Nancy, Felsefe: Özgürlüğün Mantığı

Bu öteki düşünce ile yükümlü olan kimdir? İşlemcisi, memuru ya da “uzmanı” olan kimse yoktur. Her düşüncede bu öteki dü­şünce düşünür -ve bu düşünceyi düşünür, yani onu tartar, onu dener, onu özgürlüğün sınavına sokar. “Her düşüncede” düşü­nür: bu, bir matematik düşüncesinde bir oyun olabilir, ya da bir politika, teknik, gündelik yaşam vs düşüncesinde bir oyun. Bu, birini düşünürken, “hiçbir şey düşünmez”ken, karar verme kaygı­sındayken, ya da acının sıkıntısı içindeyken, ya da zorunluluğun zorlukları ya da tatsızlıkları içindeyken de olabilir, kavram oluş­tururken, derin düşünürken, bir söylev düzenlerken de. Daha önce söylemiştik: her türlü düşünceyi düşünce olarak özgür­leştiren öteki düşünce, hiçbir tanımlı düşünce formu içinde bulunmaz [se tient] -ve belki de her türlü düşüncenin formsuz­luğudur- ve bunun sonucu olarak “felsefe” olarak adlandırılan şeyin içinde de bulunmaz. Bir anlamda daha da fazlasını söy­lemek gerekir: “felsefe”yi başımızdan attık çünkü o zorunluluğunun imparatorluğunu özgürlüğün üzerine kapattı ve böy­lelikle öteki düşünceden ya da düşüncedeki özgürlükten kaçtı. Felsefenin özgürlüğü bir sorun olarak kurması böyle oldu, oysa özgürlük herşey olabilir ama bir “sorun” değil. Düşüncenin için­de düşünceye hitap eden ve düşünceyi düşünceye yönelten şey bir “sorun” teşkil edemez”: o bir “olgu”dur, ya da bir “armağan”dır, ya da bir “görev”dir.

Öyleyse neden felsefe -ya da nasıl adlandırmak isteniliyorsa? (Heidegger istediği kadar bu adın yerine “düşünce” adını -ve hatta burada bizim sözümüzü de yöneten en ala sebeplerden dolayı koymuş olsun, bizim için yine de, böyle bir ikame etmenin zorunluluğunu ve olası kayıp ve kazanımlarını felsefeden itibaren belirlemiş olan bir filozoftur ve “felsefe” bizim için hala düşüncenin en ele alınamaz özgürlüğünü düşünce olarak oyuna sokma olanağına göndermektedir -en azından teknik ya da pratik olarak, ya da örneğin kurumsal olarak.) Özgürlüğün felsefesi gerekli mi­dir? Ama daha önce söylemiştik: bu oldu, felsefenin bütününde ve bütün felsefe olarak. Şu söylenebilirdi: “özgürlük” felsefe içinde belirmiş ve felsefenin kapanışının tutsağı olarak kalmıştır, tıpkı bizzat İdeası’nın kendi has idealliği üzerine katlanmış oldu­ğu gibi -ve buna felsefenin kendini aşmaya ya da gerçekleştirmeye çalıştığı yer de dahildir. Bu yüzdendir ki, felsefe terkedilmediği zamanlarda, felsefede özgürlük terkedilmiştir. O derece ki, bu­gün özgürlük üzerine felsefi bir söylevde bulunmakta gülünç ya da edepsizce bir yan vardır.

Nitekim özgürlükle hiç bir alıp vereceği yoksa “felsefe”nin bir önemi yoktur; ya da daha ziyade, “felsefe”, özgürlüğün İdea’sının anlaşıl(ma)ması olmak yerine özgürlük olgusunun kayda düşülmesi olmayacaksa, önemsizdir. Oysa özgürlük, “o” bizim için önemlidir. Arzuladığımız ve keyfini sürme hakkına sahip oldu­ğumuz bir mal olduğu için değil, öteden beri kendimizi onunla tanımladığımız ve ona yazgıladığımız için. Öteden beri: yani Batı’­nın kuruluşundan, yani demektir ki felsefenin kuruluşundan bu yana.

Bizim batılı felsefi kuruluşumuz -her ne kadar özgürlüğün temeli ve temel olarak özgürlük felsefenin eline sığmıyor olsalar da (ve belki de özellikle bundan dolayı)- aynı zamanda bizim özgürlükte kuruluşumuzdur.

