Blog üzerine II

Bugün burada blog tutmanın bana verdiği zevke dair bir şey keşfettim. Şimdi pek yapmıyorum ama eskiden sık sık okuduğum kitaplardan hoşuma giden parçaları biraz da hatıra niyetine buraya geçiriyordum. Türkçe basılmış kitaplarla aramıza mesafe girmesi bırakmamda etkili oldu. Epeydir bir kitabı önüme açıp, klavyemin altıma kıstırıp, sesli okuyarak yazıya geçirmedim.

Ara sıra bu not defteri gibi kullanmaya çalıştığım blog’a girip bir isim yazıp ya da rastgele bir post açıp bir kitap alıntısı okuyorum. Bu alıntıyı okumak bana genelde yeni bir şey gibi geliyor çünkü okuduğum şeyi hatırlamıyor oluyorum. Bazen kitabı bile unutmuş oluyorum. Durumun beni şaşırtmasının sebebi bana sanki daha önce sevip unuttuğum bir şeyi tekrar karşıma getiriyor oluşu. Belki şimdi okuduğumda saçma bulacağım, belki anlamayacağım, belki yine etkileneceğim. Hepsi de oluyor. Bazen o notu buraya geçiren kendimi küçümsüyorum, bazen neden o alıntıyı geçirdiğimi anlamıyor ya da anlamadan geçirdiğimi düşünüyor, bazen de ah be ne güzel metinmiş diyip tekrar keşfediyorum.

Bunun bir örneğini geçenlerde blogdaki Bayazoğlu, Ergüder Yoldaş ve Normalleşme Üzerine yazısına denk gelip okurken yaşadım. Hayal meyal hatırlıyordum bu pasajı ama detayları kalmamış aklımda. Okuyunca Bayazoğlu ne yapıyor diye merak ettim, epeydir bakmamıştım, yeni bir kitap yazmış Arap Kızı Camdan Bakıyor diye, merak ettim. İyi de bir söyleşisi varmış, şansıma, onu dinledim biraz fikir edinebildim.

Böyle bir not alma pratiği okuyup geçmişte kalan bir kitabın hatırlanmasına dair aşındırıcı bir etki de yapıyor, her şey toz pembe değil. Hiç akademik ya da sistemli bir okur olmadığım için, okuduğum metinlerin ana fikirleri, hipotezleri, soruları pek aklımda kalmıyor. Böyle bir iki uzun pasajı da ayırıp kitabı temsil eden bir şekilde kayda geçirdiğimde sanki kitap bu alıntıdan ibaretmiş gibi bir izlenime mahkum ediyorum kendimi. Neredeyse hiçbir zaman alıntının kendisi kitabı temsil edebilecek kapsamda olmuyor. Daha ziyade kitabın çok sapa bir noktası oluyor hatırlamayı seçtiğim kısım. Örneğin Bauman’ın Küreselleşme kitabından taşıdığım Turistler ve Aylaklar bölümü gibi. Kitabın genel tezlerine katkı yapmak için verilen örneklerden belki de en minör olanlarından. Ama sanki başka bir estetik değer taşıyor gibi hissediyorum. Belki de tekrar baka baka o değeri ben kafamda kurup atfettim. Uzun süre bir diziyi izleyince artık dizi iyi de olsa kötü de olsa karakterlere yapılan duygusal yatırımın sonucu olarak o diziyi hiç izlememiş birine göre farklı bir hisle izlemek gibi.

Bunun adına Blog Üzerine II dedim, geçmişte bir blog alıntısı yapmışım çünkü birincisini birkaç yıl önce Crary’nin 7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu kitabından yapmışım.

Merkez İstasyon’da Münakaşa

2008’de burada birkaç gün geçirmiştim. En güçlü hatıram çok geniş bir caddedeki uzun yürüyüşümüz sırasında televizyon kulesini kendimize nirengi noktası alışımız ve yanımdaki arkadaşımın sürekli olarak bu kulenin ve etrafının ne denli turistik bir muhit olduğunu, asıl Berlin’in ise hiç buralarla alakası olmadığını uzun uzun anlattığı anlara dair buğulu bir fotoğraftan ibaret. Belki güneşten kaçınmak için başımızı sürekli yana eğdiğimizden dolayı, bu fotoğraf eğri bir görüntüye sahip, aynı zamanda da bir gün batımı hissi var. Bu cadde imgesi (şimdi onun Karl-Marx-Allee ya da Frankfurter Allee olduğunu düşünüyorum) dışında kalan diğer iki anıysa Yahudi Anıtı ziyaretimiz ve belki de yolculukta muhtemelen bira içtiğimiz için çarpıttığım, hafızamda bir uzay istasyonu etkisi bırakan, kente vardığım tren istasyonuydu. O zaman bana çok metalik ve dijital gelmişti. Buraya geldiğimden beri o istasyonun hangisini olduğunu anlamamıştım. Görüntüleri net hatırlamıyorum, sadece bir renk ve doku hatıramda kalmış. Bugün içinde biraz vakit geçirince neresi olduğunun farkına vardım.

