İletişim Yayınları: Türkçe Edebiyat Kitap Arkası (Supercut I)

Türkçe edebiyat okurluğumun büyük kısmını İletişim Yayınları işgal eder. Yıllar içinde, yayınevinin kitap arkası yazılarında “art arda sıralanan betimlemeler” olarak ifade edebileceğim üslup ortaklığı ilgimi çekti -yer yer usandırdı, yer yer merak uyandırdı. Bu diziden ne zaman yeni bir kitap basılsa arkasını okumaya başladım. Epeydir bu benzer imgeleri bir araya getirme planım vardı, bir yerden başlamak istedim. Bugün (Mayıs, 2018) internet sitelerine girerek Türkçe Edebiyat kısmında ilk beş sayfayı hızlıca taradım (Mart, 2017’ye kadar ilerledim), kendi kategorizasyonuma uygun kısımları seçerek uç uca ekledim. Bir montaj eskizi çıkarmaya çalıştım. Aklıma fikirler gelirse parçaları farklı şekillerde kurgulamaya çalışacağım ileride. Okuyup sevdiğim romanları ve öyküleri tekrar anmak açısından da güzel oldu. Bazı tamlamalarda harfleri kestim, uzun ifadeleri saf dışı bıraktım, anlamadıklarımı dahil etmedim, aşırı diegetic öğeleri temizlemeye çalıştım montajdan -örneğin, Neylan Hanım’ın mavi koltuğu (En Çok Onu Sevdim). Böylesi bir derleme yakın tarih edebiyatında bir gezinti ihtimali doğurabilir mi diye düşünürdüm, yapıp bakayım istedim.


