Kazuo Ishiguro – “Günden Kalanlar”ın Çıkış Fikri (Çeviri)

Kazuo Ishiguro 2017’de Toronto Film Festivali’nde söyleşi yapmış. Söyleşi temelde Günden Kalanlar’ın (1989) uyarlaması The Remains of the Day (1993) üzerinden bu romanın uyarlama süreci, sinema/edebiyat ilişkisi ve hafızanın kendi romancılığındaki merkezi rolü üzerine. Çevirdiğim kısım, konuşmanın başında (00:00 – 05:14) Ishiguro’nun romanın ana karakteri başuşak Stevens’ın temsil ettiği iki anlam üzerine açıklamasını içeriyor: duygulardan korkmak ve gerçek güçten uzak olmak. Ekonomik ve siyasi krizin kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladığı, herkesin bunu konuştuğu fakat herhangi bir etki göstermekten aciz olduğu günlerde Ishiguro ve Günden Kalanlar güncel.

Eleanor Wachtel: Günden Kalanlar’ı yazdığınızda, söylediklerinizi hatırlıyorum, her ne kadar İngiltere’de belli bir zaman ve mekâna bakıyor olsanız da, sizi ilgilendirenin örnek niteliğinde (quintessential) bir İngiliz romanı değil de, duygulanımın iflası olduğunu, romanın duygulanımın iflasına dair bir çalışma olduğunu söylemiştiniz. Neden, o zamanlarda, temanızın böyle bir şey olduğunu düşünüyordunuz?

Kazuo Ishiguro: Duygulanımın iflası romanın sadece bir kısmıydı. Sadece bu değildi. Bu romana iki şey hakkında düşünürken başladım. Başuşak figürünün bu ikisini de hissedebileceğini düşündüm. Birisi az önce söylediğiniz şeydi. Belki duygunun iflası değil ama duygulanımdan korkmaktı ya da duyguların sahnelenmesinden korkmaktı. Arketipik bir figür olarak, İngiliz başuşağı: ben şahsen bir böyle birini tanımıyorum, İngiliz başuşaklarına dair tarihsel bir ilgim yoktu. Ama, ben dâhil, hâlâ herkes İngiliz başuşak stereotipinin ne anlama geldiğini bilir: neredeyse karikatür bir figürdür, acılara katlanan (stoic), olup biteni sakinlikle karşılayan (stiff upper-lip) bir figür. Bu figürü filmler, oyunlar ve kitaplarda gördük, on yıllar boyunca… Ve de bu, dünyanın dört bir yanında tanınan birisi, hayatında İngiltere’ye adımını atmamış birisi İngiliz başuşağının nasıl birisi olduğuna dair bir fikir sahibidir. O yüzden ben de, bu iki şeye dalmak için böylesi uluslararası bilinirlikteki bir stereotipi kullanmaya karar verdim.

Bu figürün hepimizin içinde olan, devreye girmekten, kendimizi aşık olmaya veya olunmaya dair ihtimallere açmaktan, duygusal olarak bağlanmaktan korkan ve bunun yerine profesyonel bir rolün arkasına saklanan yanımızı gayet iyi ifade edebileceğini düşündüm. Bu, başuşak figürünün bana sunduğu şeylerden biriydi.

Ama aynı zamanda başuşak figürü, romanda yapmak istediğim, benim için mutlak surette merkezi olan başka bir şeyi yapmama izin veriyordu. Şunu öneriyordum: bir anlamda, politik bir anlamda, belki politik ve ahlâki bir anlamda, çoğumuz başuşağız. Bununla şunu kastediyorum, ülkeyi yönetenlere dair bir çeşit söz hakkımızın olduğu, demokratik ülkelerde bile tuhaf bir şekilde gerçek güçten çok uzaklaşmış durumdayız. Çoğumuzun yaptığı şey, işlerimiz. İyi işler, küçük işler yapıyoruz ama çoğumuz ülkeleri yönetmiyoruz. Çoğumuz çok uluslu şirketleri yönetmiyoruz. Eğer şanslıysak, bir yerlere yerleşiyoruz. Küçük bir işi yapmayı öğreniyoruz ve yeteneğimiz ölçüsünde o işi en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz ve katkımızı genelde bizden daha üstte bulunan birisine sunuyoruz. Katkımızın iyi bir şekilde kullanılacağını ümit ediyoruz. Ama çoğu zaman bundan emin olamıyoruz. Katkımızı bir şirkete, işverene, bir sebebe veya bir ülkeye sunuyoruz. Bu anlamda, çoğumuzun başuşaklar gibi olduğumuzu düşünüyorum.

Bu kişiden, figürden etkilenmemin sebebi, başuşak olma konusunda çok iyi olma dair isteğiydi. Eninde sonunda her şey işverenine hizmet etmek ile ilgiliydi, katkılarının nasıl kullanılacağını sorgulamanın onu aşacağını düşünüyordu. Ama bu durum hepimizi, belli bir noktada, katkılarımızın onaylamadığımız bir şekilde kullanılmış olduğunu fark etmeye açık hâle getiriyor. Ama çoğumuz için, bu kaderimiz. Küçük dünyalarda yaşıyoruz. Genelde seçme şansımız olmuyor. Yaptığımız katkıdan ne kadar gurur duysak da, ne kadar vakar ve gururla katkımızı sunmuş olsak da, bunu yukarıda birisine sunuyoruz ve orada oldukça gizemli bir şekilde kullanılıyor. Bizim, politik ve ahlâki olarak kontrolümüzden çıkıyor.

Başuşak figürünün metaforik olarak bu iki konuya çok başarılı bir şekilde hizmet ettiğini düşündüm. Başuşak olmaktaki politik ve ahlâki durum, hepimiz bir anlamda başuşağız. Ve hepimiz birer İngiliz başuşağız, çünkü hepimiz, az ya da çok, duyguların dünyasından, duyguların âleminden korkuyoruz. Eğer ilişkilerden doğan zenginliğe yaklaşmak istiyorsak, kendimizi duygusal anlamda incinmeye açık duruma getirmek zorundayız. Ama burası korkutucu bir alan.

Enzensberger, Radikal Kaybeden | [I] Yalıtık Birey (Çeviri)

Enzensberger’in 20 Aralık 2006’da Der Spiegel’de yayınladığı, üç parçalık “Terörist Zihniyeti: Radikal Kaybeden” makalesi‘nin ilk bölümü: Yalıtık Birey.

Bu gazete makalesi nihilizm, kaybeden edebiyatı, depolitizasyon/aşırı-politizasyon kıskacı, modernite ve kent yaşamının yabancılaştırıcı yönleri vb. üzerine metinlerde rastladığım referanslardan biriydi, soyadının hatırda kalıcılığının kontrpuanıyla da olsa gerek asıl makaleye bakma merakı uyandırdı. Tamamını okuduğumda, önceden tanımadığım Enzensberger’i muhafazakar düşünceleri de olan bir liberal olarak düşlemiştim, henüz tam emin olamamakla beraber, Ayrıntı Yayınları’ndan çıktığını gördüğüm “Anarşinin Kısa Yazı” kitabı beni bir başka entelektüel mağlubiyete uğrattı. Enzensberger’in “tepeden” konumunu yer yer sinir bozucu ve bazı değerleri küçük düşürücü bulmakla beraber birçok maddi tespitinin nokta atışı, oradan doğru radikal kaybedene dönük yorumlara dair eleştirilerinin kafa açıcı olması sebebiyle, metinle daha yakın bir ilişki kurabilmek adına çevirmeye çalışmak istedim. Kesin daha önceden çevrilmiştir fakat birkaç anahtar kelimeyle yaptığım Google aramasında 6. sayfaya kadar baktım, bulamadım.

