır süregelen öfkeye dikkat çekişi”nden dolayı övdü. O sırada Telegraph “Batı uygarlığının trajik kaderini öngörmek”teki büyülü yeteneğinden bahsetti. Muhafazakar National Review daha ileri gitti, bunu bir “Houellebecqçi uğrak” olarak adlanırdı ve zafer kazanmışçasına Fransız yazarın düşüncelerine “toplumun yeni yeni yetişmekte olduğu”nu ilan etti.

Geçen hafta, Radio France’a yazdığı açık mektupta, Houellebecq COVID-19 pandemi tartışmalarına dahil oldu. Fransız solundan gelen, pandeminin mevcut iktidar yapılarını anlamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesine yol açabileceğini öngören fikirleri reddetti. Aksine, Houellebecq pandeminin yıllardır Batı uygarlığının insanlıktan çıkarıcı ve çürümüş yanları olarak değerlendirdiği teknolojik akımları —seç-izle platformlarından temassız ödemeye— tümüyle şiddetlendirmesinin daha olası olduğunu düşününüyordu. “Sokağa çıkma yasaklarından sonra yeni bir dünyaya uyanmayacağız. Aynısına uyanacağız, sadece biraz daha kötüsüne,” diye yazdı. Mektuba kendine has içtenliğiyle, pandeminin “aynı anda hem ürpertici hem de sıkıcı olmaktaki etkileyici başarısı”yla son verdi.

Açıkça politik romanlar yazan ve mektubunda cesur iddialardan çekinmeyen birisi olarak Houellebecq, yazdıklarıyla desteklediği tartışmalı siyasi pozisyonlara kamusal olarak angaje olma hususunda şaşırtıcı derecede çekingen bir tavır sergiliyor. Örneğin, Fransız hükümetinin İslamcılar tarafından ele geçirilmesini betimleyen romanı Submission 2015 yılında yayımlandığında, Paris Review’da çıkan uzun söyleşide, yazar Sylvain Bourmeau, Houellebecq’e romanda ifade ettiği provokatif düşüncelerle ilgili sorular sormuştu. Fakat Houellebecq bu soruları bir kamusal entelektüelden ziyade Kellyanne Conway [1] gibilerle daha çok ilişkilendirebileceğim bir kaçınma yeteneğiyle atlattı.

Yine de onun siyasi görüşlerine dair spekülasyon yapmamıza gerek yok. Biriken külliyatı ve yıllar içindeki söyleşileriyle, “muhtemelen” İslamofobik olduğunu iddia eden, gururlu bir bağnaz anti-feminist profil beliriverdi. Geçen yıl Harper’s için Donald Trump’ın “şimdiye dek gördüğü” en iyi ABD başkanlarından olduğu övgüsünü içeren bir deneme yazdı, Brexit savunucularının “cesaretlerinin yadsınamayacağını” söyledi. Geçen yaz Danimarka’daki Louisiana Edebiyat Festivali’nde sahneye çıktığında Fransız aşırı-sağından yazarlara olan hayranlığını detaylıca anlattı.

Bütün bu görüşlerine rağmen, Avrupa’da ve ABD’de soldaki birçok yazar ve düşünür tarafından tolere edilmekle kalmayıp geniş ölçüde hayranlık beslenen biri olarak kalmayı başardı. Bunun bir sebebi Houellebecq’in sadece gerici değil, aynı zamanda modern kapitalizme eleştirel olmasından kaynaklanıyor olabilir. 1990’lardaki erken dönem şiirlerinden güncel romanlarına, bütün eserlerinde süregelen bir güncel neoliberal toplum, serbest ticaret kapitalizmi ve radikal bireycilik eleştirisi var. Houellebecq’in kahramanları sosyal liberalizmin serbestisinden nefret ederken aynı zamanda modern tüketim kültürünün homojenliğinden, Carrefour Express süpermarketlerindeki otomasyona bağlanmış ödeme kasalarından ve alelade iş otellerinin orta ölçekli kasabaların park yerlerine yukarıdan bakışından da nefret ediyorlar.

