Sigmund Freud, Totem ve Tabu, çev. Kâmuran Şipal, Say Yayınları, 2017, 2. basım [1913].
Ensest (Yasaksevi) Korkusu
Freud, “Ensest (Yasaksevi) Korkusu”nda totemizm sistemini benimsemiş ilkel topluluklarda ensest yasağının totemler dolayımıyla gerçekleşmesine dair savını sunup, örneklerle açıklar. Büyük ölçüde Frazer ve Lang’ın eserlerinden yararlanarak, totemci topluluklarda ensest yasağının kan bağı yerine aynı toteme mensup kişiler arasındaki cinsel ilişkilere getirilen bir yasak olduğunu gösterir. Öyle ki, bu yasağın basit bir topluluk kuralı olmasının ötesinde, cezasının oldukça ağır ve bizzat “toplumsal örgütlenmeleri[n] söz konusu amaca hizmet eder görünmekte ya da ona ulaşılmasıyla ilgili” (s. 28) olduğunu iddia eder.
Bir hayvan, bitki veya doğa gücü olarak seçilen totemler, dinsel ve toplumsal sistemlerin olmadığı ilkel topluluklarda koruyucu, yardımcı, “geleceği gören” güçlerin atfedildiği türler/varlıklar anlamına gelir. Hem ceza hem de şenlik eylemlerinin kaynakları: anne veya babadan çocuklara geçen totemler, bir bölgede çeşitli sayıda olabilen, direkt bölgelere bağlı olmayan güçler. Freud’un kısaca “Aynı totemden gelen klan mensupları birbirleriyle kan akrabasıdır, hepsi bir aile oluşturur ve bu ailede en uzak akrabalık derecelerine mensup üyeler arasında bile cinsel ilişki kesinlikle yasaklanmıştır” (s. 33) diye belirttiği üzere totem akrabalığı, totemci topluluklarda kan akrabalığının yerine geçmektedir. Bu yerine geçişin sebebi üzerine Freud, Frison’un “grup evliliği” tezi çerçevesinde bir açıklama getirir. Dilin de kişiler arası olmaktan çok kişi-topluluk ilişkisi üzerine yapılandığı totemci topluluklarda, kendi annesi/babası dışında annesi olabilecek herkesi kardeşi bilen kişilerden oluşan kabileleri dev “olası” aileler olarak düşünebileceğimizi söyler.
Freud, ensestin ötesinde evlenme sınırlamalarının da başlıca olarak totemlerden yola çıkılarak oluşturulsa da, etrafında biriken karmaşık diğer kurallarla da ilişkili olduğunu ifade eder fakat bu diğer kuralları detaylandırmaz. Modern toplumlarla ilkel toplulukları karşılaştırdığındaysa, ilkellerin ensest konusunda duyarlılıkları ve geniş çaplı kuralları benimselerini modern topluma göre daha “ayartıcı” bir ortamda yaşamalarıyla açıklar.
Çocukların ebeveynleriyle, kardeşlerin birbirileriyle ve damatların kayınvalideleriyle cinsel ilişkiye girmelerini önleyici topluluk pratiklerini örnekledikten sonra görece tartışmalı bir alan olan, yine kan bağı içermeyen (sanal bağ), damat-kayınvalide arası kaçınma (avoidance) pratikleri üzerinde durur. Sevgi ve düşmanlık duygularının iç içe geçtiği ambivalans özelliği taşıyan bu ilişkinin kayınvalide/anne için üretebileceği yasak sevgi ve bunun bastırılması üzerinden örnekle, çalışmasındaki ana tezlerden birisi olan nevroz ve ensest yasağı arasındaki ilişkililiği öne sürer. Psikanalizin kavramlarını bu noktadan itibaren işe koşan Freud, içinde daima psişik çocuksallık barındıran (enfantilizm) nevroz için ensest yasağının belirleyici bir önemi olabileceğini iddia eder. Polemikçi sonuç bölümündeyse bu ilişkiyi eleştirenleri bilinçdışına ittikleri ensest isteklerinden nefret duyan kişiler olmalarına bağlar.
Tabu ve Ambivalans (Duygu İkircikliği)
Tabu ve Ambivalans bölümü, Freud’un da ifade ettiği üzere oldukça karmaşık bir kavram olan “tabu”nun açıklanmasına giriş bölümüyle başlar. Kısaca “kutsal, kutsanmış” ve “netameli, tehlikeli, yasak, temiz olmayan” olarak tanımlanan tabu, bu ikircikliğin de ötesine geçen çok daha geniş bir anlam ihtiva eder. Freud sözcüğü “kutsal çekinge” ile örtüştürmesinin ardına ne dinsel, ne etik bir buyruk olan tabunun anlaşılmaz olmasına rağmen doğal karşılandığının altını çizer. Çalışması boyunca referans verdiği Wilhelm Wundt’un “tanrılar öncesi, sözlü yasalar topluluğu” olarak tanımını andıktan sonra antropolog Northcote W. Thomas’ın tabu tartışmalarını alıntılar. Thomas’ın ifadesiyle tabu, kişi ve nesnelerde bir kutsallık/kirlilik, bununla ilişkili yasaklar, yasakların delinmesiyle oluşan kirlenmişliği/kutsallığı içerir. Topluluk yaşamında tabular çeşitli yollarla bir koruma işlevini yerine getirirler. Çiğnendiğini kendi intikamını başlarda kendisi alan tabu, zamanla suçlunun toplumca cezalandırıldığı bir ortama evrilmiştir. Tabunun içerdiği bulaşıcı güç, çiğneyen kişinin kendisinin de tabu olmasına neden olur. Tabunun kaynağında ise Thomas “İnsanlarda ve ruhlarda bulunup, cansız nesneler yoluyla başkalarına aktarılabilen kendisine özgü büyüsel majik güç” (s. 55) olduğunu öne sürer ve Kral – Bakan – Vatandaş üçlüsü arasındaki hiyerarşik “mana” güçlerini örnekler. Tabular sürekli (ölüler) veya geçici (savaşa gidiş öncesi) olabilir.