Bu tasvirlerle tanımlanabilecek, ya da metnin temsiliyet alanını aşsa da ortaklıklar olduğu yadsınmayacak bazı gerçek/kurgu örnekleri çağırdı bende: başta Foucault’nun Ben, Pierre Rivière tarihçesi, Taxi Driver ve Dog Day Afternoon’un kahramanlari, Ted Kaczynski, 1000 küsür sayfalık intihar mektubu yazan Mitchell Heisman, Freud ve Clastres’in ilkel savaşçıları…

Edit: Bu saçma şeyleri yazdıktan dört yıl sonra tekrar bu yazıyı görüp Enzensberger’i hatırladım. Şu söyleşisini (Hans Magnus Enzensberger Interview: A Closer Look) izledim. 80 yıl önce çocukken yaptıklarını hatırlıyor.

Almanya’nın en etkili savaş sonrası yazarlarından biri teröristleri oluşturan etmenleri inceliyor -kolektif bir grup tarafından içerisine alınan ve yeni bir çeşit kaybeden dönüştürülen yalıtık birey.

I. Yalıtık Birey

Kaybeden ile ilgili konuşmak zor, konuşmamak ise aptalca. Aptalca, çünkü nihai bir kazanandan söz etmek mümkün değil ve megoloman Bonaparte’dan Kalküta sokaklarındaki son dilenciye kadar hepimiz aynı kaderle karşılacağız. Zor, çünkü problemin asıl patlayıcı yanını, yani politik yanını, gözardı ederek kendini bir metafiziksel sıradanlık açıklamasıyla tatmin etmek işin kolayına kaçmak anlamına geliyor.

Kaybedenin binbir türlü yüzüne bilfiil bakmak yerine, sosyologlar istatistiklerine bağlı kalıyorlar: medyan değerleri, standart sapma, logaritmik dağılım. Nadiren kendilerinin de kaybedenler arasında olabilecekleri ihtimalini göz önüne alıyorlar. Tanımları açık bir yarayı kaşıyor; Samuel Butler’ın dediği gibi, bu kaşıma genellikle yarayı öncesine göre daha da derinleştiriyor. Bir şey kesin: insanlığın kendi yaşamını düzenleyiş biçimleri -“kapitalizm”, “mücadele”, “imparatorluk”, “küreselleşme”- yalnızca kaybedenlerin sayısının günden güne artmasına değil, onlar arasında daha büyük ölçüde bir parçalanmaya sebep oluyor. Kaybeden kaderini kabullenip teslim olabilir; kurban bir tatmin talep edebilir; yenilen bir sonraki tur için hazırlanmaya başlayabilir. Ama radikal kaybeden kendini tecrit eder, görünmez olur, kendi sanrısını korur, enerjisini saklar ve kendi zamanının gelmesini bekler.

Kendilerini nesnel, maddi kriterlerle tatmin edenler, ekonomistlerin indisleri ve deneycilerin çarpıcı bulguları, radikal kaybedenin asıl dramına dair anlamlı hiçbir şey söyleyemeyecekler. Başkalarının onun hakkında düşündükleri -rakipleri veya kardeşleri, uzmanlar veya komşular, okul arkadaşları, patronlar, arkadaşlar ya da hasımlar- yeterli bir motivasyon değil. Radikal kaybedenin kendisi aktif rol almalı, kendini ifade etmeli: Ben bir kaybedenim ve kaybedenden başka bir şey değilim. Kendini buna ikna etmediği sürece, hayat ona kötü davranabilir, yoksul ve güçsüz olabilir, acıyı ve yenilmeyi tadabilir, ama kendisini kazananlar olarak görenlerin yargısını kendisininmişçesine kabullenene kadar radikal bir kaybeden olmaz.

Hiç kimse zorunda olmadıkça radikal kaybedene aldırış etmez. Bu his ise karşılıklıdır. Yalnız olduğu sürece -ki çoğunlukla epey yalnızdır- yola koyulmaz. Kendi hâlinde görünür, sessizdir -uykudadır. Ama kendine dikkat çektiğinde ve istatistiklere girdiğinde, şok edici bir dehşet uyandırır. Varoluşu, diğerlerine onun olduğu noktaya gelmek için ne kadar az bir mesafeleri olduğunu hatırlatır. Belki de tam vazgeçmek üzereyken birisi ona yardım etmiştir. Ama buna iştirak etme amacıyla değil, zaten bu işin bir parçası olarak, işbirlikçi olarak, da görünmez yaptıkları. Birçok meslek için kaydeden bir araştırma nesnesi, bir varoluş sebebi anlamına gelir. Kendilerini kaybedenlerin arasında görmeyen sosyal psikologlar, sosyal hizmet görevlileri, sosyal politika uzmanları, suçbilimciler, terapistler ve diğerleri o olmasa işsiz kalırlar. Ama en iyi ihtimalle, müşterileri onlar için müphemdir: empatileri açıkça tanımlanmış profesyonel sınırları bilir. Bildikleri şey, radikal kaybedenin ulaşılması zor olduğu, ve nihayetinde, tahmin edilemez olduğudur. Ofislerinden geçen yüzlercesinin arasında yolun sonuna kadar gitmeye hazır olan o kişiyi teşhis etmek yapabileceklerinin ötesindedir. Belki bunun bürokratik niyetlerle telafi edilebilir bir sosyal mesele olmadığını duyumsarlar. Bu sırada kaybeden, alttan alta, kendi işinde gücündedir [keep his own counsel]. Belanın peşindedir. Sessiz kalır ve bekler. Hiçbir şey belli etmez. Korktuğu tam da budur. Tarihsel anlamda, bu korku oldukça eskidir, ama bugün her zaman olduğundan daha haklıdır. Toplumda bir nebze gücü olan birisi ara sıra radikal kaybedende olan ve etkisizleştirilemeyecek o devasa yok edici enerji hissini duyar, ona ne kadar anlamlı veya ciddi gelse de.

Her an infilak edebilir. Sorununa dair hayal ettiği tek çözüm bu olabilir: acı çektiği zalim koşulların daha kötü hâle getirilmesi. Gazeteler her hafta onunla ilgili hikâyeler anlatırlar: iki çocuk babası, karısını, küçük çocuğunu ve sonunda kendini öldürdü. Akıl almaz! Yerel haberlerde bir başlık: Bir Aile Trajedisi. Ya da apartmanda barikat kuran bir adam, ondan para isteyen ev sahibini rehin almış. Sonunda polis olay mahaline geldiğinde, ateş etmeye başlıyor. Sonrasında adamın “cinnet” (amok) geçirdiği söyleniyor, kelimenin orijinal Malayca anlamıyla. Kurşun yağmurunda yere yığılmadan önce bir polisi öldürüyor. Bu patlamayı neyin tetiklediği belirsiz kalıyor. Belki karısının dırdırları, gürültücü komşular, bardaki bir tartışma ya da kredi başvurusunu iptal eden bir banka. Üstlerinden gelen küçük düşürücü bir ifade bu adamın bir kuleye tırmanıp süpermarketin önünde hareket eden her şeye ateş açması için yeterli, bu katliamın onun da ölümüne sebep olacak olmasına rağmen değil tam da bu yüzden. Hafif makineli tüfeği nasıl oldu da buldu? Nihayet, bu radikal kaybeden, -akneleri yüzünden zorluk çeken on beş yaşında birisi olabilir-, nihayet, yaşamın ve ölümün efendisidir. Haber spikerinin sözleriyle, “kendini öldürmüştür” [dies at his own hands] ve araştırmacılar işe koyulmuşlardır. Birkaç video, kafası karışık birkaç günlük girdisi bulurlar. Ebeveynleri, komşuları, öğretmenleri olağandışı hiçbir şey fark etmemiştir. Birkaç başarısız ders notu, elbette, muhakkak suskunluk -çocuk pek konuşmazdı… Fakat bu bir düzine okul arkadaşını öldürmek için bir sebep olamaz. Uzmanlar kararlarını açıklarlar. Kültür eleştirmenleri argümanlarını ortaya koyarlar. Kaçınılmaz olarak, “değerler üzerine tartışmak”tan bahsederler. Sebep arayışlarından bir şey çıkmaz. Politikacılar kederlerini iletirler. Vakanın münferit olduğuna dair bir sonuca ulaşılır.

