Hayatımda ilk defa Noel’i kutlandığı bir yerde geçirdim. Sokaklarda sık sık evine çam ağacı taşıyan insanlarla karşılaştım. Evler, daha doğrusu görebildiğim kadarıyla pencereler, renk renk ışıklarla süslendi. Bir şekilde etkileşime geçtiğim insanlar ısrarla benim de Noel’imi kutladılar, bunun verili kabul edilmesine biraz şaşırdım, biraz da hoşuma gitti kutlanmak, sebebi önemli değil. Hiç Noel hediyesi veremedim ama sinema bileti hediyesi aldım, yasaklar kalkınca Yorck Sinemaları’na hac yolculuğu yapacağım. Bir akşam Potsdamer Straße’yi takip eden Hauptstraße’de yürürken karşılaştığım, eski usül görünümü hoşuma giden Odeon Sineması da bu grubunmuş.
Bir de yılbaşı geçirmiş oldum burada. Havai fişeklerden ilk karşılaştığımda korktum. “Her yıl kazalardan dolayı acillerin dolup taşmasına sebep olan havai fişekler pandemiye rağmen bu yıl da yasaklanmadı” haberleri de bunu tetikledi. Kurumlar değil kişiler havai fişek tüketiyormuş yılbaşında. Birisi ya yanlışlıkla üzerime sıkarsa diye çekindim sokaklarda dolaşırken, sesleri de her patlamada sıçrattı, tepkimi gören birkaç çocuk güldü. Bir kere de Metrobüs’te kolum demire asılı dururken bir çocuk ceketimi çekip para istemişti. Birden irkilip sıçrayınca, çocuk da benim korkuma karşı gülmeye başlayıp arkadaşlarıyla birlikte dalga geçmişti. Sabah karanlığında birlikte karşılıklı baya gülmüştük.
Şansıma evin altında da havai fişek satan bir dükkan var, önünde günlerce sıra oldu, müşteriler havai fişek, torpil, maytap ve bilmediğim başka bir şeyler aldılar. Yılbaşından önceki haftada üç kez dükkanı soymaya çalışmışlar, apartmanın kapısını da kırmışlar. Ben hiç duymadım. Bir gün evden çıkarken apartman çok ağır sigara kokuyordu, zemin kata inince eşyalarını sermiş yerlere uzanmış sigara içip dinlenen bir grupla karşılaşmıştım, arka kapıyı kesiyorlardı, sözsüz selamlaşmıştık. Onlar bir şeyler topladı mı bilmiyorum. Yılbaşı ertesindeyse sokaklar içi boş eğlencelik patlayıcılarla doldu, uzun süre kimse temizlemiyormuş bu hatırayı sokaklardan. Hala basmaya korkuyorum ya patlamamış bir şeyler kaldıysa içinde diye.
Yasa dışı film ve dizi indirmekten 1200 Euro’luk tazminat talep eden bir dava mektubu aldım. İlk günlerimde kartımı basmayı unuttuğum için 60 Euro ceza yemiştim. Cezaların trendi korkutmaya başladı. Ev sahibinden her mesaj geldiğinde kalbim sıkışıyor.