Hauptbahnhof’ta arkadaşlarımı beklerken tam olarak anlamasam da belki önyargılarımla beni bir yerlere götüren bir olaya tanık oldum. Onlarca kişi birlikte tanık olduk. Yarım yamalak anladığım, kalan yarısını da zihnimde bir şekilde tamamladığım bu olayı unutmamak için not etmek istedim. Belki de not ederken içine çeşitlemeler yaparım, gerçeklikten iyice uzaklaştırırım.

Bu gerçeklikten uzaklaştırma fikri az önce Ali Smith’in adlarını mevsimlerden alan roman dörtlemesinin ikinci kitabı olan Winter’ı okurken aklıma geldi. Romanda Art, ailesiyle buluşacağı bir Noel öncesinde sevgilisi Charlotte tarafından terk edildiği için başka bir kadınla (Lux) onu terk eden sevgilinin yerine geçmesi için anlaşıyor. Lux, bir süreliğine ailenin henüz görmediği fakat haberdar olduğu Charlotte rolünü oynuyor. Bir noktada Art, yazdığı doğa temalı blog yazılarından Lux’a bahsediyor. Bir deneyimin aktarımı şeklinde kayda geçirilen yazıları okuyan Lux, onu henüz tanımış olsa da, yazıdaki kişinin onun gerçekte olduğu gibi birisi olmadığını düşünüyor. Anlattığı arabayı soruyor, Art’ın hiç arabası olmamış. Köyü soruyor, Google Maps’ten bakmış. Sonuçta hiçbir deneyimi yaşamdan gelmiyor, tamamı kurulmuş. Roman olsa garipsemeyiz. Ama blog metni tamamen kişisel bir deneyim gibi yazılmış. Lux sonunda gerçekten deneyimlediği bir şeyi anlatmasını istiyor Art’tan. Art çok iyi olmasa da idare eder denebilecek bir hatırasını anlattıktan sonra Lux işte tam da bunu yazmasını istiyor. Fakat Art asla böyle bir şeyi yazamayacağını, üstüne üstlük bir de insanların erişimine kesinlikle açamayacağını söylüyor.

“Neden olmasın?”, diyor Lux.
“Fazla gerçek”, diyor Art.

İstasyonun Spree’ye bakan kapısından dışarı çıkıyorum. Hava kapalı. Bir süre içeri mi girsem dışarı mı çıksam diye gidip geliyorum. Karnım biraz aç, istasyonun içinde yemek satan yerlerin vitrinlerine bakıyorum. Seyahat mekanlarının pahalı olduğuna dair bir bilgim olduğu için vitrinlere şüpheli yaklaşıyorum. Fiyatlardan ikna olamadım, bulutların çekilmesiyle dışarı çıkmaya karar veriyorum. Çıkışın önünde orta ölçekli bir meydan var, orada bekliyorum. Kapının önünde onlarca başka insan duruyor, kimisi yemek yiyor, kimisi bir şeyler içiyor, kimisi öylece salınıyor. Yoga yapan birisi de var, sanki “birkaç dakikam var, şu trene binmeden son bir akış yapabilirim” dercesine kendiliğinden uyumsuz bir yere atmış matını, süzülüyor. Her tren istasyonunun önünde kontenjanları ayrılmış hayranlık duyduğum gündüz sarhoşları yerlerini almış. Etrafı izlerken, kulaklıklarım olmasına rağmen ya bir şeyler duyuyorum ya da görüş alanımdaki hareketin şiddetini fark ediyor ve dip dibe duran üç adama dikkat kesiliyorum.

Ellerinde yeşil bira şişeleri olan (yeşiller ayrı çöpe, kahverengi olanlar ayrı), birisi zayıf diğeri oldukça boylu poslu ve yapılı, vücutlarının yerleşiminden ve etkileşimlerinden arkadaş oldukları belli olan iki adam yanlarına sokulmuş bir başkasıyla bağırışıyorlar. Başkası, zayıf olandan bile en az yirmi santimetre kısa, sırtında çantasıyla daha çok bir yolcu izlenimi veriyor. İkiye tek ve fiziken dezavantajlı görünmesine rağmen aynı horozlanmayla cevap veriyor bağırışlara. Bağrışmalarının sebebini uzunca bir süre anlayamıyorum. Kulaklıklarımı boynuma asıp sözcükleri yakalamaya çalışıyorum. Neyse ki uzun cümlelerle değil de kısa kelime gruplarıyla iletişim kuruyorlar. “Hier” (burada) ve “bleiben” (kalmak) sözcüklerini seçebiliyorum. Bir mevcudiyet ve kendini ötekine kabul ettirme mücadelesi, diye düşünüyorum.

