Canetti, Vaaz Etmeyen Kafka

Kafka’da edebiyatçılığın her tür kibri eksiktir; o asla övünmez, övünmeyi bilmez. Kendini küçük görür ve küçük adımlarla yürür. Adımını attığı yerde, zeminin sağlam olmadığını hisseder. O, insanı taşımaz; onun yanında olunduğunda insanı hiçbir şey taşımaz. Böylece, edebiyatçıların kandırmacasına ve böbürlenmesine düşmez. Çok iyi hissettiği edebiyatçı ihtişamı onun kendi sözlerinde yok olmuştur. Onunla küçük adımlar atmak ve alçakgönüllü olmak zorundasınızdır. Yeni edebiyatta insanı böyle alçakgönüllü yapan başka hiçbir şey yoktur. O, her hayatın şişirilmişliğini indirger. Onu okurken insan iyi olmakla gurur duymaksızın iyi olur. Vaazlar, mümini gururlandırır. Kafka vaazdan vazgeçer. Babasının öğütlerini iletmez; ilginç bir suskunluk, onun bu en büyük meziyeti, oğullara babalardan intikal eden öğütler zinciri mekanizmasını kırmasına izin verir. Onların kaba gücünden sıyrılır; dış enerjik yanları, yani hayvansal yanları Kafka’da etkisiz kalır. Buna karşılık onların özü onu bir o kadar çok uğraştırır. Öğütler onu düşündürür. O, edebiyatçılar arasında hâkimiyetin etkilemediği tek kimsedir; onun uyguladığı hiçbir hâkimiyet çeşidi yoktur. O, Tanrıyı babalığın son kalıntılarından arındırmıştır. Geriye kalan, bir yaratıcının haklarına değil, hayatın kendisine ilişkin düşüncelerin sıkı ve bozulmaz ağıdır. Öteki edebiyatçılar Tanrı’yı taklit edip yaratıcı olarak davranırlar. Asla bir Tanrı olmak istemeyen Kafka, hiçbir zaman da bir çocuk değildi. Bazılarının onda ürkütücü buldukları ve beni de huzursuz eden şey, onun sürekli yetişkin halidir. Emir vermeksizin, ama oyun da oynamaksızın düşünür o.

Birkaç düşünce adamının önünde, bunların sayısı pek azdır, benliğim tamamen iflas eder. Bunlar hiç de en başarılı kişiler değildir; böyleleri, tam tersine insana olsa olsa batarlar. Kastettiklerim, daha ziyade, kendi başarılarının arkasında ulaşılmaz olan önemli şeyleri görenlerdir, öyle ki o başarı yok oluncaya kadar onları daraltır.

Bu kişilerden biri benim için Kafka’dır ve onun üzerimdeki etkisi meselâ, mukayese edilmeyecek kadar fazla işler başarmış Proust’dan çok daha derindir.

Kafka’yı okurken kimden böyle utanıyorsun? — Sen, kendi gücünden utanıyorsun.

Kafka’nın önünde bu bitmek bilmez küçülme:

Önüme geleni yediğim için mi? (ben ne yediğim üzerine hiç kafa yormamışımdır)

Benim yapamayacağım şekilde dakikliğe özen gösterdiği için mi? (ben sadece abartılarımın dakikliğini bilirim)

Mutlu olabildiğim ve bundan kaçınmadığım ortaya çıktığı için mi?

Ben kolayca ve çekinmeden aktardığım ve bunun ona ne kadar iğrenç geleceğini hissettiğim için mi?

Kendinde bir tek iyi şey görmek ona izin verilmediğinden mi? (benze iyi şeylerle donanmış haldeyim)

Onun hastalığı mı bulaştı bana da, şimdi kendimden nefret etme tarzımı onunkiyle değiştirdim?

Kafka’dan gelen esinti: Sanki tınlayan bir zayıflık. Ama bu bir zayıflık değil; bu, öbür taraftan vazgeçme; bundan arta kalan ise vazgeçmenin tınısı.

Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, çev. Gürsel Aytaç, Payel Yayınları, 2007 [2004], s. 90-1

Defter Dergisi, Son

Bu sayı Defter’in son sayısı. Bir süre önce Defter’i kapatmaya karar verdik. Çıkartan bir grup insan için Defter, yazmaya, okumaya, araştırmaya şevklendiren bir ortam sağladığından o kadar kolay bir karar olmadı bu; 15 yıl gibi uzun bir süre geçince dergi yalnızca bir dergi olmaktan çıkıp, insanların hayatının bir parçası haline geliyor.

Sorun da burada: Genellikle dergilerin uzun ömürlü olamadığından, istikrarsızlığından şikâyet edilir. Bizi ise tersi vurdu. Böyle uzun bir süre, beraberinde kendine özgü bir muhafazakârlık ve atalet de getiriyor. Bu yüzden derginin artık yayımlanmaması, çıkartanlar için –en azından bazıları için– bir eksiklik, bir kayıp duygusunun yanı sıra, bir ferahlık ve tazelenme duygusu da verecek. Ayrıca güzel şeylerle çok oynanmamalı, kendi güzelliğiyle sona ermeli, diye de düşünülebilir.

Defter’in yayımlandığı bu 15 yıl, Türkiye’de çok önemli değişimlerin ortaya çıktığı bir dönemdi. Bu değişimler, böyle bir derginin varlığını sürdürmesinin önüne hatırı sayılır zorluklar çıkardı. Kendimizi fazla önemsemiş olmayı istemeyiz, ama buradan, derginin içinden bakıldığında ne gördüğümüzü söylemek, mevcut ya da gelecekte olabilecek benzer başka çabalar açısından anlamlı olabilir. Bu yüzden bu bitişin gerekçesini kısaca paylaşmak istiyoruz.