Daha çok yürümeye ve biraz da koşmayı denemeye başladım. Bir yandan da sesli kitap dinlemeyi tekrar alışkanlık haline getirmeye çalışıyorum. İlk olarak eskiden dinlediğim kitaplardan Solnit’in Wanderlust’ını tekrar dinledim. Acaba tekrar başlasam iyi olur mu diye tartmak için. İyi mi kötü mü bilmiyorum ama bu kitap yürüyüş sırasında dinleyince bana sanki o an yüce bir eylem içinde olduğum ilüzyonunu yaratıyor. Yeni kitaplar dinlemeye karar verdim bunun ardına. Sonunda Gun, Germs, and Steel’ı dinledim. Sonrasında adı uzun Prisoners of Geography: Ten Maps That Tell You Everything You Need to Know About Global Politics kitabıyla devam ettim. Aslında böyle kitaplara hiç ilgim yok ama bir yerde görüp merak etmiştim. Yazarın dünya coğrafyasını sanki evinin bahçesini anlatıyormuşçasına detaylıca anlattığı kısımlar politik analizlerinden daha çok ilgimi çekti. İki kitabın da hoşuma giden yanı neredeyse yaşam boyu bir mesleği yaptıktan sonra biriktirilenlerden yola çıkarak yazılmış olmaları oldu. Tarihe girmişken biraz devam edeyim diye daha temel bir okumaya geçtim. Bu iki kitaptan sonra zihnimde tarih boyu faillik ekinler, dağlar, ovalar, evcilleşen hayvanlar, kitle kıyıma yol açan virüsler, kendiliğinden oluşan politik/ekonomik organizasyonlara doğru kaymıştı. Bu var olan koşullar altında tarihi insanların nasıl yaptığına dair de bir şeyler duymak için başladığım Hobsbawm’ın 19. yüzyıl tarihi kitaplarının ikincisindeyim şimdi. İlk cildin bir kısmını Ku’Damm’da zengin mağazalarını seyrederek tükettim. Yürürken dinlediğim kitapların 40%’ını anlayabiliyorum, çok küçük bir kısmını sonradan hatırlıyorum, dinlerken bazen dalıp kaçırıyorum, nadiren geri sarıyorum. Ama biri sorsa utanmadan okumuştum derim. Çifte devrim diyordu, İngilizler ve Fransızlar. 21. yüzyılın yeni coğrafi/sömürü keşfiyse Arktika olacakmış.
Sürekli dizi izledim ve sonunda paydos ettim. En başta planladığım kitapları okuyamadım, filmleri seyredemedim. Kafamda şu an bir şekilde Almanya veya Berlin üçlemesi gibi bir yer edinen Babylon Berlin, Deutschland 83/86/89 ve Berlin Alexanderplatz’ın 2020 uyarlamasını izledim. Dizileri sırasıyla çok iyi, eh ve başarısız buldum. Üçünde de 1920’ler, 1980’ler ve 2010’larda Berlin’e gelen kişiler söz konusu: polis, ajan ve mülteci. Hepsinin hayatı -benimkine göre- çok enteresan olaylarla dolu. Weimar döneminin çalkantıları, Soğuk Savaş’ın son yıllarının gerilimi ve mültecilerin ıstırabıyla bir 100 yıl katetmiş oldum. Sırasıyla; ülke halkı yaşam mücadelesi veriyor, Doğu Berlin’de yaşayanlar yaşam mücadelesi veriyor, ülkeye sığınan mülteciler yaşam mücadelesi veriyor. Babylon Berlin’in dönemin politik arkaplanının yanı sıra yükselen kültürel, sanatsal ve bilimsel dönüşümlerini anlatış biçimini çok sevdim. Charlotte Ritter’i unutmayacağım ama kara film detektifi Gereon Rath’ı unutabilirim. Deutschland 8x serisi biraz yüzeysel geldi ama daha çok dönemin arka planına dair bir iştahla izledim. Berlin Alexanderplatz 2020 neredeyse B-Movie gibiydi, az daha ileri gitse istismar sineması olacakmış. Hapisten çıkan Franz Biberkopf’u sığınmacıya aktarma fikri bütün insani hakları gaspa uğramış birinin hikayesi açısından iyi bir fikir ama dizi radikal olmaya çalışırken çuvallamış diye düşündüm.
Neredeyse hiç kitap okumadım. Neredeyse bir sene olacak, İstanbul’dayken işten ayrıldığımdan beri kitap okumak hiç içimden gelmiyordu, nadiren bitirebiliyordum bir kitabı, o zamanlar işsizliğin getirdiği güvencesizlik duygusuyla ilgili diye düşünüyordum ama hala sürüyor. Dinleyerek öteliyorum şimdilik. Bir iki romana başlayıp sonra okumak üzere erteledim. Barney White-Spunner’in Berlin: The Story of a City kitabına başladım ama bitirmesi çok uzun sürecek böyle devam ederse.
