İki ciltlik, 1000 sayfaya yakınsayan Kıyamet Emeklisi‘ni okurken okuduğum yerleri unutmamak için ara ara notlar almaya çalışacağım. Belki tadına daha da çok varırım böylece. Hevesim baki kalır, intihalden de mail almazsam umarım devam edebilirim. Sayfa numarası yazdığım alıntıların hepsi şuradan:
Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi – Birinci Cilt, İletişim Yayınları, 2022.
[1-113]
Makastar Sokak: Üsküdar
Adil’in babası Aziz herkesin kendine göre bir delilik peşinde hayatı geçirdiğini durup düşünür, oğluna sorarken: “İnsan sevk-tabisi ile kitap okumalı, sen nasıl seçiyorsun, kimden ne duyup peşine düşüyorsun kim bilir? Sana diyorum Adil, bak, yetmiş çeşit delilik varmış, duydun mu, bunlardan birini bile beğenmeyip önüne konanlarla bir şey olacağım, okuduklarıma iltica edeceğim, onlar da beni kurtarıp besleyecek sanma. Düşman düşmana mevlit okumaz” (s. 6). Babanın büyük sözleri karşında tıkanan Adil.
Hemen sonra, daha kitabın üçüncü sayfasında bir Şule Gürbüz imza diyaloğu:
“Ne yapayım baba, okumayayım mı, ne kitap, ne üniversite, okumayayım mı?”
“Oku tabii, ne yapacaksın ama iğrene iğrene, utana utana oku, bunlar mihrabın olmasın. Dünyanın gelmişi geçmişi, en iyisi bile ne orta adammış diye oku. Herkesin sonu ne yavanmış diye oku. Okutan okuttuğundan, okunan nerede kimin eline kalacağından ne habersizmiş diye oku.” (s. 7)
Adil üniversiteye başlayacak gibi. Aileye yakınlaşıyoruz. Aziz’in eşi Tevhide ve kızı Alev de evde. Gözler ve ışıltılardan söz ediliyor.
Geçmişe sıçrama, Aziz’le Tevhide’nin tanışması: “Manisalıydı Tevhide”. Liseyi bitirip İstanbul’a geldiğinde akrabalarının onu “azmış kabak” gibi görmesiyle evlilik meselesi gündeme gelmiş. İlk aday olan pilotla iş olmamış, pilotun misafirlikteki tavırlarının yerin dibine sokan eleştirisi: “Konuşulanları da dinliyora benzemiyordu, sadece makbul bulunmanın, beğenilmenin yolunun söz söyleyene arada hafiften yönelip şık bir tavırla gülümsemek olduğunu nasıl öğrenmişse öğrenmiş, birkaç dakikada bir tekrarlıyordu”. (s. 11)
Tevhide’nin dayısı bu ve diğer başarısızlıklar sonucu paniğe kapılmış.
Bir ahbabın tanıdığı, iki yıl önce Erzurum’dan gelmiş, annesi ve babası hayatta olmayan, dini bütün Aziz yeni kısmet olabilirmiş. Evkafta çalışıyor ne de olsa.
Dayı bir çay bahçesinde bir ahbabı ve Aziz’le buluşmaya gitmiş. Onlar gelmeden sallanan masayı gazoz kapağı ve başka çöplerle düzeltmeye çalışması (s. 14) ve ellerini kirletip misafirlerini selamlayamayışı… Çayını kıtlama şekerle içen Aziz, hep çok tepeden konuşuyor, ama bunu da kendinde tespit ettiğinde vahlanıyor: “… bir değerli şeyi hafiften gizleyerek sözde tevazu edecek halde olmadığına göre daha iyiyi bilip istiyor da isteyişinin olmayışını da hafife alıp bir kademe daha tırmanıyor gibiydi” (s. 17). Evlenmek isteyip istemediklerini sorduklarındaysa, “Efendim insanın kendinden biraz olsun ümidi varsa evlenir mi?” (s. 17) diye soruyor, evliliğin kıymetini doğasından “belalı” olan insanın bu belasını başkalarına bulaştırmaktansa bir çatının altına sokup başkalarına zararı dokunmadan yaşamasında buluyor. Anlatıcının iğnesi hazır: “Kendi ile ilgilenildiğini, anlaşılmaya çalışıldığını gören de azdıkça azar, kimseye edemediğini bu safderuna ederdi” (s. 18).