Houellebecq’e insellerin, sarı yeleklilerin ve İslamofobinin yükselişini öngörmek konusunda haddinden fazla önem atfedilmiş olsa da, yeşermekte olan anti-kapitalist muhafazakarlığı önceden görmesi konusunda yeterli takdir verilmedi. Bu hususta Pat Buchanan [2] gibi Amerikan paleomuhafazakarların ideolojik kaygılarını paylaşıyor. Aynı zamanda, küreselleşen serbest piyasanın ve çok uluslu sermayenin tahrip ettiği ve “banliyöleştirdiği” kentsel peyzajı yüksek sesle eleştiren beyaz milliyetçi entelektüellerle de ortaklıkları var. Şimdilerde Tucker Carlson [3], küreselleşmenin ikiz kabusu diye adlandırdığı göç ve küresel kapitalizme her gece saldırıyor.

Bu kaygılar kendilerine “ulusal muhafazakarlar” diyen, aşırı-sağcı Cumhuriyetçiler ve popülistlerden oluşan yakın zamanda ortaya çıkmış bir grubu tanımlıyor. Washington D.C.’de, 2019’daki konferanslarının açılış töreninde, hakaretleri sadece sağın geleneksel hedeflerine değil, aynı zamanda da büyük şirketlere, kentsel homojenleşmeye, tüketimciliğe ve serbest piyasa kapitalizminin kendisine dönmüştü. Konferanstan sonra Jennifer Schuessler’in New York Times’ta yazdığı üzere:

Muhafazakarlar hep ideallerden yola çıkmakla övündüler, buradaki büyük fikirse, yıllarca egemen olan serbest piyasaya dayalı muhafazakarlığın, libertaryen ekonominin ve askeri müdahaleciliğin enerjisini tüketmesiyle, milliyetçiliğin —daha karanlık birlikteliklerinden kırpılarak—bir entelektüel sancak sunabileceğiydi.

Kurumsal kapitalizmle arası açık bir muhafazakarlık ABD’de yeni bir olgu fakat Fransa’daki kökleri derinlerde yatıyor. 1968’in sol isyanlarını takiben yeni sağ Fransa’da bir karşı devrimci kuvvet olarak ortaya çıktı. Hareketin ana düşünürü Alain de Benoist serbest piyasa kapitalizmine, çokkültürcülüğe ve Fransız ile Amerikan devrimlerini birbirine bağlayan hümanizme karşıttı. Diğer taraftan milliyetçiliği ve milli birliği, bağımsız bölgesel kültürleri ve etnik ayrılıkçılığı şiddetle savunuyordu. Yakınlarda, de Benoist artık kendini sağdan çok sol ile tanımladığını ve 2016 ABD seçimlerinde Donald Trump yerine Bernie Sanders’ı desteklemeyi tercih ettiğini açıkladı ama etki alanı genelde beyaz milliyetçiler ve aşırı sağ çevreleriyle kısıtlı kalmaya devam ediyor. Sıklıkla aşırı sağ web siteleriyle söyleşiler yapıyor. 2013’te beyaz milliyetçi bir organizasyon olan National Policy Institute’un Washington D.C.’deki bir konferansında açılış konuşmacısı olmuştu. Steve Bannon, de Benoist’yı kendi dünya görüşünü şekillendirdiği için övgüyle andı.

