[235-]
Aziz’in kulağındaki taşlar çıkartılmış, Kasım gelmiş, 70’lerin sonlarında olsak gerek. Baba’dan “vakar”lı görünme üstüne bir övgü alıyor, vakarı olmasa da varmış gibi yapmak iyidir diyor Baba (s. 236). Vakar’ın ilk çağırdığı Ishiguro’nun Günden Kalanlar’ı. Çok çok uzaklardan da olsa, o roman Aziz’e hayatın nasıl yaşanabileceğine dair olumsuz bir öneri yapıyordu, yine de bir öneriydi. Kahya en sonunda hayatının bir yanılgı olduğunu fark ediyordu, Aziz’in böyle bir tespitte bulunmayacağı ne malum. Gürbüz’ün ikinci ciltte kitlenmiş okuruna acıyarak anacağı Walser’in yaptığı uşaklık önerisi gibi. Fakat bu romanda öyle bir vakar sadece bacılarda var.
Hüseyin’in ailesi, adak adamış, Baba için bir kurban kesecek. Hüseyin Aziz’den kurbanı seçmek için yardım istiyor. Birlikte şehre iniyorlar. Kahvede sigara içme muhabbeti oluyor, derdi olmayan da içmesin diyorlar, vakar fikri geri dönüyor: “Çay evinde çay içip biraz sonra kurban pazarına gideceklerini herkes biliyormuş gibi vakarla oturdular” (s. 237). Kurban seçme muhabbetinde Aziz’in olgunluğu hem Hüseyin’i hem pazarcıları derinden etkiliyor: “Adam Aziz’in sırtına vurarak, ‘Afferin, hem adağını yapıyor hem caka yapmıyor, afferin senin adağın da kurbanın da helal, gel'” (s. 239). Altmış liraya bulduğu yaşlı bir tekede karar kılıyor Aziz, bu seçimi Baba’nın hoşuna gidiyor ama Hüseyin’e dert oluyor. Kurbanı nasıl keseceklerini de bilemiyorlar. Sarılık Tekkesi’ne Hasan Efendi’ye danışmaya gidiyorlar. Hasan Efendi yaşlı hayvandan fayda gelmeyeceğini, pazara götürüp geri satmalarını söylüyor. Hüseyin babasının parasından dert yanarken Aziz tekeyle bağ kuruyor. Borcu üstlenerek, elindeki tüm parayı verip pazarcıdan hayvanı alıyor, Hüseyin’e de verdiği paranın büyük kısmını geri veriyor (s. 245).
Romanı böyle sayfa sayfa takip etme çabam iki yüz sayfa sürebildi. Okumayla eş zamanlı not alınca bu not alma denemesi çalışıyordu fakat okumada ilerleyip geriden gelerek notlar almaya çalışınca hevesim kaçtı, takip edemez oldum. Daha önce Kayıp Zamanın İzinde’yi okurken de aynı şey olmuştu. Disiplinli bir not alma pratiği olmayınca olmuyor demek. Şimdilerde ikinci kurmaca(msı) kitabı Either/Or’u yayınlayan Elif Batuman’ı okurken bu not almanın nasıl çok sistemli bir şekilde yapılabileceğine tanık oluyorum ama işte yapabilmek ayrı bir şey. Sanki Batuman hem yaşadığı hem okuduğu her şeye dair sürekli not almış, sonra bunları bir araya da bir kitap fikriyle getirebilmeyi başarmış. Yazmayı -ve okumayı, gözlemlemeyi- bir geçici bir hevesle değil de ciddiyetle takip edebilmiş, ne mutlu. Ben not almaya boşverip ikinci cildi okudum, A. ile yaptığımız kitap kulübümüzde konuştuk romanı. En azından kitaplardan aklımda kalanları ve konuştuğumuz birkaç şeyi not edeyim diye düşündüm. Belki ileride yine yapacak bir şeyim olmadığında 245. sayfada bıraktığım yerden tekrar sayfa sayfa takip etmeye çalışırım.
Aziz’in iki (ya da üç?) kuşak ailesiyle tanıştım. İlk ciltte aileden olan ana kişiler Aziz, abisi, annesi, babasıydı. Sarılık Tekkesi’nde ayı ve Hasan Efendi, Aziz’in en büyük velisi Baba, Baba’dan ayrıldıktan sonraki cemaatten, sözleri çok romana sızmasa da Kemaleddin Efendi, bir türlü olduramayan öğretmen Nazif Bey merkeze yakındı. İkinci ciltte devreye Aziz’in eşi Tevhide ve iki çocuğu Adil ve Alev girdi. Aziz’e İstanbul’da yol gösteren, baba figürlerine bir yenisini ekleyen Nuhu da sürekli merkeze yanaşıp uzaklaştı.
