Sebald, İstanbul’dan Geçiş

Sevdiğim yazar memlekete gelmiş. Aslında ne burası benim için memleket, ne onun hikâyesini anlattığı kişilerin sabitleyebileceği bir memleketi var. Yine de bir yerlerle geçici, yüzeysel, yürekten, anlık veya temsili bağlar kuruyor, bağlardan da anlamlar devşiriyoruz, telakkisi zor olsa da.

Gece alınan bu notları İstanbul’a varış günündeki daha ayrıntılı bir bölüm izliyordu. Ambros 15 Eylülde, dün öğleden evvel Pire’den ayrıldık, diye yazıyor. Kara yolculuğu biraz yorucuydu. Deniz sakin. Güvertedeki tentenin altında dinleniyoruz. Hiç bu kadar mavi bir su görmedim. Gerçek lacivert. Bu sabah Çanakkale Boğazı’nı geçtik. Sürüyle karabatak. Öğleden sonranın erken saatinde Doğu’nun başkenti, önce bir serap gibi, sonra yeşil ağaçları ve rengârenk evleriyle gittikçe belirginleşerek karşımıza çıkıyor. Evlerin önünde ve arasında, içiçe girmiş, en hafif esintide kıpırdayan gemi direkleri ve gene sallanıyormuş izlenimi veren minareler. Trieste’li kaptanın ücretini ödedikten sonra Pera Palas‘a gittik. Salona girdiğimizde ikindi çayı vreiliyor. Cosmo misafir defterine birşeyler yazıyor: Freres Solomon, New York, en route pour la Chine. (Solomon kardeşler, New York, Çin’e gidiyorlar). “Pera,” diyor resepsiyon şefi soruma yanıt olarak, “pera öbür taraf demektir.” İstanbul’un öbür tarafı. Yumuşak bir orkestra müziği salonu kaplıyor. Balo salonunun çekilmiş olan tül perdelerine dans eden çiflerin gölgeleri vuruyor. Sesi ürkütücü titreklikte bir kadın, Quand l’amour meurt, diye şarkı söylüyor. (Aşk ölünce). Merdiven ve odalar muhteşem. Banyolarda büyük küvetler. Balkondan Haliç manzarası. Akşam oluyor. Alçak çatılara inen, şehrin derinliklerinden yükselip camilerin kurşuni kubbelerini kuşatan ve hava kararmadan önce ışıkları özellikle parlak gözüken minare tepelerini de içine alıp yutan karanlığı izliyoruz. – Ambros, bundan sonraki notlarına tarih atmamış. Kimse, diyor, böyle bir şehri gözünün önüne getiremez. O kadar bina, yeşilin onca tonu. Göğe doğru uzanan çam fıstığı ağaçları. Akasyalar, mantar meşeleri, firavun incirleri, ökaliptüs, ardıç, defne, hepsi gerçek ağaç cennetleri, ve sonra derinleşen gölgeler ve fışıldayan dereler, bir de çeşmeler ve korular. Her gezinti, sürprizler, hatta ürkünç olaylarla dolu. Görüntü bir oyundaki sahneler gibi sürekli olarak değişiyor. Saray benzeri yapıların bulunduğu bir sokak bir uçurumla son buluyor. Bir tiyatroya giriyorsunuz ve fuayeden küçük bir ormana çıkıyorsunuz; sonra karanlık ve giderek daralan bir ara sokağa giriyorsunuz, yolunuzu bulamamaktan korkarak son bir umutla bir köşeyi döndüğünüzde birden bütün şehrin ayaklarınızın altına serildiği mimber gibi bir yerde durduğunuzu farkediyorsunuz. Çorak bir tepeyi biteviye tırmandıktan sonra gölgelik bir vadiye ulaşıyorsunuz, bir bahçe kapısında girdiniz ama gene sokaktasınız, çarşıda bir işiniz çıkmış, ama aniden mezar taşlarının ortasındasınız. Ölümün kendisi gibi İstanbul’un mezarlıkları da yaşamla içiçe. Bu şehirde her ölen için bir selvi dikildiği söylenir. Ağaçların içiçe dallarında güvercinler yuva yapmıştır. Gece olunca yakınır gibi kuğurmayı bırakır, ölülerin suskunluğunu paylaşırlar. Sessizliğin çökmesiyle yarasalar ortaya çıkar ve hızlı hızlı bildik yollarına giderler. Cosmo onların her çığlığını duyduğunu söylüyor. – Şehrin büyük bölümünde yapılar sırf ahşap. Alçak sivri çatıları ve ön balkonlarıyla kahverengi ve gri renkli, direkleri ve tahtaları eskimiş evler. Yahudi mahallesi de aynı tarzda yapılmış. Bugün oradan geçerken bir sokağın köşesinden, mavi dağ sıraları ve karlı zirvesiyle uzakta yükselen Uludağ gözümüze ilişti. Bir an kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu, sanki burası İsviçre ya da kendi ülkemdi…