Sözcükleri birbiri ucuna ekleyince ancak “Ich muss hier bleiben” (Burada durmam lazım) diye bir cümle elde edebiliyorum. Aslında hala “zorunda olmak” ile “istemek” sözcüklerini karıştırdığım için ilk duyduğum anda “burada durmak istiyorum (hesap mı vereceğim)” diye yorumlamıştım. Sonradan fark ettim. Sonuçta kimin nerede duracağı üzerinden itişen küçük çocuklar gibiler. Birbirilerine dikleniyorlar. Bir yükselti var. Önce birisi oraya ayağını koyuyor, sonra öteki de bir ayağını yanına koyuyor ve diğer ayağı ittirmeye çalışıyor. Bu yakınlığa rağmen maskeleri boyunlarında, yakınlıktan dolayı uyaracak birisi gelse anında çekebilirler burunlarına. İzleyen belki 100 kişi vardır. Söz dalaşı ve itişmeler çok düşük bir ivmeyle şiddetleniyor. Çok büyümeyeceği izlenimini veriyor, çocuksuluğunu koruyor. Neden hiç kimse karışmıyor? Ben en yakında konuşlandım, tek yapabildiğim gözümü dikip bakmak, “ben buradayım, sizi izliyorum” demek, anlaşamam diye düşünerek konuşmaya girmiyorum. Kimse girmiyor. Kimse mi Almanca bilmiyor?

Sonunda bir kadın sorumluluğu alıyor. Kolunu uzatarak aralarına giriyor. İki grup birbirini işaret ederek ve tükürüklerle kadına haklı olduklarını anlatmaya çalışıyorlar. Kadının ardından belki liseli olabilecek iki genç çocuk da yanlarına gidiyor. Bu uzlaştırıcı profilleri bana çok Avrupai geliyor. Şaşkınlıkla kadının birkaç dakika boyunca arabulucu görevini ifa edişini izliyorum. Sonunda olayın çözülebileceğine dair inancını yitirmiş olsa gerek omuzlarını silkerek alanı terk ediyor. Gençler de “bizlik bir olay değil” diyerekten uzaklaşıyorlar. Üçlü yine baş başa kaldı.

Bir süre daha hafif hafif bağırıştıktan ve itiştikten sonra tek başına olan adam diğerlerinden uzaklaşıyor. Vazgeçmiş olmalı. Önce bir süreliğine istasyonun giriş kapılarının hemen önünde diğerlerini uzaktan gözlüyor, sonra içeri girip orada beklemeye başlıyor. Tam o anda diğer ikili sanki bir eureka anı yaşıyorlar. Art arda “polis, polis, polis” diyorlar ve Polis’i arıyorlar. O anda sebebini anlamıyorum fakat ikili içeri doğru koşup diğer adamın uzaklaşmasını engelliyorlar. Yürüyen merdivenlerin çıkışında önüne geçip “gidemezsin, Polis geliyor” diye kıstırıyorlar ötekini. Öteki bu durumdan hoşnutsuz. Yanlarından sızarak uzaklaşmaya çalışıyor fakat göbeklerini, bacaklarını ve kollarını gererek uzaklaşmasına izin vermiyorlar.

Olup biteni izleyişim garip kaçmasın diye yakınlarındaki dezenfektan makinesine gidip ellerimi temizlemeye çalışıyorum. On civarı polis geliyor, kişi başı bölüşüyorlar şüphelileri. Kimlik istiyorlar. İlaç akmıyor musluktan. Uzun uzun deniyorum, bir onlara bir musluğa bakıyorum. Bir gerilim var, neden polis çağırdıklarını merak ediyorum, önyargılarım var. O sırada arkadaşlarım geliyor, ellerime birazcık alkollü sıvı damlıyor. Ötekinin polislere bir kimlik kartı değil de üzerinde imzalar olan bir kağıt gösterdiğini görebiliyorum sadece. Hava birden açıyor. Biraz sonra yine yağmur.

Line Space: Batuman’s ‘The Idiot’ and Başaran’s ‘Biri ve Diğerleri’

An idle attempt to write in English

Elif Batuman’s first autofiction novel The Idiot (2017) follows Selin’s first year in a prestigious university. Selin reads novels, watches films, studies linguistics, learns new languages, goes on a blithe journey in Europe starting with a cultural tourism in France followed by couple of weeks in Hungarian villages where she teaches English. She is going to be an author, for sure. We’re following the rather incidental days of a teen collecting information about the daily life and the cultural texts, mostly to be organized and rewritten in the future.