Önce içeriden dışarıya. Defter asıl olarak, dünyaya farklı bilgi ve deneyim alanlarından bakıldığında ne görülebileceğini sınamak için kurulmuştu. Çoğul perspektifler kullanarak bakıldığında belki dünyanın kendini daha fazla ele verebileceği düşünülmüştü. Böylece edebiyatın, sanatların felsefeye, siyasal alana doğru, politik angajmanın ise edebiyata, sanata doğru hareket etmelerine vesile olabilecek bir odak yaratılabilirdi. (Nitekim dünyadaki pek çok teori dergisi, 90’lar boyunca, daha önce izlediği tarzı terkederek bu formülasyona daha yakın bir eğilim içine girdi.) Ama bu söyleneni, bir reklam mottosu gibi formüle edilmiş bir şey olarak, bir söylem olarak değil, kelimesi kelimesine, kastedilmiş bir şey olarak duymak lazım. Bir naiflik mi? Hayır. Çünkü bize heyecan veren buydu. “Dünyayı değiştirmeye inanan” bir kuşağın karşı karşıya kaldığı açmazlar, sorular üzerine düşünmek heyecan vericiydi. Eğer gerçekten istediğiniz buysa önünüzde ciddi engeller var demektir: Topluma entelektüelleri ve düşünceyi sürekli baş düşman olarak gösteren bir devlet; onunla bu düşünce düşmanlığını sık sık paylaşan ya da en iyi durumda düşünceyi “kültür de lazım” diye ancak bir aksesuar olarak ciddiye alan bir medya sermayesi; “altta kalanın canının çıkacağını” gayet iyi bildiği için böyle “ağır” işleri hiç göze almadan hızla, oyalanmadan 12’den vurmaya çalışan bütün bir toplumsal ruh hali… Bırakılan izlenimin, uyandırılan etkinin gitgide şeylerin, olayların ve insan davranışlarının hakikatine ağır bastığı, nihayetinde galebe çaldığı bir kültürel ortamda –düşünce düşmanı bir şiddet ortamında– akıntının tam ters yönünde gitmek demek bir düşünce dergisi çıkarmak. Bunu en baştan bilmiyor muyduk? Biliyorduk ama hiç bu kadar ağır bir biçimde hissetmemiştik. Son yıllarda “çağın ruhu” her yanı ele geçiriyor, en yakınlarımıza kadar gelerek kuşatıyor, giderek herkesi içine alıyor: Yazar, düşünür, sanatçı ya da akademisyen de bunların etkilerinden azade kalamıyor. Kültürel ve siyasal dibe vurmuşluk kimine bezginlik ve yılgınlık, kimine hırs ve körlük olarak geri dönüyor. Bu koşullarda dergi dışarıdan ne yazık ki pek az beslenebildi. Çünkü klişelerle, basmakalıp fikirlerle, izi sürülerek emek harcanmamış, çalışılmamış kanaatlerle, nesnesini yitirmiş ya da hiç bulamamış “akademik” yazılarla, aktarırken kendini ve dünyayı unutan metinler ve saire ile herşey yapılabilir –nitekim yapılıyor da– ama böyle bir dergi çıkartılamaz. Kültürün ve sanatın aktüalitesiyle ilgilenmek insanı kültürlü yapmaz, olduğundan daha da cahil yapar – “Tez” bir tezin varsa tezdir – dahi anlamındaki -de, -da ayrı yazılır – üstelik bir virgülün kırk yıllık hatırı vardır! Böyle bir kültürel ortamın açığını, boşluğunu kapamaya çalışmak gitgide daha yorucu bir hal aldı. Bu koşullarda Defter, detaycılığıyla, bilgi sevgisi ve teoriye yaptığı vurguyla, memleket karşısında sıklıkla “fazla” kalıyordu. Ama asla bir kibir olarak algılanmamalı bu. Çünkü aynı zamanda olup bitenler karşısında sıklıkla “eksik” kaldığımızın da gayet farkındaydık. Sonuç şu ki böyle bir ortamda, hiç niyetlenilmemiş olduğu halde Defter artık bizi sanki bir sığınağa kapatıyor (ya da eskisi gibi bir sığınak bile olamıyor da denebilir; düşünceye yer açabildiğimiz, dünyaya mesafe alabildiğimiz bir mekân olarak iş görmüyor). Evet, hem yorgunluk hem de sonuçta bir başarısızlık bu: Kendi aramızda olsun, dergiyle onu izleyen çevre arasında olsun bunu aşabilecek zenginlikte ilişkiler yaratamadık.

Aslında dışarıdan içeriye bakınca işler o kadar da kötü görünmüyor; farklı kuşaklardan çok sayıda insan, öyle görünüyor ki derginin asıl niyetini benimsedi, hayatın bütün karmaşası içinde okuyarak ve yazarak Defter’e yer açabildi. Defter zaten o yakın dostlar için ve onlar sayesinde yayımlandı diyebiliriz. Yine bütün bu yıllar içinde, bir üslup ve tarz olarak hem başka yazılarda hem başka yayın çabalarında derginin yansımalarını görebildik. Hiç beklemediğimiz yer ve zamanlarda verdiği yankıyla sık sık şaşırttı da bizi Defter. Zaten bu ödülleri olmasa, buraya kadar getirebilmemiz imkânsız olurdu. Şunu da belirtmeliyiz: Yayımlanmış 45 sayıya istatistiki olarak bakıldığında alışılmışın çok üstünde, çok sayıda farklı imzanın yer aldığı da görülüyor. Ama kabul etmek lazım ki, aynı zamanda hep “sıkıcı bir dergi”ydi Defter, ya da “ağır”, “okunamaz”, “anlaşılamaz”, ve saire. Sayı başına “bir, bilemedin iki yazı” okunuyor, diğerleri daha sonraya bırakılıyordu. “Kötü şiirler basıyordu” ya da “çok iyi şiirler basıyordu” – “Neden şiir basıyordu?” – “Neden daha fazla şiir basmıyordu?” – Muhtemelen Defter’de “makale yayımlamak akademik jürilerde puan getirmiyordu” – “Yoksa getiriyor muydu?” – “Türkçe yazmak ekstra bir yük oluyordu” ve saire.

