“Batı uygarlığının temelini Orta Asya’nın otokton halkı olan Türklerin hazırladığı konusundaki aşırı yeni-ulusçu tez, bilimsel doğrulardan uzak bir duygusallığa dayandığı için bir yana bırakılmıştı; Ataç, bu tezi (buna ‘aşırı partikularist tez’ diyorum) olumsuzluyor, ama Batı kültürü varken ulusal bir senteze gitmenin gereksizliğini savunarak, bu kez, aşırı üniversalist bir tezi kesinlemiş oluyordu. Ataç’ın kültür anlayışı, Batı kültürünün evrenselliği düşüncesine dayanmaktaydı; evrensel bir kültürün değerlendirilmesi sözkonusu olunca, ulusal bir senteze, Türk kültürü açısından özgün, sui generis yapılara gitmek….gereksizdi.” (s. 14)
“Ulusal kültürü temellendirmek için tutulacak yol, dün’den bugün’e gelmek değil, tam tersine, ‘bugün’den dün’e gitmektir . . . Althusser, Lire le Capital’de Marx’ı alıntılayarak sistemli, sıradüzenli ve eklemlenmiş bir kombinasyon (‘Gliederung’) olarak çağdaş toplumun bilgisinin, daha önceki yapıları anlayabilmek için gerekli olduğunu bildirir…. Gadamer’in de farklı bir düzlemden bakarken, aynı sonuca varmasıdır: “Geçmişin yorumu, zorunlu olarak, şimdi’nin bakış açısından yapılan bir yorumdur.” (s. 16-7)
[Huzur’dan önce, Türk romanı daima verili bir söyleme dayanır: Sonuç olarak: ] “Roman karakterlerinin, sorunsal (problematik) kahramanlara döünşmesine olanak vermeyen söylemler bunlar.”, [Huzur ile birlikte, ilk defa üstsöylem -metadiscourse] “Tanpınar, Mümtaz bağlamında şöyle koyuyor bu sorunsalı: “Benim diyebileceği ve kendi başına bir hayatı yoktu. Hep tezad halinde ve birbirini kovalayan çehrelerin ikliminde yaşıyor, onlarla düşünüyor, onlarla görüp duyuyordu. İkiz bir ömrü yaşıyordu. Cennet ve cehennemi beraberinde gezdiriyordu. ‘Bu iki haddin’ arasında uçurum kenarlarında şiddetli uyanışlarla dolu bir somnanbül hayatı vardı. Zaman olurdu ki, bütün hayatı sadece kaçışlardan ibaret kalırdı.” Mümtaz’ı bu iki haddin arasındaki uçurumda konumlayan, Türk aydınının sorunsalı: Doğu/Batı sorunsalı.” (s. 63-4)
“Türkiye’nin tarihi, Türk aydınına bir yandan hem Doğu’nun hem de Batı’nın ürettiği bilgi ve düşünceleri ‘temellük ederek’ bir ‘terkip’te birleştirmeyi, ama öte yandan da böyle bir ‘terkib’in olanaksız olduğunu empoze ediyor. Huzur’da Mümtaz’ın açmazı (üst-söylemin yapısını belirleyen açmaz) budur: Kendi tarihöncesini aşma, bir zorunluluk olarak hem bir ‘terkib’i hem de bir ‘terkib’in olanaksızlığını birlikte getiriyor! Türk aydını, doğuyla Batı arasında bir ‘terkib’e ulaşma ardındaki sorunsal arayışından vazgeçerek, ama Doğu’yu ve batı’yı sorgulamadan kesinlemeyi de kabul etmeyecektir. Huzur’u, Lukacs’ı izleyerek söylersek, bir tür Bildungsroman kılan da budur.” (s. 65-6)
[Türkiye ve kitle kültürü: ] “… Türkiye’nin geçmişinde, Batı’nın 17. yüzyıldan bu yana yaşamakta olduğu türden bir yapılaşmadan söz edilemiyor. Daha açık bir deyişle, Türkiye’nin tarihinde, kapitalist üretim tarzının normları ve değerleriyle bireysel düzlemde hesaplaşmayı (ve başkaldırmayı) getiren başat bir yapıdan söz etmek olanaksız. Bu yüzden, bugün Türkiye’de yaşamakta olan ayaktakımı kültürünü, Batı’nın kitle kültürü gibi, 19. yüzyılın bireysel kimlikleri destekleyici burjuva kültürüyle karşılaştırıp diyalektik bir bütünlük içinde görmek durumunda değiliz. Tam tersine, bugünün Türkiye’sinin ayaktakımı kültürünün bu anlamda bir geçmişi yok. Bu kültürü, tarihimizle eklemleyemeyişimiz bundan dolayı.” (s. 100)
“Lümpen tabakaların sınıfsal kimlikten yoksun oluşları, onların kendilerine ilişkin imajlarını da belirliyor. Bir lumpen, kendini hangi konumda, nasıl görüyor? Ne köylüdür lumpen, ne kentli. Ne Doğuludur lumpen, ne Batılı… Sınıfsız ve tarihsiz olmanın belirlediği bir konumda görüyör kendini lumpen: Ne o, ne öteki. Türk lumpeni hem kırsal kültürü hem kentsel kültürü, hem Doğu kültürünü hem Batı kültürünü olumsuzluyor. Onun yaşam ve kimlik imajını belirleyen bağıntı budur: Ne o, ne öteki.” (s. 101)