Biri ve Diğerleri (1987) is one of many films written and directed by Tunç Başaran that almost takes place in a single place, a bar/restaurant, where its protagonist (Aytaç Arman), a lonely man who is longing for a potentially imaginary or a lost lover, desperately glides across the bar counter. He starts drinking on the stool while it’s getting dark and rainy in the city, while the first customers are arriving to the bar. Those are middle class people coming from different segments of the society passing over while he is trying to deepen the conversation with an impressive and mysterious woman whom he just met. Every once in a while, there are some flashbacks about the fictive lover in a metaphorical and dreamy space that cuts into the streaming night. (The film is actually on YouTube, for now.)

Since the German language is well known with its repertoire of words denoting highly specific emotions and situations, I was curious whether there was a word that means something like: “the sparkle one feels when they notice something that not many people are aware of, something like a scarce linkage”. I felt something like that while I was reading The Idiot and pulling out the film Biri ve Diğerleri from one of its ordinary pages. The first quote from The Idiot:

“At the Pompidou Center we saw an exhibit based on Georges Bataille’s concept of “the formless.” There was a Turkish film festival in the cinema downstairs. Svetlana and I ran into the screening room just as the lights were going down. The movie was in Turkish with French subtitles, so we could both understand, by different means. The whole action took place in a bar, with only two characters—the bartender and a man with an annoying smile fixed on his face. Sometimes, the man would dream about a woman, who would appear through a mist, dressed in pink. The rest of the time the man just talked to the bartender about God, wine, and love. Periodically, he asked if somebody called Mahmut Bey had arrived yet. The bartender always said no.

Near the end, the bartender asked who Mahmut Bey was. “Mahmut Bey is . . . coldness,” said the man, through his annoying smile. “Mahmut Bey is wetness. Mahmut Bey is friendlessness, winelessness.”

It was a truly terrible movie. Still, we were glad we had seen it, because of Mahmut Bey. We thought of him often after that.”

Jean Fautrier, I’m Falling in Love, 1957
(Taken from ‘Formless: A User’s Guide’ by Yve-Alain Bois & Rosalind E. Krauss, 1997)

Both Batuman’s novel and the film she mentions follow characters that I felt intimate with at times. What is shared in both works is some kind of interest in others’ lives, sometimes fictional as in books and films and in other times the lives of the other characters in the story. I was surprised when I noticed a connection in The Idiot that sends the reader to Biri ve Diğerleri, even though the author doesn’t mention the name of the film, unlike several other cultural texts that are noted with their names throughout the book. This reference marked one of my discontents about Batuman’s novel, that is the superficial and negative transfer of some texts that are not Batuman’s primary field, i.e. Russian Literature.

By now, we can follow that many allusions to the events and to the encounters in the book are based on the notes that Batuman took back in the days when she was a student with preparatory intentions about building a novel. Life as an ingredient to fiction. With a short search, I found that Bataille’s exhibition “The Formless”, originally “L’informe”, took place in 1996 at Centre Georges Pompidou. Artforum has an interview and Monoskop has a slow-loading full user guide about it. I wasn’t able to get any info about the Turkish Film Festival.

The first muddle I had was about the distortion of the memory in the novel. I don’t know how wittingly it was written but there are obvious distortions. While “[t]he whole action took place in a bar” is almost true if we keep out the dream sequences, “with only two characters” is plainly wrong since the film is full of memorable side characters such as the tapster, the outsider looking for “Mahmut Bey”, the cloakroom attendant, the actor performing pieces from Cyrano de Bergerac, the bankers, the teen lovers, the mafia, the workers in the kitchen and many others. It’s a film that tries to fulfill the emptiness one has in his soul with stories from all the others.

In the film, the main story revolves around the protagonist’s discussions with the tapster and the women while the camera captures some vignettes about other people’s lives. It’s not the protagonist who asks about Mahmut Bey but it’s an outsider, probably a homeless man. He tries to get in to the restaurant to warm up and maybe have some free drinks. After a couple of tries, the checker at the cloakroom wakes to his intention and lets him in with a tenderheartedness. The outsider hides under the coats of the visitors. The savior offers a drink and some food to the poor man. They have a symbolic and a bit weird conversation as follows:

– Please tell me, who is this Mahmut Bey?
– Which Mahmut Bey? (waits a bit) Mahmut Bey is coldness, Mahmut Bey is wetness, Mahmut Bey is loneliness, Mahmut Bey is lack of alcohol, lack of friends, lack of money. Mahmut Bey is me. My name is Mahmut.
– My name is Mahmut as well. Cheers!

Batuman/protagonist successfully recalls some part of it. She’s uninterested about the second half which makes sense since, as noted earlier, she finds it terrible. There are two more allusions to Mahmut Bey throughout the book but honestly I can’t understand their context and read those as floating signifiers:

“The modern-day sundial swung and creaked, drawn by the magnetism of the Earth. Mahmut Bey was pulling it with his long friendless arm.”