Birçok örnekte, hiç “oralarda” olmadığımız için, bu konuşmayı yürütemedik. Bu yüzden Defter ömrünün önemli bir kısmını iletişim-özürlü bir şekilde sürdürdü. İşte mesele bu. Bu coğrafya için “ecnebi” görülen bir şeyin, “eleştirel düşünme”nin, “teori”nin mümkün olduğunu kanıtlamak istedik, bir tür Solcu inadıyla… Kısmen bir şeyler oldu, kısmen de olmadı; göle maya tutmadı. Şimdi buradan bakıldığında, öznenin asıl kibrinin başlangıçta kendine böyle bir misyon yüklemesinde, koca bir dağı aşağıya indirebileceği vehmine kapılmasında yattığını söyleyebiliriz –ne yapalım ki hamurumuz buydu.

Derginin kapanacağını bilen birçok kişi, Defter’in kendileri için taşıdığı anlamı ifade ederek ne yapılabileceğini, nasıl yardım edebileceklerini sordu. şükran duyuyoruz. ifade edilen bu niyetin ne kadar yapıcı olduğunu görmüyor da değiliz. Ama dileriz başka bir zamanda, başka bir yerde… Bu derginin özel tarihinden gelen yüklerimizden arınmış bir halde…

“Kültürel, siyasal dibe vurmuşluk” diyerek anlatmaya çalıştığımız şeyin çeşitli veçheleri dile geliyor bu sayıdaki birçok yazıda. Onları betimlemeye, irtibatlandırmaya kalkışmayacağım: Oradalar, kendileri adına konuşuyorlar. Ancak buraya kadar söylediklerimizle daha yakından ilgili olduğu ve pozitif bir önerme taşıdığı için birini özellikle vurgulamak istiyorum. Burada sonuçta bir iletişim probleminden söz ettiğimize göre, şu “diyalog” denen, kötüye kullanılmaktan içi boşalmış kelimeye hakikatini iade etmek için Sabir Yücesoy’un “Sokratik Konuşma” başlıklı yazısı üzerine düşünebiliriz. Bu yazı, 20. yüzyıl başında Almanya’da bir grup insanın belli bir konuyu tartışmak ve geliştirmek için başlattıkları ve bugün de sürdürülen –ve Yücesoy’un kendisinin de zaman zaman katıldığı– bir toplantı tarzını anlatıyor. Bir insan grubunun, eğer isterse, birbirleriyle konuşarak doğruluk arayışını sürdürebileceğine, doğruyu yakalayabileceğine inanıyor bu yazı. Yani “doğru”, birbirimizle ilişki içinde kurduğumuz, mutabık kaldığımız, inşa ettiğimiz bir şey; ama bir süre sonra yine eğildiğimiz, sorgu ve yargı konusu ettiğimiz bir şey. Ne var ki bu yapa yapa, yani ancak kendi edimselliği içinde, performatif olarak mümkün oluyor: dinlemeyi bilmek, karşındakini duymak, başkası için susabilmek, kendini başkasının yerine koyabilmek, birbirine pas verebilmek, egoyu hiç olmazsa kısacık bir süre için askıya alabilmek – “Sokratik Konuşma”da okuyacağınız gibi, bütün bunlar ancak çalıştırıldıkça güç kazanan bir teknik, bir kültür olarak iş görüyor.

Bir son sayı olarak, dergiyi biraz daha kalın tutup bir süredir beklettiğimiz şiir ve yazılara yer verebilmek istedik. Ancak birikmiş çok ürün olduğu için bir çoğunu da yayımlayamadık.

Semih Sökmen, “Defter’den”, Defter, (45), s. 7-10.

 

Deleuze, Duygu, Duygulanış ve Geçiş (Spinoza)

Bir duygu nedir? Spinoza der ki bu duygulanışın kuşattığı bir şeydir. Duygulanış bir duyguyu kuşatır. Hatırlayacaksınız, kesin bir şekilde söylemek gerekirse duygulanış bir şeyin imgesinin benim üzerimdeki anlık etkisidir. Mesela algılar duygulanıştır. Eylemimin bağlantılı olduğu şeylerin imgesi bir duygulanıştır. Duygulanış bunların hepsini kuşatır. Bunlar Spinoza’nın sürekli olarak kullandığı kelimelerdir. Kuşatma: Bunu hakikaten maddi metafor gibi ele almak gerekir, yani duygulanışın kendi içinde bir duygu vardır. Duygu ile duygulanış arasında bir doğa farkı vardır. Duygu duygulanışa bağımlı bir şey değildir, duygulanış tarafından kuşatılmıştır, ama başka bir şeydir. Aralarında doğa farkı vardır. Duygulanışın, yani şeyin imgesi ve imgenin üzerimdeki etkisi neyi kuşatır? Bir geçişi veya bir intikali kuşatır. Bu geçiş veya intikal sözcüğünü çok güçlü bir anlamda ele almak gerekir. Niçin? Görüyorsunuz bu şu anlama gelir: Zihnin yaptığı bir karşılaştırmadan bambaşka bir şeydir, artık zihnin yaptığı karşılaştırmalar alanında değiliz. Bu iki durum arasında zihnin yaptığı bir karşılaştırma değildir; duygulanış tarafından, duygulanışın bütünü tarafından kuşatılan bir geçiştir. Her anlık duygulanış bir geçiş kuşatır. Neye intikal? Neye geçiş? Bir kez daha söylüyorum, bu hiçbir şekilde zihnin yaptığı bir karşılaştırma değildir. Çok ağır ilerlemek için şunu da eklemeliyim: Yaşanmış bir geçiş, yaşanmış bir intikal; bunun bilinçli olması zorunlu değil. Her durum yaşanmış bir geçiş veya intikal gerektirir. Neden neye geçiş? Ne ile ne arasında geçiş? Kesin bir şekilde söyleyecek olursak zamanda iki an ele alacağım, iki an, a ve a’ birbirine ne kadar yakın olursa olsun, her zaman önceki andan şimdiki ana bir geçiş vardır. Önceki andan mevcut ana geçiş doğası gereği önceki andan da, mevcut andan da farklıdır. Geçişin kendine özgü bir tarafı vardır; bu da süre adı verilen, Spinoza’nın süre dediği şeydir. Süre yaşanmış geçiş, yaşanmış intikal demektir. Süre nedir? Asla bir şey değildir, bir şeyden bir başkasına geçiştir. Yalnızca şunu söylemek yeter: Yaşanmış olduğu ölçüde. Yüzyıllar sonra Bergson’un süreyi bir felsefi kavram haline getirmesi tamamen farklı etkilerden dolayı olacaktır. Her şeyden önce bunu kendine özgü bir şekilde yapacaktır, Spinoza’nın etkisi altında değil. Yine de sürenin Bergsoncu kullanımının, Spinoza’nınkiyle tam anlamıyla örtüştüğüne dikkat çekiyorum. Bergson “süre” dediği şeyi anlatmaya çalıştığı zaman şöyle diyor: Zamanda birbirine istediğiniz kadar yakın ruhsal haller düşünebilirsiniz. a haliyle a’ halini bir dakika, bir saniye veya saniyenin binde biriyle ayrılmış olarak düşünebilir, yani gitgide daha çok kesit alabilir, daha küçük parçaya ayırabilir ve birbirine daha da yaklaştırabilirsiniz. Bergson der ki zamanı parçalarına ayırma işleminde, gitgide daha hızlı kesitler alarak ne kadar sonsuza doğru giderseniz gidin karşılaşacağınız hep haller olacaktır, başka bir şey değil.