Bu tabu tanımı Freud’u yasak, yasağı çiğneme, el çekme, suçluluk, kendini uzak tutma, cezalandırma süreçlerine tartışmalarına açılmasını sağlar. Fakat tezlerini geliştirmeye başlamadan önce, tekrardan tabu ile ilgili kaynakçaya, bu kez Wundt’un çalışması üzerinden döner. İlgisini tabuya yöneltmesinin sebebiniyse, çalışmanın ileriki bölümünde daha açıkça ifade edeceği üzere şöyle temellendirir:
İçimizde öyle bir sezgi var ki, Polinezya ilkellerinin tabuları ilk anda inanacağımız gibi bizim fazla uzağımızda değildir; uymakla yükümlü olduğumuz geleneksel ve ilkel tabuyla bir akrabalığı barındırmaktadır ve tabunun açıklığa kavuşturulması bizim bilinmeyen o “kategorik buyruk”u da bir açıklığa kavuşturacaktır. (s. 58)
Wundt’a göre, “kültle ilintili belli objelere ya da bunlarla bağlantılı davranışlara karşı duyulan ürküntünün kendini açığa vurduğu bütün gelenek ve görenekleri“ (s. 59) kapsayan tabu daima kısıtlamalar ve tehlikeler içerir. Totemizm (ve Freud’un çalışmadaki son büyük tezi) ile ilk bağlantı bu noktada kurulur: “hayvanların öldürülmesini ve yenmesini yasaklayan tabunun totemizm’in çekirdeğini oluşturduğu” (s. 59) fikrini Freud Wundt’dan devralır. Fakat, şeytani güçlerin etkisinden korkma olarak ifade edilen tabularının kökenlerini cin/şeytan inançlarına dayandıran Wundt’u eleştirerek, bunların da kökenine inilmesi gerektiğini iddia eder. Wundt’un aksine, Freud’a göre “inanç” bir ilk durum olmaktan ziyade bir yapıntıdır. Öte yandan, ikircikli anlamlara sahip tabu korkusu zamanla saygı ve nefret içeren bir ikili anlama daha ulaşır. Freud bu noktada, psikanalizdeki “bastırılanın geri dönüşü”ne göz kırpan bir mit önermesini, çalışmanın bir diğer önemli referansı olan Frazer’dan alıntılar ve psikanalizin alanına bu sıçrayışla geçer:
Mitolojide bir yasa vardır, arkadan gelen daha yüksek bir aşama tarafından yenilgiye uğratılıp geri plana itilen önceki aşama, sonraki aşamanın yanında, daha bir alt düzeyde yaşamını sürdürür, bunun sonucunda da daha önce saygı konusu yapılan nesneler nefret edilen nesnelere dönüşür. (s. 62)
Freud, “saplantı nevrozu” hastalarını kendi tabularını üretip, bu tabulara inanan ilkellere benzer bir biçimde inanan kişilerle koşutlar. İki durumda da yasakların kaynağı belirsizdir, belli bir anda ortaya çıkarlar, yol açtıkları korku varlıklarını sürdürmelerine yol açar. Saplantı nevrozlularda yasağın çiğnenmesi sonucunda çevreden birilerinin bundan zarar göreceği inancı barındırılır ve buna karşı bir “vicdan” üretilir. Bir diğer ortaklık olan “dokunma yasağı” da nevrozlularda fiziksel objelerden düşüncelere “kayganlık” eğilimi gösterir. Nesneden nesneye “bulaşan” bu kayganlığın, nevrozlularda bir “katlanılamazlık” hali ürettiğini gözlemler Freud. Ek olarak, nevrozlularda tabuda olduğu gibi yaşamdan el çekme, yasaklar koyma ve yasağın çiğnenmesi düşüncesine karşı seremoniler (yıkanma gibi) söz konusudur.
Temas fobisi ile örneklenen saplantı nevrozundaki ambivalent tutum (dokunma korkusu ve içgüdüsel isteği) aracılığıyla Freud, hastalarda ilk etapta bastırılan (represyon) ve unutulan (amnezi) yasakların bilinçaltında gizlice varlıklarını koruduklarını vurgular: “sürekli diğer objelere kayarak içine kapatıldığı yerden kurtulmaya, yasaklanmış isteğin yerini tutacak başka objeler, başka davranışlar ele geçirmeye çalışırlar” (s. 68). Ek olarak, saplantısal davranışlar git gide daha çok başlangıçta yasaklanmış eyleme yaklaşma eğilimi gösterir. Bu paralellikler Freud’un şöyle bir çıkarım yapmasına imkân verir: tabu topluluklarında da, tıpkı nevrozlularda olduğu gibi yasaklar karşısında onları çiğnemeye dair istekler bulunur fakat bu çiğnemeden korkarlar. Bu istekler ise toplumun bilinçdışında yaşamaya devam eder. O hâlde tabu yasaklarının en eskilerinden olan (i) totem hayvanını öldürmemek ve (ii) karşı cinsiyetteki totemdaşlarla cinsel ilişki yasağı “insanların en eski ve en güçlü istekleri” (s. 70) olabilir.