İmdi, felsefe daima “felsefe”den, yani genel anlamda temel­lendirmenin disiplini olarak kavramların katıksız disiplininden daha fazla ve başka bir şeyi imlemiş, ya da en azından işaret etmiştir. (“Varlık düşüncesi” başlığı bile öncelikle bir kavramın incelemeye alınmasını ve bu kavramın temel ile ilişkisinin sistemli olarak sorgulanmasını tarif eder.) Nitekim kavramların katıksız disiplini diye bir şeyin fikrinin var olmasının tek nedeni, bizzat kavramın düzeninin, kökeni ve özü gereği, özgürlük unsuruna ait olduğunun ön-anlayışının -felsefenin zorunlu olarak kendini öncelediği ve kendi dışına çıktığı yer olan bir tür mutlak önkoşul sayesinde- var olmasıdır. Kavramın kendisi pekala temsili soyut­lama olarak görünebilir: ama kavramın kavramı, eğer böyle söyle­nebilirse, temsilin kendisine -ve hem temelin temsiline hem de temsilin temeline: yani varoluş uyarınca olma tarzı, ya da bir dünyası olmanın özgür olanaklılığı olarak, ya da bir dünyaya hazır olma niteliği olarak (isterse bu dünya, felsefede olduğu gibi, yalnızca bir temsil dünyası olsun)- erişimi var kılan özgürlükten başka bir şey olamaz. Özgürlüğün olgusallığı –bu aynı zamanda düşüncenin de olgusudur. Ve öyleyse “insan”ı düşünceyle tanım­lamamız olgusunda -felsefeyi açan ve dolayısıyla aynı zamanda onu önceleyen olgu- da mevcuttur: yani insanı bir evrensel dü­zenin parçası olarak değil, Tanrı’nın yaratısı ya da mirasçısı ya da onun has soyunun aktancısı olarak da değil, zôon logo nekon [dili ve evi olan hayvan] olarak tanımlamamız. Düşünce logos olarak özgülleşir ve logos, –logosun diyalojisinin ve diyalektiğinin yazgılı oldukları bu “kavramın kavramı” ve “temelin temeli” düzeninde­ henüz herhangi bir kavram kombinatuarı ya da temsiliyet temeli tarif etmeden önce, özünde kendi has özüne erişme özgürlü­ğünü tarif eder. Logos ilk olarak bir “sebep”in [raison] bulunması, alımlanması ya da tayin edilmesi değil, herşeyden önce özgür­lüktür: her türlü “sebep”in “sebep”inin kendini sunmasını ya da bahşetmesini sağlayan özgürlük. Zira akıl yalnızca logos‘a bağım­lıdır; logos ise herhangi bir “sebepler düzeni”ne değil bir “mad­deler düzeni”ne bağlıdır ve bu düzenin birinci maddesi, özgürlükten ya da düşüncenin bir dünya için özgürleşmesinden başka bir şey değildir. Özgürlüksüz logos, kavram olarak kavram, temel olarak temel, ya da temsil olarak temsil (ne de logos olarak logos) sorusunu asla soramazdı. İşte böyle, logos, her türlü “mantık”tan önce, ama kendi has mantığını başlatarak, kendi has özüne özgürce erişir -bu herhangi bir öze has olarak ulaşmak olmayan bir tarzda olsa bile. Logos hem “özgürlük”e belli bir “mantık” içinde hakim olmaya çalıştığı zaman, hem de bu özgür­lüğe herhangi bir “sebep” tahsis etmekten vazgeçtiği zaman, bu erişim -ki aynı zamanda logos‘un kaynağıdır -durmaksızın oyuna dahil olur.

Ama ister (kendine) hakim olsun ister (kendinden) vazgeçsin, logos peşinen özgürlük tarafından kapılmıştır ve özgürlük logos‘­ un bile hakimiyetini ya da feragatini bozar. Bu şunu demeye gelir: özgürlük, düşünceyi, felsefe içinde, logos‘un Kavramı ya da Te­meli olarak kendini kavramlaştıran “felsefe”nin daima ötesine fırlatır. Bundan dolayı, hiçbir felsef’ tamamlanma ya da kapanma yoktur ki, tam olarak “felsefe”yi olmasa bile, her türlü felsefeden daha kadim ve daha genç bir felsefi özgürlüğü yeniden talep etmesin ve kışkırtmasın. Öyleyse, “felsefe, özgürlük içinde düşün­cedir”, demiyoruz; diyoruz ki, “özgürlük” fikrinin kaçınılmaz ola­rak ait olduğu (çünkü onu temellendirir, ya da onun temeli olarak anlaşılır(maz)) bütün Batı geleneği için, düşüncenin varolan açıklığından başka hiçbir şeye karşılık vermeyen özgürlüğün mantığı yalnızca felsefenin üzerinden (ya da felsefenin içinde doktrin olarak, düşünce gövdesi olarak, kavram inşası olarak) geçer. Düşünce ile özgürlük felsefede karşılıklı ilişki içinde belir­lenmiş ve yazgılanmışlardır. Bu belirlenimden özgürleşmemiz gerekse bile bu, tanım gereği, basitçe felsefenin “dışarısı”nda gerçekleşemez. (Bu demek değil ki felsefenin “dışında” düşünce ya da özgürlük yoktur: ama logos içinde karşılıklı olarak belirlen­meleri anlamında ne biri vardır ne de öteki.)