Peter Stamm’ın sanırım Türkçeye çevrilmeyen ama en meşhur romanı gibi görünen Agnes’in film uyarlaması varmış, onu izledim. Karşılaşma, aşk ve yazı üzerine birlikte düşünen klasik bir yazar teması: kütüphanede tanışma, bir araya geliş ve kendine dönen üstkurmaca. Bir diğer uçucu aşk filmi, belki birkaç sahnesi, Petzold’un hikayeden bağımsız olarak etkileyici sineması ve iki iyi oyuncusuyla aklımda kalacak film, Undine. Garip bir şekilde, aklıma On Body and Soul‘u getirdi, belki Ahu Öztürk’ün yazısını yeni okudum diyedir. Rüyadaki geyiklerle kurulan bağ ile suyla kurulan bağ bir şekilde doğayla ilişkilenme açısından birleşti. Tenet’ten iyiydi. Wenders’in yol filmleri üçlemesine de Alice in den Städten ile giriş yaptım. Bugünden bakınca artık böyle bir yabancı yetişkin ve çocuğun yol macerası miadını doldurmuş mudur, bilmiyorum. Garip bir geçmişte kalmışlık hissi uyandırdı. Film ve kitapları tamamen araçsal olarak görmeyi bırakıp Almanya ve Almancayla ilgili olmayan bir şey izleyeyim diyince de karşıma Never Rarely Sometimes Always çıktı, birden sarstı. Twitter’da görmüştüm fakat şimdi bulamadım, “işte böyle bir genç kadın dayanışması, birbirine sessizce destek olmak” gibi bir yorum, bu fikir sürekli kendini dayattı filmi izlerken. Hatırlarken çarpıtmış olabilirim.
Undine… İzlediğimde çok etkilenmiştim. Şiir gibi. Aynı zamanlarda bir de Tatt av kvinnen izlemiştim (Norveç romantik kara komedisi). İki uzak noktada konumlanmış gibi gözükmelerine rağmen garip bir ortaklığı var bu iki filmin. Peter Stamm film uyarlamasını bilmiyordum, acilen izleyeceğim. Yedi Yıl’ı okumaya başladım bu ara. Bir iki sayfa okudum henüz ama heyecanlıyım. Öncesinde Gerçek ve Diğer Yalanlar’ı okumuştum Sascha Arango’dan. Naif polisiyeler ilgimi çekiyor son zamanlarda. Gerçek ve Diğer Yalanlar da çok etkileyiciydi. Karakterler hala zihnimde dönüyor. Ve son olarak, yazdıklarını okumak çok güzel. Sevgiler.
Agnes i bulamadım torrentte. Sen nereden izledin acaba?
Aycan çok teşekkürler yazdıkların için. Senin önerilerini heyecanla tüketiyorum, geçenlerde burada ben de birine senden devralarak Papusza’dan bahsettim, bekliyorum bakalım izleyecek mi. Tatt av kvinnen’i merak ettim, senaristleri arasında Erlend Loe varmış, duymuştum senaryo da yazdığını ama hiç karşılaşmamıştım. Umarım ben de onu bulabilirim. Yedi Yıl’ı da ev sahibine söylemiştim, baya ilginç bulmuş, internette üzerine okumuş, beni de sırf kitabı konuşmak için bir gün davet etti 🙂 “Naif polisiyeler”in örneğini de kalıbın kendisini de not ettim.
Torrent’ten ceza yediğim için benim çapım epey daraldı. Agnes’i MUBI’de izlemiştim. Ülkeden ülkeye değişiyor sanırım seçkisi ama sana davetiye yolladım, en başta ücretsiz bir deneme süresi veriyorlar anladığım kadarıyla. İstersen bir bakarsın. Sevgiler.
Cevabını şimdi gördüm. Biraz gecikmeli olarak yazıyorum, Agnes Mubi’de yok. Yani Türkiye’de yok. Dediğin gibi ülkeden ülkeye değişiyor. İlk oraya bakmıştım ben de. Sonra torrente düştüm ama bulamadım orada da. Bekleyeceğim sanırım, zaten başka seçeneğim de yok gibi. Dvd’ci olsaydı da gidip iki dk çektirseydim keşke:) Ama iyi bir gelişme olarak bu süreç içinde “i know this much is true” izledim. Şiddetle tavsiye ediyorum. İzlediğim en iyi dizilerden biriydi.