Tabunun “bulaştırılabilir” ve “ayartıcı” özellikleri onu cezalarla kısıtlama yoluna gidilmesini sağlar. Freud burada bulaşan şey olarak “mana” kavramını öne sürer. Mana bir nevi, kişinin/nesnenin içinde barındırdığı majik/büyüsel güçtür. Bu mana bir yandan yasakların varlığını hatırlatırken öte yandan onlarıu çiğnemeye ayartır. Freud kısaca, ileride geliştireceği üçlü id, ego, süperego yapısının iç ve dış kısmını nevroz ve tabu ilişkisinde önceler gibidir:
[T]abu dışarıdan (bir otorite tarafından) zorla insana kabul ettirilen ve insanın içindeki en güçlü isteklere karşı duran alabildiğine eski bir yasaktır. Bilinçdışında ise yasağı çiğnemeye yönelik son derece güçlü bir istek varlığını sürdürmektedir; tabu yasaklarına uyan insanlar, bu yasaklara karşı ikircikli (ambivalent) bir tutum sergiler. Tabuya mal edilen majik (büyüsel) güç, insanları ayartabilme özelliğinden kaynaklanır; bir salgın hastalık gibidir bu özellik, hastalığa yakalananlar başkalarına örnek olup, hastalığı onlara da bulaştırır, çünkü bilinçdışındaki yasak istek bir nesneden ötekine geçebilmektedir. Tabu yasağına aykırı davranışın bedelinin elde bulundurulan bir şeyden el çekmekle ödenecek oluşu söz konusu el çekişin tabu yasağına uymanın temel nedenini de oluşturduğunu gösterir. (s. 73-4)
Nevroz ve tabu arasındaki bu ilişkilerin saptamasına dayanarak, Freud, saplantı nevrozunu doğuran koşulların tabu için de geçerli olduğunu kanıtlama çabasına girişir. Bu sayede bir kökensel edimi ortaya çıkarmayı amaçlar. Nevrozda olduğu gibi tabuda da ambivalansın varlığını ortaya koymak için Frazer’ın çalışmasından düşmanlara, kabile reislerine ve ölülere ilişkin tabuları seçerek örnekler.
Vahşi ve yarı vahşi kabilelerde düşmanlarla savaş ve düşmanı öldürme edimi sonrasında, öldüren kişilerin uymak zorunda olduğu tabuları “1) Öldürülen düşmanla uzlaşma, 2)Yaşamsal sınırlamalar, 3) Kefaret ve arınma eylemleri, 4) Bazı seremoniyel önlemler” (s. 76) olarak dört grupta özetledikten sonra tek tek bu tabulara ve çiğnenmeleri durumunda kişileri beklediğine inanılan felaketlere dair pek çok farklı kabileden örnekler verir. Düşmanların ruhundan duyulan korkular; safi hasmane duyguların yanına eklenen saygı, vicdan rahatsızlığı vb. karmaşık duygular; savaş sonrası dışlanmalar, kirlenmişlikler, arınmalar; düşmanlardan bulaşabilecek büyüsel güçlere ve kirlenmişliğe dair yasaklar vb. pratik örnekler, önceden altı çizilen teorik tartışmaların antropolojik ampirik verilerle desteklenmesini sağlar.
Benzer şekilde yöneticiler/kabile reisleriyle kurulan ilişkiler de basit bir hiyerarşi ve tabiyet mekanizmasından çok daha karmaşık ilişkiler ağının altını çizer. Çelişkili bir ilke olarak yöneticileri korumak ve yöneticilerden korunmak olarak özetlenebilecek bu durum ilkellerde yönetici ile temastan kaçınma ile beraber yöneticinin temas ile koruyuculuğunu ifadesi arasında bir ambivalans yaratır Freud’a göre. Bu bölümde Freud’un kral, reis, rahipleri tabu oldukları için uzak ve korunaklı kalelerde yaşadıkları iddiasını sunması (s. 85), yine aynı yöneticilerin pozisyonlarının mutlak olmayışı iddiası ve görevlerinde başarısız olduklarında kolayca yerlerinden edilebilecekleri gözlemi (s. 86) ve son olarak da kendisine tabi olanlardan çok yöneticilerin baskı altında oldukları savı (s. 87) Freud’un en eleştirilebilir ve radikal iddialarından biridir bu bölüm için. Bunları örneklerken, kabilenin yöneticilerine yaptıkları yer yer işkenceci karakterler kazanabilen seremonisel pratikleri kullanır. Böylesi bir okuma Freud’u kral olma halini âdeta bir cezalandırma eylemi olarak okumaya kadar götürür -bu cezalandırmanın yanında başka “ayrıcalıklar”ın da geldiğinin altını çizerek. Buradan yola çıkarak Freud, kabile üyesi ve reisi arasındaki ilişkiyi, yine saplantı nevrozuyla benzeterek aşırı sevecenlik ve düşmanlığı barındıran bir duygu ikircikliği olarak değerlendirir.
Böyle durumlarda aşırılığa vardırılmış sevecenlik duygusuyla bastırılan düşmanlık duygusunun sesi kısılıyor, sevecenlik duygusu ise bilinçdışındaki karşıt duyguyu başka türlü baskı altına alamayacağı için, kendisini endişe duygusu olarak açığa vuruyor ve saplantı niteliği kazanıyor. . . Ayrıcalıklı kişilere karşı sergilenen bir davranış söz konusu olduğunda, bu kişilere gösterilen derin saygının, hatta kendilerini Tanrı yerine koymanın karşısında yoğun bir düşmanlık duygusunun bilinçdışında varlığını sürdürdüğü, yani burada da beklediğimiz gibi ikircikli duygusal bir tutumun gerçekleştiği sonucuna varabiliriz. Kral tabusunun nedenleri arasında yer alan güvensizlik duygusu da, aynı bilinçdışı düşmanlığın daha dolaysız bir dışavurumudur. (s. 93)
Böylece yönetici tabusu ile ilgili bir başka radikal iddia olarak, Freud kabile büyüklerinin hınç ve öfke nesnesi olan kişinin seremonisel törenlerle birlikte kabile reisi olarak seçildiğini öne sürer. Devredilen güçle birlikte tepede konumlanan kabile reisiyle kurulan ilişki içinse bir diğer psikanalitik kavram olan “takip hezeyanı” kullanılır. Aşırı güçlerle donatılan figür, gücü ona atfedenlerde sürekli takip edildikleri, davranışlarını bu durumun uyarınca konumlamaları gerektikleri duygusunu uyandırır. Bu noktada reis ve kabilesi arasındaki ilişki çocuk ve baba arasındaki ilişkiyle koşutlanır. Bilinçli olarak verilen güç, bilinçdışındaki güvensizlikle birlikte yürür Freud’a göre; bu da yöneticiye karşı davranışların (hem yücelten hem kısıtlayan seremonilerin) doğasına ambivalans katar.