“O Mahmut Bey, you must know that I am always still expecting you, even now, after so many years.”

When I first noticed this reference, which is probably the only reference to a text from Turkey in the whole book, I felt that it may hint at some hypothesis but after trying to come up with one, I figured out that it doesn’t. A momentary lapse of imaginary connection. However, I’ll take note of other cultural texts that are mentioned a bit superficially in the novel, that shows how the protagonist talks about the works that does not affect her and how she finds a witty way to criticize or ignore those works:

Against Nature

I thought maybe Against Nature would be a book about someone who viewed things the way I did—someone trying to live a life unmarred by laziness, cowardice, and conformity. I was wrong; it was more a book about interior decoration.

Shoah

I spent nine hours of it shivering, wrapped in the Gogolian coat, through a nine-hour documentary about the Holocaust. At some point I thought I had grown a lump in my thigh, but it turned out to be a tangerine

The Book of Laughter and Forgetting

Because I wanted to understand Ivan better, I read The Book of Laughter and Forgetting. The very first thing in the book was a hat-related anecdote about the absurdity of Communist rule. Apparently the Communists had erased some guy from a photograph, but they had forgotten to erase his hat. I thought for hours about this hat. I knew it was connected somehow with the hat on the Lenin monument in Hungary. But how? It just seemed to sit there: this surplus hat.

 

Berlin V

Hayatımda ilk defa Noel’i kutlandığı bir yerde geçirdim. Sokaklarda sık sık evine çam ağacı taşıyan insanlarla karşılaştım. Evler, daha doğrusu görebildiğim kadarıyla pencereler, renk renk ışıklarla süslendi. Bir şekilde etkileşime geçtiğim insanlar ısrarla benim de Noel’imi kutladılar, bunun verili kabul edilmesine biraz şaşırdım, biraz da hoşuma gitti kutlanmak, sebebi önemli değil. Hiç Noel hediyesi veremedim ama sinema bileti hediyesi aldım, yasaklar kalkınca Yorck Sinemaları’na hac yolculuğu yapacağım. Bir akşam Potsdamer Straße’yi takip eden Hauptstraße’de yürürken karşılaştığım, eski usül görünümü hoşuma giden Odeon Sineması da bu grubunmuş.

Bir de yılbaşı geçirmiş oldum burada. Havai fişeklerden ilk karşılaştığımda korktum. “Her yıl kazalardan dolayı acillerin dolup taşmasına sebep olan havai fişekler pandemiye rağmen bu yıl da yasaklanmadı” haberleri de bunu tetikledi. Kurumlar değil kişiler havai fişek tüketiyormuş yılbaşında. Birisi ya yanlışlıkla üzerime sıkarsa diye çekindim sokaklarda dolaşırken, sesleri de her patlamada sıçrattı, tepkimi gören birkaç çocuk güldü. Bir kere de Metrobüs’te kolum demire asılı dururken bir çocuk ceketimi çekip para istemişti. Birden irkilip sıçrayınca, çocuk da benim korkuma karşı gülmeye başlayıp arkadaşlarıyla birlikte dalga geçmişti. Sabah karanlığında birlikte karşılıklı baya gülmüştük.

Şansıma evin altında da havai fişek satan bir dükkan var, önünde günlerce sıra oldu, müşteriler havai fişek, torpil, maytap ve bilmediğim başka bir şeyler aldılar. Yılbaşından önceki haftada üç kez dükkanı soymaya çalışmışlar, apartmanın kapısını da kırmışlar. Ben hiç duymadım. Bir gün evden çıkarken apartman çok ağır sigara kokuyordu, zemin kata inince eşyalarını sermiş yerlere uzanmış sigara içip dinlenen bir grupla karşılaşmıştım, arka kapıyı kesiyorlardı, sözsüz selamlaşmıştık. Onlar bir şeyler topladı mı bilmiyorum. Yılbaşı ertesindeyse sokaklar içi boş eğlencelik patlayıcılarla doldu, uzun süre kimse temizlemiyormuş bu hatırayı sokaklardan. Hala basmaya korkuyorum ya patlamamış bir şeyler kaldıysa içinde diye.

Yasa dışı film ve dizi indirmekten 1200 Euro’luk tazminat talep eden bir dava mektubu aldım. İlk günlerimde kartımı basmayı unuttuğum için 60 Euro ceza yemiştim. Cezaların trendi korkutmaya başladı. Ev sahibinden her mesaj geldiğinde kalbim sıkışıyor.