Burası doğrudur, hükümlüler daima kolektiflere erişimi olmayan yalıtık bireylerdir. Ve de yanlıştır, çünkü bu münferit vakalar gittikçe daha olağanlaşmaktadır. Bu artış, çok daha fazla radikal kaybeden olduğu sonucuna götürür. “Gelinen nokta” denilen şey budur. Bu nokta dünya pazarına, sınavların düzenleniş biçimlerine ya da ödeme yapmayan sigorta şirketlerine havale edilebilir.

Fakat radikal kaybedeni anlamak isteyen kişiye biraz geriye doğru gitmesi öğütlenebilir. İlerleme, insanların ıstırabını sonlandırmadı ama onu derinden değiştirdi. Son iki yüzyıl boyunca, daha başarılı toplumlar yeni haklar, yeni beklentiler ve yeni talepler için mücadele verdi ve bunları tesis etti. Kaçınılmaz kader nosyonunu tasfiye etti. İnsan onuru ve insan hakları gibi kavramları gündeme aldı. Tanınma için mücadeleyi demokratikleştirdi ve yerine getiremediği eşitlik beklentileri uyandırdı. Aynı zamanda, gezegenin tüm sakinlerine, saat başı ve her televizyon kanalında, eşitsizliğin sürekli olarak yayınlanmasını sağladı. Sonuç olarak, ilerlemenin tüm evrelerinde, insanların hayal kırıklığı kapasiteleri de bunlarla birlikte arttı.

Felsefeci Odo Marquard “Kültürel ilerlemenin gerçekten başarılı olduğu ve sorunların çözüldüğü bir noktada, bu gelişme nadiren coşkuyla karşılanmaktadır,” der: “Onun yerine, bunlar verili kabul edilir ve dikkat süregelen sorunlara yoğunlaşır. Bu süregelen sorunlar daha çok kızgınlık uyandırır. Olumsuz unsurlar gerçeklikten kayboldukça, daha göze batar hâle gelirler, özellikle de sayıları azaldığı için.”

Bu yetersiz kalan bir ifadedir. Çünkü söz konusu olan basit bir kızgınlık değil, öldürücü bir öfkedir. Kaybedenin takıntılı olduğu karşılaştırmalar asla ve asla onun lehine sonuçlanmaz. Tanınma arzusu sınır tanımadığından, acı eşiği kaçınılmaz olarak dibe batar ve küçük düşmeler gittikçe daha dayanılmaz hâle gelir. Kaybedenin asabiyeti ötekilerin payına düşen her ilerlemede artar. Ölçüt asla ondan daha kötü durumda olanlar değildir. Onun gözlerinde, sürekli olarak hor görülen, aşağılanan ve küçük düşürülen onlar değil, sadece kendisi, radikal kaybedendir.

Bunun neden bu şekilde olduğu sorusu ise çektiği eziyetlere tuz basar. Çünkü bu kesinlikle kendi suçu olamaz. Öylesi tasavvur olunamaz. Bu yüzden kendi kötü durumundan sorumlu olan suçluları bulmak zorundadır.

Peki ama bu gücü her şeye yeten, isimsiz mütecavizler kimlerdir? Yalnızca kendi yetenekleriyle idare etmek zorunda kalmış biri olarak, bu rahat bırakmayan soru yalıtık bireyi aşar. Herhangi bir ideolojik program yardımına koşmazsa, arayışının daha geniş toplumsal bağlama eklemlenmesi güçtür, etrafındaki birincil muhite ve bulgulara bakar: adaletsiz patron, başa çıkılmaz eş, kötü komşu, arkasından dolap çeviren iş arkadaşı, esnek davranmayan kamu görevlisi, sağlık raporu vermeyi reddeden doktor.

Fakat aynı zamanda da görünmez, anonim bir çeşit düşmanın çevirdiği dolaplarla karşı karşıya olamaz mı? Bu durumda kaybedenin kendi deneyimine güvenmesine gerek kalmaz: bir yerlerde duyduğu şeylere müracaat edebilir. Az sayıda insan kendi gereksinimleriyle örtüşen sanrılar icat etme yeteneğine sahiptir. Sonuç olarak, kaybeden de genelde toplumda serbestçe gezinen malzemelere bağlı kalacaktır. Olağan şüpheliler, yabancılar, gizli servisler, komünistler, Amerikalılar, büyük şirketler, politikacılar, inançsızlar… Ve de, neredeyse her zaman, Yahudiler…

Bu çeşit bir sanrı, bir süreliğine, kaybedene rahatlık verebilir ama onu kesinkes yatıştırmaya yetmez. Uzun vadede, birinin hasmane dünyanın karşısında kendini göstermesi zordur, o da kendini daha basit bir açıklamanın olabileceği şüphesinden tamamen kurtaramaz, yani kendisinin sorumlu olduğundan, aşağılamanın kendi suçu olduğundan, özlem duyduğu itibarı hak etmediğinden, kendi hayatının değersiz olduğundan… Psikologlar bu ıstıraba “saldırganıyla özdeşleşme” [identifying with the aggessor] adını verir. Peki bunun anlamı nedir? Kaybeden için şüphesiz bir anlamı yoktur. Ama eğer kendi hayatı anlamsızsa, neden başkalarının hayatını önemsemesi gereksin ki?

“Bu benim hatam.” “Sorumlusu, diğerleri.” Bu iki sav birbirini dışlamaz. Aksine, birbirini pekiştirir. Radikal kaybeden bu kısırdöngüden çıkacak yolu bulamaz, bu da onun dehşet verici gücünü tesis eder.

İkilemden çıkmanın tek yolu yıkım ile öz-yıkımı, saldırıyla kendine saldırıyı birbiri içinde eritmektir. Bir taraftan, infilak anında, kaybeden bir anlığına gerçek güç duygusunu deneyimler. Eylemi, diğerlerini imha ederek onlar üzerinde zafer kazanmasını sağlar. Diğer taraftan, bu güç duygusunun öte yanına, kendi varoluşunun anlamsız olabileceğine dair kuşkuya, ona son vererek, adilce davranmış olur.

İlaveten bir ödül olarak, silahlı güçten, ondan hiçbir şey duymak istemeyen dış dünyadan yararlanmasıyla, dikkatleri üzerine çeker. Medya onun muazzam derecede ünlenmesine izin verilmesini garanti eder- sadece 24 saat sürse bile. Televizyon eyleminin propagandasını yayar, bu sayede olası taklitçileri cesaretlendirir. Ergenler için, özel olarak Birleşik Devletler’deki olayların gösterdiği üzere, bunun temsil ettiği baştan çıkarıcılığa karşı koymak güçtür.

Radikal kaybedenin mantığı sağduyu ile kavranamaz. Sağduyu, kendini koruma dürtüsüne doğanın bir kaidesiymişçesine atıfta bulunur, onu verili kabul eder. Oysa aslında, bu kırılgan bir düşüncedir, tarihsel anlamda oldukça yenidir. Kendini-koruma [self-preservation] fikrine Yunanlılar, Hobbes ve Spinoza değinir, ama bunu doğal bir dürtü olarak değerlendirmezler. Onun yerine, Immanuel Kant’a göre, “İnsanoğlunun bir hayvani varlık olarak olarak kendisine […] birincil görevi, hayvani doğasında kendisini muhafaza etmektir.” Bu görev ancak on dokuzuncu yüzyılda doğa bilimlerinin bozulamaz vakıası hâline gelmiştir. Pek azı bu görüşten sapmışlardır. Nietzsche fizyologların “organik varlığın kendini koruma dürtüsünü başlıca dürtü olarak belirlemeden önce iki kere düşünmesi” gerektiğini söyleyerek buna karşı çıkmıştır. Ama daima hayatta kalmayı öncelikli olarak tercih edenlerin arasında, onun sözlerine hep kulak tıkanmıştır.