Düşmandan yöneticilere geçen örneklemsel şema, son kertede ölüler ile sonlanır. Freud bu üçlü yapıyı “ölüler güçlü birer hükümdardır. Ama öte yandan onlara düşman gözüyle bakılmasına da şammamak elde değildir” (s. 96) diyerek birbirinin içine geçirir. Ölülerle ilgili ilk öne sürdüğü tabu, kirlenmişlik ve bu kirlenmişliğin ölen kişinin eşyaları, yakınları, dilsel aktarımda vücut bulan ismi vb. mana içeren bağlar aracılığıyla bulaşıcılığı ve bundan kaçınma pratikleridir. Bu noktada ilk bakışta ölüye üzülme olarak düşünülebilecek “yas” pratiği de –Freud çokça altını çizmese de– kültürelleşir ve tabunun alanına girer. Dul kalan kadının ayartıcılık ihtimali ekseninde tabulaştırılır. Freud’un isimden yola çıkarak dile atfettiği tabusal özellikler, sonradan pek çok araştırmacının Totem ve Tabu’da “dil”e dair tartışmalar bulmasında bu bölümün etkili olduğu öne sürülebilir.
Wundt’un ölü ruhun şeytanlaşmasına dair bir inanç sebebiyle korku uyandırması düşüncesi, Freud’un yorumuyla ölünün vücudunu terk ederek gelmesinden kurtulma amaçlı seremonilerin üretimine yol açar. Bu noktada çok sevilen birinin ölümü ardına birden düşmanlaşması gibi bir durum ortaya çıkar. Fakat önceki bölümlerde anıldığı üzere bu düşmanın yine de bir saygıyı içinde barındırdığı unutulmamalıdır çünkü bu zincirleme süreç Freud’un ana tezinin de bel kemiğini oluşturur. Ölülere dair gözlemleri Freud’u bir kişiye beslenen bir diğer ikircikli duygu olan sevme ve öldürme isteğini tartışmaya yöneltir. Baba ile kurulan ilişkide sıkça öne çıkan bağ ve nefretin iç içeliği ölümlerin sonrasında da açığa çıkar.
Ne zaman belli bir kişiye güçlü bir bağ söz konusuysa, hemen her zaman böylesi derin bir sevginin arka planında, seven kişinin bilinçdışında kendisinden gizli yaşayıp duran bir düşmanlıkla karşılaşılır, bu da insanın duygularında bir ambivalansın (duygu ikircikliğinin) varlığını gösteren klasik bir örnektir, ambivalansın bir prototipidir. (s. 108)
Freud’a göre, bilinçdışında gizli bulunan (latent) bu nefret, kişinin ölümü ardından bir memnunluk duygusu olarak düşmanlıkla bütünleşir. Ölüyü düşman bellemek, yaşayan kişiye duyulan nefretin nesne üzerinde kaydırılmasıdır. Freud psikanaliz terimleriyle bu durumu bir kendini savunma mekanizması olarak projeksiyon (yansıtma, dışyansıtım) olarak isimlendirir. Nefretle mesafelenme bu sayede sağlanır. Ölen kişi savunmasız kaldığı için doyum çabalarının ona yöneltilmesinde korkulacak bir şey kalmamıştır ayrıyeten Freud, doğal yollardan ölen veya öldürülen kişi arasında da bir fark olmadığına, ikisinin de düşmanca istekler tarafından öldürüldüğünü iddia eden Westermarck’ı doğrular. Bu sayede Wundt’un kötü ruhlara atfettiği düşmanca duyguları Freud bilinçdışına taşır. Kısaca ifade etmek gerekirse, ölen kişilere atfedilen kirlenmişlik, kötülük vb. nosyonlar Freud’a göre bilinçdışındaki nefretin korunaklı bir biçimde açığa çıkmasından başka bir şey değildir.
Bir diğer önemli iddia olarak, Freud, toplumsal bağın bir projeksiyon olduğu iddiasını öne sürer:
İçsel algılarımızın dışyanısıtımı ilkel bir psişik mekanizmadır; bu mekanizma, örneğin duyusal algılarımızda da aynı işlevi görür, dolayısıyla dışımızdaki dünyanın şekillenmesinde dışyansıtım diğer ruhsal mekanizmaların hepsinden çok pay sahibidir. (s. 113-4)
Bu iddianın ışığında ilkeller nasıl projeksiyon yoluyla bir dış dünya kurdularsa, Freud da bu dış dünyayı psikolojinin araçlarıyla çözümlemeyi amaçlar. Cin vb. kötücül güçler Freud’a göre içteki duyguların bir projeksiyonunu ve animistik dünya görüşünün bir parçasını oluşturur. Psikanalitik bulgulara göre nasıl hayalet korkusu anne/baba ile ilişkiden ileri geliyorsa yaşayan ölülerle ilişkisi de bir saygı ve korkuyla birlikte varolur. Bu noktada Freud, bir kez daha, Wundt’un tabunun ikircikli anlamında “pis” olanın “kutsal” olana sonradan eklemlendiği iddiasını reddederek, kutsallık ve kirlenişin aynı anda, diğer pek çok çift/karşıt anlamlı sözcüklerde olduğu gibi bir arada bulunduğunu öne sürer.