Daha çok yürümeye ve biraz da koşmayı denemeye başladım. Bir yandan da sesli kitap dinlemeyi tekrar alışkanlık haline getirmeye çalışıyorum. İlk olarak eskiden dinlediğim kitaplardan Solnit’in Wanderlust’ını tekrar dinledim. Acaba tekrar başlasam iyi olur mu diye tartmak için. İyi mi kötü mü bilmiyorum ama bu kitap yürüyüş sırasında dinleyince bana sanki o an yüce bir eylem içinde olduğum ilüzyonunu yaratıyor. Yeni kitaplar dinlemeye karar verdim bunun ardına. Sonunda Gun, Germs, and Steel’ı dinledim. Sonrasında adı uzun Prisoners of Geography: Ten Maps That Tell You Everything You Need to Know About Global Politics kitabıyla devam ettim. Aslında böyle kitaplara hiç ilgim yok ama bir yerde görüp merak etmiştim. Yazarın dünya coğrafyasını sanki evinin bahçesini anlatıyormuşçasına detaylıca anlattığı kısımlar politik analizlerinden daha çok ilgimi çekti. İki kitabın da hoşuma giden yanı neredeyse yaşam boyu bir mesleği yaptıktan sonra biriktirilenlerden yola çıkarak yazılmış olmaları oldu. Tarihe girmişken biraz devam edeyim diye daha temel bir okumaya geçtim. Bu iki kitaptan sonra zihnimde tarih boyu faillik ekinler, dağlar, ovalar, evcilleşen hayvanlar, kitle kıyıma yol açan virüsler, kendiliğinden oluşan politik/ekonomik organizasyonlara doğru kaymıştı. Bu var olan koşullar altında tarihi insanların nasıl yaptığına dair de bir şeyler duymak için başladığım Hobsbawm’ın 19. yüzyıl tarihi kitaplarının ikincisindeyim şimdi. İlk cildin bir kısmını Ku’Damm’da zengin mağazalarını seyrederek tükettim. Yürürken dinlediğim kitapların 40%’ını anlayabiliyorum, çok küçük bir kısmını sonradan hatırlıyorum, dinlerken bazen dalıp kaçırıyorum, nadiren geri sarıyorum. Ama biri sorsa utanmadan okumuştum derim. Çifte devrim diyordu, İngilizler ve Fransızlar. 21. yüzyılın yeni coğrafi/sömürü keşfiyse Arktika olacakmış.

Sürekli dizi izledim ve sonunda paydos ettim. En başta planladığım kitapları okuyamadım, filmleri seyredemedim. Kafamda şu an bir şekilde Almanya veya Berlin üçlemesi gibi bir yer edinen Babylon Berlin, Deutschland 83/86/89 ve Berlin Alexanderplatz’ın 2020 uyarlamasını izledim. Dizileri sırasıyla çok iyi, eh ve başarısız buldum. Üçünde de 1920’ler, 1980’ler ve 2010’larda Berlin’e gelen kişiler söz konusu: polis, ajan ve mülteci. Hepsinin hayatı -benimkine göre- çok enteresan olaylarla dolu. Weimar döneminin çalkantıları, Soğuk Savaş’ın son yıllarının gerilimi ve mültecilerin ıstırabıyla bir 100 yıl katetmiş oldum. Sırasıyla; ülke halkı yaşam mücadelesi veriyor, Doğu Berlin’de yaşayanlar yaşam mücadelesi veriyor, ülkeye sığınan mülteciler yaşam mücadelesi veriyor. Babylon Berlin’in dönemin politik arkaplanının yanı sıra yükselen kültürel, sanatsal ve bilimsel dönüşümlerini anlatış biçimini çok sevdim. Charlotte Ritter’i unutmayacağım ama kara film detektifi Gereon Rath’ı unutabilirim. Deutschland 8x serisi biraz yüzeysel geldi ama daha çok dönemin arka planına dair bir iştahla izledim. Berlin Alexanderplatz 2020 neredeyse B-Movie gibiydi, az daha ileri gitse istismar sineması olacakmış. Hapisten çıkan Franz Biberkopf’u sığınmacıya aktarma fikri bütün insani hakları gaspa uğramış birinin hikayesi açısından iyi bir fikir ama dizi radikal olmaya çalışırken çuvallamış diye düşündüm.

Neredeyse hiç kitap okumadım. Neredeyse bir sene olacak, İstanbul’dayken işten ayrıldığımdan beri kitap okumak hiç içimden gelmiyordu, nadiren bitirebiliyordum bir kitabı, o zamanlar işsizliğin getirdiği güvencesizlik duygusuyla ilgili diye düşünüyordum ama hala sürüyor. Dinleyerek öteliyorum şimdilik. Bir iki romana başlayıp sonra okumak üzere erteledim. Barney White-Spunner’in Berlin: The Story of a City kitabına başladım ama bitirmesi çok uzun sürecek böyle devam ederse.