Aziz uzun uzun konuşuyor ama bu sürekli kendine dönen bir bakışla bu sözlerini ciddiye almamalarını da rica ediyor. Dayı biraz rahatsız, “Gayri memnunluğun, yadırgamanın ve yadırganmanın, bu başa nasıl geldi, bu iş buraya, bir bir araya nasıl geldik sıkıntısının kavgasız gürültüsüz, kat’ı alaka edilen vedalarını, görmüş bilmişti” (s. 20). O yüzden kibarca ayrılıyor.
Dayının bu damat adayı görüşmesini Tevhide’nin annesi Nuriye Hanım ve baldızı görmüş, Aziz’i uzaktan beğenmişler, dayıyı epeyce darlarmışlar, dayı da -anlatıcının yüküyle- düşüncelere dalmış: “Hayatı sözde ve söz ile istenildiği, beklenildiği gibi yaşayarak ne ufak bir alana razı olduğunu, bu suretle bir kulübede ömrünü geçirdiğini, ruhunun da yine arada verilen bir bardak çeşme suyu ile kapalı küçük bir saksıda ölmeden, kurumadan, boy atmadan öylece durduğunu gözü ile gördü, ruhuna kendi öz benliğinden şahitlik etti. Ölmek ile bu şekil yaşamanın neden bu denli yakın ve kolay olduğunu anladı” (s. 24).
Dayı (Fevzi) karısıyla konuştuktan sonra Aziz’i eve davet etmeye karar veriyorlar. Üsküdar’a, Aziz’in çalıştığı Evkaf Müdürlüğü’ne gidiliyor. Artık niyetler açık, “Tabii tabii hem lafımızla oynar gibi olmasın, elden kalan elli gün kalır, müsait iseniz cumartesi yine öğleüstü olur muydu?” (s. 27).
Aziz’in geleceği gün ev derlenip toplanmış, yağmur yağıyor, hava birden kararıyor, gündüz gündüz ışıkları yakıyorlar. Evin bu halinin tasvirinde bir melankolik bir görsellik ve dokunsallık, “Gündüz yakılan her ışık gibi ziyanın, nurun, zulmetten kurtuluşun rahatlığını değil de belayı yakından görecek olmanın fenerini bir tedirgin yaktılar. Işığa da göz alıştı, alışırsın alışırsın denildiğinden de kolay alıştı. Hatta gündüz ışığı, evde belli eşyaları seçip onları ziyade parlatan ziyası ile gözlerine bir lüks gibi görünmeye başladı” (s. 28).
Tevhide’nin anası bilge, iç dünyası zengin, dünyadan pek kimseye dokunmadan kendi halinde gelip geçen birisi olarak takdim olunuyor. Aziz’in bu ziyaretteki tavırlarınıysa anlatıcı yine bir denge arayışıyla çiziyor, kendini açmakla kendini bırakmak arasında yer bulmaya çalışmakla: “Aziz oturur konuşurken de kendini izleyen ve dinleyenleri gözden geçirirken de birden dalgınlıkla anlattığına ve anlatışına kapılıp kendinden habersiz hale düşmekten korkuyordu. Başarılı denen konuşmalardan sonra insanı kendinden utandıran yön bu olurdu zaten. Kendinden bir şeyleri kaybederek doğrulurdu insan, her şeyini vermiş olurdu yani. Bu kendini ele hatta yele vermekti, kaybetmekti. … Gözleyecek kadar gözü dışarıda, kendinden haberdar olacak kadar da içeride kalmak en iyisiydi” (s. 30).
Konu evlenmeye gelince Aziz bir küçümsemeyle tam tabi olma halini karıştırarak cevaplıyor, “nasıl uygun görürseniz” (s. 32). Sanki herkesin söylediği bu cümleyi ille de kendine has bir şekilde, kendi kişiliğini de dillendirecek şekilde söylemek zorunda hissediyor kendini. Hep bir kibirli tevazu peşinde gibi.
“Efendiye nasılsınız desene Tevhide, bir sesini duysunlar” (s. 33). Aziz nasıl olduğu sorusunu uzun, çalışılmış gibi görünen, içinde bir ‘Tevhide Hanım’ın tekkede söylenen bir ilahiyi kendine aşık bir şeyh efendiye yorduğu gereksiz bir hikaye anlatıyor. Bir South Park sessizliğinden sonra Aziz toparlanıp çıkıyor.
