Jonathan Crary on Debord | Scorched Earth | Quote

i have mixed feelings about this book. but it keeps haunting me. i’m quoting an early part from the third chapter where he mentions debord, worker’s councils and face-to-face communication. crary starts this chapter with an alexander kluge quote, and follows up:

There is no joy or sorrow, no beauty or exuberance on the internet. One can find poems, but no poetry.

Crary, J. (2022). Scorched earth: Beyond the digital age to a post-capitalist world. Verso.

Readers of Guy Debord’s Society of the Spectacle often pass over his admiration for workers’ councils and his advocacy of the council form as a vital element of revolutionary struggles. In the concluding paragraph, he writes that the power of the councils was “the realization of that active, direct communication which marks the end of all specialization, all hierarchy and all separation.” Debord was one of many for whom the encounter (rencontre) was essential for resisting the spectacle’s suspension of a common lifeworld. The spectacle, he wrote, produces “a systematic organization of a breakdown in the faculty of encounter and the replacement of that faculty by a social hallucination, an illusion of encounter.” It’s not difficult to see the internet complex as continuous with developments that were well underway in the 1960s, but today’s social media perform an even more sweeping eradication of community.

While forms of mediated communication have existed for millennia, it’s only recently that tele-phonic and tele-visual apparatuses have become fully integrated extensions of the ways we communicate. Most of these developed in response to the needs of a growing global economy and a modernizing military, but, until the mid-twentieth century, they remained supplemental to long-standing patterns of direct meetings and encounters between human beings. As Debord and others noted, spontaneous or unprogrammed forms of being together became irreconcilable with the rationalization of consumer society. This led to the suppression of uncontrolled political or popular assemblies and to the commodification of the urban spaces and temporalities of everyday life in which ordinary forms of personal interaction occurred. The techno-modernists have long disparaged any attachment to in-person interaction, insisting on its irrelevance amid all the new tools for “communicating.” But the unspoken truth is that face-to-face encounters entail too much wasted time to be compatible with the speeds and financial efficiencies of online exchange and no data can be extracted from them and instantly put to use.

The value of a face-to-face encounter has nothing to do with some misplaced sense of its authenticity compared to telematics or other kinds of remote contact, which have their own authentic features. Rather, the direct encounter between human beings is something other than and incomparable with the exchange or transmission of words, images, or information. It is always suffused with non-linguistic and non-visual elements. The value of a face-to-face encounter has nothing to do with some misplaced sense of its authenticity compared to telematics or other kinds of remote contact, which have their own authentic features. Rather, the direct encounter between human beings is something other than and incomparable with the exchange or transmission of words, images, or information. It is always suffused with non-linguistic and non-visual elements. Even when unexceptional or unmindful, the face-to-face meeting is an irreducible basis of the lifeworld and its commonality; it is charged with the possible emergence of something unforeseen that has nothing to do with normative communication. An encounter does not occur in empty space, nor is it bounded by the frame of a screen. It is an immersion, an inhabiting of an atmospherics, affecting every sense, whether consciously or not. This kind of meeting, this proximity, is literally a con-spiracy, a breathing together.

Yet the stifling of our propensity for encounters and their responsibilities unfolds on many levels. One of the forces exacerbating this debilitation is the pervasive use of biometric procedures and related techniques to reconfigure human behavior and responses into quantifiable information. There is little in the body and brain that is not now subjected to extraordinary forms of monitoring and analysis, and an important goal of this data acquisition is to maximize and habitualize our use of network technology. During the last decade, biometrics have been debated and critiqued extensively but mostly around questions of surveillance, consumer profiling, and digital policing. My concern in this chapter, however, is the fate of what makes possible and sustains an intersubjective lifeworld: the voice, the face, and the gaze. Capitalism requires their appropriation and utilization as part of the weakening of an individual’s capacity for caring, empathy, or community. Biometrics furthers the comprehensive habituation of human beings to interfacing with machine systems. The reductiveness of its operations, especially when these target vision and speech, leads to a splintering of the interhuman basis of a shared social reality.