Tabuya dair bu tartışmalar Freud’u tabudan yola çıkarak “vicdan” kavramını sorgulamaya yöneltir. Bilincin ilk olarak tabusal vicdan ile ortaya çıktığına dair tezini, vicdanı “içimizde yaşayan belli isteklerin uygunsuzluğuna ilişkin iç algı” (s. 118) olarak tanımlayarak geliştirir. Vicdan kavramıyla ortaya çıkan, yine yasak, ondan kaçınma ve suçluluk duyguları olur. Yasaklara dair bu çıkarım, yasanın varlığının kesinlikle o yasayı üreten bir istekten (Enriquez’e göre ise edimden) ortaya çıktığını kanıtlar Freud’a göre. Bu noktaya kadar anılan bütün teorik ve pratik yasaklar, içgüdüsel olarak onları delmek isteyen güçlerden dolayı ortaya çıkmaktadır. Fakat bilinçdışı dürtüler dışavurulduklarında –kaydırma mekanizmalarında anıldıkları üzere– başka kişiler ve ilişkilere kaymış olabilirler. Freud bu dışavurumların analizinin kültürel gelişimi anlamak açısından önem arz ettiğine inanır.
Geride bırakılan nevroz/tabu benzerliklerinin ardına önemli bir ayrım koyar Freud: nevrozda yasak eylemler delindiğinde bir başkası cezalandırılırken, tabularda bizzat yasağı delen kişi cezalandırılır. Nevroz cinsel kökenli iken tabu bunun ötesinde sosyal kökenler de barındırır. Sosyal güdüler ise “bencil ve erotik bileşenlerin oluşturduğu özel birimlerdir” (s. 124).
Animizm, Maji ve Düşünsel Her Şeye Gücüyeterlik
Freud, önceki iki bölümde olduğu gibi bu bölümde devreye yeni antropolojik (animizm) ve psikanalitik (düşünsel her şeye gücüyeterlik) kavramların ortaya koyuluşu ve ilişkilendilirmesiyle başlar. Ruhsal tasarımların ve ruhsal varlıkların öğretisi olarak tanımlanan animizm, varlıklara bedenlerinden ve fizikselliklerinden bağımsızlaşmış ve ussal etkinliklerin taşıyıcısı olarak atfedilen bir “ruh” atfedilmesi düşüncesini içerir. İnsanlığın düşünsel gelişiminin animist (mitolojik), dinsel ve bilimsel olarak üç döneme ayrılabileceği görüşüne yer veren Freud ise animizmi bir “ilk psikolojik kuram” olarak kabul eder. Bu noktada üç dönemdeki dünyayı anlama eğilimin safi bir bilme ihtiyacı olmaktan öte, “[d]ünyayı pratikte egemenlik altına alma gereksinimi” (s. 132) ile açıklayarak animizmden maji ve büyülere geçiş yapar. Ruhları etkileme sanatı olarak büyü ve ondan daha önce ortaya çıkan, daha özel yöntemler içeren maji de dünya üzerinde irade kurmak, kabile bireylerini koruyup düşmanlara zarar vermek amacıyla ilkellerde sıklıkça başvurulan yöntemlerdendir.
Yaygın bir majik yöntem olarak voodoo bebeklerinde olduğu üzere, düşmanın –ona benzemesi gerekmeyen– bir kopyasının yapılıp o kopyaya kötülük edilmesi; tarlada gerçekleştirilen cinsel birleşme ile yağmur yağdırılacağı; bir yaraya yol açan silahın yaranın akıbetini belirleyebileceği gibi inançları örnekler Freud. Frazer’ın ilkellerde “düşünsel bir ilişkiyi gerçek bir ilişki olarak görme yanılgısı” olarak ifade ettiği ve kurduğu dair ikili formülasyonu –kontagiös (bulaşıcı) ve imitatif (öykünümsel, taklidi)–üzerinden, majiyi psikanalitik kavramlarla ilişkilendirir.
İlkellerin isteklerinin güçlerine duyduğu güveni, Freud, öncelikle çocuktaki halisünasyon ve oyun oynarkenki doyuma kavuşma süreçleriyle benzeştirir. Temaş çağrışımına dayanan bulaşıcı maji sisteminin psişik eylemlere yayıldığı; istek ve iradeye verilen önemden kaynaklandığını belirtir. Maji ve animistik düşünce tarzını yöneten ilkeyi ise, saplantılı nevrozlarda sıklıkla karşılaşılan “düşünsel her şeye gücüyeterlik” olarak sabitler. Yaşantının yerine düşüncenin dümeni devraldığı bir “nevrotik rayiç”tir sözünü ettiği. Saptalantı nevrozlu kişilerin pek çok eylemden kendilerini sorumlu tutuşlarından türeyen suçluluk ve bunun bilinçdışında “ölüm isteği” ile ilişkilendirilmesi düşünceye olan aşırı inancın bir örneğini oluşturur.
Freud, nevrozun yanı sıra, majinin psikanalitik kuramda benzeşebileceği bir diğer dönem olarak çocuk gelişimindeki otoerotizm ve obje seçimi evrelerinin arasındaki dönem olan narsistik evreyi öne sürer. Burada dürtünün yönelimi objeye kayar fakat bu obje henüz dışarıda değil, bizzat kişinin kendi bedeninde bulunur. Burada yola çıkarak ise ilkellerin tarihsel gelişimiyle bireyin psikolojik gelişimi arasında bir bağıntı öne sürer:
İlkellerde düşünsel her şeye gücüyeterlik inancını narsisizmin varlığını gösteren bir kanıt sayarsak, insanlardaki dünya görüşünün zaman içindeki aşamalarını, bireydeki libido gelişiminin aşamalarına benzetebiliriz. Bu durumda animistik evre gerek içerik, gerekse zaman bakımından narsisizm aşamasına, dinsel dönem belirleyici özelliğini anne ve babaya bağlanımın oluşturduğu obje seçimi aşamasına, bilimsel dönem ise bireyin haz ilkesinden tümüyle el çektiği ve realiteye uyum sağlayarak sevi objesini dış dünyada aradığı olgunluk aşamasına karşılık gelecektir. (s. 147-8)
Tam da bu alıntının ardına Freud günümüz toplumlarında “düşünsel her şeye gücüyeterlik”ın varlığını ancak sanat alanında koruduğunu söyler –Enriquez bunu ileride “politika sanatı” olarak genişletecektir. Sanatçının büyücüye benzetilişi her ne kadar güçten düşmüş olsa da sanatta arzuların majik amaçları da içinde barındırarak, gündelik hayatta ifade edil(e)meyenleri açığa vurduğu öne sürülebilir.
