“Geleneksel Pazartesi Yürüyüşleri. Babaannemle. Son beş altı aydır hemen her pazartesi. Aklın alabileceği, adımın atılabileceği, insanın ilerleyebileceği en yavaş biçimde. Olabilecek en ağır tempoda. Genellikle yan yana. Bazen el ele, bazen kol kola. Evinin hemen devamındaki Caddebostan sahil yolunda. Normalde yedi dakikada yürüyeceğim mesafeyi bazen bir, bazen bir buçuk saatte kat ederek. Hep duracakmış gibi olup hiç durmadan. Genellikle konuşmadan. Bir tür terapi. Çıt çıkarmadan, aşırı yavaş yürüme seansı. Yolun yarısının, ömrünü iki tur sorgulatacak kadar yoğun olduğu.
Dedemin ölümünden birkaç yıl sonra, yıkım kararı çıktığı için bu yeni, küçük daireye taşınmak zorunda kalmıştı babaannem. Alışamadığı ve sevemediği bu evde on beş yıldır, temizlik ve yemek yapan yardımcısıyla yaşıyor. Son birkaç yıldır benim dışımda kimseyi hatırlamıyor, tanımıyor. Artık beni de unutuyor arada. Bazen ne yaptığımı unutuyor “Okuyor musun sen şimdi?” diye soruyor. “Babaanne ne okulu, okul biteli kaç yıl oldu,” diyorum. Tepki vermiyor. Bazen ne yaptığım değil, hepten beni unutuyor. Yüzündeki anlam çekilip gidiyor. Gözleri donuklaşıyor. Babaannemin içinden başka biri bakıyor. Üstün yetenekli bir oyuncu gibi, saniyeler içinde apayrı biri oluyor. “Sen kimin oğluydun?” diye soruyor. O zaman da ben tepki veremiyorum. Zaten kısa bir süre sonra beni unuttuğu gibi, sorusunu da unutuyor. Ortada ne soru kalıyor ne cevap. Yürümeye devam ediyoruz.
Yürüyüşümüz iyi geçiyordu bu sefer. Babaannemin beni değil, ne yaptığımı unuttuğu günlerdendi. Keyfi yerinde sayılırdı. Gülümser gibi ifadesi mutluluğunun göstergesi miydi, yoksa güneş rahatsız ettiği için yüzünü buruşturmasının sonucu muydu, belli değildi. Konuşmayla desteklenmediği için yorgun yüzünün aldığı ifadeler belirsizdi.
“Hava güzelmiş bugün, değil mi babaanne?”
“Güzel ya. Çok güzel hem de. Hangi aydayız biz şimdi?””
Hakan Bıçakcı, Uyku Sersemi, İletişim Yayınları, 2017, s.47-8