 

Crary, Blog Üzerine

Blog’a eklediğim kayıtlar tam da blog girdisi sayılmazlar. Başta telif hakkı ihlali, bunun yanı sıra tembelce girişilmiş arşiv, günlük ve yazı denemelerinden oluşuyor içerik. Kişisel ve mahrem dijital alanımda dosyalamak yerine, yarı-kamusal bir alana açma sebebim ne? Sıradan koşullarda hiç kimse girip okumayacak olsa da bir gün çok isabetli bir arama motoru aramasında birisi böylesi alıntılar ya da yorumlarla karşılaşmaktan anlık bir haz alabilir. Aşırı kişisel bir karşılaşma gerçekleşebilir, birden veriye dönüşebiliriz. Tanınma çabası, sibernetik sosyalleşme ve anahtar kelimelerin korunaklı ağırlıkları ardına saklanma da cabası.

Ziyaretçi verisini işleyen Google Analytics, her gün birkaç kişinin blog’u ziyaret ettiğini, anında çıkma oranlarının 90% civarında olduğunu söylüyor. İnternette aradığını bulamadığın, birkaç saniyelik bir tıklama ve vazgeçme anı. Bir günde kaç kere başımıza geliyor kim bilir bu talihsizlik. Siber-alanda yol aldıkça tatminsizlik biriktiriyoruz. Sonra yığıntıda birden komik ya da ilgi çekici bir şey karşımıza çıkıveriyor.

Blog tutmak üzerine kitaplara ve makalelere bakınca —ve ‘içerik üreterek nasıl bir ayda 3000$ kazandım, siz de kazanın’ yazılarını eleyince— karşılaştığım genel eğilim bu eylemin narsizmine dair yorumlar ve incelemelerden oluşuyor. Sosyal medya eleştirisi yapan yazarlar bunu politik, ekonomik ve psikolojik bir gayri maddi emek sömürüsü —ve kendini sömürü—, apolitizm ve kolektifliğin dışına düşme hali olarak okuyorlar. Haklı buluyorum. Sözünün değeri olmadığına bir inanç ile söz etmekten imtina edememenin arasında kıskıvrak kalmış, kilitsiz, kapağı yoktan gelen sert rüzgarla açılan bir hatıra defteri yazmak gibi.

Müthiş tempolu ve istikrarlı bir okur olan Tony’nin dünya edebiyatından okuduklarını paylaştığı blog’unun alt başlığı: “yazar olmak için çok tembel, sessiz kalmak içinse çok egoist”. Tony, Melbourne’de yaşayan bir İngiliz’miş, Kore ve Japonya edebiyatını yakından takip ediyor, bense onun okurluğunu izliyorum. Öte yandansa tam emin olamıyorum, Nijeryalı yazar Teju Cole Hırsıza Her Gün Bayram kitabını blog’una yazdığı yazıları toparlayarak çıkardığını söylüyordu. New York’tan memleketine döndüğünde karşılaştıklarını blog’unda yaza yaza bir deneme/biyografi yazarı oluvermiş, fotoğraflı romanı sadece ismen ve şeklen de olsa Sebald ile birlikte anılmaya kadar götürmüş onu. Mesleğinin yazarlık olması belki bu örneği farklılaştırıyordur. Birden beliren büyük ihtimalle yanlış düşünce: yurdu kayanlar daha çok blog tutuyor.

Crary, sorumluluğun ve ötekinin terk edilmesi olarak görüyor blog’u. Katılıyorum, özellikle de apolitik bir eylem olmasına. Sadece, bu ret içinde başka tür bir sorumluluğa ve ötekiyle karşılaşmaya imkân veren olasılıklar barındığını da düşlüyorum. Henüz her şeyimizle kontrol altına alınamadık, iyi ya da kötü bir şeyler denemeye alanımız var. Belki de yok, her şey buraya kadar.

2025 yaz edit: crary utanmadan kitap yazıp utanmadan blog tutanları eleştirmiş.