Eyüp’te bir ev bulduk. Üç sokağın kesiştiği bir meydanın üst tarafında, eski bir köy camisinin yanında. Burada kaldırım taşı döşeli ve budanmış çınarlarla çevrili bir alanın ortasında mermerden, yuvarlak bir çeşme var. İç taraflardan gelen ahali şehre gitmeden burada mola veriyor. Sebze sepetleriyle çiftçiler, çingeneler, ip cambazları ve ayı oynatıcıları. Burada ne araba ne de başka bir taşıt olmaması beni şaşırtıyor. Herkes yaya, olsa olsa yük hayvanları kullanılıyor. Sanki tekerlek henüz keşfedilmemiş. Yoksa zamanın dışında mıyız? 24 Eylül — Evin arkasında bir bahçe, daha doğrusu birer incir ve nar ağacının bulunduğu bir tür avlu var. Bir de ot kümeleri – biberiye, adaçayı, mersin, melisa. Afyon. Arka taraftaki mavi boyalı kapıdan içeri giriliyor. Girişteki geniş bölüm taş levhalarla kaplı ve beyaz badanalı. Duvarlar kar gibi. Mobilyası yok denecek kadar az odalar, evin boş ve terkedilmiş olduğu izlenimini veriyor. Cosmo perili bir ev tuttuğumuzu söylüyor. Ahşap bir merdiven, çatı katındaki asmanın çardak işlevi gördüğü terasa çıkıyor. Yanımızdaki minarenin şerefesinde cüce gibi bir müezzin. Bize o kadar yakın ki neredeyse yüz hatlarını seçmek mümkün. Ezan okunmaya başlamadan bize selam veriyor. – Çatıdaki asmanın altında buradaki ilk akşam yemeğini yiyoruz. Aşağıda Haliç’te, binlerce mavna birbirlerinin yanından geçiyor ve daha ileride, sağda, ufuk çizgisine kadar İstanbul şehri devam ediyor. Batan güneşin altında karşıdaki bulut kümeleri ateş rengi, bakır ve erguvani. Sabaha karşı kulağımıza, o zamana dek hiç duymadığımız tedirgin edici bir ses geliyor. Sanki uzaktan, bir meydanda ya da dağda toplanmış bir kalabalığın uğultusu bize kadar geliyor. Çatıya çıktığımızda göz alabildiğine uzanan, siyah-beyaz desenli, dalgalanan bir sayvanla karşılaşıyoruz. Güneye gitmekte olan sayısız leylek. Sabah Haliç kıyısında bir kahvede otururken hâlâ bundan konuşuyoruz. Yerden biraz yüksekteki üstü açık terasta iki ermiş gibiyiz. Büyük yelkenliler çok yakınımızdan geçiyor. Onları çevreleyen havayı hissediyoruz. Fırtına olduğunda, diyor lokanta sahibi, insan pencereyi kirişleriyle beraber yere indireceklerini ya da bir çiçek saksısını pervazdan düşüreceklerini sanıyor. — 17 Ekim: Yazdıklarımın azalmasının nedeni çok meşgul olmamız değil, bilakis, avârelik. Dün bir Türk sandalıyla Haliç’ten yukarı doğru gittik ve Boğaz’ın Anadolu yakasını sağımıza alarak yola devam ettik. Varoşlar geride kaldı. Ağaçlıklı kayalıklar, her mevsim yeşil kalan çalılarla kaplı tepecikler. Arada tek tük villalar ve beyaz boyalı yazlık evler. Bir kez çok sayıda yunus çevremizi sardı. Belki yüz, belki bin taneydiler. Büyük bir domuz sürüsü gibi burunlarıyla suyu tarıyor, çevremizde tekrar tekrar dönüyor, sonunda başlarını suya daldırıp kayboluyorlardı. Derin koylardaki dallar, dönenen akıntılı sulara kadar uzanıyordu. Onların altlarından geçtik ve birkaç kürek darbesiyle sessiz bir limana vardık. Rıhtımda iki adam bir zar oyunu oynuyordu. Etrafta başka kimse yoktu. Küçük bir caminin kapısına yaklaştık. İçerinin yarı karanlığında genç bir adam bir köşede oturmuş, Kuran okuyordu. Gözleri kapalıydı ve alçak sesle birşeyler mırıldanıyor, vücudunun üst kısmını öne arkaya sallıyordu. Odanın ortasında bir köylü ikindi namazını kılıyor, tekrar tekrar alnını yere yaslıyordu. Sonra, bana sonsuzluk kadar uzun gelen bir süre boyunca aynı pozisyonda kalıyordu. Ayak tabanları kapıdan vuran ışıkta parlıyordu. En sonunda ayağa kalktı, fakat ondan önce omuzlarının üstünden, ürkek ürkek sağa sola baktı — arkasındaki koruyucu meleklerini selamlıyor, dedi Cosmo. Gitmeye hazırlandık ve caminin yarı karanlığından limanın kum beyazı aydınlığına çıktık. Çöl gezginleri gibi elimizi güneşten kamaşan gözlerimize siper etmiş yürürken, karşımıza semirmiş bir horoz büyüklüğünde, gri ve şaşkın bir güvercin çıktı. Bunun peşinden dar bir sokağa girdik ve oniki yaşlarında bir dervişle karşılaştık.