Ve hallerin daima uzaysal olduklarını da ekler Bergson. Kesitler hep uzaysaldır. Kesitleri ne kadar birbirine yaklaştırırsanız yaklaştırın, yine de yakalayamayacağınız bir şey kalacaktır, bir kesitten ötekine geçiş, ne kadar küçük olursa olsun. Bergson’un süre dediği şey basit olarak nedir? Bir kesitten ötekine geçiş, bir halden diğerine geçiştir. Diyeceksiniz ki bir halden diğerine geçiş bir hal değildir, tüm bunlar çok güçlü şeyler değildir. Ama bu yaşanmışın hakikaten derin bir özelliğini gösterir. Geçişten, bir halden diğerine geçişten, geçişi bir haline getirmeden nasıl bahsedeceksiniz? Bu dile getirme, üslup, hareket problemleri yaratacaktır, her türlü problemi ortaya çıkaracaktır. Oysa süre tam da budur, bir halden ötekine yaşanmış bir geçiştir ve ne bir hale ne de ötekine indirgenemez, dolayısıyla hiçbir hale indirgenemez. Süre iki kesit arasında olup bitendir. Bir bakıma süre her zaman sırtımızdadır, süre sırtımızda geçer. İki göz kırpma arasındadır. Eğer süreye yaklaşık bir örnek isterseniz: Birine bakıyorum, ötekine bakıyorum: Süre ne şurada ne de oradadır. Süre ikisi arasında olup bitendir. İstediğim kadar hızlı gitmiş olayım, süre tanım icabı daha hızlı gidecektir, sanki değişken bir hız katsayıyla tanımlanmış gibi: Ne kadar hızlı olursam olayım, sürem benden daha hızlı. Bir halden ötekine ne kadar hızlı geçersem, geçiş bu iki hale de indirgenemez olarak kalacaktır. İşte her duygulanışın kuşattığı şey budur.

Şöyle diyeceğim: Her duygulanış ona hangi geçişle varmışsak onu kuşatır. Veya aynı şekilde: Her duygulanış ona hangi geçişle varmışsak onu ve ondan hangi duygulanışla çıkıyorsak onu kuşatır, iki duygulanış ne kadar yakın olurlarsa olsun. Demek ki çizgimi tamamlamak için üç zamanlı bir çizgi çizmem gerekir: a, a’, a”; a mevcut anın anlık duygulanışıdır, a’ hemen sonraki, a” bir sonra gelecek olandır. Bunları istediğim kadar birbirine yaklaştırayım, daima onları ayıran bir şey kalacaktır; yani geçiş fenomeni. Bu geçiş fenomeni, yaşanmış bir fenomen olması bakımından süredir: Özün üçüncü aidiyeti işte budur. Öyleyse şimdi duyguya ilişkin biraz daha kesin bir tanımım var; duygu, yani her duygulanışın kuşattığı, ondan doğası itibarıyla yine de farklı olan geçiştir, önceki halden şu andaki hale veya şu andaki halden sonraki hale yaşanmış geçiştir. Buraya kadar iyi.

Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine 11 Ders, çev. Ulus Baker, Kabalcı Yayınları, 2008 [1970],  s. 59-62.

Nietzsche, İyi Olanlar, Sarışınlar, Güçlüler, Köleler

Pasaj, üç bölümlük Ahlakın Soykütüğü’nün ilk kısmı olan “‘İyi ve Kötü’, ‘İyi ve Fena'” içinden. Nietzsche’yi ilk elden okumak, sarsılmak demekmiş. Bu kısımda tarihsel olarak “iyi” ve “kötü” konumunu kuran topluluklar, ırklar ve düşünme biçimlerini ortaya döküyor. Dini ya da siyasal doğrucu söylemde, o kadar ileri gidilmese bile ortak duyuda bulunan “iyi” ve “kötü” algısını parçalamaya, tarihten çektiği tersinden bir yaklaşımı ortaya koymaya çalışıyor. Bu pasaj özellikle Nietzsche’nin neden Alman faşizmiyle birlikte anıldığına dair net örnekler sunuyor, ben bu tezlere, Bataille sağ olsun, rağbet etmemeye çalışıyorum. Fakat burada söyledikleri, bunu da zorladığı için, dönüp bakarak tekrar düşünmek adına not almak istedim. Şu ana kadar Nietzsche’de benim için temel merakı, “mazlum, kaybeden, kabullenmiş” pozisyonu güçlendirerek aşmaya dair yollar sunup sunamayacağı oluşturuyor.

11.