De Benoist için, Houellebecq’te olduğu gibi, 1968’de Fransa’da çöküş başladı. Geçen yıl bir aşırı sağ web sitesi olan Counter Currents’a verdiği söyleşide şöyle diyor:

Aynı anda iki ’68 olduğunu gözlemlemeliyiz. Bunu iki büyük ideoloji tanımladı. ’68 hareketinde benim de değer verdiğim bir kanat vardı: Sitüasyonistler, Guy Debord gibi, Henri Lefebvre ve Jean Baudrillard’ın öğrencileri… Bunlar kapitalizmin, gösteri toplumunun ve tüketim mantığının radikal bir eleştirisini sundular. Ne yazıkki, harekete egemen olan bu tabaka değildi. Aksine, temel karakteristikleri otorite reddi olan liberal, bireyci ve hazcı unsurlar etkinlik kazandı. Arzuya dayalı ideolojilerinin gerçekleştirilmesi için tüketim toplumunun en iyi ortamı sunduğunu çabucak fark edip kolayca sistemin içine yerleştiler. Fakat hoşgörüsüzlüklerini ve otorite karşıtlığı zihniyetlerini korudular. Bu da birincil olarak ölçülemez hasarı eğitim sistemine verdi. Eğitim, ’68’in ideolojisiyle adeta yok edildi.

De Benoist’nın serbest piyasa kapitalizmine olan nefreti temelde onun ulusal kimliği ve bölgesel kültürü yok edeceğine dair korkusundan temelleniyordu. Fransız bir şekilde, kabus toplumuna dair fikirlerini “herkesin Brooklyn’de hamburger yediği” bir yer olarak tasvir ediyordu. Milliyetçilere göre elbette bütün sorunlar dışarıdan gelir. Fransa’nın yeni sağının anti-Amerikancılığı küresel serbest piyasa kapitalizmini, sanki küresel ticaretin kendisi Atlantiğin öte yanından gelen bir virüsmüşçesine, ABD şirketleriyle eşledi. ABD’de ulusal muhafazakarlar ise bir yanda fabrikaların, kömür madenlerinin ve küçük işletmelerin saf ABD girişimci kapitalizmi; öte yandaysa belli belirsiz “küreselciler” olarak tanımlanan Çinli oligarklar ve yandaşlarının ya da o anda hangi anti-Semit klişe daha elverişliyse onların yönettiği bir müdahaleci uluslararası kapitalizmin olduğu benzer bir anlatı oluşturuyora benziyor.

Houellebecq bu fikirlere bağlanan nadir birkaç ana akım çağdaş romancıdan biri. Aynı zamanda kurmaca edebiyatta kitapları küresel politik tartışmalara dair bilgiler içeren birkaç yazardan birisi. Radikal ve sıklıkla gerici fikirlerini ana akım söyleme sıkıştırmaktaki gücünü göz ardı etmek edebiyatın gücünü hafife almak anlamına gelir.

Houellebecq’in Serotonin’indeki bunalımda ve iktidarsız kırk altı yaşındaki kahraman Florent-Claude Labrouste, geçmişte Monsanto ve Fransız ziraat bakanlığında çalışmış. Şimdiyse, acımasız küresel kurumsal ekonominin hem bir parçası hem de eleştirmeni. Noel zamanı çaresiz yalnızlığından kaçmak için Normandiya kırsalına, soyu geçen bin yıldan aristokrasiye dayanan otel sahibi dostu Aymeric d’Harcourt-Olonde ile görüşmeye gidiyor. Şimdilerde faturalarını zorla ödüyor, geceleriniyse ucuz votkayla sarhoş olarak, bir yandan da Avrupa Birliği’nin ticaret politikasına dair atıp tutarak geçiriyor. İşi ve evliliği sonunda başarısızlığa uğradığında, eleştirmenlerin Houellebecq’i kahinvari bir şekilde kurmaca Sarı Yelekliler öngörüsünde bulunduğu popülist bir ayaklanmaya katılıyor. Aslında d’Harcourt-Olonde çok açık bir şekilde, Charlemagne zamanlarına giden bir miras devralmış bir adam olarak tasvir ediliyor. Onun mülksüzleşme korkusunu Sarı Yelekliler’e güç veren işçi sınıfı öfkesiyle karıştırmamak gerekir. Bu sınıf ayrımları, her türlü kırsal öfkesini doğası gereği işçi sınıfına yoran bazı Amerikalı eleştirmenlerce yanlış anlaşılmış gibi görünüyor.