Yere kadar uzanan, çok geniş bir elbise ve üstüne tam oturan, elbisesi gibi en iyi ketenden bir ceket giyiyordu. Bu olağanüstü güzellikteki oğlanın başında deve tüyünden, yüksek ve kenarsız bir şapka vardı. Ona Türkçe birşeyler söyledim ama hiç konuşmadan bize bakmaya devam etti. Eve dönerken kayığımız, koyu yeşil yapraklı ağaçlarla örtülü kayalıkların yanından kayar gibi geçti. Güneş batmıştı, deniz sanki gölgeli bir düzlüktü, fakat tepelerde tek tük ışıklar hâlâ yanıp sönmekteydi.

Kürek çekmekte olan Cosmo, buraya bir fotoğrafçıyla tekrar gelip derviş çocuğun fotoğrafını çekmek istediğini söyledi…

26 Ekimde Ambros şöyle yazıyordu: Bugün stüdyodan beyazlı çocuğun fotoğraflarını aldık. Sonra Chemins de Fer Orientaux ve Banque Ottomane‘dan yolculuğumuzla ilgili bilgi edindik. Ayrıca Cosmo’ya ve kendime birer Türk kıyafeti aldım. Akşam saatlerini tarifelere, haritalara ve Karl Baedecker’in yolculuk kitaplarına bakarak geçirdik.

İkisinin İstanbul’dan sonra izledikleri yol, ajandadaki notlardan anlaşılıyor, her ne kadar notlar giderek seyrekleşse ve bazı olaylara hiç yer verilmese de. Türkiye’yi boydan boya geçip Adana’ya oradan halep ve Beyrut’a gittiklerini sanıyorum. Yaklaşık ondört gün Lübnan’da kalmış olmalılar, çünkü ancak 21 kasımda Passage to Jaffa diye bir not var (Yafa’ya geçiş).

s. 121-9

W. G. Sebald, Göçmenler, çev. Natali Medina, İletişim Yayınları, 1999 [1993].

TEKerLEME (1985) | Boğaz’da Sandal Şiiri

Burak Çevik’in Tuzdan Kaide’sinin kayık sahnesi ve Çevik’in işaret edişi bu filmle karşılaştırdı. 80’lerde sinemada az çok neler yapıldığını bildiğimi sanıyordum, haberim yokmuş. Mine’yi bile yeni izledim. Merlyn Ecer’in 1985’te çektiği bitirme teziymiş.