Peter Stamm’ın sanırım Türkçeye çevrilmeyen ama en meşhur romanı gibi görünen Agnes’in film uyarlaması varmış, onu izledim. Karşılaşma, aşk ve yazı üzerine birlikte düşünen klasik bir yazar teması: kütüphanede tanışma, bir araya geliş ve kendine dönen üstkurmaca. Bir diğer uçucu aşk filmi, belki birkaç sahnesi, Petzold’un hikayeden bağımsız olarak etkileyici sineması ve iki iyi oyuncusuyla aklımda kalacak film, Undine. Garip bir şekilde, aklıma On Body and Soul‘u getirdi, belki Ahu Öztürk’ün yazısını yeni okudum diyedir. Rüyadaki geyiklerle kurulan bağ ile suyla kurulan bağ bir şekilde doğayla ilişkilenme açısından birleşti. Tenet’ten iyiydi. Wenders’in yol filmleri üçlemesine de Alice in den Städten ile giriş yaptım. Bugünden bakınca artık böyle bir yabancı yetişkin ve çocuğun yol macerası miadını doldurmuş mudur, bilmiyorum. Garip bir geçmişte kalmışlık hissi uyandırdı. Film ve kitapları tamamen araçsal olarak görmeyi bırakıp Almanya ve Almancayla ilgili olmayan bir şey izleyeyim diyince de karşıma Never Rarely Sometimes Always çıktı, birden sarstı. Twitter’da görmüştüm fakat şimdi bulamadım, “işte böyle bir genç kadın dayanışması, birbirine sessizce destek olmak” gibi bir yorum, bu fikir sürekli kendini dayattı filmi izlerken. Hatırlarken çarpıtmış olabilirim.

 

Berlin IV

İzlediğim filmler arasında Berlin’e dair hatıramda en çok yer eden film en eskisiymiş, Berlin: Symphony of a Great City, 1929. İnternette çeşitli müzikli versiyonları mevcut. Bu etki sadece filmin kendisiyle ilgili değil, her etki bırakan şey gibi etrafını çevreleyenlerden ileri geliyor. Yüksek lisansta aldığım dersler arasında en ilgimi çeken tartışmaların gerçekleştiği derslerden biri olan Cinema and The City dersinin ilk haftalarında izlemiştik. Bir yandan modernite ve kentler üzerine metinler okuyor bir yandan da daha önce haberimiz olmayan acayip filmler izliyorduk. Sinemayı seven ve farklı hatlardan bir şeyler bilen ama çoğu şeyi hiç bilmeyen interdisipliner sınıfımız için çok ufuk açıcı bir ders olmuştu. Dersten aklımda kalan diğer iki iyi film, sonradan takip edememiş olsam da city-essay’in bir örneği Patrick Keiller’in London’ı (1994) ve kült/anaakım olsa da o zamanlar kabuslarıma girdiğini ancak şimdi hatırladığım iki karakteri içeren Midnight Cowboy olmuştu.

Geçmişe dönüşün başladığı yerde aklıma hep yeni bir şey yaşayıp yaşamadığıma dair bir soru geliyor. Bu filmi anmaya çalışırken fark ettim. Yepyeni bir yere gelmişken neden geçmişte iz bırakan şeylere doğru yol alıyorum? İlk düşüncem Berlin: Symphony of a Great City’nin bir trenle Berlin’e girerek bahsi demiryollarından doğru açmasıydı. Man with a Movie Camera ise film gösterimiyle açılıyordu. Bunların yanına o günlerde not aldığım Manhatta‘nın tamamını ise yıllardır hala izlememişim. Ulaşım ve gösteriyle başlayan iki film çokça fabrikalar ve sokaklar üzerinden kent yaşamına dair enstantanelerle ilerliyordu. Burada birkaç kere dolaştığım Park am Gleisdreieck’ın içine yayılmış tren rayları ve parkın içinden ve üstünden geçen demiryolları bana Ruttmann’ın filminin açılışını hatırlattı. Berlin endüstriyelleşme ve bugünkü anlamıyla modern kentlerin oluşumunu, yıkımını ve yeniden yapılmasını pek çok tartışma ve mücadeleyle yaşamış bir kent olsa gerek.

