Auster, Bir Anda Kırılan Hayatlar

“Bunların hiçbirinin üzerinde durmak istemiyorum. Ama insan hayatı o kadar çeşitli koşullar altında yön değiştiriyor ki, bir insan ölene kadar onun hakkında bir şey söylenemez. Ölüm, mutluluk üzerinde tek gerçek söz sahibi olmakla kalmıyor (Solon’un deyişi), hayat hakkında karar verebileceğimiz tek ölçüt de o. Bir zamanlar bir sokak serserisiyle tanışmıştım, Shakespeare’in oyunlarındaki oyuncular gibi konuşan bu adam hırpani, orta yaşlı bir alkolikti, paçavralar içindeydi, yüzünde kabuk bağlamış yaralar vardı, sokaklarda yaşıyor, durmadan benden para dileniyordu. Aynı adam bir zamanlar Madison Bulvarı’nda bir sanat galerisinin sahibiydi. Tanıdığım bir başka adam, bir zamanlar Amerika’nın en yetenekli genç romancısı olarak kabul ediliyordu. Ben onunla tanıştığımda, New York’taki bir köşe başında durmuş, babasından miras kalan on beş bin doları yüzerlik banknotlar halinde gelip geçene dağıtıyordu. Bana, bütün bunların Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik sitemini çökertme planının bir parçası olduğunu söyledi. Neler olduğuna bir bakın. Hayatların nasıl parçalandığını düşünün. Goffe’yi, Whalley’i ele alın örneğin, Kral I. Charles’ı ölüme mahkûm eden yargıçlardan ikisi bunlar; Restorasyon Devri’nden sonra Connecticut’a gelmişler ve hayatlarının geri kalanını bir mağarada geçirmişler. Bayan Winchester’ı bir düşünün örneğin, silah tüccarının dul karısını; kocasının sattığı silahlarla öldürülenlerin ruhlarının onun canını almak üzere gelmesinden korkuyordu; bu yüzden evine durmadan odalar ekliyordu, koridorlardan, gizi bölmelerden oluşan devasa bir dolambaç yarattı, her gece değişik bir odada yatarak ruhlardan kaçacağını sanıyordu; işin tuhaf yanı şu ki, 1906 yılındaki San Francisco Depremi’nde bu odalardan birinde kısılıp kaldı, hizmetkârlar onu bulamadığı için neredeyse açlıktan ölecekti. M. M. Bakhtin de var, şu Rus eleştirmen ve edebiyat düşünürü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar Rusya’yı işgal ettiklerinde o adam, müsveddelerinden birinin tek kopyasını tüttürüyordu; yazmak için yıllarını verdiği, Almanca romanlar üzerine kitap boyutunda bir çalışmaydı bu. Müsveddenin sayfalarını teker teker aldı ve o kâğıtlara tütün sardı, son sayfasına kadar her gün kitabının bir bölümünü sigara kâğıdı niyetine tüttürdü. Bunlar gerçek hikâyeler. Belki aynı zamanda birer mesel de, ama ne demek istiyorlarsa onu diyorlar, çünkü gerçekler.”

Paul Auster, Kilitli Oda (New York Üçlemesi – III), çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2017 [1985], 19. basım, s. 72-3.

Cioran, Yazı, Şiir ve Bir Çeşit Yaşam Sanatı

“Bütün fiiliyatımızın ardında yatan şeyler var; psikolojik açıdan il­ginç olan da budur, sadece yüzeyi biliriz, yapma tarafı… Dile getiri­len şeyin içine girilir, ama önemli olan, dile getirilmemiş şeydir, zımni olan şeydir, bir davranışın ya da bir sözün sırrı. Bundan dola­yı başkaları hakkındaki ve kendimiz hakkındaki yargılarımızın bir bölümü yanlıştır. Bayağı taraf kamufle edilmiştir. Oysa bayağı taraf derindir, hatta varlıklarda en derin olan ve içine en çok giremediği­miz şey odur diyebilirim. Büyük yazarlar tam da bu “aşağıları” duy­ma gücünde olanlardır, özellikle de Dostoyevski. Derin, ve göründü­ğü kadarıyla bayağı olan her şeyi açığa çıkarır; ama bu bayağılıktan da fazla bir şeydir, trajiktir; bunlar, hakiki psikologlardır. Ben, ro­man yazan ve başarısızlığa uğrayan birçok kişi biliyorum -Eliade bi­le birçok roman yazdı ve başarısızlığa uğradı- niçin? Çünkü sadece yüzeydeki olguları dile getirirler, duyguların kökenini değil. Bir duygunun kökenini kavramak çok zordur, ama önemli olan budur ve bu bütün olgular için doğrudur: Dini inanç, vs. Nasıl başladı? Niçin devam ediyor? Hedef de buradadır, nereden geldiğini de sadece ke­hanet gücü olanlar görebilir. Ve de buna akıl yürütülerek varılmaz.

Okumalarınızda da bu “köken”i arıyor musunuz?

Evet, hayatımda da arıyorum. Dile getirilen, düşüncenin sadece bir parçasıdır. Bunun için az sayıda gerçek romancı vardır. Herkes ro­man yazabilir, ama mesele sadece roman yazmak değildir. Dosto­yevski, benim için, fiillerin kökenine gitmiş olan tek yazardır; kah­ramanlarının şunu ya da bunu niçin yaptığı görülür, ama bu hemen görülmez. Benim tutumumun psikanalizle hiçbir ilgisi yok, katiyet­le; zira psikanaliz tedavi etmek ister; halbuki ilginç olan taraf bu değildir. Önemli olan, varlıkların içindeki iblistir – ama bunu nasıl kav­ramalı?