Düşünce tarihi bir yana, insanlık da bireysel yaşama yüce bir iyilik olarak yaklaşılmasını asla beklememiştir. Bütün erken dinler insanın kurban edilmesini önemsemiştir. Sonra, şehitlere büyük değerler biçilmiştir. (Blaise Pascal’ın ölümcül şiarına göre, “yalnızca ölüme gitmeye hazır olan tanıkların tarihlerine inanılmalıdır.”) Çoğu kültürde, kahramanlar ölümün karşısındaki korkusuzluklarıyla ün ve şeref kazandılar. I. Dünya Savaşı’nın kitle kıyımına kadar, lise öğrencileri, vatanı için ölmenin tatlı ve onurlu olduğu uyarınca, Horace’ın [Horatius] kötü şöhretli [notorious] dizelerini öğrenmek zorundaydılar. Diğerleri için, denizlere açılmak hayatta kalmaktan daha öncelikliydi. Soğuk savaş sırasında, “Kızıl olmaktansa ölü olmak daha iyi!” diyenler vardı. Peki ya mükemmelen sivil koşullarda, ip cambazları, tehlikeli sporlar, motor yarışları, kutup keşifleri ve olası intiharların diğer formları hakkında neler düşünüyoruz?

Şüphesiz, kendini koruma içgüdüsü pek de iyi bir şey değil. İnsan türünün intihara dikkate değer düşkünlüğü, çağlar ve kültürler boyunca, buna yeterli bir kanıt sunuyor. İnsanları kendi hayatlarını almaktan herhangi bir tabu veya cezalandırma tehdidi alıkoyamadı. Eğilimin niceliği ölçülemiyor. İstatistiğin araçlarıyla bunu kavramaya dair herhangi bir çaba kayıt dışı vakaların çokluğu sebebiyle başarısız oluyor.

Sigmund Freud problemi teorik olarak, ya da stabil olmayan empirik bir temelde, ölüm dürtüsü kavramını geliştirerek çözmeyi denedi. Freud’un hipotezi, belli durumlarda, korkunç bir sonun bitmek bilmez bir dehşete yeğlenebilir olduğuna dair zamana meydan okuyan bir nosyonla mefhumla daha net ifade edilebilir -gerçek de olsa hayali de olsa.

 

Yuval Noah Harari – İnsan Gelecek(te) Olacak Mı? [WEF] – (Çeviri)

Yine yarım bir çeviri, fakat çevirirken bir noktada bunu YouTube’da çevirmiş olan var mıdır diye baktım, varmış. Öylesi daha doğru, az hak yiyen bir yol zaten. Oradan da izlenebilir, benden iyi çevirmişlerdir kesin. Burada da çevirdiğim kadarı metin olarak dursun.


Bugün sizle gelecek hakkında konuşmak istiyorum, türümüzün geleceği, yaşamın geleceği hakkında. Biz büyük ihtimalle homo sapiens’in son nesillerinden biriyiz. Bir veya iki yüzyıl içinde, dünyaya bizden çok farklı olan varlıklar egemen olacak, tıpkı bizlerle Neanderthaller veya şempanzeler arasındaki fark gibi… Çünkü gelecek nesillerde, bedenleri, beyinleri ve zihni nasıl düzenleyeceğimizi (to engineer) öğreneceğiz. Ekonominin temel ürünü bu olacak, 21. yüzyıl ekonomisinin… Tekstil, araçlar veya silahlar değil, bedenler, beyinler ve zihinler… Tam olarak, gelecekte gezegenin efendileri nasıl görünecek? Buna, veriye sahip olan kişiler tarafından karar verilecek. Veriyi kontrol edenler, geleceği -sadece insanlığın geleceğini değil, yaşamın geleceğini de- kontrol edecekler. Çünkü bugün dünyada en değerli mülk, veri.

Antik zamanlarda toprak en önemli mülktü. Eğer çok fazla toprak çok az kişinin elinde toplandığında insanlık aristokratlar ve avam olarak ikiye ayrılıyordu. Sonra modern çağda, son iki yüzyılda makineler en önemli mülk olarak, toprağın yerine geçtiler. Makinelerin çok büyük bir kısmı çok az kişinin elinde toplandığında, insanlık sınıflara ayrıldı: kapitalistler ve proletarya olarak. Şu anda, veri en önemli mülk olarak makinelerin yerini alıyor, ve eğer çok fazla veri çok az kişinin elinde toplanırsa insanlık sınıflara ayrılmayacak, türlere ayrılacak, farklı türlere.

Peki veri neden bu kadar önemli? Önemli çünkü, öyle bir noktaya ulaştık ki, sadece bilgisayarları değil, insanları ve diğer organizmaları da “hack”leyebiliyoruz. Bugünlerde bilgisayarları, e-posta adreslerini, banka hesaplarını, cep telefonlarını hack’lemek ile ilgili konuşmalar yapılıyor, fakat aslında insanları hack’leme yeteneğini kazanmaktayız. Peki bir insanı hack’lemek için neye ihtiyacınız var? İki şeye: çok fazla hesaplama gücü ve çok fazla veri -özellikle biyometrik veri. Ne aldığım ya da nereye gittiğimle ilgili değil, bedenimin içinde ne olup bittiğiyle, beynimin içinde ne olup bittiğiyle ilgili veri. Bugüne kadar hiç kimse insalığı hack’lemek için gerekli hesaplama gücüne ve veriye sahip değildi. Sovyet KGB’si veya İspanyol Engizisyonu sizi her yerde, 24 saat boyunca takip edebilir, yaptığınız her şeyi izleyebilir, söylediğiniz her şeyi dinleyebilir yine de asla beyniniz ve bedeninizin için ne olup bittiğini anlamlandıracak, nasıl hissettiğinizi, ne düşündüğünüzü ve istediğinizi anlayacak bir hesaplama gücüne ve biyolojik bilgiye sahip olamazdı. Fakat günümüzde iki eşzamanlı devrim sebebiyle bu durum değişmekte: bir yanda bilgisayar bilimindeki, özellikle de makine öğrenmesi ve yapay zekadaki, gelişmeler bize gerekli hesaplama gücünü veriyor. Aynı zamanda biyolojideki ve özellikle zihin bilimindeki gelişmeler bize gerekli biyolojik kavrayışı sağlıyor. Charles Darwin’den günümüze gelen 150 yıllık biyolojik araştırmayı yalnızca iki kelimede özetleyebilirsiniz: organizmalar algoritmalardır. Bu modern yaşam bilimlerinin başlıca anlayışıdır. Virüs, muz ya da insan olması önemli değil, organizmalar sadece biyokimyasal algoritmalardır. Biz de bu algoritmaları deşifre etmenin yollarını öğrenmekteyiz.

İki devrim bir araya geldiğinde, bilgi teknolojileri devrimi biyo-teknoloji devrimiyle karşılaştığında, ortaya çıkan insanların hack’lenmesi yeteneğidir. Belki de bilgi teknolojileri ve bito-teknolojilerinin bir araya gelişinin en büyük icadı beyin ve bedendeki biyo-kimyasal süreçleri bilgisayarların saklayıp analiz edebileceği elektronik sinyallere dönüştüren biyo-metrik sensörlerdir. Yeterli miktarda biyo-metrik enformasyona ve yeterli hesaplama gücüne sahip olduğunuzda beni, benim kendimi bildiğimden daha iyi bilecek algoritmalar geliştirebilirsiniz. Ve insanlar kendilerini aslında çok da iyi tanımıyorlar. Bu yüzden algoritmaların bizi kendimizden daha iyi tanımak yolunda şansları yüksek. Biz kendimizi gerçekten tanımıyoruz. Örnek olarak, yirmi bir yaşımdayken, yıllarca yaşadığım reddediş sürecinin ardından, gay olduğumu fark ettim. Bu istisna bir durum değildi. Bir çok gay, reddederek uzun yıllarca yaşıyor, kendileri hakkında çok önemli bir şeyi bilmeden yaşıyorlar. On ya da yirmi yıl içinde şöyle bir durum hayal edin: bir algoritma herhangi bir genç için o kişinin eşcinsel-heteroseksüel spektrumunda nerede konumlandığını söyleyecek, bu pozisyon ne kadar şekillendirilebilir olsa da… Algoritma sizin göz hareketlerinizi, kan basıncınızı, beyin aktivitenizi ölçelerek size kim olduğunuzu söyleyecek. Belki siz kişisel olarak böyle bir algoritmayı kullanmayı tercih etmeyeceksiniz. Fakat kendinizi sıkıcı bir doğum günü partisinde, okuldaki sınıfınızdan bir arkadaşınızlayken, arkadaşlarınızdan birisi müthiş bir fikirle, bu yeni “cool” algoritmayı duyduğunu…