Türkiye’de çekilmiş kent filmi, deneysel film, şiir filmi arayışında olanlar bir bakabilir. Darbe sonrası adı değiştirilmiş sokaklardan finalindeki dönme dolap imajına -ben yuvarlaklığından doğru yine bir tekerleme olarak yorumluyorum bir aşırı okumayla-; reklam metni yazmaya çalışan eski solculardan aşırı ciddi yemek tarifi tiradlarına; bir vapur yolculuğunu eş zamanlı temsil çabasından üçüncü sayfa haberleriyle yapılan aşık atışmalarına melankolik ve entelektüel bir yolculuk çabası TEKerLEME, sık sık teklese de, bunun farkında gibi. Bir de İstanbul şiiri var, Kara Kitap’taki gibi boğazın suları çekildiğinde ortaya çıkacak şeylere bakmışlar. 

 

Ne zaman elleri zambaklı padişah olursam
Sana uzun heceli bir kent vereceğim
Girilince kapıları yitecek ve boş! (Zambaklı Padişah, Ece Ayhan)

Bu su binlerce yıldır
Bu şehrin ve insanlarının kaderini çizmiş

Bu suyun altında boğulmuş çocuklar,
Çuvallara tıkılıp atılmış şairler var

Bu suyun altında batık faytonlar,
Yosun tutmuş toplar var

Bu suyun altında bizimkinin aynadaki görüntüsü gibi
Ona eş ama ters bir dünya var

Zamanın tersine aktığı
Çınarların yapraklarının
Denizin tabanını yaladığı bir dünya

Tersine minareleri
Tersine kilise kubbeleri
Baş aşağı mezar taşlarıyla
Bir denizaltı dünyası

Tersine atlı tramvayları
Baş aşağı giden tahtırevanları
Deniz tabanına doğru uçan Hezarfen Ahmet Çelebileriyle
Bir su altı dünyası

Su altında çalan bandoları
Bir önceki yüzyılın fetihlerine ilerleyen sipahileri
Geçmişte yaşayacakları aşklardan habersiz aşıklarıyla
Dünyanın başlangıcına doğru yaşlanan bir dünya

Harika bir dünya
Oraya hiçbir geçit yok mu?

Öyle bir dünya yok ki

Ceyran, Kitaplar ve Bitlerle Hayatta Kalmak

Mehtap Ceyran’ın Mevsim Yas romanında geçmişten günümüze akan, şimdilerde yer yer şekil ve şiddet değiştirse de başkalaşarak süregiden pek çok acı var. Hem bu acılara sebep olan olaylara hem de acıların deneyimlenme biçimlerine dair de bir o kadar tasvir var. Ürpertici bir varlık bu romanın hikâyesi. Kendini hatırlatacak herhalde uzun yıllar, birkaç dilde birden…

Romandan bir parçayı buraya hatırat niyetine taşımak isteyince kıvırdığım sayfaları taradım, kitaplarla ilgili -birkaç pasajdan birisi- olan- ve kişinin korumayı başarabildiği özel alanına dair olan bu bölümü almak istedim. Ermeni gelin anneannenin, Fesla’nın şeytan tasviri babasının ve yaptıklarının, Taha’nın ya da birçok başkasının yaşanamayan aşkının, Sait’in oğlunun kemiklerine yolculuğunun, Zehra’nın ya da yan karakterlerin bitmek bilmez bunalımının, toplu mezarların, katliamların, fail-i meçhullerin, her tür şiddetin, sonsuz kasvetin, umutsuzluğa söndürülmüş izmaritlerin vb. yerine bu pasaj, ileride okurken daha iyi gelir ruha diye umdum. Çıkışsız romanda çıkış bulabilir miyim diye meraklandım.