“İyi” temel kavramını öncel olarak ve kendiliğinden, yani kendinden yola çıkarak tasarımlayan ve ancak bu temel kavramdan hareketle bir “fena” imgesi yaratan asilde olduğunun tam tersi kısacası! Asil kökten doğma bu “fena” ve doymak bilmez nefretin cadı kazanından çıkma o “kötü” – birincisi sonradan, ilaveten yaratılan bir şey, tamamlayıcı bir renk, diğeri ise özgün bir yaratı, başlangıç, köle ahlakının tasarımındaki gerçek edim – ne kadar da farklılar birbirlerinden, aynı “iyi” kavramının karşıtlarıymış gibi görünen bu iki sözcük “fena” ve “kötü”! Ama aynı “iyi” kavramı değil bu: hınç ahlakına göre aslında kimin “kötü” olduğu sorulsa ya önce. Tümden kesin bir yanıt verelim buna: diğer ahlakın “iyi olan”ıdır bu tam da, asil olan, güçlü olan, hükmedendir, hıncın zehirli gözü, başka bir renge, başka bir anlama, başka bir görünüme büründürmüştür onu yalnızca. Ama bu noktada en az şunu yadsımak isteriz: O “iyi olanlar”ı sadece düşman olarak tanıyıp bilmiş olanlar kötü düşmandan başka bir şeyle karşılaşmamışlardır, gelenek-görenekle, hürmet duygusuyla, örf ve âdetle, şükran duygusuyla, daha çok da birbirlerini karşılıklı kollama ve inter pares (eşitler arasında) kıskançlık yoluyla dizginlenenler, öte yandan birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetme, kendilerine hâkim olma, nezaket, sadakat, övünç, dostluk konusunda da ne kadar yaratıcı olduklarını kanıtlarlar – dışarıya karşı, yabancı olanın, yabancı diyarın başladığı yerde, dizginleri salıverilmiş yırtıcı hayvanlardan farksız olurlar. Tüm toplumsal zorlamalardan özgür olmanın tadını çıkarırlar orada, uzun süre toplum huzuru içine kapatılmışlığın, sıkışıp kalmışlığın yarattığı gerginliği atarlar üstlerinden yabanda, bir dizi rezil cinayet, yakıp yıkma, tecavüz ve işkenceden sonra, sanki bunlar yalnızca öğrenci muzipliğiymiş gibi, kibirle ve ruh sarsılmazlığıyla çekip giden, sevinçten içleri içlerine sığmayan canavarlar olarak yırtıcı hayvan insafsızlığının masumiyetine geri dönerler ve ikna olmuşlardır ki ozanlara şarkılar, övgüler düzecekleri bir şeyler çıkmıştır gene. Bütün bu asil ırkların temelinde o yırtıcı hayvanın, av ve zafer arzusuyla kol gezen o görkemli sarışın canavarın yattığı açıktır; zaman zaman boşalmaya ihtiyaç duyar bu örtük temel, hayvanın tekrar dışarıya çıkması, tekrar yabana geri dönmesi gerekir – Roma, Arap, Germen, Japon asilzadeleri, Homeros’un kahramanları, İskandinavya Vikingleri – hepsi de birbirinin aynıdır bu gereksinim açısından. Asil ırklardır gittikleri yerlerde “barbar” kavramını gerilerinde bırakanlar; en yüksek kültürlerinde bile bunun bilinci, hatta bundan duyulan bir kıvanç sezilir (Perikles o ünlü cenaze konuşmasında Atinalılara şunu söylediğinde örneğin, “Tüm karalara ve denizlere yolumuzu açtı gözü pekliğimiz, iyi ve kötü olanın ebedi anıtlarını dikerek her yerde”). Asil ırkların çılgın, saçma ve kendini aniden gösteren bu “gözü peklik”leri, girişimlerinin sıra dışılığı ve kestirilemezliği – Perikles Atinalıların ῥᾳθυμία’sını (rhathymia: tasasızlık) överek vurgular – güvenliğe, bedene, yaşama, rahata karşı kayıtsızlıkları ve aşağılamaları, her tür yıkıcılıktan, zafer ve zulmün tüm şehvetinden aldıkları hazzın o tüyler ürpertici coşkusu ve derinliği – bütün bunlar bir araya gelip, bunlardan zarar görenler için, “barbar”ın, “kötü düşman”ın, örneğin “Got”un, “Vandal”ın resmini oluşturmuştur. Alman’ın iktidara geçer geçmez uyandırdığı derin, buz gibi güvensizlik duygusu -ki bugün yeniden sözkonusudur- yüzyıllar boyu sarışın, Germen canavarının gazabını dehşet içinde seyretmiş olan Avrupa’nın o dehşetinin tortusudur hâlâ (oysa eski Germenlerle biz Almanlar arasında değil bir kan bağı, bir kavram bağı bile yoktur). Bir keresinde, kültür çağlarının bir sıralamasını yapmayı tasarlayıp da onları altın, gümüş, bronz diye ifade etmek istediğinde Hesiodos’un düşmüş olduğu sıkıntıya dikkat çekmiştim: Homeros’un o muhteşem ama aynı zamanda da ürkünç ve zorba dünyasının sunduğu çelişkiyle, bir çağdan iki çağ yapmak ve art arda sıralamaktan başka bir yolla başa çıkamamıştı – ilkin, asil soyların belleğinde yer etmiş olduğu haliyle kendi ataları olan Troialı ve Thebaili kahramanlar ve yarı tanrılar çağı; sonra da bronz çağ, aynı dünyanın ezilmişlere, soyulmuşlara, hırpalanmışlara, süründürülmüşlere, alınıp satılmışlara göründüğü hali: bronz bir çağ olarak, dediğim gibi, katı, soğuk, zalim, duygusuz ve vicdansız, her şeyi ezen ve kana bulayan. Bugün “hakikat” olduğuna inanılan şeyin doğru olduğunu varsayarsak, yani kültürün amacı “insan” denen yırtıcı hayvandan evcil ve uygar bir hayvan, bir ev hayvanı yaratmak ise, o zaman sayelerinde asil soyların ve ideallerin rezil edilip yenilgiye uğratıldığı tüm o tepki ve hınç içgüdülerini de asıl kültür araçları olarak görmek gerekir kuşkusuz, ne var ki, bu içgüdülerin taşıyıcılarının aynı zamanda kültürü de temsil ettikleri anlamına gelmiyor bu. Bunun tam tersi olası daha ziyade – hayır! yalnızca olası değil, bugün bu apaçık ortada. Ezme ve intikam içgüdülerinin bu taşıyıcıları, Avrupalı ve Avrupalı olmayan tüm kölelerin, özellikle de Ari ırk öncesi halkların bu torunları -insanlığın gerileyişini temsil ediyor onlar! Bu “kültür araçları” insanlığın bir ayıbı, “kültür”e karşı duyulan bir şüphe, “kültür”e karşı çıkan bir savdır daha çok! Tümüyle haklılar belki, büyün asil soyların temelindeki bu sarışın canavardan korkmakta ve tetikte durmakta: ama kim, aynı zamanda hayranlık da duyabilecekse eğer, yüz kere yeğlemez ki korkmayı korkmamaya ama buna karşın kusurluların, küçülmüşlerin, güdükleşmişlerin, zehirlenmişlerin o iğrenç görüntülerinden de kurtulamamaya? Bizim kara yazgımız değil mi bu da? Bizim “insan”a karşı tiksinmemize yol açan ne bugün? – insan bize acı veriyor çünkü, buna şüphe yok. Korku değil: insanda korkulacak bir hiçbir şeyin kalmamış olması daha çok; ön planda “insan” denen solucanların kaynıyor olması; iflah olmaz vasatlıktaki, yürek daraltıcı “evcil insan”ın, kendisini şimdiden varılacak hedef ve doruk noktası olarak, tarihin anlamı olarak, daha “üstün insan” olarak duyumsamayı öğrenmiş olması – pis kokuları bugün Avrupa’yı sarmak üzere olan o kusurlular, hastalıklılar, bitkinler, içi geçmişler yığınından ayrıldığını hissettiği ölçüde, bu yüzden de en azından görece kusursuz olduğu, hiç değilse hâlâ bir yaşam becerisine sahip olduğu, hiç değilse yaşamı evetlediği ölçüde kuşkusuz bir hakkının olması böyle duyumsamaya…

Friedrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü: Bir Polemik, çev. Zeynep Alangoya, Kabalcı Yayınları, 2011 [1887], s. 33-6.

Althusser, İdeoloji Maddi Bir Varoluşa Sahiptir (I)

Tez II: İdeoloji maddi bir var oluşa sahiptir.

İdeolojiyi oluşturur gibi gelen “düşüncelerin” ya da tasarımlamaların, vb. ülküsel, düşünsel, tinsel değil, maddi var oluşa sahip olduklarını söylerken hafifçe değinmiştik bu teze. Hatta “düşüncelerin” ülküsel, düşünsel, tinsel var oluşunun bile, tümüyle ve yalnızca bir ideoloji ve “düşünce” ideolojisinden kaynaklandığını da söylemiştik; şimdi şunu da ekleyelim ki, bilimlerin ortaya çıkışından beri, bu anlayışı “temellendirir” gibi görünen bir ideolojiden, yani bilim alanındaki pratisyenlerin, kendiliğinden ideolojileri içinde doğru ya da yanlış olarak tasarımladıkları bir ideolojiden kaynaklanmaktadır. Elbette ki, bu tezi böyle ileri sürmekle kanıtlamış olamayız. Şimdilik, diyelim ki maddecilik adına, önyargılı davranıp bu tezi olumlayalım, yeter, kanıtlanması için uzun açımlamalar yapmak gerekir.

“Düşüncelerin” ya da daha başka tasarımlamaların tinsel değil de maddi bir var oluşa sahip olduğu yolundaki, önceden hüküm veren bu tez, ideolojinin doğasını ele alan analizimizde ilerleyebilmek için gerekiyor bize. Daha doğrusu, herhangi bir ideolojiyi ele alan biraz ciddi bir analizin biraz eleştirel bile olsa her gözlemciye doğrudan doğruya, ampirik biçimde gösterebileceği özelliği daha iyi ortaya koyabilmek için gerekiyor.

Devletin İdeolojik Aygıtları ile bu aygıtların pratiklerinden söz ederken, bu aygıtların her birinin bir ideolojinin gerçekleşmesi olduğunu söylemiştik (birbirinden farklı bütün bu bölgesel ideolojilerin, yani dinsel, ahlaki, hukuki, siyasal, estetik, vb. ideolojilerin birliği ise, bu ideolojilerin devlet ideolojisine boyun eğmesiyle sağlanmaktadır). Yeniden dönüyoruz şu teze: bir ideoloji, bir aygıtta ve bu aygıtın pratik ya da pratiklerinde var olur hep. Bu da maddi bir var oluştur.

İdeolojinin bir aygıt ve bu aygıtın pratiklerinde maddi var oluşu bir kaldırım taşının ya da tüfeğin maddi var oluşuyla aynı kipliğe sahip değildir elbette. Ne var ki, adımızın Aristoteles’çiye çıkması pahasına (unutmayalım ki, Marx Aristoteles’e çok saygı duyardı), “madde demek birçok anlama gelir” ya da madde, tümü de son kertede “fizik” maddeye kök salmış değişik kipliklerde var olur.

Bunu böyle söyledikten sonra, artık yolu fazla uzatmadan, ideoloji içinde, yani kendi var oluş koşullarıyla, yanı son kertede üretim ilişkileriyle kurdukları imgesel ilişkiye bağlı olarak imgesel anlamda çarpıttıkları, dünyaya ilişkin belirli bir (dinsel, ahlaki, vb.) tasarımlama içinde yaşayan “bireylerde” neler olup bittiğine bakalım (ideoloji= gerçek ilişkilerle kurulan imgesel ilişki). Söz konusu imgesel ilişkinin kendisinin de maddi bir var oluşa sahip olduğunu söyleyeceğiz.