Peki şiiri nasıl okursunuz? Bu tür önermeler den yola çıkarak mı?

Kesinlikle. Niye bir tip iyi şairdir de bir diğeri değildir? Hem de di­ğeri daha ince olduğu halde? Neden onun şiiri direnç göstermez? Çünkü fiillerin kökenini oluşturan şey, derin olan şey, geçmez; par­laktır, dikkat çekicidir, şiirseldir, ama o kadar. Niçin daha az yete­nekli olan bir başkası daha büyük bir şairdir? Niçin bir tip bir deha­dır, yani yetenekliden fazla bir şeydir? Çünkü elimizden kaçan, hat­ta kendi elinden de kaçan bir şeyi oturtmayı başarır. Dolayısıyla esrarengizliğini koruyan bir olgudur bu. Zamanımızda aforizmalar ya­zan birçok kişi var, Fransa’da bir nevi moda haline geldi. Okursanız, pek o kadar kötü de değil, ama formüller içinde tükeniyorlar, uzan­tıları yok. Onları derinleştirme ihtiyacı duymuyoruz, yapacak bir şey yok, esrarı olmayan bir itiraf. Her şeyin iyi dile getirilmiş olmasına, bir anlam ifade etmesine rağmen, hiçbir şey gizlemiyor; bunun yarı­nı olmuyor. Bir varlığın sırrını oluşturan şeyi insan kendi de bilmi­yor. Hayatın, varlıklarla alışverişe girmenin ilginçliği de buradadır. Yoksa, sonunda bir kuklalar diyaloğuna girilir.

Ama sizin durumunuzda bu çok karmaşıklaşıyor, zihin açıklığınız göz önünde tutulursa. Nasıl yazmalı? Bir şeyi, onu söylemeden nasıl yazmalı, nasıl söylemeli?

Her zaman, söylemek istediğimizin sadece bir bölümünü söyleriz. Önemli olan, tondur. Bir tonumuz vardır, sadece müzisyen olarak değil, genel olarak, yaptığımız her şeyde. Çoğu zaman bir ton nok­sanlığı vardır; ton yoktur, sadece o kadar. Bu da çok esrarengizdir, zira bu tanımlanamaz, sadece hissedilebilir. Mesela bir kitabı açarsı­nız, dikkat çekici olan bir sayfayı okursunuz; neden sizin için hiçbir şey ifade etmez? Halbuki bomboş değildir, ama uzantıları hissedil­memektedir. O kadar esrarengiz olan o tonun nereden geldiği bilin­memektedir; burada, edebiyat olan her şeyde bir nevi gerçekdışılık vardır. Lüzum noksanlığı diye adlandırılan şeydir bu -peki bu lüzum noksanlığı niçin? Varlıklarla olan gündelik alışverişlerimizde de aynı şey vardır. Uzun zamandan beri görmediğiniz birine rastlar­sınız; saatlerce konuşursunuz, ama sonuç hiçliktir. Başka birine rast­larsınız, konuşursunuz ve evinize altüst olmuş bir halde dönersiniz. Varlıkların hakiki özgünlüğü budur -söyledikleri her şeye rağmen gizledikleri ve kendini belli eden şey.

Müzikteki gibi mi?

Tamamen müzikteki gibi. Ve “benim için müziğin hiçbir anlamı yok,” diyen insanlar gördüğüm zaman, iş bitmiş diye düşünürüm, de­vam etmeye ihtiyaç yoktur, aşırı derecede vahim bir şeydir bu, çün­kü müzik de tam olarak bir insanın en mahrem yerine dokunur. Mü­ziği hissetmeyen kişiyle hiçbir ortak noktam olamaz, adlandırılamaz bir vahamet arz eden ve o tipin bilincinde olmadığı bir lanettir bu. Müzikten söz ederken, daha önce zikretmiş olduğunuz Bach’ı düşün­mek gerek hemen… Bach benim için bir tanrıdır. Bach’ı anlamayan kişilerin olduğunu düşünebilmem imkansız; halbuki böyleleri var. İki varlık arasında derin bir suç ortaklığı yaratabilecek tek sanatın hakikaten müzik ol­duğuna inanıyorum. Şiir değil, sadece müzik. Müziğe karşı hassas olmayan biri, muazzam bir sakatlık çekmektedir. Bir kişinin Schu­mann ya da Bach’a karşı hassas olmayabileceği düşünülemez; oysa birinin şiiri sevmediğini söyleyebilmesini çok rahat kabul ederim. Ama konu müzik olunca, bu çok vahim bir şey olur.

Ne zaman müzik dinlersiniz?