Bir çeşit “dışyansıtım” olarak okunabilecek “sanat” şerhinin ardından, Freud, bu bölümün önemli kavramlarını özetleyerek ana problematiğine geçişinin zeminini hazırlar. Animizmi gerçek nesneler üzerine ruh yaşamının yasalarının yansıtılması olarak ifade eder. Animizm ve maji ile birlikte bir dinin oluşumunun yolu açılmaktadır. İlk edim arayışını, şu sözlerle önceler “İnsanın ortaya koyduğu ilk kuramsal çalışma olan ruhların yaratılması, uymak zorunda olduğu ilk etik kısıtlamalar, yeni tabu yasakları gibi aynı kaynaktan doğup çıkmış olacaktır” (s. 151). Kültürel yaratıları narsisizme karşı koyma çabaları olarak değerlendirir. Toplumsal olayları ve dış dünyayı bilinçli ve bilinçdışında deneyimlenen olaylar olarak birlikte okumanın gerekliliğini vurgular. Bayılmanın “kendinde olmama” olarak ifade edilmesi ve düşler dünyasını anıştırarak bilincin ön ve arka odaları arasındaki ilişkiler hesaba katıldığında batıl inanç ve tabuların sorgulanamaz, kaynağı belirsiz yasalarının ötesinde “bazı semptomatik ‘davranışların’ sezgisini bulmamız gerekmiyor mu” (s. 159) diye sorar.
Çocuklukta Totemizmin Dönüşü
Bu son bölüm, Freud’un totemizme dair literatürü bir kez daha eleştirel bir perspektiften özetiyle başlar. S. Reinach’ı kendi öne çıkardığı özellikleri geri plana itmesiyle eleştirirken ve J. G. Frazer’ın klan totemi araştırmalarını, psikanaliz aynı gözlemlerden farklı sonuçlara ulaşsa da öğretici bulur –zaten Freud’un bu çalışma boyunca başlıca referans verdiği, ilkellere dair düşüncelerini temellendirdiği yazar Frazer’dan başkası değildir. Totemizm hem bir sosyal hem bir dinsel sistem olarak değerlendirilir. Burada Freud’un ana tezine gönderme yapan totemci tarih süreç şöyle özetlenir:
Totemler başlangıçta yalnızca hayvanlardan oluşuyor, kabiledeki ayrı ayrı klanların ataları sayılıyordu. Totemi öldürmek (ya da –ki bu da ilkel koşullarda aynı şeydi– etini yemek) yasaktı; totemdaşların kendi aralarında cinsel ilişkide bulunmaları yine yasak kapsamında yer alıyordu. (s. 171-2)
Freud’u bu bağlamda ilgilendiren başlıca soru, dışevlilik ve ensest yasağının hangi nedenlere dayandığı ve bunun totem organizasyonuyla nasıl bir ilişkisi içerisinde olduğudur. Bu uğurda, totemizmin kökenlerine dair üç ayırdığı kuramsal yaklaşımları inceler: nominalistik, sosyolojik ve psikolojik kuramlar.
Nominalistik kuramlar temelde, Garcilaso del Vega’nın savunduğu gibiü, isimlerin, klanların birbirilerinden ayrılmayı sağlaması sebebiyle kullanıldığı iddiasını içerir. Herbert Spencer da ismin totemizmi oluşturan öğelerden olduğunu ilkel dillerin az gelişmişliğinin ise kuşaktan kuşağa bu isimlere atfedilen yanlış anlamlarla bir tapınmaya evrildiği öne sürer. Andrew Lang da, isimlerin ortaya çıkışı ve sonrasında nasıl çıktıklarının unutuluşu ile isimler, aynı isimi ismi taşıyanlar arasındaki transandantal bağ ve kan akrabalığı inancının totemci organizasyonun kökenine işaret edebileceğini savunur.
Sosyolojik kuramlar altında Reinach ve Durkheim’ı örnekleyen Freud, bu düşünürler için totemci organizasyonun sosyal içgüdünün aşırı güçlendiği bir dönemde bir sosyal din işlevini gördüğünü, tapınmanın toplumsal organizasyona evrildiğini öne sürer. Frazer’a döndüğünde ise totemci sistemin “insanların doğal gereksinimlerini karşılamalarını düzenleyen tamamen pratik bir kurum” (s. 182) olarak görüldüğü bir “korporatif maji” okumasını anıştırır.
Psikolojik kuramlarda ise Freud, ilkel Aruntalar’da hamileliğe dair oldukça farklı bir varsayımdan yola çıkar. Hamileliğin cinsel birleşme ile ilişkisini yok sayan veya bilmeyen bu kabilelerde, eğer hamileliğe sebep olanın, hamileliğin farkına varıldığı anda ne düşünüldüyse (hayvan, bitki vb.) onun bedenden içeri girişi olarak inanıldığı kabul edilirse, totemle özdeşlik açıklanabilmiş olur. Böylelikle normal zamanlarda totemi yeme yasağı da, seremonisel ayinlerde bir özdeşleşme olarak totemin yenmesi de anlaşılabilir. Benzer şekilde G. A. Wilchen’in ölü bir ruhun bedenin içine göçü olarak değerlendirdiği veya Boas ve Hill-Tout’un atanın düşünde gördüğü bir ruhu gelecek kuşaklara bırakması gibi görüşleri de sıralar.