İçkinin hayatımı teslim almasına nasıl izin verdim – William Leith (Çeviri)

Guardian Long Reads’in podcast’inde dinledim, çevireyim dedim. Çeviri bilgim yok o yüzden yalan yanlış cümleler ve altından kalkılamamış ifadeler içerebilir oldukça kolay bir dili olmasına rağmen. İzin de almadım tabi, izin alıp çeviren olursa, küfredebilir, kaldırırım. (Metnin aslı)


İçkinin hayatımı teslim almasına nasıl izin verdim – William Leith

Son yudumundan beş yıl sonra, William Leith, alkolün güçlü büyüsünü anlamaya çalışıyor

Son içkimi beş yıl önce, 1 Ocak 2013 sabahının erken saatlerinde içtim. Sanırım saat 2 civarlarındaydı. Kendimi sarhoş olarak tarif etmezdim. Birkaç içki içtiğimi söylerdim. Ama sarhoştum. Araba sürmeye, yazmaya ya da herkesin önünde konuşmaya çalışsam bunları beceremezdim. Ne mutlu ne de üzgün hissederken, bardağı kaldırdım ve kafaya diktim. Bir çeşit meyve punch’ıydı.

O zaman, bunun son içkim olduğunu düşünmemiştim. Doğum günüm olan 30 Nisan’a kadar son içkim olacağını sanıyordum. 10 yıl boyunca, her yılın ilk dört ayını ağzıma içki sürmeden geçiriyordum. İki kere istisna olmuştu. Bir seferinde içmeye 27 Nisan’da başladım çünkü limanda bir yüzen-ev teknesindeydim ve bir bardak şarap ikram etmişlerdi. O üç gün boyunca kendimden nefret ettim. Diğer seferinde, Mart’a kadar içmeyi bırakmadım, ama bu sapmadan dolayı kendimi dört ay yerine sekiz aylık bir ayık olma süresiyle cezalandırdım.

Ama belki de, sık sık düşünüyordum, ayık olmak tamamen bir cezalandırma değildi. Ayık olmayı seviyordum. Daha iyi uyuyordum. Kilo veriyordum. Tenim berraklaşıyordu. Kesinlikle daha zinde hissediyordum. Konsantrasyonum iyileşiyordu, bir kitabı birkaç saat içinde okuyabilir hâle geliyordum. Zihnim keskinleşiyordu. Daha hafif ve mutlu oluyordum. Randevulara artık geç, terlemiş ve alkol kokarak gitmiyordum. Daha çok zamanım oluyordu. 15 haftalık ayıklık süresinden sonrasındaki bir konuşmayı hatırlıyorum; konuştuğum adam ne kadar genç göründüğüme inanamadığını söylüyordu. Söylediğinde ciddiydi. Ayık olmak sizi diğer her şeyden fazla gençleştiriyor.

Sonra doğum günüm, içki günüm, tekrardan gelirdi. Gergin bir bekleme hâlim olurdu, tatsız bir tekrardan içki içmeye başlamama isteği ile birlikte tatsız bir tekrar başlama isteği. Her hâlükârda, tekrar içmeye başlamaya mecbur hissederdim; kendimle yaptığım anlaşmanın koşuluydu bu, çünkü gerçekten içki içmek istiyordum. İçmek isteme sebebim, içmek istememe sebebim ile tamamen aynıydı -çünkü içki problemim vardı. İçkinin üzerimde garip, beynimi emen bir gücü vardı. Doğum günümün sabahında, bir buluşma veya parti öncesinde hissedilene benzer bir gerginlik hissiyle uyanırdım. Tekrardan içki içmeye başlayacaktım. O gece, başka bir dünyada olacaktım.

İçki problemimi açıklamaya çalıştığımda hep şöyle olur: kafamda, makul bir içiciydim, ama bir kere içtikten sonra, artık öyle değildim. Daha çok içtikçe, daha çok içmek istiyordum. İçmek, iştahımı arttırıyordu. İkinciyi birinciden, beşinciyi dördüncüden daha çok istiyordum. Akşam ilerledikçe, susamışlığım daima artıyordu. Fakat, daha ince bir noktadan da artıyordu, ay boyunca, yıl boyunca, on yıl boyunca. İçki bir şey ekliyordu, ama her zaman eklediğinden fazlasını çıkarıyordu, ve her şeyi normale döndürmenin tek yolu daha çok içmekti, tüm bu içkiler de aklımı mahvediyordu. Sonra duruyordu, 120 gün boyunca ayık oluyordum. Ayık olmak harika hissettiriyordu. O halde neden daime içkiye geri dönüyordum?

Ayıklığın ilk birkaç günü bir ipucu veriyordu. İlk günde, akşamdan kalma uyanırdım. Sonraki gün hayali bir akşamdan kalmalıkla uyanırdım. Bir gün sonra uyandığımda, başımı yorganın altına sokar, acı ve rahatsızlığın gelmesini beklerdim. Birkaç saniye boyunca, zihnim hızla çalışmaya başlardı. Dün gece ne içtim? Ne kadar ileri gittim? Sonradan hatırlardım: hiçbir şey. Hiçbir şey içmedim. Ve akşamdan kalmalığın yokluğunda, zihnim garip bir şekilde savunmasız hâle gelirdi; herhangi bir duygu davetsizce gelip saatlerce dolaşabilirdi. Bu anlarda, içkinin benim için neden bir problem olduğuna dair bir şeyler sezerdim.

İçmediğim zamanlarda, içki içme isteğimin farkında olmazdım. Canım istemezdi ya da gizlice içki içmenin yollarını aramazdım. Ayık olmak bana uzun uçuşlarda sigara içmek için aşırı istek duymayan (1) tiryakileri düşündürdü. Onlar da eğer sigara içmelerinin mümkün omadığını bilirlerse, bütün bu sigara içme düşüncesini akıllarından çıkarabiliyorlar.

Bir nörobilimci ve bağımlılık uzmanı olan Marc Lewis bana bunun bir parça eti dolaba koyduğunda, köpeğin patilerini kapıya dayaması, sızlanması ve kapıyı açmaya çalışmasıyla aynı şey olduğunu söylüyor. Eğer köpeği kapının kilitli olduğuna ikna edersen, köpek sızlanmayı bırakıp uzaklaşıyor.

Her yıl, sızlanmayı bıraktım ve uzaklaştım. Pub’lara ve bar’lara gidip soda içtim. Akşamları çay içtim. İnsanların, aslında neredeyse hiç kimsenin, partilerinde içip içmememi önemsemediğini fark ettim. Bazıları fark etmedi bile. Bir keresinde “Ben içki kullanmıyorum” dedi. İnsanlar sadece “Havalı” dediler. Uçaklarda küçük şişelerdeki şarapları içmemekten mutluydum. Az alkollü içkileri içmiyordum. Şundan bundan küçük birer yudum falan almıyordum. İçmeyeceğimi biliyordum, bu bilgi içki içme isteği duymamamı sağlıyordu. Kontrolün bende olduğunu hissediyordum. Biliyordum ki, doğumgünümde tekrar içecektim. İçki içmeye başladığım bir sonraki seferde, işlerin daha iyi gideceğine dair sürekli bir hayalim vardı.