Okulda ders dışındaki bütün zamanlarımı kütüphanede geçirir olmuştum. O gün eskimiş, yapraklarının uçları kıvrılıp çatlamış bir kitap buldum. Bu da diğerleri gibi kütüphaneye bağışlanmış olmalıydı. Ellerim titreyerek kitabı aldım. Medet öldürülmeden kısa bir süre önce, bu kitabı bana vermiş, “Sakla, zamanı geldiğinde okursun,” demişti. Babam o gece kitabı bulmuş, ablamın sanmıştı. Ablamı mutfak kapısının arkasında beklettiği sopasıyla öldüresiye dövmüş, kitabı yırtıp atmıştı. Bir an ablamın beyaz yüzünü, siyah saçlarını, her zaman dalgın bakan gözlerini hatırladım.
Senelerdir şehir kütüphanesinde arayıp da bulamadığım kitabı, yatılı okulun kütüphanesinin raflarından birinde bulmuştum: Kırmızı Pazartesi. Herkesin önceden işleneceğini bildiği bir cinayetin hikâyesi! Medet bu hikâyeyi kendi hikâyesine benzetmiş olmalıydı.
Kitabı alıp yatakhaneye kapandım. O gün akşam yemeğine inmedim. Kitabı bitirdiğimde ilk sayfasını yırtıp yedim. Bir süredir dokunmadığım bit şişeme tekrar sarıldım. Şişenin içindeki çürümüş bitlere bakarak saatlerce sayıkladım. Gece geç bir saatte sürünerek ranzamın altından çıktım. Yalınayak, parmaklarımın ucuna basarak tuvalete yürüdüm. Gürültü yapmadan kapıyı kapatıp sürgüyü çektim. Ne kadar zaman geçmişti, ne kadar süredir yazıyordum farkında değildim. Çıktığımda, tuvaletin bir duvarının neredeyse tamamını doldurmuştum.
Yatakhaneye döndüm, ranzamın altına girdim. Gece bitmek bilmiyordu. Bit şişelerimi incelemeye başladım. Birer parça kanlı çamura dönüşmüşlerdi. Yeni bitler edinmeye karar verdim.
Sabah güneş doğar doğmaz ranzanın altından çıktım. Bir iki gün önce önümdeki sırada oturan kızın saçlarının arasında hareket eden siyah bitler görmüştüm. Ders boyunca o bitleri takip etmiştim. Muhtemelen herkesten saklıyordu ve bunu benden başka kimse bilmiyordu. Müdür öğrenirse saçını kökünden kazırdı.
Kızın ranzasına doğru yürüdüm. Saat henüz çok erken olduğu için yatakhanedeki herkes hâlâ uyuyordu. Yavaşça uyandırdım onu. Şaşkınlıkla yüzüme baktı. Bitlerini istediğimi yazdığım kâğıdı uzattım. İzin verdi. Saçlarındaki bitleri ayıklayıp, şişelerime doldurdum, tekrar ranzamın altına girdim. Sabah okul idaresi ayaklandı. Müdür asabi davranışlar sergileyerek koridorlarda geziniyordu ama kimseyi sorgulamaya ihtiyaç duymamışlardı, müdür benim yaptığımı biliyordu. Disiplin kuruluna çağrıldım. İki öğretmen ve müdürden oluşan göstermelik kurulun karşısına geçtim. Müdür, kurulun tamamı adına konuşuyor, karar veriyor ve uyguluyordu. Bana bir şey sormadı. Yüzüme pis pis baktı. “Tuvaletin duvarına o yazıları kim yazmışsa bulup polise vereceğim,” dedi. Odadan çıktım.
İkinci hafta yine yazdım. Üçüncü hafta tekrar, dördüncü hafta tekrar… Her seferinde üzerinden bir kat boyayla geçiyorlardı. Müdür ispatlayamadığı için bir şey yapamıyordu.

Mehtap Ceyran, Mevsim Yas, Sel Yayınları, 2018 [2017], 4. basım, s. 196-7.

Frankl, Varoluşsal Boşluk ve Pazar Günü Nevrozu

Varoluşsal boşluk, yirminci yüzyılın yaygın bir olgusudur. Bu anlaşılır bir şeydir; bunun nedeni, gerçek bir insan olduktan sonra insanın yaşadığı iki yönlü bir kayıp olabilir. Tarihin şafağında insan, bir hayvanın davranışlarını belirleyen ve güvence altına alan bazı hayvanca içgüdülerini kaybetmiştir. Cennet gibi, bu güvenlik de insana sonsuza kadar kapanmıştır; insan seçim yapmak zorundadır. Ne var ki buna ek olarak insan, davranışlarını yönlendiren geleneklerin hızla azaldığı son gelişme döneminde, bir başka kayıpla daha yüz yüze gelmiştir. Hiçbir içgüdü ona ne yapacağını söylemez. Hiçbir gelenek ona ne yapması gerektiğini söylemez; bazen neyi arzuladığını bile bilmez. Bunun yerine ya diğer insanların yaptığı şeyleri arzular (uydumculuk) ya da diğer insanların kendisinden yapmasını istedikleri şeyleri yapar (totalitercilik).

