”
Bu öteki düşünce ile yükümlü olan kimdir? İşlemcisi, memuru ya da “uzmanı” olan kimse yoktur. Her düşüncede bu öteki düşünce düşünür -ve bu düşünceyi düşünür, yani onu tartar, onu dener, onu özgürlüğün sınavına sokar. “Her düşüncede” düşünür: bu, bir matematik düşüncesinde bir oyun olabilir, ya da bir politika, teknik, gündelik yaşam vs düşüncesinde bir oyun. Bu, birini düşünürken, “hiçbir şey düşünmez”ken, karar verme kaygısındayken, ya da acının sıkıntısı içindeyken, ya da zorunluluğun zorlukları ya da tatsızlıkları içindeyken de olabilir, kavram oluştururken, derin düşünürken, bir söylev düzenlerken de. Daha önce söylemiştik: her türlü düşünceyi düşünce olarak özgürleştiren öteki düşünce, hiçbir tanımlı düşünce formu içinde bulunmaz [se tient] -ve belki de her türlü düşüncenin formsuzluğudur- ve bunun sonucu olarak “felsefe” olarak adlandırılan şeyin içinde de bulunmaz. Bir anlamda daha da fazlasını söylemek gerekir: “felsefe”yi başımızdan attık çünkü o zorunluluğunun imparatorluğunu özgürlüğün üzerine kapattı ve böylelikle öteki düşünceden ya da düşüncedeki özgürlükten kaçtı. Felsefenin özgürlüğü bir sorun olarak kurması böyle oldu, oysa özgürlük herşey olabilir ama bir “sorun” değil. Düşüncenin içinde düşünceye hitap eden ve düşünceyi düşünceye yönelten şey bir “sorun” teşkil edemez”: o bir “olgu”dur, ya da bir “armağan”dır, ya da bir “görev”dir.
Öyleyse neden felsefe -ya da nasıl adlandırmak isteniliyorsa? (Heidegger istediği kadar bu adın yerine “düşünce” adını -ve hatta burada bizim sözümüzü de yöneten en ala sebeplerden dolayı koymuş olsun, bizim için yine de, böyle bir ikame etmenin zorunluluğunu ve olası kayıp ve kazanımlarını felsefeden itibaren belirlemiş olan bir filozoftur ve “felsefe” bizim için hala düşüncenin en ele alınamaz özgürlüğünü düşünce olarak oyuna sokma olanağına göndermektedir -en azından teknik ya da pratik olarak, ya da örneğin kurumsal olarak.) Özgürlüğün felsefesi gerekli midir? Ama daha önce söylemiştik: bu oldu, felsefenin bütününde ve bütün felsefe olarak. Şu söylenebilirdi: “özgürlük” felsefe içinde belirmiş ve felsefenin kapanışının tutsağı olarak kalmıştır, tıpkı bizzat İdeası’nın kendi has idealliği üzerine katlanmış olduğu gibi -ve buna felsefenin kendini aşmaya ya da gerçekleştirmeye çalıştığı yer de dahildir. Bu yüzdendir ki, felsefe terkedilmediği zamanlarda, felsefede özgürlük terkedilmiştir. O derece ki, bugün özgürlük üzerine felsefi bir söylevde bulunmakta gülünç ya da edepsizce bir yan vardır.
Nitekim özgürlükle hiç bir alıp vereceği yoksa “felsefe”nin bir önemi yoktur; ya da daha ziyade, “felsefe”, özgürlüğün İdea’sının anlaşıl(ma)ması olmak yerine özgürlük olgusunun kayda düşülmesi olmayacaksa, önemsizdir. Oysa özgürlük, “o” bizim için önemlidir. Arzuladığımız ve keyfini sürme hakkına sahip olduğumuz bir mal olduğu için değil, öteden beri kendimizi onunla tanımladığımız ve ona yazgıladığımız için. Öteden beri: yani Batı’nın kuruluşundan, yani demektir ki felsefenin kuruluşundan bu yana.
Bizim batılı felsefi kuruluşumuz -her ne kadar özgürlüğün temeli ve temel olarak özgürlük felsefenin eline sığmıyor olsalar da (ve belki de özellikle bundan dolayı)- aynı zamanda bizim özgürlükte kuruluşumuzdur.