Asla daha iyiye gitmedi. Asla makul bir şekilde içemedim. Asla bir ya da birkaç tane içemedim. Hep daha fazlasını istiyordum. İçtiğim miktarın asla tam olarak kontrolünde değildim, sanki beynim hasar görmüş gibi. Bir şeyler yanlış gidiyordu, bu yanlış gitme hissi yıl ilerledikçe daha kötüleşiyordu -yaz ilkbahardan daha kötü, sonbahar yazdan daha kötü. İçki içtiğim zamanlar, sık sık birden aklımda beliriveren bir diğer sürekli hayalim vardı: büyük, devasa, yuvarlak su bardağında (“round tumbler”) süper sert votka, buz katmanının ardında parlayan, o kadar sert ki, benzin gibi kokan… Kusursuz içki. İçerken ki hayalim buydu, 1 Ocak 2013’ün erken saatlerindeki meyve punch’ından son yudumumu aldığım gün de hâlâ hayalim buydu, bu büyük, devasa votka, şık ve minimalist bir barda, beni bekliyordu.

O andan beri geçen beş yıldan sonra, içkiye dokunmadım, dokunmak da istemedim. İçkili günlerim çok geride kalmış görünüyor, sanki başka birisi tarafından yaşanmış gibi. İçki içmek -salt düşüncesi bile- rahatsız edici geliyor. Kendini aptallaştırmak için ekşi ve kekre sıvıları kafaya dikmek? Akıl almaz! Alkole dair şu anki hisleri , 10 yaşındaykenkilerle aynı. Tehlikeli; mide bulandırıcı, kansere sebep oluyor; karaciğerinizi çürütüyor ve daha yaşlı ve hasta birisi gibi görünmenize ve kokmanıza yol açıyor. Yine de, beni neden bu kadar sıkıca, bu kadar uzun süre kendine bağladığını, neden hayatımın, asla geri gelmeyecek kısımlarını mahvetmesine izin verdiğimi merak etmekten hiç vazgeçmedim. İçki bana ayık olmaktan çok daha iyi olan neyi sunuyordu? Tam olarak büyüsü neydi?

Başlarda, kaygılı olduğum için içiyordum, ve yatılı okulda olduğum için. Kendime anlattığım hikâye buydu, King’s College London’da Ulusal Bağımlılık Merkezi’ndeki danışman psikiyatrist Colin Drummond’a anlattığım hikâye de buydu. King’s College’in Denmark Hill kampüsünde, ofisinde oturuyorduk. Ona hikâyemi anlatırken beni dinledi ve notlar aldı. Yatılı okulda, diye anlattım, düzensiz bir şekilde denetlenirsin; bazen bazen hiç kimse farkına varmadan tüyebilirsin. Ben 15 yaşımdan beri içiyorum. Kutularda ekstra-alkollü biralar; tuvaletlerin su depolarında saklanmış çeyreklik şişelerde votka; birahanelerde açık renkli lager bira. Daima kaçmak istiyordum. İçmek gerçek bir kaçış değildi ama bir çeşit kaçıştı.

Okulda, kapana kısılmış ve savunmasız hissederdim; içmek ruh halimi bir süreliğine iyileştirirdi. Zihnimde bir model oluşmaya başlamıştı, bir çeşit öğrenme. Tam olarak okulda yapmanız gereken öğrenme gibi değil ama yine de öğrenme. İçmek aynı zamanda bana kötü hissettirirdi -sonrasında hastalık ve baş ağrısı hissi. Ama iyi yanları kötü yanlarına ağır basıyordu. Ekstra-güçlü lager’in malt tadını hatırlıyorum, elimde kutunun hissi, burnuma kabarcıkların hücum edişi, ve de pub’lardaki biranın altın rengini hatırlıyorum, ilk yudumu aldığımda ne kadar soğuk olduğunu, içmemle bana nasıl bir saflık ve keyif verdiğini. Bir keresinde pub’daydım, 16 yaşındaydım, bira bardağındaki lager’den bir yudum aldım, ve kusursuzdu, ve o kusursuzluk zihnime damgasını vurdu, sonra on yıllarca bardakta lager alıp, yudumlarken, bazen bu zincirdeki bir kıpırtı(2) beni o daha genç hâlime bağlardı.

Bir süre sonra, dedim Drummond’a, bir model belirdi -o ana kadar fark etmediğim bir model. İçki içmem düzensiz bir şekilde yükselmişti. Okulda çok fazla. Sonra boş yılımda yine çok fazla. Üniversitedeyken o kadar değil. Sonra serbest gazeteci olarak çalışmak için Londra’ya taşındım, daha ağır bir şekilde içmeye başladım. Üç yıl sonra, Londra’dan taşındığımda, çok daha az içmeye başladım; altı yıl sonra tekrar döndüm, çok daha fazla içiyordum. Bütün sosyal ilişkilerim pub’lar, bar’lar, pub ve bar’larda içmeyi seven insanlar, evde içmeyi seven insanlar tarafından kuşatılmıştı. İçki, kendini yaşamımın merkezine yerleşmiştirmişti. Sanki içki içmeyen kimseyi tanımıyorum gibi geliyordu. Bırakmaya o zaman karar verdim.

Drummond ile konuşmak beni modeli düşünmeye yöneltti. Ağır içki içmemin üç dönemi vardı, her biri bir öncekinden daha ciddiydi. İlk iki dönemde, gençliğimde ve sonrasında 20’lerimin ortalarında, strese bir cevap olarak -okulun stresi, işin stresi- alkol alıyordum. Üçüncü dönemde, içki içmem dramatik bir şekilde arttığında, sanki alkolün kendisi strest kaynağı hâline gelmişti.

Bazı insanlar içer, sonra daha fazla içer, ve belli bir noktada, içkiyi saplantı hâline getirirler. Şişeleri hep fark ederdim, şişelerin şekillerini, etiketleri ve renkli camı. Sadece şişelere bakmak bir arzu hücumunu hissetmeme yol açardı. Ne olur ne olmaz diye, hangi pub’ların en güçlü biraları ve cider’ları stokladığını bilirdim. İçki dükkanlarını dolaşmayı, şişeleri seçmeyi ve tutmayı severdim. Bazen, günün ortasında, bir içki dükkanına gider ve kasadaki kişiyle birkaç dakika şarap veya viski üzerine konuşurdum. Bir yıl boyunca, şarap kursuna gittim, çünkü şarap içmek düzeylilik olarak görünüyordu. Haftanın bir günü, sınıfta oturur, şarap üzerine konuşur şarap içer ve notlar alırdık. Sonrasında, sınıfta bir veya iki kişiyle dışarı çıkar, birkaç şişe daha içerdik. Hayatım boyunca etrafımda hep şişeler oldu, şişeler her yerdeydi, inanamadığım kadar çok şişe.

Bu süre boyunca bir ilişkim vardı, ikimiz de sarhoştuk. Ben ondan fazla içiyordum. Arkadaşlarımız sarhoştu. Arkadaşlarımız geldiğinde, mutfakta bir şarap açardım, bir şişeyi dört kadehe doldururdum. İlk üç (3) bardağı alıp misafirlere ikram ederdim. Sonra mutfağa gidip, kadehlerden birini olabildiğince hızlı bir şekide içerdim. Zamana karşı yarışarak, yeni bir şişe açar, bardağımı tekrar doldurur, içkilerine yumulan diğer üç kişiye katılırdım. Ama içmek daima içki içme arzumu artırırdı, bu yüzden ikinci kadehimi diğerleri ilk kadehlerini bitirmeden bitirirdim. Sonra ilk “resmi” tekrar doldurmam için mutfağa giderdim. Herkes üç tane içtiğinde, dört şişe bitmiş olurdu. Bunun bir çözümü vardı elbette -beş şişe almak. İçki söz konusu olduğunda, daima bir çözüm oluyor.