Her zaman, özellikle şimdi artık yazmazken. Yazmayı kestim, de­vam etmeye artık değmediğini düşünüyorum, ama bu kuruluğun ye­rini müzik dolduruyor. Müziksiz hayat benim için hakikaten bir saçmalık olur. Müzikal izgedeki ihsası kelimelerle kaydedemeyeceği­mize göre, yazmaya ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla müziğe anlamını veren hiçbir şey, yazıyla iletilemez. O zaman bu koşullarda yaz­mak niye? Her halükarda, genel olarak yazmak niye? Kitapları ço­ğaltmak niye? Ne pahasına olursa olsun yazar olmayı istemek niye? Herkes çok fazla yazıyor zaten -uzun zamandır bu bir facia haline geldi, bu yararsız ve saçma üretim, özellikle Paris’te. Peki niye? Ben kendim de, yazmayacağımı ya da çok çok az yazacağımı düşünüyor­dum, fakat insan kendini oyuna kaptırıyor. Şimdi bu komediye artık devam etmek istemediğimi anladım. Önceleri komedi değildi, çün­kü yazma olayı bir tür lüzuma tekabül ediyordu, kendimden kurtul­manın bir biçimiydi. Şunu söylemek gerekir ki, her şeyi basitleştirmenin tek yolu kendini ifade etmektir. Bir şey, yazar yazmaz hemen esrarını yitirir, berbat olur; hem o şeyi, hem de kendinizi öldürmüş­sünüzdür. Bu bende bir işlev yerine getirdi; ama artık öyle değil. Yazmayan kişilerin, kendini ifade edenlerden daha çok kaynakları olduğunu fark ettim, çünkü her şey içlerinde. Ama yazmış olma olgusu, önemli olan her şeyi içinizden defetmiş olmaktır. Dolayısıyla yazan kişi, içini boşaltan kişidir. Ve bir hayatın sonunda, hiçlik gelir. Bundan dolayı yazarlar o kadar az ilginç insanlardır. Cidden böyle düşünüyorum, içleri boşalmıştır, birer kukladırlar. Çok parlak insan­lardır, ama artık varlıkları yoktur.

Ya Beckett gibi biri? Görüştüğünüz yazarlar arasında o nereye ko­nulabilir?

Biliyor musunuz? Şimdi çok az görüşüyoruz. Ama Beckett, tepkile­rini yazar olarak göstermeyen, zihni açık biridir. Bu onda bir mese­le değildir -onun durumunda da bu çok güzel- çünkü hiçbir zaman yazar olarak tepki göstermedi. Biz hepimiz gibi “kendini kaptırmış” biri hiç değil; o, bütün bunların üzerinde, kendine has bir yaşam üs­lubu var, tamamen münferit bir vaka. Ama genel olarak, hangi alan­da olursa olsun, çok üreten kişilerin bir zaman sonra kuklalara dönüştüğünü fark ettim. Bunun içindir ki, büyük mevcudiyetler, çoğu zaman hiçbir şey üretmemiş kişilerdir.

Fransa’ya gelmeden önce, bu ülkede de çalışmama kararı mı almış­tınız?

Evet, herhangi bir meslek icra etmekten, sevmediğimiz ve seveme­yeceğimiz şeyleri yapmaktan, her tür gayri şahsi işle uğraşmaktan kaçınmak için, önüne gelen aşağılanmayı ya da ıstırabı kabullenmek gerektiğini aşırı bir zihin açıklığıyla anladım. Bir tek fiziksel çalış­mayı kabul edebilirdim. Sokakları süpürmeyi kabul ederdim, herhangi bir şeyi, ama yazmayı değil, gazetecilik yapmayı değil! Haya­tını kazanmamak için her şeyi yapmak gerekiyordu. Özgür olmak için, önüne gelen aşağılanmaya tahammül etmek gerekir; hayat prog­ramım da hemen hemen buydu. Paris’te hayatımı çok iyi düzene koy­muştum, ama işler öngördüğüm gibi gitmedi. Sorbonne’a kayıtlıy­dım, 40 yaşıma kadar; sonunda beni çağırdılar ve “Beyefendi, artık bitti, bir yaş sınırı kondu ve o da 27,” dediler. Birden, bütün özgürlük tasarılarım çökmüştü. Buraya çok yakın bir otelde oturduğumu hatır­lıyorum, çok sevdiğim eski bir tavan arası odasıydı; kendi kendime şöyle dedim: “Durum şimdi çok vahim.” O zamana kadar sorun oto­matik olarak çözülmüştü: Bütün gereken, öğrenci yemekhanesinde neredeyse bedava yemek yiyebilmek için Sorbonne’a kayıtlı olmak­tı. Ne yapmalı? Lokantalarda yeme ya da normal bir yaşam sürdürme imkanlarım yoktu. Bu belki hayatımda bir dönüm noktası olmadı, ama olağanüstü bir kaygıydı. Sevmediğim şeyleri yapma dışında her şeyi kabul etme kararı almış olduğum için, hayatım muazzam dere­cede zorlaşıyordu. Bereket versin ki aydan aya ödediğim ve neredey­se bedava olan o otel odası vardı. Buraya çok yakın, Monsieur-le-­Prince Sokağı’ndaki o enfes tavanarasına hakikaten bayılıyordum. O sırada, aydan aya ödeme yapan herkesin kapı dışarı edildiğini gördüm, bir tek ben müstesna. Ev sahibini tanıyordum, onun için cesa­ret edememişti; ama kendi kendime, bu bir gün benim başıma da ge­leceğine göre mutlaka başka bir şey bulmam gerektiğini söyledim. 1960 yılındaydı bu; Tarih ve Ütopya‘yı yayımlamıştım ve apartman daireleriyle uğraşan bir hanım tanıyordum. Ona kitabımı yolladım, bana yardım sözü verdi, üç gün sonra, eski kira olduğu için anlamsız bir fiyata bu daireyi buldu. Bir yasa uyarınca, bu kiralar artırılamaz; yaşlılıktan nefret eden ben ise bundan istifade ediyorum, bunun ev sahibine karşı yapılan büyük bir haksızlık olduğunu düşünmeme rağ­men. Böylelikle sorunumu hallettim; bütün bunlar bir meslekle uğ­raşmadan yaşamak için gerekliydi. Ama bütün bunlar hala bitmedi, bugün gençlerin bu imkanları yok. Beni ziyaret etmeye gelen gençler var; bana benim gibi yaşamak istediklerini söylüyorlar. Ama çok geç. Bunlar kayboldu, şimdi her şey berbat oldu.