Totemci sistemin kökenlerine ilişkin bu sorgulamaların ardından Freud dışevlililiğin kökeni ve totemle ilişkisini tartışır. Durkheim totemin tanımı gereği bir kan bağı içermesi sebebiyle aynı totem içi cinsel ilişkinin yasaklandığını söyler. Westermarck ise ensest korkusunun çocukluktan başlayan ve birlikte yaşadığı kişilere karşı geliştirilen bir antipati duygusundan kaynaklandığını, yasanın da bu antipatinin bir dışavurumu olduğunu iddia eder fakat bu Freud’un “yasağı kuran istek/edim” teorisiyle birebir zıtlık içerir. Freud ensest korkusunun doğumsal bir içgüdü taşıdığı fikrini reddeder.
Bu literatür taramasının ardından, Freud, ilk olarak Darwin’in “insanların da başlangıçta maymunlara benzer şekilde aralarındaki en yaşlı ve en güçlü erkeğin kıskançlıktan ötekilerin diledikleri dişiyle cinsel ilişkide bulunmasını önlediği nispeten küçük sürüler halinde yaşadıkları” (s. 195) hipotezinden yola çıkarak alfa erkek modelini kabul eder ve kendi köken tespitini geliştirmeye koyulur. Bu hipotez, Freud’u dışevliliği totemci toplumun “öncesi”ne yerleştirmeye yöneltir, aile arası cinsel ilişki yasaklarının ise totemin yerleşmesiyle kılık değiştirerek totem içi yasaklara dönüştüğünü savlamasına olanak tanır.
Savının bir diğer geliştirilişi ise çocuklar ve ilkellerin hayvanlarla benzer ilişkisinde kurulur. İlk etapta, hayvanları kendine –tıpkı ilkellerin gördüğü gibi– çok yakın gören çocuklarda, Freud, sıklıkla bir hayvan fobisinin geliştiğini gözlemler. Küçük Hans’ın at korkusunu ve Ferenczi’nin çalıştığı küçük Arpad’ın tavuk korkusu, fetişleştirmesi ve özdeşleşmesini değerlendiren Freud, çocuklardaki hayvan fobisinin ebeveyne olan korkudan bu hayvanlara kaydırılmasıyla ortaya çıktığını tespit eder. Bu kaydırmalarda öncelikli amaç babaya olan ambivalant duyguların korku ile ilgili olanlarının objeye aktarılarak temizlenmesiyken Arpad’ın tavuklarla ilişkisinde olduğu üzere, kaydırılan objede aynı ambivalans yaşamını sürmeye devam eder. Freud çocukların hayvanlarla kurduğu bu ilişkileri totemistik ilgiler olarak yorumlar. Totemle kurulan ilişkide de Oedipus kompleksi ve kastrasyon korkusunun işlerlik gösterdiğini iddia eder.
Freud’un totem ve ensest yasağının kökenine inmeyi amaçlarken ortaya koyduğu analitik yönteminin bir sonraki adımı ise dinsel seremonilerdeki hayvan sungularının araştırılmasını içerir. W. Robertson Smith’in çalışmalarından faydalanarak totem yemeğiyle kurban sunulan Tanrı’yı ve dinsel/kutsal ayinlerin tüm dinlerdeki ortaklığından söz eder. Tarım öncesi toplumlarda Tanrı’ya yiyecek sunulurken, Freud’a göre tarım sonrasında yemeğin sıvı bölümü (önce kan, zaman içinde şarap) sunulmaya başlandı. Bu sungular ise bireysel ihtiyaçların tatmininden öte bir “toplumsallık” düşüncesinin de başat pratiklerinden oldu.
Freud, kurban ve sungu seremonisinde de ikircikli özellikler tespit eder. Smith’den alıntıladığı, son savına bağlanacak iki önemli tespit şöyledir: (i) Tanrı’ya sunulan hayvan, Tanrı ile aynı kandan/klandandır, (ii) totem hayvanı öldürmek tek tek kişiler için yasak olsa da, ancak bütün klan böyle bir eyleme girişirse izin dahiline girer:
Kurban ölümünde saklı kutsal gizem, katılımcıları hem birbirleriyle, hem tanrılarıyla birleştiren kutsal bağın ancak bu yoldan sağlanabilmesi, kurban olayını haklı bir eyleme dönüştürmekteydi.