Neticede ev ahalisi Aziz’i beğeniyor, baldız “Ablam da ben de bu devrin adamı gibi değil, dedik,” (35) diyor. Dayı kibirini sorgulasa da Tevhide’nin anası tevazusuna ikna olmuş. Aziz’e bir büyüğüyle Manisa’ya gelip Tevhide’yi istemesini söylüyorlar.
Aziz, İstanbul’a ilk geldiğinde ona yol gösteren, işe sokan, evkaf emeklisi, “İstanbul’da aklı eren hemen herkesin önünde diz çöküp ders göreceği türden bir adam” (s. 37) denilen hemşerisi ve büyüğü Nuhu’yu düşünüyor.
Bir keresinde bana “Alp” diye hitap eden bir arkadaşım, küçükken annem babam bana kızdığında falan nasıl bağırdıklarını sormuştu. İnsan adı “Alp” olan birine içi dolu dolu bağıramaz, tek hecede nefesi kesilir diye “sana doyasıya bağıramamışlardır” demişti. Anlatıcı bana bunu hatırlattı: “Memlekette Nuh, dut… gibi tek heceli kelimeleri arkasına bir uygununu getirerek ya da değiştirerek duta tud deyip aslında daha zorlaştıran ahali Nuh ismine de bu ani, adeta fren yapmışçasına bitmeyi yakıştıramayıp Nuhu diyerek çözmüşler, isim o isim kalmıştı” (s. 38). Bana da çocuklar “Alpi” falan diyorlar.
Aziz ve Nuhu Manisaya gidiyorlar, bir otelde kalıyorlar. Nuhu’nun yaşam görüsü Aziz’inkine benziyor, başka bir şey olmayı istemenin namümkünlüğüne emin olmuş, olmaya çalışmaktan el çekmişlik anlatısı aynı tonda devam ediyor: “İnsan nerede aman arasa aynı adamı farklı kılıkta görüyordu, nerede derman var deseler aynı adamı farklı aksanla konuşur buluyordu, bu da daha önce gittiği gördüğüydü de sade elbisesini değiştirmişti. Nuhu dünyadan başka bir duyuşla yaşayan, başka bir baş tutan hatta kendi başını başka türlü taşıyan insan olmadığına neredeyse vehmetmiş, sonra sonra artık iyiden iyiye fehmetmişti. Başkalık arayan başkalığın para ve değer edeceği zannındaydı, öyle olmadığı anlaşılınca daha otuzuna gelmeden mezardaki dedesinin kemiğinin üstüne kendi etini sarıyor onun üzerinden devam ediyordu” (s. 41).
Nuhu, Aziz’i “Sizin oradan bir genç geliyor, okuması çok değil ama çok yere girdi çıktı” diyerek ilk yanına yolladıklarında aslında bu durumdan pek hoşlanmamış. Yine de kendinisini görünce “Aziz’in tabına uyarlığı”na şaşırmış. Burada anlatıcı insanın kendine ya da başkalarına dair sürekli bir hikaye kurma istencini deşiyor. Anlamaktan bile öne koyuyor. Ben de hep insanların hayatlarını hep kendi sonradan ekledikleri bir anlatı etrafında kurduklarını düşünürüm. Yani yaptıkları şeyleri anlattıkları sebeplerle ya da planlarla yaptıklarını değil, aksine öylesine sürekli bir şeyler yaparken sonra anlattıklarında o yaptıklarını bir şekilde nedenselleştirdiklerini. “İnsana nasıl girecek ama aslen yabancı bir beden lazımsa bir de geçmiş lazımdı ve tutarlı bir hikaye. Beğenilecek olmasa da anlatılınca, “Anlat,” denince dinleyenin bir şeyleri hatta mümkünse her şeyi uç uca ekleyeceği bir geçmiş, şu şunun yüzünden, bu bundan, o oradan yürüme, öteki berikinden türeme, ya işte böyle, diyeceği bir şeyler lazımdı. İnsan çünkü anlamadan değil ama uydurmadan duramıyordu. İnsan, uyduracak ki varlığına inanılsın, uyduracak ki bir mindere olsun oturtulsun, bilemiyorum, ne nasıl oldu, ben nasıl oldum bilemiyorum, demek olmaz. Kendi sebepleriyle bilecek başkasına da anlatacaksın, başkası da ikna olacak, bazen senin sende atladığını o hemen bulup yerine koyacak.” (s. 42)
Hikaye biraz daha geri sarıyor, Aziz’in çocukluğuna gidiyoruz. 1960’ta Yakutiye‘de doğmuş. Bir abisi var. Çocukluğu diyince ilk bahsedilen çayırlar, otlaklar ve hayvanlar, 15 yaşına kadar çobanlıkla büyümüş, “Dünya o vakit otla otla bitmez bir çemenistandı” (s. 43).