Ama yine de çalışmaya, yazmaya devam ettiniz; NRF’den birçok ya­yınınız çıktı.

Evet, doğru. Hep cennette yaşayamayız – asalak olarak demek isti­yorum. Anladım ki yazmak gerekiyor; bu da kuşkusuz bir ihtiyaca tekabül ediyordu. Dolayısıyla Fransızcadaki ilk kitabımı yayımla­dım –Çürümenin Kitabı‘ydı bu- ondan sonrası için belirsiz niyetle­rim vardı, kitapları neden çoğaltmak gerektiğini daha o zamandan soruyordum kendime. Niçin? Her halükarda bir kişiden kalan sade­ce birkaç cümle değil midir? Ama söylemek gerekir ki günler aşırı uzun; sonra, bahis konusu olan bir nevi hayatdoluluk, bir kendini gösterme ihtiyacı da vardı. Otuz yıl süresince hiç tanınmayan biri ol­dum, kitaplarım hiç satılmıyordu. Bu koşulları iyi tarafından aldım, üstelik şeylere bakış açıma da tekabül ediyordu; cepkitaplarına geli­nene kadar. Size içtenlikle ilgi gösterecek okurlara dokunmanın tek gerçek yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Ondan sonrası, bütün edebi kariyer mekanizmasıdır; ama önemli olan yıllar, anonimlik yıl­larıdır sadece. Tanınmamak bir hazdır; bazen buruk tarafları olabilir, ama olağanüstü bir durumdur. Beni salonlarda yıllarca -çünkü bir zamanlar viski içmeyi çok severdim, kendi paramla alamadığım için de davetlere giderdim- Ionesco ve Beckett’in dostu olarak takdim et­tiler. Bu koşulları çok kolaylıkla kabul ediyordum. Neden olmasın ki? Tanınmış biri olmak neden?

Aniden Fransızca yazma kararını neden almıştınız?

Romanya’ya bir daha hiç dönmeme karan almıştım. Benim için bu iş bitmişti; kelimenin mutlak anlamıyla, hakikaten mazi olmuştu. Di­eppe yakınındaydım, deniz kıyısında, 1936 yılıydı, bir köyde Mal­larme’yi Rumenceye çevirmeyi deniyordum. Ve aniden, kendi ken­dime: “Bu iş için hiç yeteneğim yok,” dedim ve o anda, artık Fransızca yazma kararı aldım. O zamana kadar, ilginçtir, Fransızcayı ih­mal etmiştim; oysa İngilizceyi çok çalışmıştım, hatta Sorbonne’da İngilizce doçentlik derslerini izlemiştim. Fransızca yazma kararımı -bir anda alınan bu kararı yerine getirmenin zannettiğimden çok daha güç olduğu çıktı ortaya. Hatta bir azaba dönüştü. İlk kitabımı dört defa yazdım; bu da beni yazmaktan tiksindirdi. Çürümenin Ki­tabı‘nı yazdıktan sonra, kendime ıstırap vermeye devam etmenin gereksiz olduğunu düşündüm. Ve yorgunluktan, Burukluk‘u yayımla­dım. Artık cümleler kurmanın gereksiz olduğu, vs. Daha sonra, sü­reç her şeye rağmen devam etti; aynca şunu da söylemek gerekir, Paulhan sürekli NRF’ye yazı vermem için ısrar ediyordu. Söz veri­yordum, sonra da kendi kendimi suçluyordum, sonra vaatlerimi yerine getirmek istiyordum; böylece bir nevi çarkın içine girdim. Ken­dimi merkezin dışında bulmayı mükemmel bir şekilde kabul ediyor­dum. Hiç tanınmıyordum, ama en nihayetinde tanınmamak hiç de nahoş bir şey değil. İşte bu, bir yazarın hayatındaki yıllar, okursuz yazarın -yine de birkaç kişi tanıyan yazarın- hayatındaki; pratik ola­rak nahoş tarafları var, ama gerçek yazı dönemi de budur, çünkü kendiniz için yazdığınızı zannedersiniz.”

E. M. Cioran, Ezeli Mağlup, çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 2007 [1995], s. 216-22.

Auster, Karakteri Tanıtmak (II) [Yürüyüş ve Boşluk]

Quinn’e gelince; akılda tutmamız gereken fazla bir şey yok. Kim olduğu, nereden geldiği ve ne yaptığı fazla bir önem taşımıyor. Örneğin otuz beş yaşında olduğunu biliyoruz. Bir kez evlendiğini, bir kez baba olduğunu, hem karısının hem de oğlunun hala hayatta olmadığını biliyoruz. Kitap yazmış olduğunu da biliyoruz. Daha kesin konuşmak gerekirse, polisiye romanlar yazdığını biliyoruz. Bu romanları William Wilson adıyla yazıyor ve yılda bir kitap bitiriyordu, bu da onun New York’ta küçük bir apartman dairesinde mütevazı bir yaşam sürmesini sağlayacak parayı kazanmasına yetiyordu. Bir kitabı yazması beş-altı ayı geçmediğinden, yılın geri kalan kısmında canının istediğini yapmakta özgür oluyordu. Pek çok kitap okuyor, tablolara bakıyor, sinemaya gidiyordu. Yazın, televizyonda beyzbol maçlarını izliyordu; kışın da operaya gidiyordu. Bununla birlikte yapmaktan en çok hoşlandığı şey yürümekti. Neredeyse her gün, yağmur, güneş demeden, sıcak, soğuk demeden kentte dolaşmak için evden çıkıyordu, belli bir hedefi yoktu, ayakları onu nereye götürürse oraya giderdi.