iç çekmeler, dillerde ergen yangınlar, unutulmuş bir yaz akşamında kalan yazılmamış öyküler, babaya mektup, bir gündüz rüyası, evlerde, yollarda, yol kenarlarında lafazanlıklar, eprimiş pabıçlar, hardal sarısı pantollar, it ayağı yemiş gibi gezen gobeller, yalan dünya, zalım dünya, bir sürü mucit, hiyelkar, aktarıcı, “rivayet edici”, mağdur, sarhoş, meyhaneci, kahveci, kırılgan bir güneş, gri ile lacivert arasında kararsız kalan yüklü bulutları, çaylıklarda tek tük biten mandalina, karayemiş ağaçlarının, çaylıkların arasından kentin dar sokaklarına, ormanları yağmalayıp yapılan geniş otoyollara, kavgalar, patlamalar, köye getirilen cenazeler, büyük sözler, insanın kalbini ve ruhunu cendereye sokan ebeveynler, anne kokusu, toprağın nemi, karbonatlı çay ve tütün kokusu, aşk kokusu; buhar, sabun ve ter kokusu, yanık et, kan ve lağım, şebboylar, şakayıklar, leylaklar, en kötü ihtimalle cam güzelleri, adanın eskileri, uç uca, üst üste büyük ağaçları, yarım yarım saadetleri,kaybolan cinleri, yolların, dehlizlerin, masalların, mavilerin garip ve divane hikâyeleri, ağaçların dili, kaçak aşklar ve tatlı gülüşler, kıpırtılar, yanılgılar, yalanlar, uzun ve eski acılarla sokaklar, siluetler, arsız gözler, kimsesiz sesler, dolmuşun kokusu, başka türlü olsaydı acısı, kuytu pencereler, ölmeye yatan aşk, radyoda şarkılar şarkılar, taşra otobüsleri, dağın kışı, ormanın gürültüsü, hısım, akraba, birbirini tanıyan insanlar, sazevleri, kaldırımlar, kahvehaneler, tek göz evler, dudak dudağa öpüşen artizler, tren düdüğü, sessiz ve güzel şeyler, hatıralar, unutulanlar, arzu pazarlıkları, vehimler, zalimlikler, kırklara karışanlar, kupkuru ve yapayalnız sesler, iniltiler, hayatın en yalın ve en efsunlu meseleleri, ölüm ve yaşam, annebaba-çocuk arasındaki zor muhabbet, büyümek ve yaşlanma, geçmiş üzerine, dünya hali üzerine, düşler ve “puslu kıtalar” üzerine, boş masaları döven yağmurlar, kirlenmiş kıyılar, eprimiş güneş şemsiyeleri, seksenli yılların sakaleti, iğreti kaygıları, katıksız korku olan çaresizliği, yoksulluk, hoyratlık, yalnızlık, gamsızlık, isli sabahçı kahveleri, ekmekle soğan, nam için yaşayan hikâyelerin mahallesi, azap ceketi, hayal hançerleri, yıkıldı yıkılacak ahşap evler, teneke çatılar, güvercin taklaları, afyonun ve tütünün saati, şıngır mıngır sofralar, Allah’ın inayetine şükran, yerdeki kel halılar, ahbapsız apartmanlar, siyahî gündüzler, şehirdeki tezek kokusu, eskiyip cızırdayan plaklar, yeraltının dumanı, sokağın kiri, perdesi kısa gelmiş ev, kale arkası, çıldırmasa görülmeyecek yoksullar, para kokan âlemler, tuhaf havalar, bitmeyen cinayetler, bombalar, geçip gitmeyen bulutlar, yüzüklü parmaklar, kurt gibi acıkmış libidolar ve durup durup çoğalan arzular, affedersiniz ama, çeke sündüre aşklar, yol üstündeki erkek sürüleri, ahlâkın hımhımları, ismi lazım değil bir dişinin seyrü sefer zamanları, cinayetle açılan perde, karanlık sokaklar, merhamet, nedamet, eski defterler, büyük paralar, küçük hesaplar, kahvaltıda peynirin üzerine reçel sürebilme iştahı, yarım yamalak bulutlar, sahanda yumurta güneşi, neremizi ısıttığı belli olmayan bir sıcaklık, iki yakın arkadaşın aynı kadına âşık olması, bülbülün çilesi, yazarın zulası, İnceden sarma bir sigara, inceden bir bardak, çocukça hevesler, her yaştan yoksunluklar, naif bir kalenderliğin bileyli bir mücadele azmi, hüzün ve acıların inatçı bir yaşam sevinci, alışılmış bıkkınlıklar, küçük ve sıradan kıyıcılıklar, avuntular, fısıltılara kananlar, soluk ve pırpır eden bir ışık, ince bir yaz hırkasıyla gidilen çay bahçeleri, bozkırda tek tük yükselen kavak ağaçları, öğle ezanı okunurken durgunlaşan kasabalar, cinayet kariyerli bir özel şoför, kaknem kayınvalide, sinek kadar mide bulandırıcı bir kayınço, her işin ivilini civilini bilen esnaflar, çamlığa çıkan, Yozgat’a yukarıdan bakan âşıklar, öpçe bebeler, sesi kılavlı, öyle ataşlı öyle delikanlı kopiller, iyi pişmiş gözlemeler, sarıkasnak, ay çıkınca huyu değişen insanlar, pruva ile ufuk çizgisi arasında ağ ören denizciler, çocukluk kahramanları, Cüneyt Arkın, Kara Pençe, gergef işleyen güzel kız, uzak evler, saksılar, danteller, otobüs garajları, solmuş posterler, karınca duaları, kuş uçuran sinema bekleyen ergenler, İspanyol paçalı şehirliler, davetsiz misafirler, sobanın yanındaki romanlar, yoksul ağaçlar, dik yollar, çarpık çatılar, Congulus, Mamak Sıkıyönetim Komutanlığı, tenhalar, geceler, muktedirler, usul usul koyulaşan bir yenilgi, her şeyin kullanılıp atıldığı bir dünya, uzun bir mektup, merhamet istemeyen bir kadın, dalgalı deniz, içli bir itiraf ve “cici kızın” isyanı, derin ve tatlı hazlar, kırık ve tutkulu sevişmeler, çarpışmanın novellası, her şey soğuk ve solgunken, yaprak yaprak açılan bir bahar aşkı, rüyanın musallat olduğu insanlar, veresiye espri satmayan komedyenler, bayramda el öpmeye kendi klonunu gönderen yeniyetmeler, ikinci köprüde intihar etmek yasaklandığı için üçüncü köprüye giden, oradaki kuyruğu görünce de intihar etmekten vazgeçen memurlar, fotokopi makinesinin ışığında görülen ekspresyonist rüyalar, aynı soyadının önünde toplanmış beş kişi, kırmızı bir şal, siyah bir hırka, Berber Kamo’nun dükkânı, Şerafet Bey’in saati, Küheylan Dayı’nın tabancası, yerin üç kat altında, küçücük bir hücrede dört adam, acının ve her şeye rağmen umudun yörüngesinde dönen bir kent, işe giden insanlar, dükkâncılar, işportacılar, işsiz güçsüzler, “bekâret esaret”, yarım yarım hatıralar, öğrenciler, gazeteciler, neşeli, meydan okuyan, direnen bir kadın, bir intiharın çevresinde, insanlar, aşk sakarlıkları, sevgi ihmalleri, hem filozof, hem fırlama bir oğlan, hikayeyi ve “karakteri” çevreleyen semt hayatı ve mahalle atmosferi, cenaze evleri, egzoz kokusu, ucuz filmler, bağıran televizyonlar, kanepeler, uğultulu fotoğraflar, şehrin ağrıyan mafsalları, radyonun dalga boyunda sıkıntı, yağmurluklu adamlar, yılın en kötü gününün en berbat saatinde yaşanan