Evde terbiye, alçak sesle konuşma ya da hiç konuşmama hakim. Güzellik ve temizlik üzerine: “Temizliğe büyük gayret vardı ama yine her şey köhne, kurşun rengi, boz ve toz rengiydi. Temizlik dışında bir şey yapılmazdı çünkü süs diye bir şey akla gelmezdi, çiçek, akla gelmezdi, güzelleştirmek zaten akla gelmezdi …” (s. 45).
Doğaya, bitkilere ve hayvanlara ayrı bir ilgisi var Aziz’in. Bu çocukluk bana Kaplanoğlu’nun üçlemesindeki şair çocuğun özellikle çocukluk (Bal) ve ergenlik (Süt) yıllarını hatırlattı biraz. Babası dilsiz orucunda, annesi de hep babasına tabi, o açıdan şairden farklı. Annesi neredeyse kendi kişiliği olmayan bir yardımcı olarak anlatılıyor: “Bazı insanlar yardımcı olarak yaratılmışlardır, bunlara şefik soyu denir. Aziz’in annesi de kendini tüm vücut ve ruhu ile bir insan değil de sanki bir kol addediyordu ve kol olmaya çalışıyordu” (s. 46-7). Yazıcı babanın ritmiyse kendine has -bu deftere çekme hali çok tanıdık: “Babası her gece üç civarında kalkar, okuyacaklarını okur, namaz kılar, sonra yere oturarak iki saate yakın konuşmadan birtakım defterlerdeki el yazılarını başka defterlere yazar, yazardı. Sonra saat yedi olmadan dükkanı açmaya gider, akşam beşte de muhakkak kapatırdı. Kendisi gibi bazı defterleri yazarak çoğaltan birkaç tanıdığı ile de dükkanına gelip giden ahbapları ile de hep dışarıda görüşür, ne eve kabul eder, ne kendisi kimsenin evine varırdı. Evler tamamı ile mahrem, dışarı kapalı yerlerdi” (s. 47)
Ailenin genel rutini ve geçen günler üzerine: “Kendilerini toprak bir testi gibi her gün doldurur boşaltır ama taşıyacağını kafi miktarda taşımadan hele testiyi kırıp çatlatarak bu mahfazayı bozmaktan son derece korkar, kırılmadan gitmeye tüm gayretlerini verirlerdi. Ne denli söz az olur olsun istikamet ve gaye anlaşılan birdi. Bu birlik nasıl temin edilmişse edilmiş hiç kaydı, anlaşması, mührü olmadan üzerlerine giydirilmişti. Annesi belli ki kendini babasına taşımıştı; ona terk etmişti” (s. 47).
Aziz bu sözün neredeyse olmadığı, birinin gıkı çıkarsa da ancak alçak sesle çıkabildiği evde kediyi kendine dost belliyor, kimliğini kedi üzerinden kuracak raddeye geliyor. Kedi ve kedinin ışık saçan gözleri (s. 48-9).
Abisi Adem, Aziz’den 2 yaş büyük, uyumlu bir çocuk. Aziz’e de deneyimsizliğinden büyüklük taslıyor ama destek de oluyor, köftesini onun tabağına atıyordu gizliden sanki. Durağan, kimseye başka bir şeyin vaadolunmadığı, başı sonlu bir yaşam görünüyor ileride Aziz için (s. 51).
Bir gün Adem’le birlikte dükkana gidiyor Aziz. Dükkandaki tavırları, çekingenliği ve rahatsızlığıyla abisini utandırıyor. Bundan bir şey olmaz diye yelleniyor abisi, “bu kediylen oynasın, yazın dağa gitsin” (s. 56). Süt’te de anne “sabah kalkıyorsun, kitap elinde, çık dışarı, havaya bak dur, toprağa bak dur, çiçekti böcekti” diyordu. Fakat Aziz için bu akşam, ‘ben’ olmanın ilk parıltısını gördüğü gün oluveriyor. 15 yaşında.