New York gezmekle bitecek bir kent değildi, sonu gelmez bir dolambaçtı; ne kadar uzaklara giderse gitsin, kentin semtlerini ve sokaklarını ne kadar iyi tanırsa tanısın, kaybolmuş olma duygusundan kurtulamıyordu. Yalnızca kentte değil, kendi içinde de kayboluyordu. Ne zaman yürüyüşe çıksa kendisini geride bırakıyormuş gibi hissediyordu, kendini sokaklardaki harekete teslim etmekle, gören bir göze indirgemekle, düşünmekten kurtuluyordu ve bu da ona öncelikle bir nebze huzur veriyor, içinde sağlıklı bir boşluk yaratıyordu. Dünya onun dışındaydı, çevresindeydi, önündeydi ve dünyanın değişme hızı, herhangi bir şey üzerinde uzun boylu oyalanmasına engel oluyordu. Önemli olan hareket etmekti, bir ayağını ötekinin önüne koymak ve kendini bedeninin gidişine teslim etmekti. Amaçsızca dolaşınca her yer birbirinden farksız oluyor, nerede bulunduunun önemi kalmıyordu. Hiçbir yerde olmadığını hissettiği yürüyüşleri, en iyi yürüyüşleriydi. Ve bu da onun çevresinden istediği tek şeydi aslında: hiçbir yerde olmamak. New York, onun kendi çevresinde ördüğü hiçbir yerdi; ve burayı bir daha terk etmek gibi bir niyeti olmadığını anlamıştı.

Quinn eskiden daha hırslıydı. Gençken birkaç şiir kitabı yayımlamıştı, oyunlar, eleştiriler yazmış, birkaç tane de uzun çeviri üzerinde çalışmıştı. Ama durup dururken bunların hepsinden vazgeçmişti. Bir yanının öldüğünü söylemişti arkadaşlarına, o yanının geri dönüp kendisini rahatsız etmesini istemiyordu. Quinn, artık onun kitap yazabilen yanı değildi ve Quinn pek çok bakımdan yaşamaya devam etse de artık kendinden başkası için mevcut değildi.

Yazmaya devam etmişti, çünkü bundan başka bir şey yapamayacağını hissediyordu. Polisiye roman, mantıklı bir çözüm gibi görünmüştü gözüne. Bu tür romanların gerektirdiği karmaşık kurguları uydurmakta pek zorlanmıyordu, çok iyi şeyler yazıyordu, çoğu kez kendiliğinden, sanki çaba harcamasına gerek yokmuşçasına. Kendini yazdıklarının yazarı olarak görmediği için yazdıklarından sorumlu hissetmiyordu, bu yüzden de onları savunmak diye bir duygu beslemiyordu. Ne de olsa William Wilson uydurma bir addı, Quinn’in içinden doğmuş olmasına rağmen, şimdi bağımsız bir yaşam sürüyordu. Quinn ona saygıyla, hatta zaman zaman hayranlıkla yaklaşıyordu, ama işi asla kendisiyle William Wilson’ın aynı kişi olduğuna inanacak kadar ileri götürmedi. İşte salt bu nedenle takma adının maskesinin arkasından ortaya çıkmadı. Bir menajeri vardı, ama hiç karşılaşmamışlardı. Yalnızca mektuplaşarak bağlantı kuruyorlardı. Quinn bu amaç için postanede bir posta kutusu kiralamıştı. Aynı şey yayıncısı için de geçerliydi, yayıncı Quinn’ ödeyeceği bütün ücretleri, paraları ve telif haklarını menajeri aracılığıyla ödüyordu. William Wilson’ın hiçbir kitabında yazarın fotoğrafı ya da biyografik bilgileri yer almıyordu. William Wilson hiçbir yazar sözlüğünde kayıtlı değildi, röportaj vermiyordu, aldığı bütün mektuplara menajerinin sekreteri yanıt yazıyordu. Quinn’in bildiği kadarıyla sırrını öğrenen yoktu. Başlangıçta, yazmayı bıraktığını öğrenen arkadaşları, nasıl geçineceğini sormuşlardı ona. Hepsine aynı yanıtı vermiş, karısından kendisine bir vakıf parası kaldığını söylemişti. Oysa karısının hiçbir zaman parası olmamıştı. Aslında Quinn’in artık arkadaşı da kalmamıştı.

Aradan beş yıldan fazla zaman geçmişti. Artık oğlunu pek fazla düşünmüyordu, karısının fotoğrafını da kısa bir süre önce duvardan indirmişti. Zaman zaman, üç yaşındaki oğlunu kucağına almanın nasıl bir şey olduğunu hissederdi ansızın; ama bu tam olarak düşünmek sayılmazdı, bedeninde kalan geçmişin bir iziydi ve Quinn bunu kontrol edemiyordu. Bu tür anları sık yaşamaz olmuştu artık ve aslında Quinn için her şey değişmeye başlamış gibiydi. Artık ölmek istemiyordu ama yaşamaktan pek keyif aldığı da söylenemezdi. Ancak hiç değişmeyen gerçek yavaş yavaş onu büyülemeye başlamıştı; sanki kendisinden daha uzun yaşamayı başarmış gibiydi, sanki ölümünden sonra yaşamayı sürdürüyordu. Artık uyurken lambayı yanık burakmıyordu, ve kaç aydır, gördüğü düşlerden hiçbirini anımsamıyordu.

Paul Auster. Cam Kent (New York Üçlemesi – I), çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2017 [1985], 20. basım, s. 9-12.