hortlak beyazlığında tesadüfler, gazete ilanları, hırlayan köpekler, tribün çocukları, paranormal domatesler, flaşlar, ürkek ve kasvetli zaman prelüdü, bozguncular, gençleşen ölüler, renkler, melodiler, edebiyat öğretmenleri, Yozgat’tan Ankara’ya gidenler, Ankara’dan Yozgat’a dönenler, böcüklü saksılar, hayırlı kısmetler, pabrikalar, yevmiya hesabı yapan ırgatlar, usul aksak evlerine varanlar, perzulaya yumulanlar, kalbi taş olanlar, okuyanlar, essahlı konuşanlar, erkek çocukların enerjik, hüzünlü, alengirli dünyası, işçiler, yoksullar, teyzeler, abiler, kolay ağlayan sert adamlar, taşra seyrekliği, mahallenin kalabalığı, kıskanç, gururlu, saf ergenler, zerre zerre büyüyen bunaltılar ve sırlı hayatlar, balkonsuz evin düğün gecesi ve gözlerini gözlerimize diken kargaları, güzel olmak isteyen alkolikler, berduşlar, kardeşler, zembereği boşalmış hayat memat ezberleri, tek gözlü geceler, yeraltının karın gurultusuna, belalı bir gündüze sarılan cuaralar, kenarların soluğu, dünyaya katlanamayan, kendine gömülen çocuklar, uzun merdivenler, flulaşan seyirler, yüzleşmeler, çok tanıdık gelen tuhaf şeyler, mantığa sığınan tekdüzelikler, bıkkınlıklar, birbirine benzeyen sokaklar, iç içe geçen rüyalar, “yazarsan kurtulursun”, çaresizler, gevezeler ve uzun suskunluklar, Kızılay, Sakarya Caddesi, SSK İşhanı, Dil-Tarih, Atakule, öğrenci evleri, beş lira için kalbinden adam bıçaklayanlar, on üç yaşında kızlara tecavüz eden, namus için en yakın akrabalarını vuranlar, kederli sözlerin, kurumuş gözlerin, tozlu yolların, saklanan mendillerin, içli kıpırdanmaların misafiri, cenazelerin duacısı, hikâyelerin sırdaşı, kentin kıyısında, geniş çöp sahaları ile sanayi bölgesi arasında kurulan bir gecekondu semti, bir gecede türeyen ve “alnında kara derin harflerle, fabrikalar, çöp ve rüzgâr yazılı” kondularda yaşananlar, yalnız yenilen yemekler, kuytular, bulanık camlar, parçalı bulutlu havalar, kalabalıklardan geriye kalan sessizlikler, beton tepelerin iniltisi, günün yorgunluğu, tutsaklık parçaları, daha dün “burada” olan ve hepsi birer hatıraya dönüşen evler, sokaklar, kitapçılar, kaybolan mazi, vinçler, kamyonlar, sahte ay ışığı, uykusuzluk, kötü rüyalar, mekânlar, sesler, alışkanlıklar, kayıplar, dertler, övünmeler, saçmalıklar, hırslar, hevesler, boşvermişlikler, öfkeler, sarhoşluklar, meraklar, hırpalanmalar, gülme nöbetleri, hayal kırıklıkları, halüsinasyonlar, terk etmeler, tehditler, davetler, vaatler, sorular ve hep sorularla birleşen halkalar, haneler, aileler, dualar ve beddualar, rekabetin, teşhirin, güzel ve mutlu görünmenin dayanılmaz baskısı, plaza-site-alışveriş merkezi üçgeninde sıkışmış hayatlar, aksayan, sakatlayan, eğri büğrü bir hal, azar azar azalan zaman, usul usul çoğalan hüzün, siyahi boşluklar, kısacık mutluluklar, uzun ve saklanan hatıralar, korkutan ve utandıran sırlar, birbirine dolanan arzular, hiç durmadan yağan yağmur gibi bizi kıstıran yorgunluklar, zamanın insafsızlığı, eksikliğin sıkıntısı, hayatın yeknesaklığı ve benzersiz coşkusu, uğultular, hepsi görünen ve hiçbiri anlatılmayan küçük ve büyük sırlar, bir yanıyla acılı bir yurt, bir yanıyla da sanki sürekli bir “yurtsuzluk” hali, Müthiş yoksulluk, kahredici imkânsızlık, derininden zonklayan yara, umursamayan “merkez”in dağlayan zulmü, çaresiz kalan dil, bütün bunları anlamaya çalışan yaşlılar, yetişkinler, çocuklar, ve onların “çocuk ölümleri”, karısını bir başkasından kaçırarak evlenen adam, karısının şimdi de bir başkasına kaçabileceği kuşkusu, bir türlü yaşadıkları yerden kopamayan, kendilerini orayı bekleyen deniz fenerleri olarak gören kasabalılar veya hiç kimsenin tanımadığı kıyıda köşede kalmış yazarlar, usul usul çöreklenen yavaşlık, yarım kalmışlık, mırıltılar, kokular, nar taneleri, karıncalar, pencereler, boş arsalar, zeytin taneleri ve yılanlar, hep hatırlanan, her cumartesi hatırlatılan genç ölümler, gecenin ortasında kelebek yumuşaklığı, dümdüz akamamış, bir yerlere takılmış hayatlar, tutkulu aşk hikâyeleri, tuhaf bir neşe, trajedi ile farsın dans ettiği bir mizah, bir kaçışın hikâyesi ve 12 Eylül’ün ardından gelen şarkılar, şehir içinde dünya turu, kalbin içinde kapı zili, aklın içinde sergüzeştler, kutu gibi evler, ebesinin örekesine çıkan sokaklar, yeteri kadar ölmüş insanlar, binalar yıkılırken, her şey hızla un ufak olurken, iğde ağaçları, atkestaneleri, eski resimler, ilaçlanması gereken böcekler, zamanın ruhu, Gezi’nin isyancıları, hürriyetleri için öksürenler, yerinde duramayanlar, küfredenler, ağlamayı unutmak için yumruğunu sıkanlar, İstanbul’dan bir yozlaşma manzarası, zenginlerden nefret edenlerin kurduğu tuhaf bir kulüp, acı çeken ve acıyı görmeyen kadınlar, erkekler ve diğer mahluklar, geçmiş denen büyük yenilgiler, gelecek denen belirsizlikler ve dik bir mezarlıkta yatan karnı aç ölüler, tiksinme, bulantı, öğürme, terleme, tükürük, istifra, açık kapılar, küçük tufanlar, uzayan yollar, bir dua gibi yağan yağmurlar, hatıralar, ayartan, kanırtan, küçülen, büyüyen karşılaşmalar, baştan ayağa saplantılar, bir çaydanlık gibi fokurdayan, dünyayı öpen, kahreden, sus pus oturan hikâyeler, geçmişin bulanıklığı, kırıklıklar, kabullenişler, gıcırdayan kapılar, boş fincanlar, galaksideki bütün gezegenler, küçük saadetler, bir türlü doymayan arzular, şehrin evleri, pencereleri, masaları, yanıp sönen cigaralar, dindar mahalleler, yokuşlu sokaklar; Halk Partisi, Demokrat Parti; akrabalar, komşular, Tom Miks ve diğer erkekler, zamanın ruhu, çıkışsızlığı, ümidi, ürkek dokunuşları, Haymana Ovası’nda, Tahran’da ve Cambridge’te geçen hayatlar, düzlük, tuhaflık, manzara, garip ve uğultulu, karlı, yağmurlu, fırtınalı bir İstanbul, hele gece olunca o karanlık sokaklardan gelip geçenler, yolcular, âşıklar, yarım kalan arzular, gidenler, kalanlar, usulca söylenen itiraflar, hiçbir mevsimin ısıtmadığı yalnızlıklar, durup dururken suskunlaşan kadınlar, çocuklar, dedeler ve diğerleri

….

 

Barthes, Fotoğraf (Çağı) ve Ölüm Üzerine

Ölüm olgusu fotoğraf üzerine yazılmış metinlere bakarken sıklıkla karşıma çıkardı. Barthes’ın aşağıdaki pasajı ise ilk sarsılmaydı. Tabi fotoğraftan önce resimde konuşuyorlarmış(tır) bunu, ölü doğa diye terimleri bile var, fotoğrafta böyle bir terim var mı bilmiyorum. En popüler bilgilerden birisi: Viktoryen dönemde fotoğrafın sıkça ölüleri kayıt altına alma amacıyla (post-mortem) kullanılması -memento mori. Hep ilk bunu yazıyor konuyu ananlar. Tabiki birbirinden epeyce ayrı ikili bir perspektif var burada: (i) ölümün fotoğrafı ve (ii) fotoğraftaki ölüm fikri… Fotoğrafın ölümünü ilân edemedi henüz kimse, roman gibi o da tam can çekişirken yeniden doğuyor sürekli. Bugünkü fotoğraf-yoğun iletişim hattında Barthes’a bakarak, buradaki akıl yürütmeleri kullanmaya çalışmak nasıl olur?

Birkaç ilgili kaynak:

  • Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine (1977)
  • Audrey Linkman, Photography and Death (2011)
  • Jay Ruby, Secure the Shadow: Death and Photography in America (1995)
  • Sonya Vatomsky, Clearing Up Some Myths About Victorian ‘Post-Mortem’ Photographs (link)
  • Anthony Luvera, Notes on Photography and Death: Mourning, Spectacle, Evidence (link)
  • Taken from life: The unsettling art of death photography (link)
  • Burhan Yılmaz, Deklanşör ve Tetik: Fotoğraf Sanatı ve Ölüm (link)
  • Eren Görgülü, Fotoğraftaki Gerçeklik Olgusu Ve Ölüm-Ölümsüzlük Karşıtlığı (link)

Dünyanın dört bin yanında kendini gerçekliği yakalamaya adamış, didinip duran şu genç fotoğrafçılar aslında ölümün ajanları olduklarını bilmiyorlar. Zamanımız Ölüm’ü böyle alır: Fotoğrafçının bir bakıma profesyoneli olduğu, bilinçsizce “canlı” olanı yadsıyan mazereti ile. Çünkü Fotoğraf’ın 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan “ölüm bunalımı”yla tarihsel bir ilişkisi olmalıdır; (11) bana kalırsa, Fotoğraf’ın ortaya çıkışının toplumsal ve ekonomik bağlamdaki yerini durmadan değiştirmektense, bir yandan da Ölüm ve yeni görüntünün insanbilimsel yerini soruşturmamız gerekir. Çünkü ölüm, toplum içinde bir yerlerde olmalıdır; artık (ya da eski şiddetiyle) dinde değilse başka bir yerde, belki de yaşamı korumaya çalışırken Ölüm’ü yaratan bu görüntüde olmalıdır. Geleneğin gerilemesi ile çağdaş olan Fotoğraf, modern toplumumuzda simgesel olmayan bir Ölüm’ün zorla girişine, din ve gelenek dışında gerçek anlamıyla Ölüm’ ani bir dalışa karşılık gelebilir. Yaşam/Ölüm: bu örnek, en baştaki pozu en sondaki baskıdan ayıran yalın bir klik sesine indirgeniverir.

Fotoğraf ile düz Ölüm‘e gireriz. Bir gün bir dersimden çıkarken birisi bana hor görerek: “Ölümden çok düz söz ediyorsunuz.” demişti – sanki Ölüm’ün dehşeti onun yavanlığı değilmiş gibi! Aslında dehşet şudur: en çok sevdiğim insanın ölümü ve O’nun derinlerine inip dönüştüremeden bakıp durduğum fotoğrafı hakkında söyleyecek bir sözümün olmaması. Sahip olduğum tek “düşünce”, bu ilk ölümün sonunda kendi ölümümün de yazılı olduğudur; iki ölüm arasında beklemekten başka yapacak bir şey yoktur; şu ironiden başka bir kaynağım yoktur: “söylenecek şey yok”tan söz etmek.

Fotoğrafı dönüştürebilmenin tek yolu onu değersiz bir şeye dönüştürmektir: ya çekmece, ya da çöp kutusu. Fotoğraf yalnızca kağıdın genel (yok olabilir) kaderine sahip değildir; daha kalıcı yüzeylere yapıştırılsa da hâlâ ölümlüdür: tıpkı yaşayan bir organizma gibi, filiz sürmüş gümüş tanecikleri düzeyinde doğar, bir an serpilir, sonra yaşlanır… Işık ve nemin etkisiyle solar, zayıflar, yok olur; onu kaldırıp atmaktan başka yapacak şey yoktur artık. Eski toplumlar yaşamın yerine konan anının ilksiz ve sonsuz olduğunu, en azından Ölüm’ü anlatan şeyin ölümsüz olması gerektiğini düşünmüşlerdi: bu Anıt’tı. Oysa (ölümcül) Fotoğraf’ı “olmuş olan”ın genel ve biraz da doğal tanığı yapan modern toplum Anıt’ı terk etmiştir. Bir paradoks: aynı yüzyıl hem Tarih’i, hem de Fotoğraf’ı icat etmiştir. Ancak Tarih pozitif formüllerle üretilen bir bellek ve mitsel zamanı bozan salt düşünsel bir söylemdir; Fotoğraf ise kesin, ama geçici bir tanıklıktır; öyle ki, bugün her şey ırkımızı şu güçsüzlüğe hazırlıyor: artık süreyi duygusal ve simgesel olarak kavrayamamak: Fotoğraf çağı, aynı zamanda devrimlerin, savaşımların suikastlerin, patlamaların, kısacası sabırsızlıkların ve olgunlaşmayı yadsıyan her şeyin çağıdır – ve kuşkusuz “bu vardı”nın şaşırtması da gözden kaybolup gidecektir. Hatta kayboldu bile: Bilmiyorum niçin, ben onun en son tanıklarından biriyim (Gerçek Olmayan’ın bir tanığı); ve bu kitap da onun çok eski bir izidir.

Sararan, solan, ve bir gün ben olmasam bile -bunu yapamayacak kadar batıl inançlıyım- ben öldükten sonra bir başkası tarafından çöpe atılacak olan şu fotoğrafla birlikte yitip gidecek olan şey aslında nedir? Yalnızca “yaşam” değil (bu canlıydı, bu canlı olarak merceğin önünde poz vermişti), aynı zamanda bazen -nasıl desem- aşktır. Annemle babamı, birbirlerine âşık olduğunu bildiğim bu çifti gösteren tek fotoğrafın karşısında şunu fark ediyorum: sonsuza dek yitirilecek olan şey aşk hazinesidir; ben göçüp gittikten sonra hiç kimse buna tanıklık edemeyecek: ilgisiz bir Doğa’dan başka bir şey kalmayacak ortada. Bu öylesine şiddetli, öylesine acımasız bir parçalanmadır ki, yüzyılına tek başına karşı çıkan Michelet, Tarih’i, Aşkın Başkaldırısı olarak düşünmüştür: yalnızca yaşamı değil, aynı zamanda O’nun bugün böylesine modası geçmiş olan sözcük dağarında İyi, Adalet, Birlik, vb. dediği şeyleri sürekli kılmak için.

Roland Barthes, Camera Lucida: Fotoğraf Üzerine Düşünceler, çev. Reha Akçakaya, 6ltı Kı4kbe5 Yayın, 2011 [1980], s. 110-2

Lyotard, Bilgisayarlaştırılmış Toplumlarda Bilgi

Lyotard’ın meşhur Postmodern Durum raporunun ilk, giriş parçası. Baudrillard ve Lyotard’ın 1970’lerde, 1980’lerde bilgi, iletişim ve minitel (pre-internet) üzerine konuşurken söyledikleri bana sıklıkla isabetli kehanetler gibi geliyor. Bu bölümdeki IBM bahsi, “veri” sahipliğini sorunlaştırma fikri, küreselleşmenin diline pelesenk olan ulus devlet güçsüzleşmesi iddiaları (hâlâ kimi zaman haksız, kimi zaman haksız çıkıyor, son yıllarda haksız tarafta) ve son olarak “ödeme bilgisi” ile “yatırım bilgisi” arasında yaptığı ayrım bugünün önceden tetkiki olarak heyecan verici.


Bizim çalışma hipotezimiz, toplumlar postendüstriyel, kültürler de postmodern olarak bilinen çağa girdikçe bilginin konumunun değiştiğidir. (1) Bu geçiş, Avrupa için yeniden-inşanın tamamlanımını işaret eden 1950’lerin sonundan beri yürürlüktedir. Hızı, daha çabuk ya da yavaş ülkelere bağlı olup, bu ülkeler içerisinde etkinlik sektörüne göre değişmektedir. Genel durum, özetleyici bir bakış açısını güçleştiren geçici bir kopuş durumudur. (2) Betimlemenin bir parçası zorunlu olarak tahmini olacaktır. Ne olursa olsun, fütürolojiye çok büyük bir inanç beslemenin akıllıca olmadığını biliyoruz. (3)

Kaçınılmaz olarak eksik kalacak bir resmi boyamaktan çok, çalışmamızın nesnesini dolaysız olarak tanımlayan basit bir özelliği ayrılık noktam olarak alacağım. Bilimsel bilgi bir söylem türüdür. Ayrıca son kırk yıl içinde “önde gelen” bilimler ve teknolojiler dille ilgilenmek durumunda kalmışlardır: fonoloji ve lingüistik teorileri, (4) iletişim ve sibernetik problemleri, (5) modern cebir ve bildirişim (informatics) teorileri, (6) bilgisayarlar ve onların dilleri, (7) tercüme sorunları ve bilgisayar dilleri arasındaki yarışma alanlarının araştırılması, (8) enformasyon, birikim ver veri bankalarına ilişkin sorunlar, (9) telematik ve zeka terminallerinin kusursuzlaştırılması, (10) ve paradoksoloji. (11) Olgular kendileri için konuşmaktadır ve bu liste de tüketici değildir.

Bu teknolojik dönüşümlerin bilgi üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahip olması beklenebilir: Bunun iki esas işlevi-araştırma ve kazanılmış öğrenmenin aktarımı-zaten etkiyi hissediyor ya da gelecekte hissedecektir. İlk işleve bağlı olarak, genetik sokaktaki adam için algılanabilir bir örnek sunmaktadır. Genetik, teorik paradigmasını sibernetiğe borçludur. Bir çok diğer örnek zikredilebilir. İkinci işlev içinse, makinelerin küçültülmesi ve ticarileştirilmesinin, zaten öğrenmenin kazanıldığı, sınıflandırıldığı, tüketime sunulduğu ve sömürüldüğü yolları değiştirecek ortak bir bilgi haline gelmesi örneği verilebilir. (12) Enformasyon-sağlayıcı makinelerin verimli kılınmasının insan dolaşımı (taşıma sistemleri) ve sonra da ses ve görsel imgelerin (medya) dolaşımında olduğu kadar öğrenim dolaşımı konusunda da bir etkiye sahip olduğunu ve olmayı sürdüreceğini varsaymak akla uygundur. (13)

Bilginin tabiatı bu genel dönüşümler bağlamında değişmeksizin kalamaz. Eğer öğrenme sadece enformasyon niceliklerine dönüştürüldüyse, yeni kanallara uyup, işlersel olabilir. (14) Bu kurulmuş bilgi bütününde bu yolda tercüme edilemeyecek herhangi bir şeyin ortadan kaldırılacağını ve yeni araştırma yönünün, bilgisayar diline tercüme edilebilir olgusal sonuçlarının mümkünlüğü tarafından belirleneceğini öndeyileyebiliriz. Şimdi bilginin “üreticileri” ve kullanıcıları, öğrenmeyi ya da bulmayı istedikleri ne olursa olsun, bu dillere tercüme araçlarına sahip olmalıdırlar ve olmak zorunda kalacaklardır da. Tercüme makineleri üzerindeki araştırma zaten ilerlemiş durumdadır. (15) Bilgisayarların hegemonyasının yanısıra belirli bir mantık ve dolayısıyla hangi önermelerin “bilgi” önermeleri olarak kabul edileceğini belirleyen bir öngörücü hükümler kümesi gelmektedir.

Böylece “bilgi kullanıcı” (knower) ya ilişkin olarak-bilgi sürecinin hangi noktasını işgal ediyorsa etsin, bilginin bütünüyle bir dışsallaştırılması olayıyla karşılaşabiliriz. Bilginin kazanımının zihinlerin ve hatta bireylerin yetiştirilmesi (Bildung) sürecinden ayrılamıyacağı [sic] hakkında eski ilkenin modası geçmektedir ve bundan sonra daha da geçecektir. Bilgi kullanıcıları ve arzedicilerinin arzettikleri ve kullandıkları bilgiyle olan ilişkileri, mal üretici ve tüketicilerinin, ürettikleri ve tükettikleri mallara olan ilişkisinin gerçekleştiği bir (ekonomik) değer formunda gerçekleşmektedir. Bilgi satılmak üzere üretiliyor ve satılmak üzere üretilecek, yeni bir üretimde kıymetlendirilmek üzere tüketiliyor, tüketilecek. Her iki durumda da amaç mübadeledir. Bilgi kendinde bir amaç olmaktan uzaklaşmakta, “kullanım-değerini” kaybetmektedir. (16)

Bilginin son bir kaç on yıl içerisinde üretimin esas gücü olduğu geniş bir şekilde kabul edilmektedir. (17) Bu durum zaten yüksek derecede gelişmiş ülkelerdeki işgücü kompozisyonu üzerinde kaydedilebilir bir etkiye sahiptir (18) ve gelişen ülkeler için temel bir inkıtayı oluşturmaktadır. Postendüstriyel ve postmodern çağda bilim, millî-devletlerin üretici kapasite alanındaki önceliğini koruyacak ve şüphesiz güçlendirecektir. Gerçekte bu durum gelişmiş ve gelişen ülkeler arasında boşluğun gelecekte eskisinden daha geniş olarak büyüyeceği sonucuna götüren sebeplerden birisidir. (19)

Ancak sorunun bu boyutu kendisi için tamamlayıcı olan diğer boyutunu gölgelememelidir. Enformasyon malı formundaki bilgi, üretici güçlerden ayrılamaz bir biçimde güç için dünyanın her tarafındaki rekabetin zaten esas bir parçasıdır ve belki de esas parçası olmaya devam edecektir. Millî-devletlerin bir gün geçmişte toprak denetimi yüzünden verdikleri kavga gibi enformasyon denetimi ve daha sonra ham maddeler ve ucuz emeğin ele geçirilmesi ve sömürülmesi için savaşacakları inandırıcı gözükmektedir. Yeni bir alan bir taraftan endüstriyel ve ticari stratejiler diğer taraftan ise askeri stratejiler için açılmış bulunmaktadır. (20)

Ancak yukarıda özetlediğim perspektif benim gösterdiğim kadar basit değildir. Çünkü bilginin merkantilizasyonu, öğrenimin üretim ve dağıtımına ilişkin olarak hoşlanılan ve hoşlanılacak önceliği etkilemek durumundadır. Öğrenimin toplumun zihni ya da beyni olarak Devlet’in denetimine bırakıldığı düşüncesi karşıt bir ilkenin çoğalan gücüyle birlikte çok ama çok modası geçmiş olacaktır. Bu karşıt ilkeye göre toplum yalnızca içerisindeki dolaşan mesajların enformasyon olarak zengin ve kodlaması kolay olduğunda varolacak ve ilerleyecektir. Bilginin ticarileştirilmesiyle el ele giden iletişimsel “geçicilik” ideolojisi Devleti bir “gürültü” ve bir donukluk faktörü olarak algılamaya başlıyacaktır [sic]. Bu bakış açısından ekonomi ve Devlet arasındaki ilişki sorunu yeni bir aciliyetin ortaya çıkmasını tehdit etmektedir.

Zaten son bir kaç on yıl içerisinde ekonomik güçler, çokuluslu şirketler tarafından işleyen sermaye dolaşımının yeni biçimleri aracılığıyla Devletin konumunu tehlikeye sokma noktasına ulaşmışlardır. Bu yeni dolaşım biçimleri yatırım kararlarının hiç olmazsa kısmen millî-devletlerin denetiminin dışına çıktığını imâ etmektedir. (21) Bu tehdit edici sorun telematik ve bilgisayar teknolojisinin gelişimiyle birlikte eskisinden daha çok ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi IBM gibi bir firmanın yeryüzünün makrek alanında bir kuşak işgal etmek ve iletişim uyduları ya da veri bankası uyduları fırlatmak üzere yetkili kılındığını farzedin. Kim bunların gücüne sahip olabilecektir? Hangi kanal ya da verinin yasak olup olmadığını kim belirleyecek? Devlet mi? Veya devlet sadece diğerlerinin arasında bir kullanıcı mı olacak? Yeni yasal sorunlar ve bunlarla birlikte “kim bilecek” meselesi ortaya çıkacak.

Bilginin tabiatındaki dönüşüm o zaman, varolan kamusal güçler üzerinde fiilen ve hukuken geniş şirketler ve çok genel olarak sivil toplumla olan ilişkilerini gözden geçirmeye zorlayarak tepkilere yol açabilir. Dünya pazarının yeniden açılması, daha tutarlı bir ekonomik rekabete geri dönüş, Amerikan kapitalizminin hegemonyasının kırılışı, sosyalist alternatifin çöküşü, muhtemel bir Çin pazarının açılışı -bunlar ve bir çok diğer etmen 1970’lerin sonlarında Devletleri 1930’lardan bu yana oynamaya alıştıkları yatırımlara kılavuzluk etme ve yönlendirme rolü konusunda ciddi bir değerlendirmeye hazırlamaktadır. (22) Bu bakımdan, yeni teknolojiler sadece böyle bir yeniden gözden geçirmenin acilliğini çoğaltabilirler, çünkü bunlar karar vermede (dolayısıyla denetim araçlarında) kullanılan enformasyonu eskisinden daha hareketli ve çalınmamaya elverişli yapmaktadır.

“Eğitimsel” değeri veya siyasal (idari, diplomatik, askeri) öneminin yerine parayla benzer dolaşım çizgilerine sahip öğrenimi görselleştirmek zor değildir. Kalıcı ayırım bilgi ve cehalet arasında olmayacaktır artık, ancak tıpkı para konusunda olduğu gibi, “ödeme bilgisi” ve “yatırım bilgisi” arasında, bir başka deyişle, bir projenin işlerliğini sağlamaya adanan bilgi fonlarına karşı gündelik hayatın sürdürülmesi çerçevesinde mübadele edilen bilgi birimleri (işgücünün yeniden inşası, “varkalmak”) arasında olacaktır.

Eğer olay buysa, iletişimsel geçicilik liberalizme benzer olacaktır. Liberalizm içerisinde bazı kanalların, diğerleri sadece borçları ödeme eşyası olarak kalırken kullandığı para akışı örgütlenmesine mani olmaz. Benzeri şekilde, diğerleri her şahsın toplumsal bağa sürekli borcunu yeniden ödemek üzere kullanılırken, bazılarının “karar vericiler” için ayrıldığı, özdeş tabiatın özdeş kanalları boyunca hareket eden bilgi akışları da tahayyül edilebilir.

Jean-François Lyotard, Postmodern Durum, çev. Ahmet Çiğdem, Ara Yayınları, 1990 [1979], s. 10-3.