“Hayatında ilk kez kendi ile baş başa kaldı … Bir hayatı olduğunun çok da farkında değildi” (s. 59). Bu farkındalıkla kendi kendine yaptığı konuşmadaki ilk sözleri: “Ben Aziz, çalışkan değilim, faydalı değilim, kediyi seviyorum sahiden, ölse çok üzülürüm, burada oturuyorum, arkadaşlarım arasında bariz biri değilim, etraftakilere bazen beni nasıl seveceklerini bildiğim şekilde davranıyorum, idare ediyorum, kendi miktarımla mı, başkalarının olduğuna yetişememekten mi idare ediyorum, idare ederken feragat mi üçkağıtçılık mı ediyorum, onlar mı haklı ben mi bilmeden ediyorum, aslında kendimle ilgili söyleyecek pek bir şey bulamıyorum, bu azlık mı, bilmemekten mi, acaba neyim?” (s. 60).
Belki tesadüftür belki değil, Aziz, Benjamin’in evden kaçamadığı yaşta evden kaçmayı deniyor: “Dolayısıyla hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: “Dolayısıyla hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.” (Son Bakışta Aşk, s. 53). Biraz daha uzun kalıyor sokakta, ya da başka evlerde, en azından şimdiye dek okuduğum yere kadarki kısımda.
Kümese girip cebine bir yumurta alıyor ve onu yoklayarak evden çıkıyor: “‘Eve girmeyi canım hiç istemediğinde yapmak istediklerimi yaparım,’ diye düşünmüş, ‘gitmek istediğim yerlere giderim, demişti. Sabahın ayazı da inadına çok sertti. Çarşıya doğru yürüdü …” (s. 61).
İlk yürüyüş İhmal Camii‘nin sokağından başlıyor. Bir çaycıda oturduktan sonra yürümeye devam ediyor Aziz, tanıdıklıktan uzaklaşmaya çalışıyor. Bir camide soluklanıp durmuşken, çocuklarını bir hocaya okutmaya getirmiş kadınlara yol göstermesi için seçiliyor ve onları Sarılık Tekkesi’ne götürmeye yola koyuluyor. Oğlanı taşıyor gidiyorlar. Aile Aziz’e minnet duyuyor. Çocuk okunuyor, Aziz’i lavaş almaya yollamalarıyla karınlar da doyuyor, “İçinde tekrar bir benlik duymaya, “ben” demeye, bir bene kavuşmaya başladı” (s. 69).
Tekkede bir ayı da var, sırt çiğniyor. Aziz at arabasıyla kadınları evlerine bırakıp geri geliyor, tekkede yaşlı adam da orada kalmasına izin veriyor. Ayıyla yatıyorlar, “Bir ayıyla bir evde, Sarılık Tekkesi’nde yatacak olmasını düşünmeye çalışıyor ama düşüncelerine sığdıramıyordu” (s. 75). Evden kaçış yirmi dört saat dolmadan başka bir dünya açtı.
Sabah kendini sahipsiz hissediyor. Pazar sabahı, adamın adı Hasan Efendi, Aziz lise birde. İnsanlarla birlikte yemek yerken çok çekiniyor, her şeyden yiyenleri şaşkınlıkla izliyor, “Rahatsızlıkları biriktirerek yaşıyor, bunlardan gizli bir huzursuzluk serveti biriktiriyordu” (s. 78).
Ayıyla birlikte dabazlı birine okumaya gidiyorlar. Dabaz kurdeşenmiş, yıllarca ürtiker dedim ben de. Yolda yürürken çocuklar ayıya ve Aziz’e tükürüyor, taş atıyor. Hasan Efendi’den sonra bu kez Baba’yla, Erenler Babasıyla tanışıyor Aziz, “Okumak istiyorsan, biz seni okuturuz, öğrenmek istersen öğretiriz, görmek istersen gösteririz” (s. 80). Hasan Efendi elinde bendir, tespih, okuyor Baba’yı sırtını ayıya çiğnetiyor. Baba Aziz’i tutuyor, ahaliye övüyor: “Bakın şu çocuğa, nasıl iki günde anasının yanından çıkıp ayıya hem – zeban olmuş, yaa, hanginiz bunu yapabilir, hiç. İstersiniz ki burda söz dinleyin, yalandan azıcık sözde hizmet edin, hizmet dediğim de çay doldurup soba yakmak, ha bir de baş eğip etrafımın aslında kalabalık olduğuyla ilgili beni kandırmak, sonra da zırt diye kendi evinize, yatağınıza karılarınızın beline yapışın. Sizden bir halt olmaz, aha yüzünüze söylüyorum …” (s. 83) ya da “şeytan fukaradır derler amma iş öyle değil, insan fukara, bak şuncağız çocuktan bile umuyorum, görüyor musun, her yeniyi Hızır zannediyorum, vallahi ben eskilere ağlıyorum” (s. 85). Aziz bu iki farklı “baba” figüründen kendi babasının yanına koyup karşılaştırarak etkileniyor. “Çocukluğundan beri nedense her başkalığa kaykılırdı zaten, hemen içi geçer, dişi kamaşırdı” (s. 86). Baba’nın evinde kalmaya karar veriyor.