“Farkına varmadan geliyor,” dedi Drummond. “Sinsice. Geç olduğunu düşünmeyi asla sevmem, ama dizginleri ele aldıkça insanlar için bir şey yapmak gittikçe daha zor hale geliyor”. Drummond ailemle ilgili sorular sordu. Ailemde alkolizm var mıydı? Bazen bunları cevaplaması zor olabiliyor, çünkü alkol, bütün bir kültür olarak, bir gizlilik bulutundan oluşuyor. Ailemi düşündüm. Büyükbabam, annemin babası, en kibar şekliyle, sağlam içerdi. Erkek kardeşim sağlam içer. Annem çok az içer. Arada sırada bir bardak şarap. Babam orta yaşlarına kadar çok az içmişti. Sonra hafif hafif içmeye başladı. Ben içkiyi bıraktığımda, o 80’lerindeydi ve her gün içiyordu. Onu hiç sarhoş görmedim, o da hiç sarhoş olmadığını söylüyordu. Ama brendi, rom ve cin beni endişelendiriyordu. Rolleri değiştirmiştik, şimdi ben onu alkol konusunda uyarıyordum. Ben onun uyarılarını hiç önemsememiştim, onun da benimkileri önemsediğini sanmıyorum. İçki içtiğinizde, içki içmeniz üzerine açık bir biçimde düşünmeniz imkânsız hâle geliyor.

Alkol, benim 16 yaşındaki, babamınsa 86 yaşındaki kişiliğinin seçtiği uyuşturucuydu: bu bir şeyler anlatıyor. Drummond alkolün neden bu kadar cezbedici olduğuna dair bazı nedenler sıraladı: “rahat hissetmeni sağlıyor, seni daha girişken yapıyor, sosyal ortamlarda kendine güvenini artırıyor, stresi azaltıyor, kendini kötü hissettiğin bazı durumlarda, başlangıç etkisi olarak gerçekten neşelendiriyor -böyle, tüm bu özelliklere sahip”. Söylediklerini bir süre düşündü ve şöyle dedi: “Kimyasal olarak, her alanda başarılı”.

Alkol nasıl oluyor da tüm bu yaptıklarını yapabiliyor? Etanol, mideye girmesiyle nasıl bana kusursuz kaçış anları sağlayabiliyor? Ve neden benim bu kusursuz anlara dair arayışım habis bir saplantıya dönüşüverdi? Hollanda’nın Nijmegen kentinde Radboud Üniversitesi’nde nörobilim profesörü olan Marc Lewis’e sordum. Lewis, alkolle, uyuşturucu ilaçlar ve başka pek çok uyuşturucu üzerine kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkarak ustaca bir kitap, Bağımlı bir Zihnin Anıları, yazmıştı.

Altın lager ve parıldayan votka boğazımdan geçip zihnime aktığında, diye açıkladı Lewis, ruh halimi çeşitli nörostransmiterleri etkileyerek değiştiriyordu- nöronları ve beyin hücrelerinin iletişimini tetikleyen kimyasallar. Bir şeyi düşündüğünüzde ya da hissettiğinizde, bunun sebebi, nörotransmiter’ler vasıtasıyla beyindeki nöronların etkileşime geçmesi ve belli patikalar oluşturması. Nörotransmiter’ler beynin trafiğini yönetiyorlar. Bunların en önemli iki tanesi, glutamate ve gamma-aminobutryic asid, ya da Gaba. Glutamate beyin aktivitesini düzenliyor; Gaba ise kısıtlıyor. İçki, glutamate için kırmızı, Gaba için yeşil ışık yakıyor.

Bir anlığına düşünün. Gaba iletişimi engelliyor, glutamate yardımcı oluyor. İçki engelleyiciye yardım ediyor, yardımcıyı engelliyor. Bağımlı bir Zihnin Anıları’nda, Lewis ilk defa sarhoş olduğu zamanı şöyle anlatıyor: “Glutamate iletiminin olduğu bölgeler hissizleşti ve işlevini yitirdi, enformasyon akışı ağırlaştı, büyük sinyaller yerine ulaşabiliken, küçük sinyaller durağanlığın içinde kayboldu”. Dahası: “Düşünme ve algının ince ayarını yapmak Gaba’nın işi, olup biteni açıklığa kavuşturma işi, ama şu anda şeyler en fazla bir karikatür kadar net… Başka bir deyişle, çok az şey hakkında düşünüyorum, ama düşündüklerimi de muhteşem bir saflıkla düşünüyorum”.

Alkol, o hâlde, çok fazla düşünmenizi önlüyor. Huzursuzluğun hamster tekerini yavaşlatıyor. Basitleştiriyor. İndirgiyor. Elbette, tüm yaptığı bu değil. Aynı zamanda beynin ödül verme devresini karıştırıyor. İçki içtiğinizde, diğer bir nörotransmiter, dopamin, beyne iletiliyor. Dopamin, beklentinin, heyecanın, daha fazla istemenin nörotransmiter’i. Dopamin beyne bir çeşit heyecanlı açlıkla birlikte akıyor, bir şeye köle olmanın hissiyatıyla birlikte. Amerikalı yazar Elizabeth Wurtzel kendi bağımlılıklarıyla ilgili Daha Fazla, Şimdi, Tekrar diye bir kitap yazdı: bu saf arzu, dopaminin dalgalanmasının nasıl hissettirdiğine dair iyi bir tasvir. Ünlü içici Kingsley Amis bir keresinde şöyle demişti, mesele sarhoşluk hali değil, sarhoş oluş süreci. Başka bir yere doğru gidişteki büyülü esrime anı. En etkili nokta -beklenti ve ödülün kusursuz tam bir dengede olduğu o nokta.

Kusursuz denge ile ilgili bir şey fark ettim. Gittikçe daha yakalanması zor hâle geliyordu. Bir içkinin sunabildiği coşku ve heyecan, yoğunluk ve zaman bazında ölçüldüğünde, gittikçe azalıyordu. Bunun sebebi, beyni karıştırdığınızda beynin daima bu karışıklığı geri almaya çabalaması. Onu kandırdığınızda, daha zekileşiyor. Onu kimyasallara boğup, ödüllendirilmiş hissettirdiğinizde, ödülleri daha az yoğun hissetmeye başlıyor. Kısa vadede, diye açıkladı Lewis, arzu ödül yaklaştıkça artar. Ama uzun vadede, dopamine artışıyla gelen arzu asla “ikinci artış” ile eşitlenemez, gerçekten içkiyi içtiğiniz andaki artışla. Tatmin azalırken arzu artar, ödül daha az ödüllendirici hâle gelirken beklenti de başının etini yemeye devam eder.

Prefrontal korteks’de, beynin karar-verme merkezinde bir şeyler oluyor. Sahip olabileceğiniz tüm düşünceleri dar bir patika olarak düşünün. Şimdi saplantılı, dopamin yüklü bir düşüncenin art arda oluşuverdiğini hayal edin. Patika önce ana yola, sonunda otobana dönüşüyor. Başka da bir yol yok. Kendinizi zor bir durumda buluyorsunuz. İçmek istiyorsunuz ama içmek sizi hasta gibi hissettiriyor. Hasta gibi hissediyorsunuz ama içmek istiyorsunuz. İstekle dolusunuz. O yüzden içiyorsunuz. Ama eskiden yaptığı etkiyi yapmıyor.

Hatıratı olan İçki: Bir Aşk Hikâyesi’nde, Amerikalı yazar Caroline Knapp içki sorunu ve tam alkolizm arasında net bir çizgi olduğunu söylemişti, ama bu çizgiyi, içen birisi olarak, asla göremezsiniz. Geçtiğinizi bilmeden bu çizgiyi geçersiniz. Çizgiyi geçmek üzere olan ya da geçmiş olan kişileri tanıdım. Onlarla içki içmelerine dair konuştum. Bana çok fazla içmediklerini, azaltmakta olduklarını, baskıyı azalttıklarını, kendilerini bir ya da iki taneyle sınırladıklarını söylediler. Doğruyu söylemediklerini görebiliyordum. Bana yalan söylüyorlardı, kendilerine yalan söylüyorlardı. Bu konuşmalar benim sinirimi bozdu, yani o zamanki hâlimin sinirini.