1990’larda neoliberalizmin doğuşuna eşlik eden denetim biçimleri, öznel etkileri ile ortak ve kolektif olarak desteklenen ilişkileri yok etmeleri bakımından daha işgalcidir.  7/24 beklemesiz bir zaman, talep üzerine bir ânındalık, başkalarının mevcudiyetinden yalıtılma yanılsaması sunar. Yakınlığın beraberinde getirdiği, başka insanlara karşı sorumluluk, kişinin günlük rutinleri temaslarının elektronik olarak yönetilmesiyle kolaylıkla atlanabilir artık. Belki daha da önemlisi, 7/24 doğrudan demokrasinin her biçimi için elzem olan birey sabrı ve saygısını köreltmiştir: başkalarını dinleme sabrını, konuşmak için sıranın sana gelmesini bekleme sabrını. Blog fenomeni, başka birini bekleyip dinlemenin gerekli olması ihtimalinin ortadan kalktığı tek yönlü olarak olarak kendi kendine çene çalma modelinin -daha nicesi olan- zaferlerinden biridir. Dolayısıyla blog tutmak, ne gibi niyetlerle olursa olsun, “siyasetin sonu”nu ilan eden daha pek çok şeyden biridir.

Jonathan Crary, 7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu, çev. Nedim Çatlı, Metis Yayınları, 2015 [2013], s. 121.

Pettman, Akıllı Telefonlar ve Sosyal Medya’nın Dikkate Saldırısı

“İtalyan düşünür Giorgio Agamben’e göre, günümüz dünya nüfusu “insanlık tarihinin gördüğü en uysal ve korkak nüfustur” (s. 22). Ona bakılırsa bu durumun altında, Stiegler’in de son derece etraflıca yakındığı libidinal yıkım güçlerine kendimizi tümden teslim etmemiz yatar. Farklı bir terminoloji kullanmakla beraber Stiegler’den daha da karamsar bir sonuca varan Agamben’e kalırsa, sadece beşeri özgürlüklerimizden değil, kendi yaşamlarımızın öznesi olma yetimizden de sistematik biçimde mahrum bırakılmaktayız. Sahiden de işin ironik yanı Agamben’in hal ve gidişatı, epey Hollywoodvari bir yaklaşımla, Terminatör tarzında okumasıdır. Teknoloji insanlığın doğuşunda hazır bulunmuş olsa da, Agamben’in “aygıt” olarak adlandırdığı olgu, özümüzde bulunan çok şey vadeden hayvanın intikamı olarak betimlenir. Gelgelelim, Platon’un illüzyonlarla dolu mağarasından, mağaranın duvarından koparılmış cep telefonu şeklinde küçük parçaları cebimize atmak için çıkmışız gibi, bu hayvan kendi edilgen hipnozunu daima daha taşınabilir ve yaratıcı yollarla icat etmeyi seçer. (Felsefeden olabildiğince uzak bir çıkışında Agamben itirafta bulunur: “İnsan ilişkilerini daha da soyut hale getiren bu aygıta [cep telefonuna] dindirilemez bir öfke duymaya başladım… [Sahiden] şu telefondarı hem nasıl yok edeceğimi ya da etkisiz hale getireceğimi, hem de onları elinden bırakmayanları ortadan kaldırmasam bile, nasıl cezalandırıp hapse atacağımı düşünürken buldum kendimi birkaç kez” [s. 16].) Agamben’e göre canlı varlıklar “aygıtlarla” devamlı ve “günlük bir göğüs göğse mücadele içerisindedir” (s. 15), zira aygıtlar “canlı varlıkların hareketlerini, davranışlarını, görüşlerini veya söylemlerini öyle ya da böyle yakalama, yönlendirme, belirleme, önleme, şekillendirme, denetleme ya da ele geçirme kabiliyetine sahip hemen her şeydir” (s. 14).[9] Artık telefonlarımızı konuşmaktan ziyade sosyal medya uygulamalarımızın sunucusu olarak kullandığımız da hesaba katılırsa, yanlış bir şevke kapılıp Debord’un deyimiyle “genel bir otizm” üzerinden hareket edişimizi lanetlemek için Agamben’in nedenleri azalmaktan ziyade artacaktır.