Uyar, İstanbul’la Aram Bozuk Bu Aralar

“Kadın, kente kapalıdır uyandığında – dünyanın neresinde olur­sa olsun. “Ev”i yaşama başlatma görevi yüzyıllardır ona veril­miştir çünkü. Belki perdeleri aralayıp havanın nasıl olduğuna bir göz atar: Ev halkının o havaya göre giyinmesini sağlayacak, eksikleri giderecektir çünkü. O arada gözüne ilişen görkemli bir ağacın ya da kenti saran pus tabakasının dikkatini dağıtmasına izin vermez, radyodan yükselen içli bir şarkıyla anılara sürük­lenmez.

Sabah saatleri, onun o anda yapmak, sıraya koymak zorun­da olduğu işlerle yüklüdür. Ev halkının nedense hep son ana ertelediği, son anda hesabını kendisinden sorduğu sorunla da uğraşır. Üniformanın bir düğmesi düşmüştür, pergel nerededir, görmüş müdür acaba? Pardösü, temizleyiciden gelmiş midir?.. Kendi ördüğü, dünyaya karşı savunduğu bu kozanın içinde, demli çay, kızarmış ekmek kokusuyla sarmalanmış, kraliçeliğin ve köleliğin çelişkili, buruk tadını çıkarmaya çalışır.

Herkes gittikten ev boşaldıktan sonra, bir yorgunluk çayı ya da kahvesi içerken kendine birkaç dakika ayırabilir ancak. Yü­zünü inceler, kaşlarını alır, saçına bir biçim verir, o gün ne giyeceğini kararlaştırır; belki de aynaya bakıp dilini çıkarır, kimbilir… Ev kadını konumundaysa ola ki “Özel Bir Gün” filmin­deki Sophia Loren gibi çok çocuk doğurup rejime hizmet etti­ği için ideal anne ödülünü kazanan, Mussolini hayranı İtalyan anası gibi şöyle mırıldanır kendi kendine: “Şu yatakları toplaya­cak bir başka anne gerek, bir anne de bulaşıkları yıkamalı, bir de yorulacak bir anne gerek.” Yine de yanaklarına hafif bir allık sürmekten geri durmaz. Kentle buluşacaktır ya…

Kadınların süslenmesini; toplumca kabul edilme isteğine, bir çevreye yaranma, erkeklere ya da belli bir erkeğe güzel görünme çabasına yoranların gözden kaçırdıkları en önem­li nokta, kadının artık nerdeyse içgüdüleşmiş bir alışkanlık­la tıpkı evini güzelleştirişi gibi dünyayı da güzelleştirme is­teğidir. (Son yıllarda erkekler de bu gereksinimi duyuyorlar iyi ki.)

O yüzden de, sözgelimi Çayırbaşı kesiminde yaşıyorsa ken­tin, allı-morlu, iri güllü pantolon-şalvarının üstüne yeşil bir hır­ka geçirerek, başına kenarları iğne oyalı beyaz bir yemeni, onun üstüne çağdaş bir eşarp bağlayarak, bilmeden de olsa karşı çıkar evrensel renk uyumuna, yalnızca yaşadığı kent parçasına, alaca­lı kıyıya uyarlanır, cesur renklerle savunur varlığını (Oysa koca­sı, poturlu ve kasketliyken de kentli erkeğin uygun bulduğu gri renkten şaşmaz).

Fatih yöresinde, kadınların başlarını bağlamadan geçe­medikleri sokaklardan birinde yaşıyorsa (evet, bugün!) solgun başörtüsünün altında kalan, görünmeyen saçlarını beliklerle güzelleştirdiğini varsayabilirsiniz.

Kent, her gün içli-dışlı olduğu kadının, yaşama kültürünü, beğenisini, hatta kilosunu, hatta yüz çizgilerini belirleyen bir aynadır. O kadarına ki, iyi bir gözlemciyseniz bir kadının han­gi kentte büyüdüğünü, hangi kentle beslendiğini çabucak anla­yabilirsiniz. Kentin hangi kesiminden geldiğini bile. Kültür dü­zeyini kestirebilmek için bir zamanlar tek ipucu, konuştuğu dil­di ama bugün Türkçe artık kesin bir gösterge değil bu konuda: Televizyon Türkçesi en az ortaklaşmayı belirledi bile.

“Bir kentin tarihini kavramanın en kestirme yolu,” diyor bir dostum, “o kentte doğup büyümüş bir kadının yıllar yılı es­nafla ilişkilerinde kullandığı dili incelemektir. “Bu dildeki değişmeleri… Beşiktaş pazarındaki bir tezgahtan don-sütyen alan bir İstanbullu ile Bağdat caddesindeki bir mağazadan alışveriş edenin seçtikleri sözcükler ne gibi farklılıklar gösterir acaba? Bu fark kentle beslenen kadını, hemen her dilde kadın olarak ta­nımlanan kenti nasıl açıklar?

Beşiktaş pazarcılarına, kadına sır saklar akrabalar gibi yak­laşmalarını palabıyıklı da olsalar hafif kadınsı davranmalarını; öte yandan Rumeli Caddesi esnafına kadın müşterinin gözleri­nin içine “erkekçe” bakmalarını öğreten gizli iletişim, yalnızca toplumsal sınıf ayrımından kaynaklanmasa gerek. Bir sokakta “Yenge” ya da “Bacı” olan kadın, iki sokak ötede “Hanımefendi” katına yükselebilir.