Bazen ne zaman kendime yalan söylemeye başladığımı düşünüyorum. Okuldayken değil. Okul cesaret gösterisiydi: “Votka içtim, sonra bir kutu Breaker, sonra da bir barda Kronenbourg…”, 20’lerimde de değildi. 20’lerimde cesaret gösterisi hâlâ sürüyordu; içki içmek henüz bir statü göstergesiydi. Yalan söyleme, aldatma, 30’larımda başlamış olmalı. Dört yerine beş şişe şarap aldığım zamanlarda. Şişeleri eve zulaladığım zamanlarda. Başkasının evindeki viskiden biraz içip, biraz daha içip, yeni bir şişe almam gerektiğini fark edip, sonra da bu işten yırtmayı umduğum zamanlarda. Caroline Knapp başkasının içkisini içip, sonra yeni bir şişe alıp, doğru miktarda sıvıyı yeni şişeden boşaltarak içmemiş gibi yapmaya nasıl çabaladığını anlatıyor.

Kendine yalan söylemeye başladığında sınırı geçersin. Ama sınırın nerede olduğunu asla bilmezsin. Colin Drummon bazı kişilerin iş çıkışında iş arkadaşlarıyla bir tek atmak için dışarı çıktığını, sonra eve dip akşamın kalanını tek başına içerek geçirdiklerini anlattı. Ben de aynısını yapardım, ama bir adım eksiğini. İş yerinde içmeyi sevenlerle biraz içmek için çıkardık, sonra, gecenin ilerleyen saatlerinde, kendimi mesai-çıkışı (“after-hours”) bar’lardan birinde gecenin sonuna kadar içenlerle bulurdum. Bizi uyanık tutmasını sağlayacak birkaç çizgi kokain çekerdik, daha fazla içebilelim diye. Mesai-çıkışı bar’ından ayrıldığımı, zemin kata doğru merdivenlerde çıktığımı ve havanın aydınlandığını görüşümü hatırlıyorum. Sadece aydınlık değil, güneşli olduğunu. Bu karanlık bir andı. Be bu an, tekrarlamaya devam etti.

İçmeyi bırakmadım. Tam o sırada değil. Devam ettim, bir şey yapmam gerektiğini bilerek. Ama içki beni rutinime kıstırmıştı. Beynimin karar alma bölgesi tek çeşit bir karar almakta ustalaşmıştı: iç! Gölgelerde saklanmaya çalışarak sokaklarda dolaştım. Taksi çağırdım, eve gittim, sızdım.

Belli bir noktada, o etkili nokta kaybolmaya başlar. Onu ararsın. Daha fazla içerek ararsın. Akşamdan kalmalıklar daha kötüye gider. Günün yarısını akşamdan kalmalığınla mücadele ederek geçirirsin. Son olası noktaya kadar yatakta uzanırsın. Gözlerinde keskin bir acı olur. Paranoyak ve endişeli hissedersin. Terlersin. İçkinin sinen kokusuyla terlersin. Kendini git gide daha az seversin. O yüzden içersin. İşe yarar, biraz. Sonra biraz daha az.

Sonra, 15 yıl önce, sonun başlangıcına ulaştım. İçki sorunu olup bırakmaya çalışan herkesin böyle bir hikâyesi vardır. Dışarıda içiyordum, sarhoştum. Yeterince içmemiş olduğumu, daha fazla istediğimi, hissediyordum, eve geldim ve mutfağa gittim. Buzlukta yarısı dolu bir votka şişesi vardı. Bardağa biraz doldurdum, portakal suyu ekledim ve içtim. Sonra votkanın kalanını bardağa doldurdum, portakal suyu ekledim, içtim ve votka bitti. Çok kuvvetli bir içme dürtüsüyle dolmuştum, en güzel noktadaydım. Tek yapmam gereken yolun karşısındaki dükkana gitmekti. Pencereden baktım -dükkan kapanmıştı. Beş dakikayla kaçırmıştım. Zorunluluk birden yok oldu, gidip yattım.

Bunu haftalarca, hatta aylarca düşünmedim. Ama Ocak ayı yaklaşırken hatırladım. “Bırakacağım” diye düşündüm. Ve “Gerçekten bırakacağım”. Ve “Doğum günüme kadar”. On yıl sonra son içkimi içecektim.

“Son noktanda ne kadar içiyordun”?” diye sordu Colin Drummond. Cevabım gecikmedi: günde iki şişe şarap. Kendime hep bu kadar içtiğimi söylüyordum. Bir günde sekiz büyük içki. Haftada elli altı içki. Birisinin önerilen miktarın 28 birim olduğunu söylediğini hatırlıyorum. “Bu doğru olamaz” demiştim. “Ben günde 28 birim içmiyorum -25 birim falan içiyorum”. Elbette, önerilen miktar haftalık 28 birimdi. Şimdi ise 14. Ve bu üst limit. İki şişe şarap çok kötü görünmüyordu. Ama bu limitten çok fazla içiyordum, 10 kat kadar fazla.

10 yılı sınırsızca içki içerek, 10 yıl da bırakmaya çalışmakla geçirdim.

Neden içiyordum? Tedirgin olduğum için, insanlarla konuşmama yardımcı olduğu için, içki içmeyi dert etmek diğer şeyleri dert etmemi önlediği için, diğer şeyler bana stres kaynağı olduğu için, mesela yazmak. İçmek stresi alıyor, sonra strese sebep oluyor, ama içmekten kaynaklanan stres, en azından bir süreliğine, asıl endişelerinizi perdeleyebiliyor. Sonra asıl endişe içki içmenin kendisi oluyor. Sınırı aşıyorsunuz, ama bunu görmüyorsunuz, devam ediyorsunuz.

“Benzer bir hikâye”, dedi Colin Drummond, ona her şeyi anlattıktan sonra. Gençlik yıllarımda biraz mutsuzdum. Yatılı okuldaydım. İçmeye erken başladım. Aileme baktığımda, genetik bir yanı olabilir. Akademisyen olmayı istiyordum ama sonunda gazeteci oldum, genelde içki problemine sebebiyet veren bir meslek. Buna elverişli bir beyin ateş hattına yerleşti. Müthiş bir fırtına. Dava kapandı.

Neden bıraktım? Birçok insan bana bu soruyu soruyor. Bir sürü cevabım var. Sağlık nedenleriyle. Zihinsel sağlık nedenleriyle. Çünkü buna değmiyordu. Çünkü vadesini doldurmuştu. Çünkü sürekli hasta gibi hissetmek istemiyordum. Çünkü sadece bir tane içemiyordum. Ya da iki tane. Ya da üç tane. Takıntı hâline getirmiştim. Mutlu bir son göremiyordum. Uzun bir zaman önce, beni iyi hissettirirdi, ama sonra bir şeyler değişti. İnsanlar bana bırakmanın zor olduğunu söylüyorlardı. Benim için nasıl kolay olduğunu soruyorlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bilmiyorum. Yoksunluğa bir şans vermek istedim. Yoksunluk kazandı.

Şu an beş yıl oldu. Ayık olmak harika. Beynim buna gerçekten inanıyor. Ayık olmak beş yıl önce düşündüğümden çok daha iyi, 1 Ocak’ın erken saatlerinde. Ama asıl dönüm noktası bu değildi. Asıl dönüm noktası 120 gün sonra, doğum günümde, tekrar içmeye başlayacağım günde geldi. Restoranda kız arkadaşımla oturuyordum. Bana şarap isteyip istemediğimi sordum. O ana kadar, istediğimi düşünüyordum. Sonra beynimde bir şeyler oldu, beklenmedik bir karar. “Hayır,” dedim, “sanırım istemiyorum”.

(1)“Crave” için iyi bir çeviri bulamadım. Metinlerde sık karşıma çıkıyor. “Aşırı istek duymak” olarak çevirdim burada.
(2)“twitch on a thread” için düzgün bir çeviri bulamadım.
(3) Burada “iki” diyor ama hikâyenin tutarlılığı açısından aslında “üç” demesi lazım diye düşünerek, doğrusunu çevirdim. Vay canına, çeviri yaparken [sic] demek yerine metni düzeltmek.