İmdi, felsefe daima “felsefe”den, yani genel anlamda temellendirmenin disiplini olarak kavramların katıksız disiplininden daha fazla ve başka bir şeyi imlemiş, ya da en azından işaret etmiştir. (“Varlık düşüncesi” başlığı bile öncelikle bir kavramın incelemeye alınmasını ve bu kavramın temel ile ilişkisinin sistemli olarak sorgulanmasını tarif eder.) Nitekim kavramların katıksız disiplini diye bir şeyin fikrinin var olmasının tek nedeni, bizzat kavramın düzeninin, kökeni ve özü gereği, özgürlük unsuruna ait olduğunun ön-anlayışının -felsefenin zorunlu olarak kendini öncelediği ve kendi dışına çıktığı yer olan bir tür mutlak önkoşul sayesinde- var olmasıdır. Kavramın kendisi pekala temsili soyutlama olarak görünebilir: ama kavramın kavramı, eğer böyle söylenebilirse, temsilin kendisine -ve hem temelin temsiline hem de temsilin temeline: yani varoluş uyarınca olma tarzı, ya da bir dünyası olmanın özgür olanaklılığı olarak, ya da bir dünyaya hazır olma niteliği olarak (isterse bu dünya, felsefede olduğu gibi, yalnızca bir temsil dünyası olsun)- erişimi var kılan özgürlükten başka bir şey olamaz. Özgürlüğün olgusallığı –bu aynı zamanda düşüncenin de olgusudur. Ve öyleyse “insan”ı düşünceyle tanımlamamız olgusunda -felsefeyi açan ve dolayısıyla aynı zamanda onu önceleyen olgu- da mevcuttur: yani insanı bir evrensel düzenin parçası olarak değil, Tanrı’nın yaratısı ya da mirasçısı ya da onun has soyunun aktancısı olarak da değil, zôon logo nekon [dili ve evi olan hayvan] olarak tanımlamamız. Düşünce logos olarak özgülleşir ve logos, –logosun diyalojisinin ve diyalektiğinin yazgılı oldukları bu “kavramın kavramı” ve “temelin temeli” düzeninde henüz herhangi bir kavram kombinatuarı ya da temsiliyet temeli tarif etmeden önce, özünde kendi has özüne erişme özgürlüğünü tarif eder. Logos ilk olarak bir “sebep”in [raison] bulunması, alımlanması ya da tayin edilmesi değil, herşeyden önce özgürlüktür: her türlü “sebep”in “sebep”inin kendini sunmasını ya da bahşetmesini sağlayan özgürlük. Zira akıl yalnızca logos‘a bağımlıdır; logos ise herhangi bir “sebepler düzeni”ne değil bir “maddeler düzeni”ne bağlıdır ve bu düzenin birinci maddesi, özgürlükten ya da düşüncenin bir dünya için özgürleşmesinden başka bir şey değildir. Özgürlüksüz logos, kavram olarak kavram, temel olarak temel, ya da temsil olarak temsil (ne de logos olarak logos) sorusunu asla soramazdı. İşte böyle, logos, her türlü “mantık”tan önce, ama kendi has mantığını başlatarak, kendi has özüne özgürce erişir -bu herhangi bir öze has olarak ulaşmak olmayan bir tarzda olsa bile. Logos hem “özgürlük”e belli bir “mantık” içinde hakim olmaya çalıştığı zaman, hem de bu özgürlüğe herhangi bir “sebep” tahsis etmekten vazgeçtiği zaman, bu erişim -ki aynı zamanda logos‘un kaynağıdır -durmaksızın oyuna dahil olur.
Ama ister (kendine) hakim olsun ister (kendinden) vazgeçsin, logos peşinen özgürlük tarafından kapılmıştır ve özgürlük logos‘ un bile hakimiyetini ya da feragatini bozar. Bu şunu demeye gelir: özgürlük, düşünceyi, felsefe içinde, logos‘un Kavramı ya da Temeli olarak kendini kavramlaştıran “felsefe”nin daima ötesine fırlatır. Bundan dolayı, hiçbir felsef’ tamamlanma ya da kapanma yoktur ki, tam olarak “felsefe”yi olmasa bile, her türlü felsefeden daha kadim ve daha genç bir felsefi özgürlüğü yeniden talep etmesin ve kışkırtmasın. Öyleyse, “felsefe, özgürlük içinde düşüncedir”, demiyoruz; diyoruz ki, “özgürlük” fikrinin kaçınılmaz olarak ait olduğu (çünkü onu temellendirir, ya da onun temeli olarak anlaşılır(maz)) bütün Batı geleneği için, düşüncenin varolan açıklığından başka hiçbir şeye karşılık vermeyen özgürlüğün mantığı yalnızca felsefenin üzerinden (ya da felsefenin içinde doktrin olarak, düşünce gövdesi olarak, kavram inşası olarak) geçer. Düşünce ile özgürlük felsefede karşılıklı ilişki içinde belirlenmiş ve yazgılanmışlardır. Bu belirlenimden özgürleşmemiz gerekse bile bu, tanım gereği, basitçe felsefenin “dışarısı”nda gerçekleşemez. (Bu demek değil ki felsefenin “dışında” düşünce ya da özgürlük yoktur: ama logos içinde karşılıklı olarak belirlenmeleri anlamında ne biri vardır ne de öteki.)