Enine doğru görece geniş ve aktif bir cadde ve üstünden geçen metro hatları, boyuna doğruysa bizzat içinden geçen birçok demiryoluyla bölünen Park am Gleisdreieck oldukça yeni bir park. İlk bölümü 2011’de, tamamı ise 2014’de açılmış. Parça parça, her yerine girip dolaşamadığım, haritadaki görünüşünden daha küçük bir boyutu ve aslında bambaşka bir organizasyonu olan bir yer, haritanın o boyalı yeşillik temsilinden çok uzak. Parkın girişlerinden birinde yer alan bilgilendirici tabletleri okudum ama 19. yy’da demiryolları ve kentin tasarlanışına dair plancılar, halk ve demiryolu işletmeleri arasındaki çatışan çıkarlarla örülü tarihinin hikayesini henüz tamamen anlayamadım. Şu anki hali, endüstriyel alanla yeşil rekreasyon alanının garip bir birleşimi. Yakınındaki Anhalter tren istasyonunun II. Dünya Savaşı’nın hasarlarıyla kullanılamaz duruma gelmesiyle uzun süre atıl konumda kaldıktan sonra bölge sakinleri ve bir yeşil Berlin inisiyatifiyle çeşitli kurumlardan destek alınarak yapılmış. Burada sanırım kamu ve sivil toplum işbirliğiyle kamusal alanlara dair kararlar alınması gibi bir pratik işliyor. Havaalanından çevrilme Tempelhof sahası da buna örnek olabilir. İlk karşılaştığımda daha naifçe bu “ev kira, semt bizim” pratiğinden çok etkilenmiştim ama buradan bir arkadaşımla konuşunca asıl karar alıcıların atıl durumdaki bölgenin çevresine evler diken ve oralarda yaşamaya başlayan orta/üst sınıflar olabileceklerine dair bir uyarıyla olup bitene eleştirel yaklaşabileceğimi öğrendim. Parkın tarihini anlamaya çalışırken anlayamadığım yerlere takıldıkça doğru dürüst teorik ve tarihsel okuma yapmadan öylece dolaşarak ve çevreyi seyrederek bir şeyleri anlamanın en azından benim için pek mümkün olmadığını fark ettim.

İnsanların parklarda veya sokaklarda sürekli sağlık merkezli aktiviteler peşinde olması kafamı kurcalıyor. Önce bunu kültürel bir fark olarak görüyordum yani Avrupalılar sağlıklarına çok dikkat ediyor diye düşünüyordum fakat zamanla bunun sınıfsal yanlarını da fark ettim. Belki bazıları daha keskin gözlemliyordur fakat bana yeni bir yere gidince henüz o kültürün kırılımlarından bihaber olduğum için gözlemlediğim tüm farklar kültürel geliyor.

Şimdiye kadar sadece bu parkta tanık olduğum sportif aktivitelerin dizini: koşanlar, paten ve kaykay kayanlar, bisikletliler, basketbolcular, boks ve tekvando yapanlar, frizbiciler, her türden fitness çalışması, uçurtma uçuranlar, açık alan masa tenisçileri –çok özeniyorum, metal telli bir örnek masa tenisi masalarında oyun oynayan bu insanlara–, hafif curling’e benzeyen Fransız menşeili pétanque (?)  oynayanlar, tahta raketlerle paddle ball (?), yere takılı yaylanan ağın üzerinde voleybol benzeri spikeball oynayanlar… Parkta bira içip muhabbet etmek dışında bu kadar çeşitli şeylerin yapılıyor olması dar hayal dünyamı genişletti. Gerçi Maçka Parkı’nda slackline kurup çok eğlenmiştik bir kere, çocuklar da gelmişti hoplayıp zıplamıştık. Sonuç olarak parkı bir ay boyunca gözlemledikten sonra yeterince heveslendim, hareketsiz ya da sadece yürüyüşle geçen ayların ardından ilk kez koşmaya çıktım. Sırtımı incittim.

Yine de

Gleisdreieck Parkı’nda geceleri yürüyüşe çıktığımda karanlığın içinde yer yer metro ya da trenlerin geçtiği anlarda bir anlığına parkın da aydınlanıp sönüvermesiyle oluşan görüntüden etkilendim. Havanın soğukluğundan dolayı gidip çimenlerde uzun uzun oturmadım henüz ama yürürken bile o anlık aydınlanma ve sönme garip bir his uyandırıyor. Dün gece ilk defa her yürüdüğümde basit ama anıtsal ahşap tasarımlarına hayran olduğum salıncaklardan birinde sallandım. Özlemişim bu duyguyu, daha doğrusu geçenlerde bir arkadaşımın bebeğini sallarken özlediğimi hatırlamıştım. Salıncağın yanında tek başına bir ağaç, onun ardında da üstten geçen tren rayları. Işıklar belli aralıklarla çimenleri yakıyor. Böylece park geceleri başka bir atmosfere bürünüyor. Tek tük insan geçiyor. Burada yaşayan bir fare, tavşan ya da sincap olmak ne kadar farklı bir programlanma anlamına geliyor diye düşünüyorum. Metro saatlerine bağlı bir kaçışma… Karanlıkta seçemiyorum, gözüm de tam görmüyor. Gece yarısında hala squat çalışanlar ve günlük egzersizlerini tamamlayamaya çalışan insanlar var. Çoğu kişi geceleri koşuya çıkıyorlarsa kendi üzerilerine veya evcil hayvanlarını dolaştırıyorlarsa onların boyunlarına kırmızı ve mavi ışık saçan lambalar takıyorlar. Böylece kimse kimseyle çarpışmıyor.