[Türkiye’de lümpenin simgesi olarak ‘bira’: ] “Bu bağıntı, yaşam pratiğini oluşturan farklı kesitlerde, kendini, belirli bazı nesnelerin simgeleşmesiyle belli ediyor. Örneğin, bira. Türkiye’de 1970’lerden 1980’lere uzanan bir veri var: bira tüketimi artıyor. Her köşebaşında bir birahane açılıyor. Neden bira? Bira, Türk lumpeninin simgesi olmaya yatkın bir konumda. Çünkü ne Doğulu, ne de Batılı bir sınıfsal tarihi var biranın.” (s. 101)
[Şarap, rakı ve bira aritmetiği: ] “Şarap, batılı ve burjuva beğenisine gönderme yapan, yananlamaları olan bir içki. Şarap içmenin belirli normları, belirli kuralları var. Belli yemeklerle, belli türleri içilebiliyor. Bir doğu içkisi rakı. Ama onun da osmanlı beğenisine gönderme yapan, yananlamlarıyla bir tarihi, belirli kuralları ve normları olduğunu biliyoruz. Hangi tür yemeklerle içilebileceği de belirlenmiş. Bira öyle değil oysa. Kuralsız, normsuz bir içki. (Çiçek Pasajı, biraya değer ve norm kazandırmayı denedi; ama bu, biraya sınıfsal bir tarih ve kimlik kazandıramadı.) Bira, “ne o, ne öteki” (ne rakı, ne şarap) oldu! “Ne o, ne öteki” olan lumpenin simgesi olması da bu yüzden.” (s. 101-2)
“Türkiye’de eğlence endüstrisi, bir yandan batı’da olduğu gibi kitleselleşirken, öte yandan da, 1980’lerden başlayarak kadın mı erkek mi oldukları belirsiz bir grup (transvesti mi, hermafrodit mi? transseksüel mi?) gazinoculuk endüstrisinin baş köşesine oturdu. Bülent Ersoy, Talha Özmen, Savaş Sökmen vb. bu anlamda lumpenliğin…. simgesi oldular. Adı erkek, cinsiyeti kadınsı şarkıcılar, Türkiye’de eğlence endüstrisinin, seyirciye sunduğu metalar durumuna geldiler.” (s. 102)
“Aydın”ın tanımını yapmak güç. Bu sözcük bizde “entelektüel” karşılığında kullanılıyor. Oysa Osmanlıcası “münevver”di; “aydın” da “entelektüel”i değil, sözcük anlamıyla “münevver” karşılıyor.” (s. 118-9)
“Entelektüeli, dönüştürücü ve biçimlendirici, dolayısıyla eleştirel işlevi içinde düşündüğümüzde ise, Antik Yunan’dan Kant’a uzanan idealist geleneğin yerine, onu olumsuzlayan bir başka geleneği koymuş oluyoruz. Gramsci’nin yaptığı da bu. Ben gene de, “aydın” sözcüğünü yeğlerim. Dönüştürücü, biçimlendirici dolayısıyla eleştirel işlevini, “entelektüel” sözcüğünden çok daha iyi vurguladığı için…” (s. 119)
“Öyle diyor Deleuze: “belli kodlardan kaçarak aynı yerde kalmak için göçebeleşenler”. Türkiye’de batı tipi aydının (deyim, senindir) da yapmak istediği bu: aynı yerde kalarak kodlardan kaçmak istiyor. Ama kaçıyor mu gerçekten? Sakallı Celal’in ünlü sözünü anımsa: “Türkiye hep doğuya giden bir gemi gibidir, ki yolcuları batıya doğru koşar.” Batı tipi Türk aydını bu anlamda gerçekten bir göçebe değil. Kodlardan kaçamıyor ki! Ne denli batılılaşmaya kalksa, o denli doğulu kalıyor.” (s. 120)
“Bana öyle geliyor ki, 60’dan önceki kuşak, yani daha önce adlarını saydığım fikir adamları (Tanpınar, Hilmi Ziya, Mustafa Şekip vb.) sorunlara daha global olarak bakan insanlar idiler. Ve bana öyle geliyor ki, bunların entelektüel donanımları, 60’dan sonrakilere göre…. çok daha ağırlıklı, çok daha derindi.” (s. 125)
“Klasik münevver dediğimiz Türk aydınının yerini kendi alanında uzmanlaşmış, sadece kendi alanını bilen, kendi alanında bile dar ve sınırlı bir uzmanlık edinmiş bilim adamları yer alıyor. Bunu elbette küçümsüyor değilim. Mikro düzeyde iş gören bir uzmanlaşma, makro düzeyde düşünce üretiminin yerini alıyorsa ve ‘aydın’ kavramı içinde böyle bir yer değiştirme gerçekleşiyorsa, o zaman bunun nedenleri üzerinde düşünülmesi gerekir. Bu çok önemli bir nokta. ‘Aydın’ sorunu gündeme gelecekse, bu durum yabana atılmamalı.” (s. 125)
“Bir takım arayışlar var. Gerek sağdaki, gerekse soldaki arayışlar bana öyle geliyor ki, düşünce üretiminin en azından işlevini ve önemini yeni baştan kavramaya başlayan bir kuşağın ortaya çıkması demektir.”, [80’ler] “Şimdi seksen sonrasının önemli değişikliği, bütün bu şiddetle yaşanmış tecrübelerden sonuçlar çıkarmış bir genç kuşağın, sorunları daha kuşatıcı görmeye yatkın, daha bir fikir adamı gibi görmeye yatkın bir eğilim edinlemelerine neden olmuştur.” (s. 126-7)
Hilmi Yavuz, Kültür Üzerine, Bağlam Yayınları, 1987.