Bir birey Tanrı’ya ya da Görev’e ya da Adalet’e, vb. inanır. Bu inanç (herkes için böyledir bu, yani ideolojiyi tanım gereği tinsel bir var oluşla donatan düşüncelere indirgeyen, ideolojiye ilişkin ideolojik bir tasarımlama içinde yaşayan herkes için böyledir bu) söz konusu bireyin düşüncelerinden kaynaklanır, yani inancına ilişkin düşünceleri kapsayan bir bilince sahip bir özne olarak ondan kaynaklanır. Bu sayede, yani böylece kurulmuş olan, tam anlamıyla ideolojik “kavramsal” düzenek sayesinde (inandığı düşüncelerini özgürce oluşturduğu ya da özgürce kabul ettiği vicdanla donatılmış bir özne), söz konusu öznenin (maddi) davranışı da bu düzeneğin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Söz konusu birey, şu ya da bu biçimde davranır, şu ya da bu pratik davranışı benimser, dahası, özne olarak, tümüyle bilincinde olarak özgürce seçtiği düşüncelerin “bağımlı bulunduğu” ideolojik aygıtın bazı düzenlenmiş pratiklerine de katılır. Tanrı’ya inanıyorsa, Ayin’e katılmak üzere kiliseye gider, dizçöker, dua eder, rahibe günah çıkartır, tövbede bulunur, cezasını çeker (eski zamanlarda sözcüğün gündelik anlamında maddi bir cezaydı bu), günahları affolur ve yaşamına devam eder, vb. Görev’e inanıyorsa, “göreneklere uygun”, kurallar uyarınca belirli pratikleri yerine getirir, uygun davranışlarda bulunur. Adalet’e inanıyorsa, hukuk kurallarına tartışmasız boyun eğer ve bu kurallar çiğnendiğinde vicdanının en derin yanlarından infiale kapılır, karşı çıkar, hatta işi dilekçeler imzalamaya, gösterilere katılmaya, vb. kadar vardırır.

Verdiğim bütün bu şema içinde, ideolojinin ideolojik tasarımlamasının kendisinin de, bir vicdanla donatılmış ve vicdanının kendisine esinlediği düşüncelere inanan ya da özgürce kabul eden her öznenin “kendi düşünceleri uyarınca eylemesi” gerektiğini, yani kendi maddi pratiğinin edimlerinde özgür özne olarak sahip olduğu kendi düşüncelerine yervermesi gerektiğini kabul etmek zorunda olduğunu saptamaktayız. Böyle yapmaması doğru olmaz.

Gerçekte, insandığına göre yapması gerekeni yapmıyorsa, başka bir şey yaptığı içindir bu, ki bu da, gene aynı idealist şema uyarınca, kafasında söylediklerinden başka düşünceler olduğu, “tutarsız” (“kimse kötü olmak istemez”) ya hayasız ya da sapkın biri olarak işte bu düşüncelere göre davranıp eylediği anlamına gelir.

Ne olursa olsun, ideolojinin ideolojisi, uğradığı imgesel çarpıtmaya rağmen, bir insanın “düşünceleri”nin edimlerinde var olduğunu ya da var olması gerektiğini kabul eder ve eğer bu böyle değilse, o zaman da kişiye gerçekleştirdiği edimlerine (sapkın bile olsalar) denk düşen başka düşünceler yakıştırır. İdeolojiye ilişkin bu ideoloji edimlerden söz edecek: belirli pratiklerde yer alan edimlerden söz edeceğiz. Bu pratiklerin, içinde yer aldıkları kurallar tarafından düzenlendiklerini, bir ideolojik aygıtın (bu aygıtın küçücük bir parçası bile olsa) maddi var oluşu bağrında gerçekleştiklerine dikkat çekeceğiz: bu pratik, küçük bir kilisedeki küçük bir ayin olabileceği gibi, bir cenaze töreni, spor derneğindeki küçük bir maç, okuldaki, üniversitedeki ders günü, siyasal bir partinin, Akılcılık Derneği’nin ya da canınızın istediği bir kuruluşun toplantısı ya da mitingi olabilir.

Pascal’ın savunmacı “diyalektiğine”, ideolojinin ideolojisine ilişkin kavramsal şemanın düzenini tersine çevirmemize imkan tanıyan harika anlatımı borçlu olduğumuzu unutmayalım. Pascal aşağı yukarı şöyle der: “Diz çökün, dua eder gibi kıpırdatın dudaklarınızı, inanç sarar sizi.” Bir rezalete imza atıp düzeni altüst eder, İsa gibi barışa değil de, ayrılığa çağrıda bulunur, bununla da yetinmeyip, hıristiyanlıkta en ufak bir ilgisi bulunmayan bir şey yapıp rezalet (dünyaya rezalet salana lanet olsun!) yaratır. Jansenistlere özgü bir meydan okumayla, bir tek gerçekliğe değinircesine konuşmasını sağlayan çok hayırlı bir rezalettir bu.

Kendi zamanında devletin dinsel ideolojik aygıtı içinde verdiği mücadelede kullandığı kanıtlarla başbaşa bırakalım Pascal’ı. Bu arada, Marksist kuramcılar tarafından tam anlamıyla keşfedilmemiş topraklarda ilerlediğimiz için, olabildiğince dolaysız Marksist bir dil kullanmamız hoş görülsün.

Dolayısıyla, tek bir özneyi (herhangi bir bireyi) ele alıp, bu kişinin inançlarını oluşturan düşüncelerin maddi anlamda var olduğunu söyleyeceğiz; şu anlamda ki, bu düşünceler, kendileri de bu öznenin düşüncelerinden kaynaklanan maddi ideolojik aygıt tarafından tanımlanan maddi kurallarca belirlenen maddi pratiklerde yer alan maddi edimlerdir. Elbette ki, getirdiğim önermede tam dört kez tekrarlanan “maddi” sıfatı birbirinden apayrı kipliklerde ele alınmalı: ayine katılmak için bir yerden bir yere gitmenin maddiliği, bir dize gelmenin, istavroz çıkartmanın ya da mea culpa‘nın maddiliği, bir tümcenin, bir duanın, bir nedamet getirişin, bir tövbede bulunmanın, bir bakışın, bir tokalaşmanın, dışsal sözlü söylemin ya da “içsel” sözlü söylemin (vicdan) tek ve aynı maddiliğe sahip olamayacağı açıktır. Maddiliğin kiplikleri arasındaki farklar konusundaki kuramı burada ele almayacağız.