Romanda aynı zamanda Florent-Claude’un, arkadaşının Fransa kırsalındaki çiftçileri kurtarmak için önerdiği korumacı ticaret politikalarını paylaştığına ve bir ziraat danışmanı olarak başka bir toplum fikrini savunma çabalarına da tanık oluyoruz.

Daima makul koruma önlemleri ve ekonomik olarak uygulanabilir kısa devre gerçekçi rakamlar sunuyordum, fakat ben sadece bir tarım uzmanı, bir teknisyendim, ve günün sonunda daima hatalı olduğumu söylüyorlardı, günün sonunda daima her şey gelip serbest piyasanın zaferine ve daha yüksek bir üretkenlik için bir yarışa dayandırılıyordu.

İtalik ifadeler yazara ait, başka bir ekonomiye dair beyhude bir mücadeleye dair bir karamsarlığın yanı sıra siyasal çaresizlik ve güçsüzlüğe dair derinden bir duyguyu açığa vuruyor. Sonuç olarak, Florent-Claude yıkılıyor ve haykırıyor: “Ben kimim ki dünyanın gidişatını değiştirebileceğimi hayal ettim?” Houellebecq’in anlatıcıları mesafeli sinizmleriyle bilinirler fakat Florent-Claude aynı zamanda daha iyi bir dünyayı düşleyen ağırbaşlı bir idealist.

Aynı zamanda, kız arkadaşı Yuzu’dan ayrıldıktan sonra çaresizce yalnız. Yuzu başka erkeklerle orjiler kaydederken Florent-Claude kitap boyunca benzin istasyonunda karşılaştığı kot şortlu genç kadına dair hayaller kuruyor. Gündelik mizojinisi bu noktada tahmin edilebilir düzeyde fakat verdiği detaylar bize bugün altmış üç yaşında olan Houellebecq’in cinsel fantezilerini 1990’ların başlarında MTV’de izlediği ZZ Top [4] videolarından topladığını düşündürüyor.

Houellebecq’in romanlarındaki mizojinist seks sahneleri öteden beri kasten provokatif kurgulanmış gibi görünür, fakat Serotonin’de çocukça abartılıydı. Fakat hikayenin politik bağlamında daha büyük bir amaca hizmet ediyor. Houellebecq, kahramanlarının çaresizce yalnız oluşunun kadınların artık bağlılığa, geleneğe ve aileye inançlarının kalmayışından ileri geldiği sonucuna varıyor. Tıpkı de Benoist gibi, Houellebecq de 1968’de ikili bir trajedi görüyor: küresel pazarın açılışı ve toplumsal geleneklerin ölümü —ekonominin ve yatak odasının liberalleşmesi.

İşte bu yüzden yapayalnız kalmış kahramanları kendilerini gecenin bir yarısında mahallelerindeki süpermarketlerin donmuş yemek bölümlerinde fiyatı uygun bir atıştırmalık ararken buluyorlar. Houellebecq karakterinin esas özelliği seks için değil, Carrefour Express’te TV karşısında yenecek bir akşam yemeği için para ödemesidir. Süpermarket franchise’ları  şimdi namevcut olan eşin artık sağlayamayacağı konforu ve yemeği sağlar. Bunu açarcasına, Houellebecq’in yakın tarihli iki romanında, Submission ve Serotonin, bu süpermarketler ve bakkallar —Monoprix, Carrefour ve Paris’te her yerde hazır ve nazır bulunan Lidl— genelde kadın karakterlerden çok daha renkli, nüanslı ve hassasiyetle tasvir edilirler. Houellebecq’in poetikasında Monoprix, Carrefour ve FNAC uzun süredir yinelenen karakterler olageliyorlar, öyle ki, Fransız eleştirmenler ona “süpermarketin Baudelaire’i” ünvanını verdiler.