Son zamanlarda yapılan bir istatistiksel araştırma, Avrupalı öğrencilerin yüzde 25’inin şöyle ya da böyle belirgin bir varoluşsal boşluk gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Amerikalı öğrencilerde bu, yüzde 60 olarak gözlenmiştir.

Varoluşsal boşluk temel olarak kendini can sıkıntısı durumunda dışavurur. İnsanlığın, bunaltı ve can sıkıntısından oluşan iki uç arasında sonsuza kadar mekik dokumaya mahkûm olduğunu söyleyen Schopenhauer’i anlayabiliriz. Gerçekte bugün can sıkıntısı, bunaltıdan daha çok soruna yol açmakta ve elbette psikiyatristlere, çözüm bekleyen daha çok sorun sunmaktadır. Ve bu sorunlar giderek daha çok belirleyici olmaktadır, çünkü ilerleyen otomasyon, bir olasılıkla, ortalama çalışanın boş zamanında büyük bir artışa yol açacaktır. Bunun üzücü olan yanı, bu insanların, yeni kazandıkları boş zamanlarında ne yapacaklarını bilmemeleridir.

Örneğin, “Pazar günü nevrozu”nu, yani hafta içinin yoğun işlerinin telaşından sıyrılan ve kendi içlerindeki boşluk belirginleştiği zaman yaşamlarının içerikten yoksun olduğunun farkına varan insanların yaşadığı tatil depresyonunu ele alın. Birçok intihar olayı, bu varoluşsal boşluğa (vakuma) bağlanabilir. Depresyon, saldırganlık, uyuşturucu vb. alışkanlığı gibi bu türden yaygın olguları, bunların altında yatan varoluşsal boşluğu kavrayamadığımız sürece anlayamayız. Bu ayrıca emeklilerin ve yaşlı insanların yaşadığı krizler için de geçerlidir.

Ayrıca varoluşsal boşluğun kendini gösterdiği çeşitli maskeler ve kılıflar da söz konusudur. Bazen engellenen anlam istemi, en ilkel güç istemi olan para istemi de dahil olmak üzere, bir güç istemi ile temsilî bir yoldan dengelenir. Diğer durumlarda, engellenen anlam isteminin yerini haz istemi alır. Varoluşsal engellemenin birçok durumda cinsel dengeleme ile sonuçlanmasının sebebi budur. Bu tür durumlarda cinsel libidonun, varoluşsal boşlukta serpilip yayıldığını gözlemleyebiliriz.

Nevrotik durumlarda benzer bir olay baş gösterir. Daha sonra değineceğim bazı yeni denetim mekanizmaları ve kısır döngü oluşumları vardır. Ne var ki, bu semptomolojinin, bir varoluşsal vakuma sızdığı ve burada gelişmeyi sürdürdüğü tekrar tekrar gözlenebilir. Bu tür hastalarda ele almak zorunda olduğumuz şey, noöjenik nevroz değildir. Buna karşın logoterapiyi psikoterapiye destek olarak kullanmadığımız takdirde, hastanın durumun üstesinden gelmesini kesinlikle başaramayız. Çünkü varoluşsal boşluğu doldurmak yoluyla hastanın, ileride geri tepmeler yaşaması önlenmiş olur. Bu nedenle logoterapi sadece noölojik olaylar için değil, ayrıca psikojenik (ruhsal kökenli), hatta somatojenik (bedensel kökenli) (yalancı) nevroz olayları için de tavsiye edilmektedir. Bu ışık altında bakıldığında Magda B. Arnold’un bir ifadesi haklılık bulmaktadır: “Ne kadar kısıtlı olursa olsun, her terapinin bir açıdan ayrıca logoterapi olması gerekir”.

Hastanın, yaşamın anlamının ne olduğunu sorması halinde ne yapabileceğimize bir bakalım.

YAŞAMIN ANLAMI

Bir doktorun bu soruya genel terimlerle cevap verebileceğinden kuşkuluyum.

Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, çev. Selçuk Budak, Okuyan Us Yayınları, 2009 [1946], s. 120-2.

Lerner, Şiir Nefreti ve Sevgisinin Savunusu

Yer gibi okuduğum iki romanının ardından, Lerner’a henüz doyamadığımdan, her ne kadar şiirden ve şiire dair metinlerden pek bir şey anlamasam da bu denemesini de okumak istedim, nitekim benim içinde olduğum okur grubunu ilgilendiriyormuş kitap.

Lerner’ın autofiction romanları nasıl kendi geçmişine ve kişiliğine dönüşlüyse, bu deneme de sadece aşırı-öznel düşüncelerine dönmekle kalmıyor, çocukluk anılarına kadar inebiliyor. Gayet iyi yazılmış, toparlayıcı bir sonuç bölümü ve son derece kişisel bir kısım olduğundan aşağıdaki pasajı buraya taşıdım. Aynı zamanda, kitapta şiire ve şiire yaklaşımlara dair kurduğu hipotezi bu pasajda bir sinema filmi başlamadan önce duyduğu hislerle örneklendirmesi hoşuma gitti.

Lerner’ın ışıklar sönüp film başlarken hissettikleri bana çok yakın geldi. Sinemada izleyeceğim filmlere gitmeden filmin genel konusu ile ilgili hiçbir şey bilmek istemem. Bir heyecanı yok edecektir o bilgiler diye düşünürüm. Lerner bu çocuksu merakın ve beklentinin şairler, okurlar ve okumazlar açısından nasıl yaşandığını araştırıyor kitap boyunca. En kaba hâliyle, bir sanat eserine, bir şiire yaklaşırken “ideal” olan ile karşılaşmayı bekliyor olabiliriz. Sonunda başarısızlığa uğrayacağımızı bile bile, bir filme ya da şiire bir heyecan duygusuyla yaklaşıyoruz. Sonunda büyük ihtimalle beklentiyi karşılamayacak, belki bu tatminsizlik bir nefret uyandıracak fakat sadece bu heyecan için bile sinemaya gitmeye ya da şiir okumayı denemeye devam edebilir insan.

Lerner, Platon’un şiire dair yasaklayıcı sözlerini şiirin potansiyel gücüne, yoldan çıkarıcı olabilme ihtimaline yoruyor. Buradan doğru açıyor şiire dair ikircikli duygularını: şiiri sevmeyenleri, şiirden anlamayanları, şiire burun kıvıranları, kendi yazdığına inanmayan şairleri, daha büyük bir şiir ihtimalini betimleyen şiirleri, çok kötü yazılmış şiirleri, “şiirleriniz yayınlandı mı” diye merak eden ya da “şiir öldü” diye ilân eden bütün ötekileri, şiirin politikayla bağlarını araştıranları, şiirlerdeki hataları tespit eden eleştirmenleri, şiirin düzyazı içerisinde edindiği yerleri, “gelecekteki geçmişin hayaleti” olan Fütüristleri ve başka birçok konumu “şiir” kavramına dair kendince tespit ettiği kökensel hat üzerine yerleştiriyor:

Şiirle uğraşmak başından yetersizliği kabul etmektir. Öte yandan, şiirin gizil güçlerine dair bir inanç da söz konusudur. Yine de bu “fiili” şiirde bir türlü ortaya çıkmaz, zahiri olanda yerleşiktir. Bu sebeple, etraftaki herkesin şiirle ilişkisi gerilim yüklü olmaya, ne yazık ki / ne mutlu ki, yazgılıdır.

(Her ne kadar bu deneme biraz cesaretlendirmiş olsa da İngilizce şiirleri okumaktan hâlâ korkuyorum -Lerner’ın da anlayacağı gibi, hiçbir şey anlamamaktan ürküyorum çünkü, nefret duymasam da. O yüzden ne Atocha’dan Ayrılış’ta sürekli anılan John Ashbery’yi ne de bu kitapta anılan büyükler Whitman ya da Keats veya ilk kez bu kitapta duyduğum, sanırım bugünlerde ABD’de meşhur Rankine’i hiç okumadım. Nefret aşka dönüşebilir ama anlayış kıtlığı aşka dönüşür mü bilmiyorum.)