Söz konusu bağ, kurbanlık hayvan etinde ve kanında bulunan, kurban yemeğiyle yemeğe katılanların hepsine geçen yaşamından başka bir şey değildir. Tarihin geç bir döneminde bile insanları birbirlerine karşı yükümlü kılan bütün kan ittifaklarının temelinde böyle bir düşünce yatmıştır. (s. 211)
Bu bulgular ışığında Freud totem hayvanının aslında babanın yerini tuttuğu iddiasını öne sürer. Totem hayvanının öldürülüşü, bunun bir şölen ile yapılması, öldürme ardından yas tutulması gibi pratikler çocuklardaki baba kompleksleriyle örtüşür. Darwin’den alıntılanan kıskanç ve muktedir babanın kısıtlarından; totemci organizasyondaki yasaklar, birlikler, pratikler ve totemin anneden çocuğa geçişi sürecine bir geçiş olup olamayacağı, bunun belli bir “kökensel edim”e bağlanıp bağlanamayacağı sorusu, Freud’un çözmeyi amaçladığı son ilmiği oluşturur. Freud bu soruya, kusursuzluk ve kesinlik aramanın beyhude olacağı şerhini düşerek, olduğu gibi aktarılmayı hak eden, araştırması boyunca değindiği bir çok konuyu içine yediren çarpıcı bir yanıt sunar:
Günlerden bir gün toplumdan dışlanan kardeşler bir araya geldiler, babalarını öldürüp etini yediler. Böylece ataerkil toplum düzenine son verilmiş oldu. Tek kişinin yapamayacağı bir şeyi oğullar el birliğiyle gerçekleştirmeyi göze almışlar ve üstesinden de gelmişlerdi. (Belki de kültürel bir ilerleme sonucu yeni bir silahın kullanımı kendilerine bu üstünlüğü sağlamıştı.) Öldürdükleri babayı yemeleri, yamyam barbarlar için doğal bir şeydi. Zorba ilk babanın, kardeşlerden her biri için hem kıskanılan, hem korkulan bir model oluşturduğu kuşkusuzdu. Yaşamına son verdikleri babalarını yiyerek onunla özdeşleştiler, kardeşlerden her biri babasının gücünden birazını kendisine mal etti. Belki de insanlığın ilk şöleni sayılan totem yemeği, toplumsal düzen, etik sınırlamalar ve din gibi pek çok şeyi başlatan o üzerinde düşünülmeye değer canice eylemin yinelenmesi ve anılmasıyla ilgili bir törendi. (s. 216)
Tam da bu öldürme ve yeme edimi psikanalizde çocuğun babaya duduğu birbiriyle çelişen nefret ve sevgi duygularını anıştırır. Sevginin ve yasağı delmenin karşılığındaysa baba katili çocuklarda bir pişmanlık duygusu başgösterir. Güç sahibinin öldürülmesine rağmen sahip olduğu “tüm” güç çocuklara geçmemiştir aksine “[ö]len kişi bu durumda sağlığında olduğundan daha güçlü bir konuma gelmiş[tir]” (s. 217). Freud toplumsal yaşamın bu olaydan sonraki gelişmesini psikanalizin “sonradan itaat” tespitiyle; çocukların babayı simgeleyen totemin öldürülmesini yasaklayarak ve kadınlara babadan gelen yasağı bu toteme devrederek suçluluk bilincinden arınmaya çalışırken aynı zamanda da totemci toplumun iki temel tabusunu da ürettiler. Bu durumda, totem yasakları birarada yaşamanın temel kuralları haline geldi.
Freud’a göre, üretilen bu totemci kültür aynı zamanda ileride dinin yapısını oluşturacak parçaları da içermekteydi. Totemi koruma düşüncesi, geçmişin haklılaştırılarak unutulmasını sağlarken, suçluluk bilincini yatıştıran bundan sonra babaya uzlaşma amacıyla bir itaati üreten pratikleri de doğurmuştu. Bunun yanı sıra, babaya karşı kazanılan ilk zafer bir yandan de totem yemeği âdetiyle birlikte biçim değiştirerek sürdürülmeye başlanmıştı.
Totem hayvanından Tanrı fikrine geçişte de Freud, Tanrı için hayvanların kutsallıkları, Tanrı’ya da hayvanların suretlerinde tapılması gibi benzerlikleri öne sürer. Babanın yerine geçirilen ilk figür totemse, bir sonraki figür de Tanrı’dır Freud’a göre ve de bu inanç “babaya özlem”den kaynaklanır. İlk öldürme eylemi sonrasında biriken hınç duygusu zamanla azalarak yerini derin bir özleme bırakır. Zamanla öne çıkan kişilerin ululanması, hayvanların evcilleştirilmesiyle totemci kültürün yıkılışı ve eski baba idealinin canlandırılması bu noktada önemli roller oynar. Önceden kurban sahnesinde hem sunulan hem de kurban edilen totem, gittikçe dışsallaştırılan ve yükseğe yerleştirilen Tanrı fikriyle hayvanların gittikçe kutsallıklarını yitirmeleri ve Tanrı’ya sunulan sungulara dönüşmelerine yol açar.
Freud, bu kadar yukarı konumlansa da ilkellerde Tanrı’nın düşmanca duygulardan tamamen arındırılmadığının altını da idam edilen Tanrı krallar ve Tanrı’nın ölümünün kutlandığı seremonileri örnekleyerek çizer. Dinlerin gelişiminde Freud oğullardaki suçluluk bilinci ve isyankârlığın da tamamen ortadan kaybolmadığını öne sürer. Dinler için bu ikircikli duygular da sürekli bir mücadele alanı hâline gelir. Freud’un bu şemasında, İsa’nın kendi hayatını kurban ederek kardeşlerini ilk günahtan arındırma anlatısındaki “ilk günah”ın baba katliyle açıklanır. Bu iddia ile Freud başından beri ilkellerden Hristiyanlığa taşıdığı düşünce örgüsünü, Hristiyanlığın da o kökensel edim olan totemci toplumun kuruluşuna kadar zincirlemiş olur.
Sonuncu destekleyici argüman olarak Freud Yunan Tragedyalarındaki acı çeken trajik kahraman ve koroyu örnekler. Tiyatro sahnesinde bu kahraman ilk baba olduğu için, korodakileri suçtan arındırma amaçlı başka bir suç üstlenir. Koro ise onun etrafında acısını paylaşma, onun için üzülme, onun acısından kendisini sorumlu tutmanın karşılığıdır. Bu sanatsal manzarayı Freud İsa’nın çektiği acılar ve çevresindekilerle benzeştirir.
Sonuç olarak, Freud bu çalışmasıyla toplum psikolojisini babayla ilişki, duygusal yaşamdaki ambivalans, ruhsal olayların kuşaktan kuşağa aktarımı gibi bağlamlarda geliştirme niyeti taşır. Önemli bir bulgu olarak, yalnızca bireysel psişik hayatta değil toplululuk yaşamında da baskılamanın, baskıladığı duyguların yerini almak yerine onu başka şekillerde, belli bir gecikme sonrasında dönüşmüş bir şekilde tekrar ortaya çıkmaktan alıkoyamayacağını öne sürer. Nevrozluların suçluluk bilincinde ruhsal gerçeklik ve düşünceler yatarken, ilkellerde aynı bilinç edimler ile kendine yer bulur ve çalışmasını Hristiyan düşüncesinden şu sapmayla sonlandırır: “başlangıçta eylem vardı”.