2017’de Houellebecq’in birincil ABD yayıncısı Farrar, Strauss and Giroux yazarın yirmi iki yıllık şiir küllayatından derlenen iki dilli Unreconciled kitabını yayımladı. Eğer Houellebecq’in yanılmaz bir yazar olduğu kanaati gibi dertleriniz varsa, şiirleri bir panzehir işlevi görebilir. Ama aynı zamanda bu şiirler Houellebecq’i bir yazar olarak kavrayışımıza dair de fikir verebilir. Romanlarındaki gibi, Unreconciled‘ın merkezinde de yinelenen tema atomize edilmiş bireylerin neoliberal kentteki yaşamı. Koleksiyon etkileyici bir şekilde, soğuk ve bunaltıcı bir süpermarkette sinir krizi geçiren genç adamın tasvir edildiği “Hypermarché” (Fransızca’da süpermarket anlamına gelen supermarché kelimesinden bir harf oyunu) adlı şiirle açılıyor. Birçok başka şiir (tamamı başlıksız) bu sahneye geri dönüyor, örneğin:

Artık umut yoktu.
Az ileride, bazı kadınlar birbirilerini aşağılıyorlardı
Aralıktan beri kapalı olan Monoprix’nin yanı başında.

Şiirlerin çoğu 1990’ların başlarında yazılmış, Fransa’nın Euro’ya geçişinden ve ruhlarını sözümona Brüksel’deki bürokratlara satışından çok daha önce. Yine de düşman hali hazırda isimsizleştirilmiş, uluslararasılaşmış ticaret. Marketler ve perakende zincirleri neoliberal kentin boşluğunun kısaltması haline gelmiş. Öyleyse Houellebecq bu soğuk, kalpsiz şehirde neye özlem duyuyor? Kent hayatının derin yalnızlığının ötesine geçen bir aşka, elbette, ama daha da büyük bir şeye, çok daha görkemli bir şeye: saf Fransa’ya, saf ulusa, geleneksel değerlere, hiyerarşik saygıya, ulusal kimliğe, kadere ve manaya dönüşe.

Serotonin’de Florent-Claude hayali bir geçmişin, sözümona feministler, çevreciler, seküler liberaller ve Avrupa Birliği’nin bürokratları tarafından paramparça edilmemiş başka türlü bir Fransa’ya dönmeyi arzulayan bir azap duyuyor. Elbette Houellebecq ve etrafındaki muhafazakarların hayali olan bu idealleştirilmiş bu geçmiş gerçekte asla var olmadı. Bizzat yazarın kendisinin Submission’daki anılmaya değer pasajında yazdığı gibi:

Bir yere sırf orada yaşadığımız için bir nostalji duyarız, iyi ya da kötü yaşamamız nadiren bir şey ifade eder. Geçmiş daima güzeldir. O halde, bu yüzden, gelecek de. Sadece şu an acı verir, onu da yanımızda mutluluk ve huzurun sonsuzluğuna eşlik eden bir çıbanın ıstırabı gibi taşırız.

Bunu kırmızı bir beyzbol şapkasına sığdırmayı deneyin.

Notlar

[1] Donald Trump’ın kazandığı 2016 ABD başkanlık seçimi kampanyasını yöneten ve 2017-2020 arasında Trump’ın başdanışmanlığı yapmış Amerikalı siyasal danışman. (ç.n.)

[2] Nixon, Ford ve Reagan’ın asistanlığını ve başdanışmanlığını yapmış olan Amerikalı paleo muhafazakar siyaset yorumcusu, köşe yazarı, siyasetçi ve televizyoncu. (ç.n.)

[3] Fox News’te 2016 yılından bugüne Tucker Carlson Tonight talk show’unu sürdüren muhafazakar televizyoncu. (ç.n.)

[4] ZZ Top, 1969’da Houston, Texas’ta kurulmuş ABD’li rock grubu. 3 defa MTV Video Müzik Ödülü almış, dünya genelinde tahmini 50 milyon satışı yakalamışlar. (ç.n.)

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *