Barthes, Kapaktaki (Meşhur) Asker Üzerine

Hayata 21 günlük bedelli askerlik molasını, dün gittiğim -haklılıkla alaycı- berberden sonra hangi alıntıyla ifade edebilirim? Aslan Asker Şvayk (Hašek) ya da Adam Adamdır (Brecht) belki. En yakınlara bakarsam, Barthes’ın berberde bir dergi kapağındaki siyah asker fotoğrafıyla karşılaşması ve bununla ilgili yazdığı, sonradan içinden çok sular akacak geniş dere yatağına dair kurucu fikirlerini alıntılayabilirim.


Şimdi de başka bir örnek: Berberdeyim, Paris-Match‘ın bir sayısını uzatıyorlar. Kapakta, Fransız üniforması giymiş genç bir zenci, gözleri yukarıda, hiç kuşkusuz üç renkli bayrağın bir kıvrımına dikili, asker selamı veriyor. Resmin anlamı bu. Ama, bönce olsun, olmasın, bana neyi belirttiğini görüyorum: Fransa büyük bir imparatorluktur, renkli renksiz tüm oğulları bayrağının altında bağlılıkla hizmet eder, sözde sömürgecilik suçlayıcılarına bu zencinin sözde sömürücülerine hizmet etme çabasından daha iyi bir yanıt olamaz. Böylece, burada da, büyütülmüş bir göstergesel dizge karşısındayım: daha önce bir ön dizgeden oluşmuş bir gösteren var (bir zenci asker Fransız selamı veri­yor); bir gösterilen var (bu da amaçlanmış bir fransızsallık ve asker­sellik karışımı); son olarak da gösteren içinde gösterilenin varlığı var.

Söylensel dizgeyi terim terim çözümlemeye geçmeden önce, te­rimler konusunda anlaşmak uygun olacak. Şimdi, biliyoruz, gösteren söylende iki görüş açısından ele alınabilir: dilsel dizgenin son terimi olarak ya da söylensel dizgenin ilk terimi olarak: öyleyse burada iki ad gerekiyor: dil düzleminde, yani ilk dizgenin son terimi olarak gös­tereni anlam (adım arslandır, bir zenci Fransız asker selamı veriyor) diye adlandıracağım; söylen düzleminde de biçim diyeceğim ona. Gösterilene gelince, bulanıklık söz konusu değil: kavram adını alıko­yacağız. Üçüncü terim ilk ikisinin karşılıklı bağıntısı: dil dizgesinde gösterge‘dir bu; ama bu terimi yeniden ele alıp da çift anlamlılığa düş­memeye olanak yoktur, çünkü söylende (baş özelliği de budur) göste­ren daha önceden dilin göstergelerinden oluşmuştur. Söylenin üçün­cü terimine anlamlama diyeceğim: söylenin gerçekten bir çifte işlevi bulunduğu için, sözcük tam yerindedir: gösterir ve bildirir, anlatır ve benimsetir.

Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, Metis Yayınları, çev. Tahsin Yücel, 2014 [1957], 4. basım, s. 185-6.

Emily Reynolds – Kendimi İmha Etmek İçin İçiyorum (Çeviri)

Gazetecilerin kendi hayatlarına dönüp baktıkları alkolizm denemeleri ilgimi çekiyor. Çeviriden anlamam, daha önce William Leith’in “İçkinin hayatımı teslim almasına nasıl izin verdim” yazısını çevirmeye çalıştım. Şimdi de meseleye daha olumlu bir yerden yaklaşan Emily Reynolds’un yazısını çevirmek istedim. Metinle yakınlaşayım diye… Aradaki perspektif farkı herhâlde Trainspotting ve Requiem for a Dream arasındakinden birazcık daha kısa ve çok daha sorunsuz. İki yazının yazarlarının ortak özelliği, gayet iyi işleyen alkolikler (high-functioning alcoholic) olmaları, özgeçmişleri epey parlak. 20’lerindeki Reynolds’ın bu metindeki düşünceleri yıllar içinde değişmeye teşne olabilir çünkü alkolizme giden yol ile ilgili üç ana kaynak olarak andığı biyoloji (genetik), toplumsallık ve psikoloji alkolizme giriş ve çıkış için önemli bir diğer bileşeni içermiyor: fizyoloji. Elbet yıllar sonra yeni bir metin yazdığında, o, başka birinin yazdığı başka bir metin ve hayat anlatısı olacak. Belki de sabit kalır bir Demirkubuz karakteri gibi. Neyse, hamiş vakti: bu yazıyı çevirmeye çalıştığım birkaç gün içinde bir yandan da Sharp Objects izliyor olmak beni yine kör kuyulara sürükledi, sürüklüyor.


Kendimi İmha Etmek İçin İçiyorum

Bırakmak çok kolay, yine de imkânsız gibi geliyor

Emily Reynolds, 27 Ağustos 2018, Medium

(Metnin aslı)

İlk defa sarhoş olduğumda -gerçekten sarhoş- 14 yaşındaydım. Mevsimlerden yazdı, tek başımaydım; annem hemşireydi ve günde 16 saat çalışıyordu, beni yapacak hiçbir şeyin olmadığı bir evde yalnız başıma bırakıyordu. Herhalde başka bir genç bu kazara özgürlük içinde alem yapmaya başlardı. Ben, basitçe hiçbir arkadaşı olmayan ben, başımı belaya sokmadım -en azından o zamanlarda aşikar olacak bir belaya.

Rutinim basitti. Sabah 9’da kalkar ve bilgisayarı açar, karanlık ve soluk çalışma odasında, gece yatma vakti gelene kadar yabancılarla konuşurdum. Bir gün içki içmeye karar verdim.

Ailemin alkol dolabını açmaya beni itenin ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Bildiğim tek şey bunu bir zorunluluk gibi hissettiğim; içmek hoşuma gitmedi, daha ziyade bir mecburiyet ya da garip bir sorumluluk hissettim. Öylesine bir yudum almadım, uçarı bir şekilde keyiflenmedim, bu eylem bana bir kuralı yıkmanın yasadışılığının heyecanını da vermedi. Yavaşça ve angarya bir işmişçesine neşesizce lıkırdatarak içtim, ta ki birkaç saat sonra annemin oturma odasının pencere camına ısrarla vurmasıyla uyanmama dek. Ben sızmışım, o da anahtarlarını unutmuş. Beni yatırdı, bir daha bunun hakkında konuşmadık.

Hâlâ hayatında ilk kez partilerde sarhoş olmuş arkadaşlarımı kıskanırım, büyük kardeşlerinden şeftali schnapps şişeleri ya da köpek öldüren şarap çalmış, rutubetli çimenlerin üzerinde kendilerinden geçmişlerdir; aşırı eğlenmekten dolayı hastalanan bu kişileri çok kıskanırım. O zamanlar, içki içmek benim için bir eğlence olmadı -zevk ve keyif de yoktu. O günlerde farkına varmadığım -hem içme arzum hem de bu konuda nasıl davrandığım ile ilgili olan o- şey, hayatımın büyük bölümüne hükmeden ve bağımlılık hakkında çok şey anlatan, kayıtsızlığa dair sonu gelmeyen bir arayıştı.

Benim için hiçbir yere varmamanın en hızlı yolu

Eğlenmek istemediğim için, başka hiçbir şey hissetmek de istemiyordum. İstediğim, olduğum her şeyden tamamen sıyrılmaktı: imha olmak ve tekrardan inşa etmek. Bireyliğimin en temel hâline indirgenmek, mutlak boşluk olmak istiyordum. Bedenimden bir şekilde ayrışmak, mümkünse var olduğumu unutmak istiyordum.

O noktaya acıyla da geldim, tıbbi malzeme kutusundan çaldığım neşterle tenimden şeritler keserken; sonraları uyuşturucu ve seks ile, ve kendimi aç bırakarak. Ama içmek daha hızlıydı -ve hâlâ, bugün de, benim için hiçbir yere varmamanın en hızlı yolu.

. . .

Garip bir şekilde, bana alkol ile ilgili çok fazla şey hatırlattığı için bir mouse pad aldım. Bir Louis Wain baskısı —bir masanın etrafında duran beş kedi, küçük kapları içmek için dolduruyorlar. Kedilerin bazıları oldukça sevimli, yüzlerine düzmece bir sırıtma iliştirilmiş. Ama iki tanesi manyakça duruyor, süte bakarken tamamen kafayı yemiş gibi.

Eğer bunlar romantik şeyler gibi geliyorsa, sebebi öyle hissetmemdir —gerçekten bunaltıcı bir takıntı. Yedi ay ayık kaldıktan sonraki ilk içkim, aşık olmak gibiydi. Bir arkadaşımla akşam yemeğine çıkıp birer bardak şarap içmeye karar verdik —sadece bir bardak. Bir şişe aldık, sonrasında kendi payımın sonuna geldim, bir çocuğun gazoz içişi gibi kana kana içtim. Başım döndü, hakikaten yükselmiş hissettim —sanki ilk buluşmadaymışım gibi. İçkimi bitirdim. Restoranı terk ettiğimizde, bir an duraksadım ve onun bardağının dibindeki tortuyu da içtim. İğrençti. Erotikti. O an, hayatımda o güne kadar yaptığım her şeyden daha mantıklı geldi.

Heyecanın bir kısmı da risk, elbette, başınıza gelenlerini umursamamak —hasta olmak, canın yanması, hatta ölmek. Tekrar içmeye başlamamdan aylar önce, yiyeceğimiz yemeğin kuliner değerine ikna olmayan bir adamla steak tartare yerken, şeylerin birincil olarak keyif vericiliklerinden değil aynı zamanda risklerinden de keyif aldığımı fark ettim. Ağzımdaki çiğ etin tadını ne kadar seviyordum, ya çiğ yumurtanın? Bana ne kadar lezzetli geliyordu, gerçekten? Peki ya bu zevkin ne kadarı yediğim şeyin beni hasta edebileceği fikriyle ilgiliydi —basit, alelade bir şekilde hasta edebileceği? Belki de bu gibi riskleri alan bir insan olduğum fikrini sevdim.

Bu aynı zamanda da eğlenceli! Sıkça kayıtsızlık hissine düşüyorum, evet, ama bu bir öte yandan da neşenin olmadığı anlamına gelmiyor: Asla iki üç içkiden sonra, sokakta bir partiye, buluşmaya ya da bir pub’a giderken, umut ve imkânlarla dolu o geceyi, özellikle, daha fazla alkolü düşünürken içinde olduğum ruh hâlinden daha iyi hissetmedim. Simya tuttuğunda — hâlâ kontrol elindeyken, daha çok içkinin geleceğini ve seni hiçbir şey ya da hiçbir kimsenin durduramayacağını bilirken— gerçekten büyülü bir durum oluyor. İçmek seni yaşamın vahşi kalbinin içine yerleştiriyor: Yozlaşmış, duyumsal ve özgür hissediyorsun, tüm sinirlerin zaptedilemez bir feral enerjiyle doluyor.

Yine de çaresiz, huzursuz bir heyecan, sabah işe gideceğini hatırladığın bir partide olmak gibi, yarım saat içinde terk etmen gereken bir otel odasında sevişmek gibi, yazın bütün o güneşi altında güneş kremsiz yatmak gibi, yanacağını bilmek fakat ânı da korumaya çalışmak istemek, teninin sıcaklığının tadını çıkarmak. Bir şeyden çıkabilecek şeyi sonuna kadar çekmek için yapılan doyumsuz bir baskı —teninin tamamına sokulan o somut, yükselen delilik.

İçki içtiğin için uğultuyu da, harareti ve heyecanı da hissediyorsun, o tanıdık parıltı boğazında başlıyor ve yavaşça bütün bedenine yayılıyor. Yüzün kızarıyor; kalçaların ateş saçıyor, omzundaki altın rengi saçların güneşte parlıyor. O ânın sonsuza dek süremeyeceğini biliyorsun —sonsuza dek sarhoş kalamazsın, hayatını bu şekilde yaşayamazsın — ama aynı zamanda duramazsın da, bunu elinden bırakamazsın. Bir battaniye gibi ona sarılırsın, seni terk etmeye, gitmeye çalışan bir sevgilinin bacağı gibi.

. . .

Alkol sana ne yapıyor, tam olarak? Şişiriyor ve lekeler bırakıyor, tenini kuru, kızarık ve kabarık hâle getiriyor. Organlarına zarar veriyor, birden ve rastgele bir biçimde, sebepsiz ve habersiz yere bedenine sancılar saplıyor. Tüm sabahları imkânsız kılıyor, daimi bir akşamdan kalmalık hâli, kalınan bir akşamı ortadan kaldırıyor, artık uyandığında hep sanki birkaç araba çarpmış gibi hissetmeye uyum sağlıyorsun. Sabahları yemek yemek için fazla hasta hissediyor, o yüzden akşamları saçma derecede fazla tıkınıyorsun.

Alkol aynı zamanda arkadaşlıklarına da zarar veriyor, insanların senden bıkmasına sebep oluyor. Kötü kararlar vermene ve aslında unutmaman gereken şeyleri unutmana yardımcı oluyor. Seksi mahvediyor: seni pasaklı ve çekici olmayan bir hâle getiriyor, ya da basitçe, sızmana sebep oluyor. Alman gereken ilaçları almıyorsun. Mesajlara cevap vermeyi unutuyorsun, ya da daha kötüsü, kin dolu, fazla içten veya ayık olduğunda hissediyor olsan bile o anda yanlış ifade ettiğin ya da dönüşü olmayan bir tutkuyla yazdığın mesajlar gönderiyorsun. Kimliğin olmadan sana hizmet vermeyeceğini söyleyen market görevlisine çıkışıyorsun, sokakta sevdiğin insanlara bağırıyorsun ve sonunda neden sinirli olduğuna dair hiçbir hatırân olmadan uyanıyorsun. Arkadaşın o gün eve erken dönmek istediğinde ya da daha fazla içmek istemediğinde tedirgin oluyorsun. Eğer içkin biterse ve daha fazla alman mümkün değilse, panikliyorsun, hakiki bir varoluşsal korku boğazının etrafını sarıyor. Seni tehlikeye sokuyor ve birinin yardımlarına karşı çok acımasız ve dobra kılıyor.

Henüz bilmediğim şey, içmenin beni öldürüp öldürmeyeceği

Aynı zamanda seni çok temelden değiştiriyor. Bazı çalışmalar alkolizmin, tıpkı travma gibi, nöral yollarını baştan sona değiştirdiğini iddia ediyor: Alkol beynini yeniden yapılandırıyor, nöronlarında seni içmeye devam etmek zorunda hissettiren örüntüler kuruyor.

Bağımlılık, çoğumuz için, kendimizi dönüştürme arzusuyla başlıyor: kendimizi yeni bir şey ya da yeni birisi olarak biçimlendirme ve kaçınılmaz olmadığını umduğumuz o diğer kısımları reddetme. Ve bunu başarıyor: Kemiklerini, kanını, beynini değiştiriyor. Umduğun dönüşüm bu değil, ama yine de oluveriyor.

. . .

Ben şanslıyım. 26 yaşındayım, yani genç yaştayım. Sıkı çalışıyor, iyi iş görüyorum. İçki yüzünden işe gidemediğim ya da çalışırken sarhoş olduğum bir durum hiç olmadı. Asla bir teslim tarihini kaçırmadım, en dibe vurduğum anlarda bile. Bir ultrasonda karaciğerimin zarar gördüğü ortaya çıktığında, çok geç kalmadığımı, eğer istersem bunu düzeltebileceğimi söylediler. Ben de, hayati bir şekilde, yardım almaya dair yetenekliyim: İyileşmenin ne demek olduğunu ve oraya varabilmek için neler yapmam gerektiğini anlıyorum. Bunu daha önce de yaptım, şu anda da yapmaya devam ediyorum.

Henüz bilmediğim şey, içmenin beni öldürüp öldürmeyeceği. Beni baştan çıkartan bu: İyileşmek hem çok kolay hem de imkânsız. Sonuçta, içki içmemekten daha kolay ne olabilir? Eve giderken iki şişe şarap almayı bırakmaktan? Arkadaşlarınızla aynı hızda içmekten, dört durak gittiğiniz bir yolculukta yanınıza matara almamaktan, buzdolabına şarap almak için her gittiğinizde bardağınızı ağzının son noktasına kadar doldurmamaktan?

İçmek sizi bencil, sevgisiz ve kaba yapabilir, önceliklerinizi sizi tanınmayacak hâle getirecek kadar yer değiştirebilir, sizi alçak, vurdumduymaz, zalim, düşüncesiz ve zor bir insan yapabilir. Çoğu zaman da bu bir seçimmiş gibi gelir: o şeyler olmayı, yaptıklarınızı, gerçekten söylememeniz gereken o şeyleri söylemeyi siz seçmişsiniz gibi hissedersiniz.

Yine de durmazsınız. Şaraplarla dolu reyondan sepetiniz boş geçemezsiniz. Birisi tek değil de duble ister misiniz dediğinde, “yok, teşekkür ederim” demezsiniz. Arkadaşınız tuvaletteyken barda bir shot daha atarsınız. Biriyle beraber yemek pişirirken o kişi arkasını döndüğünde şişeden bir yudum alırsınız. Marketten ekşimiş, alkol kokan nefesinizi saklamak için sakız alma amacıyla yolunuzu uzatırsınız. Bağımlılık bazen pasif hissettirir, sanki sizin başınıza gelmiş bir şey gibi. Ama bazen de aktiftir. Bazen kurban değil de fail sizsinizdir. Bazen, zararı yaratan bizzat sizsinizdir.

Korkunç olan şeyse, tedavinin mümkün olmasıdır, erişilebileceğini bilirsiniz. Onu gördünüz! Ona dokundunuz! Bizzat deneyimlediniz. Buluşmalara gidersiniz, doktorunuzu görürsünüz, terapistinize nasıl hissettiğinizi anlatırsınız. Aşık olduğunuz kişilerin nasıl ayık olmayı başardığını ve bunu devam ettirdiğini; arkadaşlarınızın, zorlu adımlarla, nasıl daha iyiye doğru gittiklerini izlersiniz. Belki siz de iyileşirsiniz; bir haftalığına, birkaç aylığına, bir yıllığına. Belki onun bıraktığı boşluk yavaş yavaş başka, daha iyi şeylerle dolar. Belki de neden tekrar içmeye başlamak istediğinizi ifade edemezsiniz, kendinizden hâlâ neden bu kadar uzakta olduğunuzu anlayamazsınız.

Bunu çözmeye çalışabilirsiniz, bunu yapan ilk kişi de olmazsınız. Bağımlıların doğuştan mı yoksa sonradan mı böyle oldukları epey tartışılmıştır, hem bağımlıların kendileri tarafından, hem onlar üzerine çalışanlar hem de onları sevenler tarafından. Bazı çalışmalar alkolizmin belirli genlerle ilişkili olduğunu iddia eder, biz de alkol problemi olan bir ebeveyn veya kardeş sahibi olmanın aynısını yapma ihtimâlini artırdığını biliriz. Travma — tecavüz, şiddet, çocuk istismârı — da çeşitli madde bağımlılıklarına eğiliminiz üzerinde etkilidir. Biyolojik, toplumsal ve psikolojik etkilerin sert bir karışımının alkolizme katkısı olduğu söylenebilir.

Bunları nasıl yorumlamalı? Hangi anların bir anlamının olduğu, hangilerinin olmadığını, süregiden akıl sağlığımda yer eden kayar kapıları nasıl çözebilirim? Travma yaşadığımı biliyorum; ailemde bağımlılığa meyil olduğunu biliyorum; büyük annem, babamın annesi, alkolik ve uyuşturucu/ilaç bağımlısıydı. Bir keresinde eve arkadaşlarıyla geldiğinde, babam onu koridorda sızmış hâlde bulmuş. Bu olaydan sonra, onun evde sarhoş mu ayık mı olduğunu bilemediğinden, eve insanları davet etmeyi bıraktı.

Babamın kardeşini, halamı aramalıyım, bunun hakkında konuşmak, bununla ilgili bir hikâye üretmeme yardım etmesi, bu sayede de kendimin neden bu şekilde olduğumu açıklayabilmemi sağlamak için. Hikâyeyi ete kemiğe büründürmem anlamına gelir bu, bu hikâyeyi kendime ve diğer herkese anlatmak için heybemde taşıyabilirim. Olup biteni anlamlandırmama yardımcı olur.

Yine de bunu yapmaya kendimi iknâ edemiyorum. Bunu yapmak bir nevi kaçınılmazlık hissini davet edecektir, ve bunun kaçınılmaz olduğunu hissetmek kendimi buna tamamen teslim etmem anlamına, bir çeşit ölüm anlamına gelecektir. Bu da tabiatı gereği kaotik olan bir şeye düzen dayatmak gibi olur. Düzleştirici bir etkisi olur, hayatın kendisini başı, ortası ve sonu olan bir hikâyeye, bir anlatı arkına çevirmek anlamına gelir. Birinci sahne: kuruluş. İkinci sahne: yüzleşme. Üçüncü sahne: çözülüş. Karman çorman bir şeyi düzenli hâle getirmek çekici bir beklenti ama çözülüş gerçek hayatta nadiren filmlerde olduğu gibi gerçekleşiyor.

Keza, neden içtiğim sorusuna yanıt aramanın bir anlamının olmadığını da fark ediyorum. Aynı şekilde, kendinize neden neşeli olduğunuzu, neden içten olduğunuzu ya da neden matematikte iyi olduğunuzu sorabilirsiniz. Kim bilir neden neşelisiniz, öte yandan, işi özünde, kimin umrunda ki? Öylesiniz işte. Ben neşeliyim, içtenim ve akıllıyım. Aynı zamanda, ne sebeptense, alkoliğim.


Pamuk, Sinemadan Çıkınca Bir Başkası

Kara Kitap’tan bu kısa pasaj, buraya alıntı istiflerken beni çağıran birçok temayı içinde taşıyor. Pamuk’un aralarına zamansal mesafe koyarak okumaya çalıştığım romanları her seferinde birkaç sayfada bir arşivleme dürtülerimi tetikliyor zaten, bu kez temkinli davranmaya çalışıyorum.

Çağıranlar: Taksim ve İstanbul, sinema ve kurgu, insanları gözlemleme, kişisel hüznün devredilişi, ötekini yorumlama ve tüm bu yorucu sürecin bir yere varamayışı.

Bir film izleyip sokağa çıkınca gelen ilk hislerden birisi, elbet filmle ilgili olarak çeşitlense de, kendi duygularımının ötekinin duygularıyla yer değiştirmesi oluyor. Başkasının -hem de kurgu karakterin- dertlerini dert edinmek çok korunaklı çünkü sorumluluk hissi taşıtmıyor. Kendim dahil olmak üzere, gerçek insanlardan çok sinema -yahut roman- karakterlerini kafaya takıyor, dönder aktar düşünüyor ve onlarla ilgili hisleniyor olmam belki de kaçışçı ruh halimin bir parçasıdır. Yaşayan varlıklar hakkındaki tefekkür başka gerilimler taşıyor, harekete geçmek gibi. Tabi böylesi bir bakış sinemayı -edebiyatı ve genel olarak sanatı- sağaltıcı bir işleve hapsediyor. Belki de sağaltıcılığını kabul ederek olumlu yanları üzerine düşünmek işe yarar.

Atılgan’ın dağarcığımıza soktuğu sinemadan çıkmış insan imgesini 30 yıl sonra Pamuk yeniden anıyor, diğer pek çok şeyi, mesela Vesikalı Yarim üzerinden bu kez “sinemaya girmiş insan”ı, yeniden andığı gibi. “Romanı bitirmiş insan” fiziksel bir mekandan çıkmak ve kalabalığa karışmak gibi bir eyleyişte bulunmadığından olsa gerek güçlü bir imge olamamış. Orada da bir şeyler var ama, arka kapağı çevirdikten sonra zihindeki elektrokimyasalların ebleh bir gülümseme veya -yine- hüznü tetiklediği, daha sıklıkla özel alanda gerçekleşen bir durum. Toplu taşımada kitap okuyanlardan kitabın sonuna yaklaşan birileri varsa durağı kaçırmak pahasına o bitirişi nasıl yaşadıklarını, bedenleriyle neleri ifade ettiklerini görmek için bekliyorum: bir garip zafer.


Taksim yakınlarında birdenbire kendini boşalan bir sinemanın kalabalığı içinde buldu. Dalgın dalgın önlerine bakarak, elleri ceplerinde ya da kol kola yürüyerek merdivenlerden sokağa çıkan insanların yüzleri öyle bir anlamla yüklüydü ki, Galip içinde yaşadığı kendi kâbusumsu hikâyesinin bile önemli olmadığını düşündü. Sinemadan çıkan kalabalığın yüzünde bir hikâyeye gırtlaklarına kadar gömülebildikleri için kendi mutsuzluklarını unutan insanların huzuru vardı. Hem burada, bu sefil sokaktaydılar, hem de orada, içinde olmayı hemen isteyiverdikleri o hikâyenin içinde. Çok daha önceden yenilgi ve acılarla boşaltılmış bellekleri, şimdi, bütün hüznü ve hatırayı yatıştıran derin bir hikâyeyle doldurulmuştu: “Başka biri olduklarına inanabiliyorlar!” diye düşündü Galip özlemle. Kalabalığın az önce seyrettiği o filmi görüp, o hikâyenin içinde kaybolup bir başkası olabilmek istedi bir an. Sokaklara dağılan insanların sıradan dükkân vitrinlerine baka baka bildik tanıdık eşyaların o bezdirici dünyasına geri döndüklerini görüyordu. “Kendilerini koyuveriyorlar!” diye düşündü Galip.

Oysa, bir başkası olabilmek için, insan bütün gücünü kullanmalıydı. Taksim Meydanı’nda çıktığında Galip, içinde bu amaçla bütün iradesini harekete geçirebilecek bir kararlılık hissetti. “Ben bir başkasıyım!” dedi kendi kendine. Hoş bir duyguydu bu, yalnız ayaklarının altındaki buzlu kaldırımların, Coca-Cola ve konserve ilanlarıyla çevrili bütün meydanın değil, kendi kişiliğinin de tepeden tırnağa değiştiğini hissettiriyordu. Kararlılıkla bu cümleyi tekrarlaya tekrarlaya bütün dünyanın değiştiğine de inanabilirdi insan, ama o kadar ileri gitmeye gerek de yoktu: “Ben bir başkasıyım,” dedi Galip kendi kendine. Adlandırmak istemediği bu başka kişinin anıları ve kederiyle yüklü bir müziğin, içinde yeni bir hayat gibi yükseldiğini keyifle hissetti. Bütün hayatının coğrafyasını belirleyen temel merkezlerden biri, Taksim Meydanı, iri hindiler gibi dolanan otobüsleri ve dalgın ıstakozlar gibi ağır ağır hareket eden troleybüsleri ve her zaman karanlıkta kalmaya kararlı belirsiz köşeleriyle bu müziğin içinde ağır ağır değişti ve Galip’in ilk defa adım attığı fakir düşmüş umutsuz bir ülkenin allanıp pullanmış ‘modern’ bir meydanına dönüştü. Karlarla kaplı Cumhuriyet Heykeli de, hiçbir yere çıkmayan o geniş Yunan merdivenleri ve Galip’in on yıl önce cayır cayır yanışını seyrettiği ‘Opera’ binası da, böylece, işareti olmak istedikleri hayali ülkenin gerçek parçaları haline dönüştüler. Galip, otobüs duraklarının önündeki telaşlı kalabalığın içinde, itişerek araçlara binen insanların arasında ne esrarlı bir yüz görebildi, ne de örtüler arasındaki ikinci dünyanın işareti olabilecek plastik bir torba.

” (s. 203-4)

Orhan Pamuk, Kara Kitap, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [1990], 10. basım, s. 203-4.

Sönmez, Belleksizin Kent Yürüyüşü

Otomatik kapılar açılıp kapanıyor. Geniş bir meydana giriyorum. Kentin içinde başka bir kent mi burası? Alışveriş merkezindeki bütün koridorlar meydana bağlanıyor, insanlar burada buluşup, buradan dağılıyor. Her koridor uzadıkça bir sokağa dönüşüyor, kıvrılıp derinleşiyor. Buraya daha önce gelmişsem etrafa yine böyle şaşarak bakmışımdır. Dışarıdaki İstanbul’a benzemiyor. Serin. Sakin. Ayak seslerim mermer zeminde su gibi akıyor. Ardımda bir gölge hissetmiyorum. Burada herkes gölgesiz sanki. Kendi kendilerine yetiyorlar. Benim gibi. Bazen baş ağrısı veya uykusuzluk çekerlerse, ilaçlar imdada yetişiyor. Her köşe başında bir eczane. Gündüz yetmez, gecelere de birer eczane. Kentin dört bir yanındaki kıyafet mağazaları, ayakkabıcılar, lokantalar, kafeler, marketler, kitapçılar, çilingirler, bankalar, sinemalar ve çocuk oyun salonları buraya toplanmış. Alışveriş merkezi değil, kat kat yükselen duvarlarıyla yeni bir kale. Geniş ekranlı televizyonlar. Kahve kokusu. Acıkma hissi. Parktan çıkıp buraya neden geldiğimi anlamaya çalışıyorum. Karınca yok. Trafik yok. Polis otolarının sireni duyulmuyor. Koridorları her yandan kameralar izliyor. Çocuklar sağa sola koşturuyor. Bir ağacın yanındaki banka oturuyorum. Ağaçlar ve banklar, parkı andırıyor. Ağır adımlarla yürüyen yaşlılara bakıyorum. İçlerinde geçmişimi getirecek biri var mı diye yüzlerini süzüyorum. Kaygılanmayın, demişti doktor, geçmişiniz size eninde sonunda gelecek. Doktorum sanırım fazla televizyon dizisi izliyor, veciz sözlerle konuşmayı seviyor. Geçmişim bana beklediğim değil beklemediğim bir anda gelecekmiş. Deminden beri düşündüklerim, aklımda dolananlar, bana ait değil. Kafamın içi doktorun kelimeleriyle dolu. Zihnimin ne kadarı gerçekten benim, bilmiyorum. En iyisi yürümek. Kimseye çarpmadan yürüyebiliyorum burada. Bir vitrinin önünde durup cansız mankenlere bakıyorum. Yan taraftaki vitrine geçip geniş bir akvaryumu seyrediyorum. Balıklara benziyorum. Aynı yerde yüzüp, aynı sınırlarda dolanan. Denizden korksam da akvaryumu ve balıkları seviyorum. Yeterince uzun yaşarsam, öteki günleri de görebilirim: Gelecekte alışveriş merkezlerinin bir ucuna doğumevi, diğer ucuna mezarlık yapılır. Burada doğulur, yaşanır ve nihayet burada ölünür. Belki benim diğer hayatım da öyledir, diğer bir hayatım varsa. Güneş burada kimseyi yakmaz, kar kimseyi üşütmez. Gökyüzü dahildir bu dünyaya. Yürüyen merdivenlerden çıkarken, başımı kaldırıp yukarı bakıyorum. Camla kaplı tavandan içeri gün ışığı doluyor. Geniş kubbeli camilerin ve gotik kiliselerin görkemi. Budist bir tapınağın çın çın ezgileri dökülüyor yukarıdan. Yanımdan geçenlere bakıyorum. Yüzleri dingin. Aynı ayarda, aynı niyette aranıyorlar. Ben nereye gittiğimi bilmeden bir sağa bir sola dolanıyorum. Çocuklara ayrılan bir köşede palyaço gösterisi izliyorum. Gösteride söylenen şarkıları dinliyorum. İzleyiciler arasında Serka’yı fark ediyorum. Meraklı gözlerle etrafı süzüyor. Ya nişanlısını arıyor ya da sohbet etmek için yanaşacağı yeni birini. Ona bakarken, insanların bambaşka dertlere düşebileceğini anlıyorum. Bana tercih sunsalar, kendi derdimde kalmayı mı yoksa Serka gibi olmayı mı seçerdim, bilemiyorum. Ona görünmeden uzaklaşıyorum. Kendimi tekrar akvaryumun önünde buluyorum. Bir anlığına dünyayı bu alışveriş merkezinden ibaret sayıyorum. Dışarısı diye bir yer yok. Vitrinler nehir gibi durmaksızın akıyor ve ben akvaryumun parçası olmayı hayal ediyorum. Camın içinde cam. Suyun içinde su. Bir başıma, aynı yerde.

Burhan Sönmez, Labirent, İletişim Yayınları, 2018, s. 48-9.

Labirent – Burhan Sönmez (Okuma Notları)

“Gece yarısında kent uyuduğunda (kent uyur mu?) yılanlar avizelerden çıkıp tavana yayılır, ölümsüz sıvılarıyla duvarlarda dolaşır, perdelerin ardına süzülüp tıslaşır, zehirlerini birbirlerine akıtarak sarıla dolana sevişir, sonra güneşin ilk ışığında kanları sakinlemiş ve derileri parlamış halde yuvalarına geri dönerler”. (s. 13-4).

Burhan Sönmez’in dördüncü romanı, Eylül 2018. İntihar sonrası hayatta kalmış fakat hafızasını kaybetmiş bir caz müzisyeninin İstanbul sokaklarında ve yaşlı bir Rum kadının eşyalarıyla dolu evinde hatıralarına tutunma ve onlardan kaçma ikilemindeki çırpınışları.

Burhan Hoca’nın bu romanı beni şaşırttı. Çıkışına heyecanlandım, birkaç gün kitapçıları süzdükten sonra bir hafta sonu camekânın ardında gördüm, bir oturuşta okudum. Sırrına vâkıf olamadım diye hüzünleniyorum. Burhan Hoca sıklıkla, Marquez’den alıntılayarak, “gerçeğin evine arka kapıdan girmek gerekir” derdi. Bu romanda o arka kapıyı bir labirentin ardına saklamış olsa gerek, ben vasat okur olarak bulmayı başaramadım. Borges’de de böyle olmuştu zaten. Belki bu başarısızlığı ifade etmeye çalışırken romana yeni pencereler açabilirim diye koyuldum.

İlk his: sanki son değil, bir ilk roman. Olgunluk değil, gençlik romanı. Nedir böyle düşündüren? Masumlar’da İngiltere’de karşılaşan ve yoğun duyguların ve olgunluğun sahibi entelektüel sürgünlerle Haymana’daki hayat ve aile tarihinin ikiliği üzerinden giden paralel kurgu; ardına İstanbul İstanbul’da tükenmek bilmez kent hikâyelerinin zindanlardan doğru dillenişi… Şimdiyse bir konu olarak “yakışıklı, karizmatik, caz müzisyeni” Boratin ve belleksizlik -demek ki öyküsüzlük- çok hafif kalıyor diye düşündüm okurken. Şimdi tekrar düşününce bunun sığ bir ilk his olduğunu hissediyorum. O yüzden diyorum, labirentten arka kapıya ya da arka kapıdan labirente girmeyi başaramadım diye.

Orhan Koçak, kesin başka birçok metinde anmıştır fakat, Tehlikeli Dönüşler’de Ayhan Geçgin’i bir gelenekle ilişkilendirirken Türkçe edebiyat içinde önemsediği hikâye anlatma gururunu, keyfini, estetiğini, sevgisini vd. anıyordu. Tahkiyecilik. Aynı sayfada Pamuk, Tekin ve Anar’ın ardına Sönmez ile nokta konuluyordu, hem de roman içi bir alıntısıyla -ben bu listeye öznel olarak tepeden Gürbüz’ü eklerdim elbet:

“… bir hikâyecilik memnuniyeti, bir tahkiye neşesi. Düzgün, kurallı cümle de hikâyeyi eksiksizce ve zevkle iletme çabasının türevidir. Nitekim son dönemin iyi yazarlarından Burhan Sönmez de Masumlar romanında (2011) şöyle diyecektir, romanın kahramanı Brani Tawo’nun ağzından: “Hikâye anlatma arzusu sevgimin işaretiydi. Hikâye anlatmak kolaydı, ben hangi kelimelerle anlatacağımı dert ederdim”. (s. 117)

Labirentler’de ara sıra uç veren fakat tam da bu hikâyeciliği seven bir okur olarak hevesimi kursağımda bırakan sapaklar vardı. Ben sıradan insanların sıradışı, absürt, trajik, rastlantılara bağlanan ve daima yüzeysel görünmesine, talepkâr olmamasına rağmen insanın içinde bir düşünce, acı, korku, rahatsızlık, anksiyete uyandıran hikâyelerini seviyorum herhalde. Vuruculuk iddiası taşıyan, gizemli, güzel, ince ince oyulmuş, üzerine kafa yorulması gerektiğini derinden hissettiren, düşüne düşüne içinde bilgelik kırıntıları bulunacak ağır hikâyeleri değil… Buradakiler aşina ve ilgili olmadığım tarafa daha yakındı.

Sahaftaki gizemli kitap (s. 25), bilge saatçinin icat, felsefe ve Firavun tartışmaları (s. 53), Haydarpaşa karşılaşması (s. 117), ormanda kayboluş, aynadaki yansıma vd… Tekrarlayan geçmiş, bellek, bugün, hatırlama, unutma sorguları, bunlar beni aştı.

Boratin, Bek, Hayala, Efendi, Boratin’in ablası, ikizler, gizemli kadın, ölen çocukluk arkadaşı Zafir, eski kız arkadaş Suzan, anarşist gençler, kitapçı, saatçi, Rum ev sahibi, evdeki İsa ve Meryem, Bessie Smith, intihar eden müzisyenler, kırılan kuş yumurtaları… Bunlar neler yapıyorlar, bütün bu ilişkileri nasıl okumalıyım?

Yer yer de roman içindeki rasyonel anlam simyasını artık terk etmem gerektiğini, bunun hatalı bir niyet olabileceğini de düşünüyorum. Bütünü bir anlam nehrine akıtamamış olsam da çeşitli pasajlar beni etkiledi. Başta kent yürüyüşleri, İstanbul gözlemleri, bazı ev içi kendini sorgulayışlar, Boratin’in dostlarının sürdürülebilir tükenmişlikleri ve fakat hayallerindeki tanıdıklıklar gibi.

Serbest stil bir aşırı-yorum spekülasyonu ile bitirmek istiyorum:

İletişim’in arka kapakları her ne kadar birörnek görünseler de bana kitap anlamlandırmada hep çok yardımcı olur –derlemiştim de. Bu romanın tanıtımındaki son cümle şöyle: “yüzeyde hüzünle akan, derinde keskin akıntılara kapılan bir yeni çağ romanı” (vurgu benim). Bu romanın yeni çağa ait olmasının katmanlarını düşünüyorum. (i) “Yeni Çağ’ın romanı”: İstanbul’un bar ortamlarında, Haydarpaşa’nın bir sembol olarak kapandığı, kentsel dönüşümün ivmelendiği, yaşamın günden güne umutsuz ve yüzeysel bir hal aldığı, belleğin hiç olmadığı kadar silip süpürülmeye çalışıldığı günümüz: yeni çağımız. Elbet tüm bunlar geçmişte de vardı ve fakat günden güne şiddetlenmekte, sizler de Boratin’e benzer hayatlar sürmüyor musunuz sevgili okurlar?  (ii) “Yeni çağ romancılığı”: yaşamın yüzeyselleştiği, edebiyatın da bu yüzeyselliği böylesi bir karakter durumu ve ilişkiler ekseninden anlatabileceğine dair bir günümüz roman kurgusu ve üslubu. Özellikle yüzeysel, karakterleri derinlemesine işlemeyen, kurguyu yaşamın bir yansıması olarak tasarlayan, küçük dokunuşlarda çağrışımsal anlam arayan ve üreten bir yöntem. Warhol gibi: böyle hayata böyle roman. Bilemiyorum sevgili roman.


Buraya da okuma notlarımı yazdıktan sonra okuduğum eleştiri yazıları ve söyleşileri toplayayım ki utancımı kamusal olarak yaşayabileyim:

1 – “Labirent”, Ölmeyen Zamanın İzinde | Elçin Yıldızbayrak
http://kalemkahveklavye.com/2018/09/labirent-olmeyen-zamanin-izinde-elcin-yildizbayrak.html

2 – Labirent: Hafıza, anlar ve vicdan anlatısı (Burhan Sönmez ile röportaj) https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2018/09/27/labirent-hafiza-anlar-ve-vicdan-anlatisi/
(Bu röportaj benim için kıymetli oldu. Utanca dayanamadığım bir noktada silebilirim bu yazıyı. Ama vesika olarak olabildiğince tutmaya çalışacağım.)

3 – İnsanın özgürlüğü geçmişle bağlantılıdır (Burhan Sönmez ile röportaj)
http://t24.com.tr/k24/yazi/burhan-sonmez,1969
(Bu röportajda Sönmez’in tekrarlarla vurguladığı okura soru sorma niyeti çok hoşuma gitti. Ben pek düşünmemiştim üçüncü icadı.)

4 – Girilemeyen Labirent | Elif Türker
http://t24.com.tr/k24/yazi/girilemeyen-labirent,1996
(Elif Türker giremediği labirenti alıntılarla ve sorularla tartışmış. Ben parça parça böylesi sorunlar tespit edememiştim ama ifade edemesem de içimde beliren tatsız hislere kısmen tercüman oldu bu yazı. Umarım başka birisinden de bu yazıya polemik metni gelir, henüz keşfedilemeyen şeyler, varsa, ortaya çıkar.)

5 – Burhan Sönmez: “Geleceğin belirsizleştiği yerde geçmişe özlem artar.” (Burhan Sönmez ile röportaj)
http://www.edebiyathaber.net/burhan-sonmez-gelecegin-belirsizlestigi-yerde-gecmise-ozlem-artar/
(Bu röportajda yazarın “geçmiş”e dair perspektifinin altı biraz daha çiziliyor, güzel oluyor.)

6 – Müzisyenin intiharı ya da yokluğu kabul eden milyonlar | Erkan Yıldız
http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/muzisyenin-intihari-ya-da-yoklugu-kabul-eden-milyonlar-248087
(Bir arkadaşım Boratin’in intiharının ona Yavuz Çetin’i çağrıştırdığını söylemişti. Buna değinen bir yazı var mı diye ararken de bu yazıyı buldum, bağlantılara işaret etmiş. Romana da yine Sönmez’in külliyatından ayrıldığı yerlerden doğru bakıyor.)