Okul eşyalarını ve kıyafetlerini almak için eve uğrayan Aziz kapıda abisi ve annesinin hiddetli bakışlarını görünce hiç içeri girmeden geri Baba’nın yanına gidiyor. Kendini çok kötü hissediyor ama derdini anlatmaya da çekiniyor: “Onun acısı fiziksel değil, bakış acısıydı, anasının ona bakarken verdiği acıydı, babasının bakmama acısıydı, bunu nasıl anlatacaktı” (s. 89). Anlattığında Baba onun derdini çok seviyor – dert seçen Baba. Buradaki dertlilik pasajı ilginç geldi bana: “Başına felaket geldikten sonra üzülmeye dertli olmak denmez zaten, böyle ince ve sürekli bir sızı duymaktır dertli olmak, başkasının aldırmayacağı şeye küsmektir, kaburgası kalın 33 kaburgalı olmamaktır. Canın dert istiyor ona susuyor, ihtiyaç duyuyor ki ananın suratı sana dokunuyor, yoksa kim bilir kadının asıl derdi ne, olsun, yeter ki sana dert olsun” (s. 90-1).
Okul için Aziz’in üstüne on beden büyük komik kıyafetler hazırlıyorlar. Öylece sabahı ediyor. Biraz ağlamaklı. Okulda Aziz’deki tuhaflığı hemen fark ediyorlar, bir hocası kenara çekiyor. Ayının bıraktığı çizikleri, kat kat katlanmış kıyafetlerini anlamaya çalışıyorlar. Okuldan bir arkadaşı Sıddık onu hafta sonu ayıyla görmüş, o da sinirini bozuyor. Aziz bu çocukları aptal görüyor. Muhattap olmamak için babası gibi dilsiz orucunu da denemiş bir kere ama iç sesini çok fazla duymuş, uzun süre yapılırsa ne sonuç verir kestirememiş. “Büyümeye çok ihtiyacı vardı, burada, bu halde, bu şehirde, bu insanların arasında çocuk ya da genç olmak felakete uğramaktı” (s. 97)
Yine Baba’nın evine gidiyor. İşsizlikten sıkılıyor, “kadınların en büyük derdinin yorgunluk, yardımsızlık olduğunu anlayarak” (s. 100) mutfakta bacılara yardım ediyor, işleri de titizlikle yapıyor, epey bir patates soyuyor. Baba ise onun bu davranışlarına sinirlenip bağırıyor. Aziz de çok kırılıyor, evden çıkıp gidiyor, öyle ki günlerdir taşıdığı yumurtasını da binanın camlarına atıyor. İkinci evden kaçış. Bu kez cebinde ilk yardım ettiği ailenin verdiği biraz para var. Bir süre bir şeyler yiyebilecek durumda. Dışarıda geçen birkaç saatin sonunda Sarılık Tekkesi’ne, Hasan Efendi’nin yanına dönmeye karar veriyor. Orada da sobaya patatesleri yeni atmışlar.
Hasan Efendi’yle biraz neden Baba’nın evinden ayrıldığını konuşuyorlar, orada istediği kadar kalabileceğini söylüyor Hasan Efendi. Gece huysuzlanan ayıya yardım etmeye çalışırken ayı Aziz’e bir pençe atıp kafasını yaralıyor, öyle yarasıyla sabahı ediyor, biraz ağlıyor. Tırnak izleri, kan, ilaç, gazete kağıdı ve kara merhem ile bir şekilde paketliyorlar yarasını. Utanıyor yarasından. Sabah, Baba bir adam yollamış Aziz’i geri eve getirmesi için. Biraz konuştuktan sonra ikna olup adamın peşinde Baba’nın evine geri gidiyor, belki bir daha denemek için.
Baba’nın evinde önce ayıyla macerasını konuşuyorlar. Baba, ayıyı seviyorsa burnundaki halkayı çıkarıp ona getirmesini istiyor.
“Söyleyin bakalım, yaşayan mı büyüktür ölü mü?” (s. 113)
Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi – Birinci Cilt, İletişim Yayınları, 2022.