Davis, Yabancılar

Büyükannemle ben yabancılar arasında yaşıyoruz. Ev farklı zamanlarda belirip duran bütün insanları kaldıracak kadar büyük değil. Sanki bekleniyorlarmış gibi gelip yemeğe oturuyorlar -nasılsa, her zaman onlar için de bir tabak konmuş oluyor- ya da dışarıdaki soğuktan ellerini ovuşturarak, hava durumu hakkında yorum yaparak salona giriyorlar, ateşin başına yerleşip daha önce fark etmediğim bir kitabı ellerine alıyorlar., eski bir kâğıt ayraçla işaretledikleri yerden okumaya devam ediyorlar. Doğal olarak, tahmin edileceği gibi, bazıları hoş ve nazik, bazılarıysa kaba – huysuz ve kurnaz. Bazılarıyla hemen arkadaş oluyorum -tanıştığımız andan itibaren çok iyi anlaşıyoruz- kahvaltıda onları tekrar görmek için sabırsızlanıyorum. Ama sabah kahvaltıya indiğimde onları göremiyorum; çoğu zaman bir daha hiç görmüyorum. Bunların hepsi çok rahatsız edici. Büyükannemle ben eve gelip giden bu yabancılardan hiç söz etmeyiz. Ama ben bastonuna yaslanıp yemek odasına girerken şaşkınlıkla kapıda durduğunda onun masum yüzünü izliyorum – o kadar yavaş hareket ediyor ki zar zor anlaşılıyor. Genç bir adam mendilini kemerine sıkıştırıp oturduğu yerden kalkıyor ve büyükannemin oturmasına yardım ediyor. Büyükannem gergin bir gülümsemeyle, kibarca başıyla selam vererek adamın varlığına uyum sağlıyor ama ben biliyorum; adam bu sabah burada olmadığı ve yarın sabah da burada olmayacağı, bunlara rağmen sanki her şey çok doğalmış gibi davrandığı için, o da en az benim kadar korkuyor. Ancak tabii ki, sıklıkla masadaki kibar bir genç adam değil, sessizce ve hızlıca yemeğini yiyip biz bitirmeden kalkıp giden zayıf bir kızkurusu ya da hepimize suratını buruşturan, fırınlanmış elmasının kabuğunu tabağının kenarına tüküren yaşlı bir kadın oluyor. Bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Davet etmediğimiz, zaten kendi istekleriyle er ya da geç giden insanlardan nasıl kurtulabiliriz? Farklı nesillerden de olsak, ikimiz de asla soru sormamak ve anlamadığımız şeyler karşısında gülümsemekle yetinmek üzere yetiştirilmiştik.

Lydia Davis, Rahatsızlık Çeşitleri, çev. Betül Kadıoğlu, Everest Yayınları, 2015 [2014], s. 221-2.

Valéry, Entelektüel Üzerine

Her ne kadar metnin tamamı entelektüel figürünü kat etse de, başlığıyla en aşikarlaştığı noktada ilgili kavramı sorguladığı için bu pasajı seçtim o akıl almaz Monsieur Teste anlatısından. Bazı müthiş metinler direkt “alıntılanamaz” bir kimlik taşıyorlar, Teste gibi bazıları da her ânında sonsuz bir alıntının parçası olmaya öykünüyor. Biraz öncesinden mi kesmeli, ne kadar uzatmalı, nerede durup bağlamalı diye düşünürken alıntıya kendi varoluşunu yitirtiyor. En iyisi, yazar niyetini başatlaştırarak atılan başlıktan alıp, kolaya kaçmak…


– ENTELEKTÜEL?..

Aklımdan şöylesine geçen bu kocaman sözcük bir çırpıda görüşümün önünü tıkamıştı. Akıldan geçen bir sözcüğün yarattığı şok ne garip şey! Son sürat yol alan yanlış yığını ansızın doğru şeridinden sapıveriyor…

Entelektüel?.. Yanıt yok. Yorum yok. Platoların, şatoların, dumanların uçtuğu ufukta ağaçlar, şarkılar ve sonsuz şiirler… Kendime yabancı gözüyle bakıyordum. Henüz yeni yarattığım şeyin içinde duruyordum. Şaşkın, gözle görülür döküntüler arasında, felakete neden olan bu kocaman sözcüğü cansız olarak yerde yatar buldum. Sanırım düşünce kıvrımlarıma biraz uzun gelmişti.

– Entelektüel… Benim yerimde kim olsa anlardı… Ya ben!..

– Siz biliyorsunuz, sevgili Siz, biliyorsunuz ki ben en karanlık türün adamıyım. Siz bilirsiniz bunu, deneyimlerinizden, belki yüz kez kulaktan duyduğunuz için daha da iyi bilirsiniz. Beni okumak için Fransızcaya çevrilmemi bekleyen hiç kimse yok; ne bir bilgin, ne bir iyiliksever ne de olgun ve uygun biri. Bunlar diğer insanlara hoşnutsuzluklarını gösterirler, onlara dizelerimden alıntılar okurlar. Düşünmeleri gerektiğini itiraf ettiğim bölümleri gösterirler. Bir başkası dizelerimden hiçbir şey anlamadığını gizlerken bunlar bunu gururla söylerler. – “Modeste tamen et circumspecto judicio pronuntiandum est der Quintilien, Racine’in çevirisinde, – ne quod plerisque accidit, damnent quae intelligunt.” Oysa ben, bu dâhi amatörleri üzmekten üzüntü duyarım. Şeffaflık kadar ilgimi çeken bir şey yoktur. Dostum benim! Ne yazık ki, ben bunun zerresini bile bulamam. Bunu kulağınıza fısıldıyorum. Yaymayın sakın. Sırrımı sıkıca saklayın. Evet, şeffaflık o kadar az rastladığım şey ki, onu dünyanın hiç bir yerinde bulamam, özellikle de düşün ve yazı dünyasında hiç ama hiç bulamam, özellikle de düşün ve yazı dünyasında hiç ama hiç bulamam, gezegendeki elmas gibi, belki ancak o kadar bulabilirim. Hemen hemen her yerde, keşfettiklerimin yanında bana sunulan gizemler anlamsız ve de hafif. Ne mutlu kendileri ile barışık olanlara, kendileri ile diyalog içinde olanlara! Yazıyor, titremeden konuşuyorlar. Bu zeki insanlara ne denli özendiğimi hissedebiliyor olmalısınız. Eserleri kristal bir kürede güneşin tatlı sıcaklığını düşündürür… İçimdeki şeytan kendimi savunmam için onları suçlamamı, kınamamı söylüyor bana. Karanlıkla asla karşılaşmayanların hiçbir şeyin ardına takılmayan kişiler olduğunu ve insanlara sadece bildikleri şeyleri sunmanın gerekli olduğunu söylüyor bana alçak sesle. Kendimi ruhumun derinliklerine kadar gözden geçiriyorum ve pek çok saygın kişinin söylediklerine alkış tutmam gerekiyor. Sevgili Dostum, farkına varmadan anladığını anladığından hiçbir zaman emin olmayan zavallı bir kişiliğe sahibim ben gerçekten. Aydınlıkla, gerçek anlamdaki karanlığı birbirine karıştırmadan zor ayırt ediyorum… Bu yetersizliğim kuşkusuz cehaletimden kaynaklanıyor. Tüm sözcüklerden sakınıyorum zira küçücük bir dikkat bile onlara güvenmemin saçmalığını ortaya koymaya yetiyor. Bir düşünce boyutunu aşmamızı sağlayan bu sözcükleri, bir çukurun üstüne atılan ve dur duraksız geçidi aşılmaz kılan incecik tahtalara benzetme noktasına geldim ne yazık ki. Ayağına çabuk biri bu tahtaları alır ve kurtarır kendini. Oyalanmakta yarar var, aksi halde denge bozulur ve her şey uçurumun derinliklerinde kaybolur. Acele eden anladı işi zorlaştırmanın gerektiğini: En açık sözlerin karanlık terimlerin kılıfı olduğu nasılsa anlaşılır.