Aşağı yukarı, Aziz’in on beş yaşından emekliliğe (öyle diyelim, kitabın adına hürmetle) varan hayatında kendi yaşadıkları, düşünceleri ve bu saydığım yakınlarının başından geçenleri okumuş oldum. Eski kitaplarında da olduğu gibi, aforizmacı yazar bin sayfa boyunca sürekli altını çizmeye ya da bir şekilde şimdi geçse de sonra bir vakit tekrar kitabı elime alıp tekrar tekrar okumak istemeye dair baştan çıkarıcı cümleler ve paragraflar yazmıştı. Bütün bir Haziran ayı, Şule Gürbüz heyecanı ve merakıyla geçti okuma dünyamda. Sağolsun, var olsun.
Belki sayfa sayfa takibe devam edecek hevesi bulamadım ama yine de çok vakit geçmeden ve unutmadan Kıyamet Emeklisi’nden aklımda kalanları, ürpertici olayları, sormaya çalıştığım soruları, bir türlü oldurulamayan hayatları, kitaptaki anlatıcı soru(s/n)unu, Gürbüz’ün kesin daha bilgili birileri tarafından yazılacak kadınlık/erkeklik kabullerini ve yine dayanamayıp kopyala yapıştır yapacağım pasajları not etmeye devam edebilirim. Ondan önce kitaptan bir alıntıyla bu parçayı kapatayım. Bu kısım bana yazarın nefesini bir adım arkamda hissettirdi.
Alıntı Walser ile ilgili, kısa bir isim geçirme ve alıntıcılık eleştirisi, ama aniden geldi. İsviçreli Robert Walser’i sanırım yürüme meselesi üstünden Geçgin – Gürbilek sıçramasıyla duyup okumuştum. Öyle değilse de bir yerde Jakob von Gunten’den bahsedildiğini görmüş olmalıyım. Okuduğum gibi dost belledim, Türkçede çevrilen her şeyini okumuştum. Geçenlerde aldığım ama henüz okumadığım iki İngilizceye çevrilmiş kitabı da var, onlarla devam edeceğim, bir gün. Bu blog’a Walser hakkında yazan kişilerin alıntılarını da koyuyordum çünkü biraz bakınca ilgimi çeken başka yazarların da Walser’le ayrıca ilgili olduğunu fark etmek bana seçkin üyeleri olan bir okur cemaatinin parçası olduğumu hissettirmişti: Benjamin, Canetti, Özlü, Sebald, Lerner. Belki burada Walser dediği Robert Walser değildir bile, adını söylememiş, Martin de olabilir. Her neyse, anlatıcı ya da Adil sert çıkmış böylesi bir papağanvari ilgiye:
“… Adil herkesin çıkmak istediği, girmemek için direndiği hastanede yatmak istemişti. Babasının yüzüne bakamıyor ama utanmaktan ziyade başka, daha evvel bilmediği bir duyguya girmiş gibi onu babasından kaçıran … da kaçıyordu. “Baba beni burada bırak git lütfen,” diyor başka şey demiyordu. Aziz “Oğlum, bir tanem, kurban olayım anlat bana biraz, ucundan olsun, nedir, inan sadece dinleyeceğim,” diyor ama Adil 23 sene sonra başlayacak bir konuşmada kendini konuşmacı olacak takatte bulamıyordu. “Baba ne anlatayım Allah aşkına bunca sene geçti, ben de bilmiyorum ki inan hiçbir şey bilmiyorum. Sence ben ne bilebilirim, işte herkes gibiyim hem perişan hem hayatta hem kendi hakkında anlatacakları başkalarının hayatları hakkındaki alıntılardan cümlelerden ibaret. Onlar da belki bulup yakıştırıyor. Sen haklısın, kitap okuyanın çoğunun derdi bu. Ama ben bunu yapmak istemiyorum, Walser’den duyduğumu benim saymak istemiyorum, emin değilim hem hiçbir şeyden. Sen işine bak,” diyor, sonra uzun suskunluklara gömülüyordu.” (s. 443, 2. cilt).