Ne var ki Agamben’in sistemi, meseleyi ele almamızı zorlaştıracak ölçüde Manicidir, zira “aygıt”tan kurtulmanın tek yolu beşeri niteliklerimizden sıyrılmak ve her nasılsa mucizevi bir şekilde teknolojiden arınmış bir dünyada yolumuza devam etmektir. Ruhumuzun bile envai çeşit teknikle şekillendirildiği düşünülürse, bu sistem politik bir çözümden ziyade idealist bir hüsnü kuruntuya daha yakın durmaktadır. Bunun yerine, altyapı ile ideolojinin birbirini hangi yollarla pekiştirdiğine açıkmala getirmeliyiz ki, hem aralarındaki güçlü suç ortaklığına karşı koyacak stratejiler geliştirebilelim, hem de Crary’nin ifadesiyle “tekniklerin nesnesi haline getirilmiş ortak yaşam gibi bir akıbetten” (s. 29) kurtulalım. Gerçekten de sosyal medyanın senkronize edici işlevi öylesine etkilidir ki, sosyal platformlarının neredeyse özelliklerini göklere çıkaran Zuckerberg ve şürekası bizimle alay ediyor olmalıdır. Neticede başka platformlar kullanmamamız ya da sosyal medyadan tümüyle çıkmamamız için milyarlarca dolar harcamaktadırlar. Yine Crary’nin uyardığı üzere, “Ağlar ortak deneyim ve yakınlık üzerinden kurulmuş halihazırda mevcut ilişkilerin hizmetinde değilse; ayrışmaları, bulanıklığı ve kullanımlarına içkin çıkarcılığı her zaman yeniden üretir ve pekiştirirler.” Başka bir deyişle, “asli kaynakları sosyal medyanın kullanılmasına uzanan her karışıklık, kaçınılmaz surette kısa ömürlü ve önemsiz kalmak zorundadır” (s. 121). Fakat bu ikisi arasında, yani sosyal medyanın şuursuz esareti ile internetten el etek çekmenin yol açtığı ve giderek daha yalıtılmış bir hale bürünen özgürlük dışında başka seçenek yok mu? İkiyüzlü ağın etkileşen özneyi kendi kendini fesheden bir tür özdeşleşmeye çağırdığı, Silikon Vadisi’nin stratejik dijital celbine teslim olmaksızın bu yeni iletişim araçlarını kullanmanın yolları yok mudur?

Paul North’un sunduğu formül manidardır: “Sinema bize imgelerden vazgeçmeyi öğretir” (s. 174). Sosyal medya da kendi payına imge, metin ve ses üzerinden bize aktarılan kişiselleştirilmiş ayartıcı taleplerden vazgeçmemizi öğretir. Fakat bunu sadece bir sonraki dikkat dağıtıcı bileşime yeniden hazırlanmamız için yapar. Ve bir sonraki.

Ve bir sonraki.”

[9] Agamben’e göre dilin kendisinin bir aygıt olduğu düşünülürse, teknolojinin menfur tuzaklarından “kurtulmak” da, sözde insanlığımızı tümüyle reddederek, kurtarılmış hayvanlığımızın açıklığında, hiçbir şekilde yabancılaşmaya uğramamaış bir duruma dönüp dolaşıp gelmekten başkaca bir şey olamaz. Dilsel olarak sömürgeleştirilmiş düşünceden azade, gelecekteki insan(-sonrası) hayvana dair kurulmuş bu düş, Agamben’in gerçekten de en sıkı teknoloji karşıtlarından biri olduğunu ortaya koymaktadır.

Agamben, Giorgio, “What is an Apparatus?”, “What is an Apparatus” and Other Essays içinde, çev. David Kishik ve Stefan Pedatella, Stanford: Stanford University Press, 2009.
Crary, Jonathan, 24/7: Late Capitalism and the Ends of Sleep, Londra: Verso, 2014 [Türkçesi: 7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu, çev. Nedim Çatlı, İstanbul: Metis, 2015].
North, Paul, The Problem of Distraction, Stanford: Stanford University Press, 2012.

Dominic Pettman, Sonsuz Dikkat Dağınıklığı: Gündelik Yaşamda Sosyal Medyaya Odaklanmak, Sel Yayınları, çev. Yunus Çetin, 2017 [2016], s. 43-5.