Tüm bunlar, size şu an sunmakta olduğum hoş bir açıklamaya götürürdü herhalde beni. Mektup edebiyattır. Hiçbir şeyi fazla kurcalamamanın gerekliliği edebiyatın sıkı bir kuralıdır. Aynı zamanda da genel bir arzu… Her yönlü düşünebilirsiniz.

Kendi uçurumumdayım, aslında hiç de uçuruma benzemediği gibi şanıma da denk gelmiyordu. Anlayacağınız açmazımdaydım. Bir çocuğa, bir inançsıza, bir azizeye, hatta kendime bile, bu sözcüğün anlamını açıklamaktan yoksundum: Entelektüel; kimseye zararı dokunmayan bir kelime.

İmajlardan yana bir sorunum yoktu. Tam tersi, bu devasa kelimeye her başvuruşumda, gerçek bana hep başka başka imajlarla yanıt veriyordu. Her biri naifti. Hiçbir yanıt hiçbir şeyi anlayamama şaşkınlığımı gidermiyordu.

Bölük pörçük düşler kuruyordum.

Figürler oluşturuyordum aklımda, onlara “Entelektüel” adını takıyordum. Yerlerinden kıpırdamadan dünyanın önemli olaylarından söz eden insanlar veya ellerinin tersi, dillerinin ucuyla görülmez güçleri veya doğası gereği görülmez olan nesneleri harekete geçiren kıpır kıpır insanlar… Size gerçeği söylediğim için bağışlayın beni. Gördüklerimi görüyordum.

Düşün adamları, yazın adamları, bilim adamları, sanatçılar… Nedenler, geçerli nedenler, neden içeren nedenler, küçük nedenler, kendi içinde açıklanamayan nedenler, aynı zamanda sonuçları da boş olan fakat hayranlık uyandıracak kadar önemli olmalarını istediğim nedenler… Bu neden ve sonuçların maddî temeli hem vardı, hem yoktu. Tuhaf eylemlerin, eserlerin, başyapıtların bu düzeni, gerçeğin ta kendisini tutuyordu elinde, oyun kâğıtlarını değil. Esinler, düşlemler, eserler, şan, şöhret, bu düzen, tüm bu sıralananların ve bir başkalarının var olduğu ve bir hiçe indirgendiği bir bakışa bağlıydı.

Sonra tüyler ürperten bir şimşek çaktı. Orda, bu göz kamaştırıcı ışığın gerisinde şeytanlar ordusunun karışıklığını ve korkunç hareketliliğini görür gibi oldum. Doğaüstü bir atmosferde Tarih‘e özgü bir komedi çıktı ortaya. Mücadele, isyan, zafer, lânet töreni, infaz, ayaklanma, gücün etrafında oluşan trajedi!.. Bu Cumhuriyetin kalbi, skandallar, ani gelen servetler, yasadışı servetler, komplolar ve cinayetler için atıyordu; oda referandumları, sıradan başarılar, iki dudak arasından çıkan sayısız suikastlar – çalma çırpmaları geçelim. Orada tutucular, vurguncular, fahişeler, inançsız görünen inançlılar, imanlı gibi görünen dinsizler vardı; sahte saflar, gerçek aptallar, otoriteler, anarşistler, kılıçlarından mürekkep damlayan cellâtlar; kimler yoktu ki… Kendini papaz sananlardan tutun da psikopos, Sezar veya şehit sananlara kadar herkes vardı orada. Bazıları bu kendini bir başkası sanma işlemini abartıyor, eyleme döküyor, çocuk veya kadın oluveriyordu. En komikleri ise, kendilerini kabile reisi, yargıç, savcı sananlardı. Yargılarımızın bizi yargılayacağından habersizdiler. Hiçbir şey gelecek üzerine ahkâm kesmekten daha iyi sergilemez zayıf noktamızı, düşüremez maskemizi. Küçücük bir hatanın, kolayca, bir çırpıda, karaktere mal edilmesi tehlikeli bir sanattır.

Bu şeytanlar kendilerini -sık sık- karton aynada seyrederlerdi ve oradan insanoğlunun, ya ilki ya da sonuncusu olarak yansıdıklarını sanırlardı…

Bu gücün yasasını aradım durdum. Eğlenme gereksinimi, yaşama dürtüsü, hayatta kalma arzusu; şaşırtma, hayrete düşürme, azarlama, öğretme, küçümseme ve kıskançlığın iğneleyici hazzı sürüklüyor, öfkelendiriyor, kızıştırıyor ve açıklıyordu bu Cehennemi.

Orada kendimi de gördüm; tanımadığım bir yüzle. Belki de yazılarım şekil vermişti ona. Siz, Sayın Düşçü, siz bilirsiniz ne söylediğimi. Düşlerde, bilinenle görülenler arasında özel bir uyum vardır. Bir gün öncesini içermez bu uyum. Pierre’i görüyorum ve onun Jacques olduğunu biliyorum. Nadiren de olsa kendimi başka bir yüzle gördüm. Kalbimi delip geçen keskin bir acı ile tanıyordum kendimi. Bu ben miyim yoksa bir hayalet mi, sanırım ikimizden biri bayıldı.

Elveda. Yolculuğumun sonlarına doğru beni şaşkına çeviren, rengârenk olan her şeyi size yazmaya kalksam bu mektubu asla bitiremem. Elveda. Neredeyse unutuyordum. Düşlerimden sert bir İngiliz’in sert olmayan ayağı ile uyandırıldım. Neyse ki canım yanmadı. Yorgun kara tren durmaya hazırlanıyor. Elveda.

Paul Valéry, Monsieur Teste, çev. Sevgi Türker-Terlemez, Epos Yayınları, 2017 [1896(?)] , s. 94-8.