Öyleyse, doğrulanamaz fikirler, nesnelliğin ve pratiğin kısıtlamalarından bağımsızca üretilmiş “büyük fikirler”, ya da bilgimizin yoksulluk bölgesini işgal eden serbest pazarıyla “dünya görüşleri” anlamında bir katıksız kavramlar disiplini yoktur -ki felsefe ve felsefi özgürlük pek sık olarak böyle anlaşılmaktadır (bizzat “özgürlük” fikri de bu felsefi serbest mübadelede ilk tedavüle sokulan ürünlerden biri olaraktan). Ama genel anlamda “hakikat”, “nesnellik”, “bilgi”, logos‘ ta temellen(me)miş olarak, özgürl ükte temellen(me)miştirler. Felsefe ya kavramlar disiplinini bu temelin deneyimlenmesine geri götüren düşüncedir, ya da kendi has kuruluşunun unutulması ya da silinerek geçersizleşmesidir.
Felsefe hiçbir biçimde temellendirici bir disiplin değil, (böyle bir şeyin olması mümkün değildir), logos‘u kendi has özüne erişim içinde tanımlayan özgürlüğün söylem içinde kendi has kıvrılmasıdır. Felsefe = düşüncenin özünde varoluşun bir dünya için özgürleşmesi ve bu özgürleşmenin özgürlüğünün “düşünce nesnesi” olarak temellük edilememesi, ama düşüncenin icrasını silinemez bir çizgiyle işaretlemesi. Felsefe, düşüncenin kendi kendine dokunduğu, kendini denediği, ya da özgürlüğün deneyimi uyarınca kendi has özüne eriştiği kıvrımdır -bu deneyim olmaksızın, düşünce “düşünce” olamazdı, kendi has özüne serbest erişim anlamında logos hiç olmazdı.
İşte böyle, felsefe hiçbir “özgürlük” teşkil etmez, hiçbir özgürlüğü temin etmez ve felsefe olarak hiçbir özgürlüğü savunamaz (fiili mücadelelerde başka tüm disiplinler gibi oynayabileceği dalaylı roller ne olursa olsun). Ama, tarihi ve kılık değiştirmiş hallerinde, logos’un özüne erişimi açık tutar. İşte böyledir ki, bundan böyle, özgürlüğün felsefi ya da metafizik kapanımının ötesinde bu erişimi -özgürlük- açık tutmalıdır. Felsefe durmaksızın kendisinin -yani bizzat “felsefe” kavramının sorgulanmasıyla tematik bilgisine sahip olduğu şeyin ötesindedir, bilgilerin Anka kuşu olacağı için değil, “felsefe yapmak” logos‘un özüne -onsuz en küçük bir “mantık” fikrimiz (söylemsel, anlatısal, matematiksel, metafiziksel, vs) olamazdı- başdöndürücü erişimi açık tutmaktan ibarettir. Ama bu tutma bir kuvvet işlemi değildir, ne de bir muhafaza işlemi: düşüncenin içinde bizzat düşünceyi eklemleyen şu özgürlük kıvrımını deneyimlemekten ibarettir (bunun anlamı şudur: düşünceyi eklemleyen ve onu asla temellük etmeyen özgürlüğü dilin içine kaydetmek).
Bunun sonucu olarak, hakiki felsefe “bilgide aynı zamanda bütün varoluşun felsefenin aradığı kökünde -özgürlükte- bulunduğu” yerde olduğu; ya da, felsefenin “varlığın kesin kavramsal bilgisi [olduğu]; ama ancak bu kavramanın (Begriefen), kendinde, Dasein’ın hakikat içinde felsefi olarak ele geçirilmesi (Ergriefen) demek olduğunda böyle” olduğu söylendiğinde, felsefi kavramın varoluşu özgürlüğü içinde anladığı söylenmiş olmaz, daha ziyade özgürlüğün kavramı “kavraması”nda ele geçirdiği söylenmiş olur. Bu bir “varoluş kavramlaştırması” değildir, bir özgürlük kavramlaştırması” (bu mümkünse) hiç değildir; bu, kavramın özgürlüğünü icra eden varoluştur, bu düşünce olarak varoluştur -ama düşünce, yalnızca dünyada-varlığın özgürlüğü için düşünce olmak kaydıyla herhangi bir şeyin düşüncesidir.Nihayetinde bu logos‘un praxis’idir (ya da “pratik akıl”); bir “teori pratiği”nden ziyade logos‘u kendi sınırına, bizzat varoluşun sınırına taşıyan şeydir; logos bunu “ele geçirir”, ama soğurarak yada altına alarak değil, tersine ona logos özünü veren -ve ondan kaçıran- şeyin varoluşun özgürlüğü olduğu olgusunu üstlenerek.
Felsefe genel anlamda düşüncenin özgür alanı değildir, özgürlüğün ahlaksal, siyasal ya da estetik pratiklerininin “teorik” vardiyası [relais] da değildir ve maddi özgürlükten mahrumiyeti ruhun bağımsızlığıyla telafi etmez. Ama felsefede özgürlüğün mantığı hiç durmadan onu başlatan pratik aksiyomla basitçe yeniden ilişki kurar: düşünce kendini varoluşun özgürlüğünden alır.
”
Jean-Luc Nancy, Özgürlük Deneyimi, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Aralık Yayınları, 2006 [1988] s. 82-7.