Şimdilerde bakıyorum da, doğduğum, yaşadığım, ilikleri­me kadar bağlı olduğum İstanbul’la bir besleme ve kalkındırma ilişkisi kalmamış aramızda. Bir nostalji canavarının eline düş­müş, yalnızca asimetrik iskeletiyle ayakta durabilen, gururu kı­rılmış bir kent artık İstanbul. Resmi tarihlere elbette bel bağlan­maz ama bu izlenimci tarihlere bel bağlanır anlamına gelmez ki. Nostalji canavarı, çok özel, çok kişisel ve özellikle yarım yama­lak levanten bilgilerden bir tarih derlemeye çalışıyor bu aralar yaşamadığı, ya da en azından bir bölüğünü yaşadığı bir geçmişi bütünüyle yakıştırmaya çalışıyor bu kente: İnsansız bir geçmiş.

Hadi Ahmet Mithat Efendi’nin “günahkar Beyoğlu”su ile “saf Fatih”ini önemsemiyorsunuz, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Rasim, Ahmet Hamdi Tanpınar, hele Sait Faik, hepten unutuldu mu? Beyoğlu’na dizilen müsamere lambaları, kafanı­za düştü düşecek “mobil”ler, düzeltilmiş kaldırım taşları, eski tangolarla, valslerle kalkındırılmış eski “lokal”ler, korunmaya alınmış yapılar, kentin “dekoratif tarihi”ne (ne demekse!) kılıkılına bağlı sokaklar, şadırvan çevresindeki tıpatıp çiçek türle­riyle özel alanlar neye yarayacak sonuçta? Oralara saydığım bu yazarların ve başka yazarların hiçbiri artık adım atamayacağı­na göre, aslına bakılırsa, yaşasalardı da adım atmayacaklarına göre, kent tarihinin en önemli bölümü, yaşanmış bölümü es ge­çilmiyor mu? İnsanları yani… Beyoğlu kalkındığında caddede salınacak Frenk giysili cicibeyler, Müslüman semtlerde dolana­cak süzgün dilberlerle bıçkın kabadayılar nereden getirilecek? Televizyon dizilerinden ödünç mü alınacak yoksa?

İstanbul’la aram bozuk bu aralar. Ben onun istediği giysile­ri giyemiyorum, o bana yapay bir ağırlama sunuyor barlarında­ kafelerinde-çarşılarında. Kalkıp Balık Pazarı’na uzanmak var, Kabataş’taki kahvede bir çay içmek, Boğaz yolunda yürüyüp bir sigara tellendirmek… Genç yaşta bile kalçaları sarkan yine de o ge­niş kalçalara sıkı kot pantolonlar giymekten, enine çizgili tişörtle­rini pantolonların üstüne çıkarmaktan, kulaklarına taktıkları ina­nılmaz ağırlıktaki küpelerle havalandıracakları kenti yerçekimine uğratmaktan gocunmayan genç kadınların -belki de haklı olarak yarattıkları- çağdaş metropol imgesini görmezden gelerek… (Kıyı ­köşede bir şeyler kalmıştır, birileri kalmıştır avuntusuyla oyalan­mak daha kolay, neden yalan söylemeli bu kargaşada?)

Metropollerin ekonomik baskılar sonucu taşra kültürüne boyun eğmek zorunda olduklarını biliyorum ama İstanbul’un baştan bu kültürle başedecek bir apayrı kültürü yok muydu? Ka­famı kurcalayan o.

Bir kadının bir kentle nasıl bütünleştiğini, nasıl onunla bir­likte soluduğunu anlatan romanı Mrs. Dalloway’de sabahın er­ken saatlerini şöyle anlatıyor Virginia Woolf:

“Bond Sokağı büyülerdi; o mevsim, sabahın erken saatlerin­de; uçuşan bayraklarıyla; dükkanlarıyla; ne bir su sesi; ne bir ya­kamoz; babasının elli yıldır takım elbise satın aldığı dükkanda bir top tüvit; bir-iki inci, buz kabı üstünde alabalıklar.

‘Hepsi bu kadar,’ dedi balıkçıya bakarak. ‘Hepsi bu kadar,’ diye yineledi eldivencinin vitrininde duralayarak. Savaş’tan önce kusursuz denilebilecek eldivenler vardı bu dükkanda. İh­tiyar William amca, bir hanımefendi, pabuçlarıyla eldivenlerin­den belli olur, derdi. Savaşın ortasında bir sabah, yatağında doğ­rulmuş, öbür yana dönmüş. ‘Artık dayanamayacağım,’ demişti. Eldivenler ve pabuçlar; kendisi eldivene pek düşkündü gerçek­ten, ama öz kızı, Elizabeth’i, hiç aldırmazdı böyle şeylere.”

Ev kadınlarının ördükleri kozayı küçümserken bir yandan hep aynı barlara, aynı güvenceli dost birleşmelerine gitmeyi öz­gürlük ve yiğitlik sayan, kentin getirebileceği belalardan kork­mayı ilke edinip caddelerini boş bırakan, bir balıkçının sıcak ba­kışları karşısında bile kendilerini “meta yerine konmuş” sayan kadınlardan olmadığıma göre belki de artık tam anlamıyla bir kent sayılamayacak kadınsız İstanbul’la, tam anlamıyla bir kadın sayılamayacak kentsiz ben, ortak bir yazgıyı paylaşıyoruzdur.”

Çağdaş Şehir, Sayı 4, Haziran 1987

Tomris Uyar, Kitapla Direniş: Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar, haz. Handan İnci, Yapı Kredi Yayınları, 2011, s. 246-9.