Aklıma bir de Gage Park’ta düzenlenen Doğaya Dönüş Günü Kampı’na katıldığım o yaz geliyor. Hava cehennem gibi sıcaktı ve sıcaktan sersemlemiş biçimde ortalıkta gezinen genç kamp rehberleri, kafamıza güneş geçmesi diye biz ufaklıkları beş gün arka arkaya Gage 4 Sineması’ndaki bir dolarlık gündüz seansına götürmüşlerdi. Maymunlar Cehennemi‘ni hatırlıyorum – yaşı küçük olan çocuklar dehşet içerisinde ağlayıp durmuşlardı. Salonun ışıkları karardığında -bunlar ailemle birlikte izliyor olmanın duygusal konforunu yaşamadan bir sinema salonunda izlediğim ilk filmlerdi- başka dünyaların mümkün olabileceğini hissediyordum; tüm duyularım bilenmiş ve keskinleşmiş gibiydi ve sanki beni saran karanlıkta ellerindeki kocaman kola bardaklarıyla oturan çocukların duyularıyla birleşip kaynaşıyor gibiydiler. Bu his, film başlayıp alternatif bir dünyanın görüntüsü ekranda gözlerimizin önüne serilir serilmez hızla azalmaya başlıyordu. Film bitip parlak günışığına tekrar geri salındığımızda sözünü ettiğim histen eser kalmazdı; fakat ışıklar her söndüğünde ve filmin ilk görüntüleri ekranı aydınlatmaya başladığında, şiirle bağdaştırdığım soyut bir gücün beni etkisi altına aldığını hissediyordum. Filmin kendisi değildi beni etkisi altına alan (film çok güzel olduğunda bile); salonun sağladığı küçük alandı bu. (Birkaç yaz önce, Santa Fe’deki muhteşem açık hava tiyatrosunda, fena halde vasat bir opera izledim ve içimdeki sıkışmışlık hissi bir trans haline dönüşmeye başladığında, sahneye oldukça uzak olan oturma yerimden, nasıl olduysa, orkestranın etrafında dolanıp duran bir ateşböceği gözüme ilişiverdi. Ateşböceği bir süre sonra sahneye doğru süzüldü ve nihayet perdenin ötesine geçip gözden kayboldu: Işığı bir orada New Mexico’da bir Sevilla’ya üç fersah uzaklıkta, bir orada gerçek zamanda bir sanatın sürekli şimdiki zamanında beliriyordu. O günden beri, fırsat buldukça açık hava tiyatrolarına giderim; sergilenen oyundan çok, mesela, Central Park üzerinde gezinen bir polis helikopterinin Arden Ormanı semalarına süzülüşünü izlemekle meşgul olurum -bir yandan da tarihsel şimdiki zamanda suçlunun kaçtığını düşünmek hoşuma gider.)

Hem sıradan bir deneyimdir bu hem de sıradanın ardındaki yapının deneyimlenmesi, gerçeğin içinden bakan ham bir kanvasın parçaları. Ve -neden söylemeyelim ki- düzüşmek ve kafayı bulmak da bunun bir parçasıydı, seksin ve kimyasal maddelerin algı parçacıklarını biçim deneyimine dönüştürebilmesi gibi. Bir insanın şarkı söyleyerek kekemeliğini düzeltebilmesi gibi.

Tahrif edilmeden somutlaştırılamayacak bir yetenek hakkında, ona uygun örnekler üretemeyecek bir dürtünün örneklerini çoğaltıp durmaya gerek yok. Bu satırları hem şiiri savunmak hem de onu suçlamamızı savunmak için yazdım, çünkü imkânsız olduğu için önemini kaybetmeyecek bir uğraşın mantığı budur. Şiirden nefret edenlerden -ve ben, keza, onlardan biriyim- tek istediğim küçümsemelerini kusursuzlaştırmak için çabalamaları, hatta işi şiirle ilgilenme noktasına kadar getirmeyi düşünmeleri; o noktada nefret yok olmayacak, aksine derinleşecek, ve yine o noktada, imkân ve mevcut yokluklar için (duyulmayan melodiler gibi) bir yer yaratarak, nefret aşka benzemeye başlayabilir.

Ben Lerner, Şiir Nefreti, çev. Hakan Toker, Everest Yayınları, 2018 [2016], s. 85-8.