Öte yandan, bütün bu devrilme örneklerini sunarken, ayakları üstüne oturtmak diye bir şeyle hiç mi hiç ilgimiz yok, çünkü yaptığımız yeni sunuşta bazı kavramların ortadan yok olup gittiğini, bazılarının kaldığını, ama yeni yeni terimlerin de eklendiğini görüyoruz.
Düşünceler” terimi yok oldu.
Özne, vicdan, inanç, edimler” terimleri kaldı.
Pratikler, kurallar, ideolojik aygıt” terimleri ortaya çıktı.
Öyleyse bu bir devrilme değil (yani, hükümetin ya da bardağın devrilmesi dışında bir anlam taşımıyor), oldukça tuhaf bir tür düzenleme (bakanlar düzeyinde değil ama), çünkü şimdi açıklayacağım türden bir sonuca yol açıyor.

Düşüncelerin, son kertede bir ideolojik aygıt tarafından tanımlanan kurallarla düzenlenen pratiklerin edimlerinde yer alan maddi bir var oluşa sahip olduğu ortaya çıkınca, düşünceler de (ülküsel, tinsel bir var oluşla donanmış düşünceler olarak) yok olup gittiler. Böylece, öznenin de şimdi açıklayacağım sistem (gerçek belirlenim düzeninde açıklıyorum) tarafından eyletildiği ölçüde eylediği ortaya çıkar; söz konusu sistem, şudur: ideoloji maddi bir kurallar bütünü tarafından düzenlenen maddi pratikler gerektiren maddi bir ideolojik aygıtın bağrında var olur; söz konusu pratikler kendi inancı uyarınca eylediğine gönülden inanan bir öznenin maddi edimlerinde var olurlar.

Öte yandan, yaptığımız bu sunuş sonunda, “özne, vicdan, inanç ve edimler” kavramlarını hâlâ koruduğumuz da görüldü. Bu kavramlar dizisinden, bütün ötekilerin bağımlı olduğu, her şeyin merkezinde yatan, kesip atan terimi, yani “özne” kavramını çekip alıyoruz hemen.

Gene aynı hızla birbiriyle ilintili iki tez ileri sürüyoruz.

1 Nasıl olursa olsun, her pratik ancak bir ideoloji yolu ve bir ideoloji çerçevesinde var olabilir;

2 Her ideoloji ancak bir özne aracılığı ile ve özneler için var olabilir.

Şimdi de, her şeyin merkezinde yer alan tezimizi açıklama zamanı.

İdeoloji bireylere özne diye seslenir.

Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, 2010 [1970], 4. basım, s. 190-6.


Bu kırmızı kitap iki dönemeçte karşıma çıktı. İlki, lisans yıllarında Friedrich Dürrenmatt’ın Yaşlı Kadının Ziyareti oyununun dramaturjisine dair toplu tartışmalar yaparken hazırladığımız bir sunum hasebiyleydi. Dürrenmatt’ın oyunu, kitabı okur okumaz, içerdiği öğretmen, polis, yargıç, gazeteci vb. ortak sesi olan kurum-temsiliyetli tiplemeler sebebiyle Althusserci anlamda devletin ideolojik ve baskı aygıtlarına hemen indirgemeci bir kapı açmış, hepsini oradan doğru okumamı sağlamış, beni de Marksizm’in “ideoloji” eksenli okumalarıyla tanıştırmıştı. Olay Dürrenmatt ile de kalmamış, dramaturji sunumu yaparken açılışımızı Cem Karaca’nın yine aşırı Althusserci bulduğumuz “Durduramayacaklar Halkın Coşkun Akan Selini” şarkısıyla yapmış, gülenleri ayıplamıştık. Ardına da Gramsci konuşulmuştu, farkları ve benzerlikler anlamaya çalışmıştık.

Bu metne çağıran ikinci karşılaşma ise, sonrasında bir “kültür ve siyaset” dersindeki okumalar sırasında hocamızın ideoloji kavramının, altını çize çize, “maddi pratikler” üzerinden vurgulayan bir Althusser tasvirinde belirmişti. İlk okuyuşta bu “maddilik” meselesi ilgimi çekmemiş olsa da bu yaklaşım sayesinde gel zaman git zaman, hep bir topaklaşmış düşünce kümesi ve kabullenilmiş fikirlere dair eğilimler gibi anladığım “ideoloji” kavramı yer yer çok daha erişilir, örneklenebilir, ampirik incelemenin konusu olabilen bir kavrama dönüşmüştü.

Kavram üzerine diğer metinlerle karşılaştıkça, Bourdieu’nün “bu kavramdan kurtulunmalı” vurgusunun aksine, faydalı ve o zamanki Žižek merakım sayesinde “oyunbaz” buldum ideoloji tartışmalarını. Marx’ın “yanlış bilinç” olarak okunan tespitiyle Althusser’in reddedilemez maddiliğini çakıştırmak, aradaki mesafeyi yürümek, yolda pek çok farklı örneklerle karşılaşmayı sağlıyordu. Yaklaşımların çeşitliliği öylesine çok gelir ki hâlâ, umarım bana kimse şu hayatta, es kaza kavramı kullandığım bir cümleden sonra, “İdeoloji ne demek?” sorusunu sorar diye irkilirim.

Yeterince sulandırmışken, Pascal ve diz çökme örneğini anmadan bitirmek istemiyorum. Bu pasajda geçen “Diz çökün, dua eder gibi kıpırdatın dudaklarınızı, inanç sarar sizi.” örneği de retoriğin en üst sıralarında, bir düşünce geliştirme enstrümanı olarak kullanılabilir bence. Aklıma gelen sapa bir vaka, Michaël R. Roskam’ın Rundskop (2011) filminde bedenine hayvan hormonları enjekte ederken bir boğaya dönen Jacky. İdeoloji, el yordamıyla şırınga edilir, ille de dışarıdan, zorla, olmasına gerek yok.

Alıntının son kalın ve italik cümlesine göre, pasaj burada bitmiyor.