Auster, Kafka’nın Oyuncak Bebek Hikâyesi

“Peki. Hikâye. Oyuncak bebek hikâyesi… Kafka’nın ölmeden önceki son yılı; Polonya’daki Yahudi ailesinden kaçıp Berlin’e yerleşir, Dora Diamant adında on dokuz yirmi yaşlarında bir kıza âşık olur. Kız, Kafka’nın yarı yaşındadır; ama ona yıllardır yapmak isteyip de yapamadığı şeyi, Prag’dan ayrılma cesaretini bu kız verir ve Kafka’nın birlikte yaşadığı ilk ve tek kadın olur. Kafka 1923 sonbaharında Berlin’e gelir ve ertesi ilkbaharda da ölür; ama bu son aylar muhtemelen yaşamındaki en mutlu aylardır. Giderek bozulan sağlığına rağmen. Yiyecek kıtlığı, siyasal ayaklanmalar, Alman tarihinin gördüğü en ağır enflasyon gibi Berlin’deki sosyal durumlara rağmen. Bu dünyada fazla zamanı kalmadığını kesinlikle bilmesine rağmen.

Kafka her ikindi vakti parkta gezintiye çıkar. Hemen her seferinde Dora da onunla birlikte gider. Bir gün hıçkıra hıçkıra ağlayan küçük bir kızla karşılaşırlar. Kafka kıza ne olduğunu sorar. Çocuk bebeğini kaybettiğini söyler. Kafka, olup biteni açıklamak için hemen bir hikâye uydurur. ‘Bebeğin seyahate çıktı,’ der. Kız, ‘Nereden biliyorsun?’ diye sorar. Kafka, ‘Çünkü bana mektup yazdı,’ diyince kız kuşkulanır. ‘Mektup yanında mı?’ der. Kafka, ‘Ne yazık ki hayır, yanlışlıkla evde bırakmışım ama yarın getiririm,’ diye cevabı yapıştırır. Konuşması öylesine inandırıcıdır ki, kız ne düşüneceğini bilemez. Bu gizemli yabancı doğru söylüyor olabilir mi?

Kafka mektubu yazmak için hemen eve gider. Masasının başına geçer; Dora onu seyrederken, mektubu tıpkı kendi yapıtlarını yazdığı zamanki ciddiyet ve gerginlikle yazdığını görür. Kafka, küçük bir kızı kandırmak üzere yazmamaktadır. Bu, gerçekten yazınsal bir çabadır ve Kafka da onu doğru yapmaya kararlıdır. Güzel ve inandırıcı bir yalan uydurabilirse, çocuğun kaybettiği bebeğin yerini bir başka gerçekle doldurabilecektir; belki uydurma bir gerçek ama edebiyat yasalarına göre geçerli ve inandırıcı bir gerçek.

Kafka ertesi gün mektubu alıp parka koşar. Küçük kız onu beklemektedir; çocuk henüz okumayı sökemediğinden Kafka mektubu yüksek sesle okur. Taş bebek gittiği için üzgünmüş; ama hep aynı insanlarla yaşamaktan bıkmış. Dünyayı görmek, yeni arkadaşlar edinmek istiyormuş. Küçük kızı sevmediğinden değil ama çevresini değiştirmek istediği için gitmiş, bu yüzden bir süre ayrı kalacaklarmış. Ama kıza her gün mektup yazıp neler yaptığını anlatacağına da söz veriyormuş.

İşte bu noktada hikâye yüreğimi sızlatmaya başlıyor. Kafka’nın ilk mektubu yazmak zahmetine girmesi bile yeterince şaşırtıcıyken, bir de kalkıyor, günün birinde parkta karşılaştığı, hiç tanımadığı bir kız çocuğunu avutmak için her gün mektup yazmaya girişiyor. Böyle bir şeyi kim yapar? Kafka, üç hafta mektup yazmayı sürdürmüş Nathan. Tam üç hafta. Gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri, kayıp bir yaş bebekten gelen uydurma mektuplar için zamanını, hem de çok azaldığı için çok daha değerli olan zamanını feda ediyor. Dora, Kafka’nın her cümleyi en ufak ayrıntısına kadar özenle yazdığını, yazdıklarının kusursuz, komik ve inandırıcı olduğunu söylüyor. Bir başka deyişle, özgün Kafka edebiyatı. Kafka üç hafta boyunca her gün parka gidip kıza mektup okur. Taş bebek büyür, okula gider, yeni insanlarla tanışır. Küçük kızı ne kadar çok sevdiğini her mektupta yineler; ama birtakım sorunların eve dönmesini engellediğini yazar. Kafka, taş bebeğin küçük kızın hayatından tamamen çıkacağı ana yavaş yavaş hazırlar çocuğu. İnandırıcı bir son bulmaya çalışır, bunu başaramazsa büyünün bozulacağından korkar. Birkaç olasılık üzerinde kafa yorduktan sonra, sonunda bebeği evlendirmeye karar verir. Bebeğin âşık olduğu delikanlıyı tarif eder, nişanı, köy düğününü, hatta bebekle kocasının oturdukları evi bile uzun uzun anlatır. Ve mektubun son satırında, bebek eski ve sevgili arkadaşına veda eder.

Tabii o noktaya gelindiğinde, kız artık bebeğini özlemekten, onu aramaktan vazgeçmiştir. Kafka, bebeğin yerine başka bir şey vermiştir çocuğa ve o üç hafta içinde mektuplar kızın üzüntüsünü gidermiştir. Kızın bir hikâyesi vardır artık ve insan bir hikâyenin içinde, bir hayal dünyasında yaşayabilecek kadar şanslıysa, gerçek dünyanın acıları sona erer. Çünkü hikâye devam ettiği sürece gerçek yoktur.”

Paul Auster, Brooklyn Çılgınlıkları, çev. Seçkin Selvi, 2017 [2005], 8. basım, s. 164-6.