Öyleyse, doğrulanamaz fikirler, nesnelliğin ve pratiğin kısıt­lamalarından bağımsızca üretilmiş “büyük fikirler”, ya da bilgi­mizin yoksulluk bölgesini işgal eden serbest pazarıyla “dünya görüşleri” anlamında bir katıksız kavramlar disiplini yoktur -ki felsefe ve felsefi özgürlük pek sık olarak böyle anlaşılmaktadır (bizzat “özgürlük” fikri de bu felsefi serbest mübadelede ilk tedavüle sokulan ürünlerden biri olaraktan). Ama genel anlamda “hakikat”, “nesnellik”, “bilgi”, logos‘ ta temellen(me)miş olarak, özgürl ükte temellen(me)miştirler. Felsefe ya kavramlar disipli­nini bu temelin deneyimlenmesine geri götüren düşüncedir, ya da kendi has kuruluşunun unutulması ya da silinerek geçersiz­leşmesidir.

Felsefe hiçbir biçimde temellendirici bir disiplin değil, (böyle bir şeyin olması mümkün değildir), logos‘u kendi has özüne erişim içinde tanımlayan özgürlüğün söylem içinde kendi has kıvrılmasıdır. Felsefe = düşüncenin özünde varoluşun bir dünya için özgürleşmesi ve bu özgürleşmenin özgürlüğünün “düşünce nesnesi” olarak temellük edilememesi, ama düşüncenin icrası­nı silinemez bir çizgiyle işaretlemesi. Felsefe, düşüncenin kendi kendine dokunduğu, kendini denediği, ya da özgürlüğün dene­yimi uyarınca kendi has özüne eriştiği kıvrımdır -bu deneyim olmaksızın, düşünce “düşünce” olamazdı, kendi has özüne ser­best erişim anlamında logos hiç olmazdı.

İşte böyle, felsefe hiçbir “özgürlük” teşkil etmez, hiçbir özgür­lüğü temin etmez ve felsefe olarak hiçbir özgürlüğü savunamaz (fiili mücadelelerde başka tüm disiplinler gibi oynayabileceği dalaylı roller ne olursa olsun). Ama, tarihi ve kılık değiştirmiş hallerinde, logos’un özüne erişimi açık tutar. İşte böyledir ki, bundan böyle, özgürlüğün felsefi ya da metafizik kapanımının ötesinde bu erişimi -özgürlük- açık tutmalıdır. Felsefe durmak­sızın kendisinin -yani bizzat “felsefe” kavramının sorgulanmasıyla tematik bilgisine sahip olduğu şeyin ötesindedir, bilgilerin Anka kuşu olacağı için değil, “felsefe yapmak” logos‘un özüne -onsuz en küçük bir “mantık” fikrimiz (söylemsel, anlatısal, matematik­sel, metafiziksel, vs) olamazdı- başdöndürücü erişimi açık tut­maktan ibarettir. Ama bu tutma bir kuvvet işlemi değildir, ne de bir muhafaza işlemi: düşüncenin içinde bizzat düşünceyi eklem­leyen şu özgürlük kıvrımını deneyimlemekten ibarettir (bunun anlamı şudur: düşünceyi eklemleyen ve onu asla temellük etme­yen özgürlüğü dilin içine kaydetmek).

Bunun sonucu olarak, hakiki felsefe “bilgide aynı zamanda bütün varoluşun felsefenin aradığı kökünde -özgürlükte- bulun­duğu” yerde olduğu; ya da, felsefenin “varlığın kesin kavramsal bilgisi [olduğu]; ama ancak bu kavramanın (Begriefen), kendin­de, Dasein’ın hakikat içinde felsefi olarak ele geçirilmesi (Ergriefen) demek olduğunda böyle” olduğu söylendiğinde, felsefi kavramın varoluşu özgürlüğü içinde anladığı söylenmiş olmaz, daha ziyade özgürlüğün kavramı “kavraması”nda ele geçirdiği söylenmiş olur. Bu bir “varoluş kavramlaştırması” değildir, bir özgürlük kavramlaştırması” (bu mümkünse) hiç değildir; bu, kav­ramın özgürlüğünü icra eden varoluştur, bu düşünce olarak varoluştur -ama düşünce, yalnızca dünyada-varlığın özgürlüğü için düşünce olmak kaydıyla herhangi bir şeyin düşüncesidir.Nihayetinde bu logos‘un praxis’idir (ya da “pratik akıl”); bir “teori pratiği”nden ziyade logos‘u kendi sınırına, bizzat varoluşun sınırına taşıyan şeydir; logos bunu “ele geçirir”, ama soğurarak yada altına alarak değil, tersine ona logos özünü veren -ve ondan kaçıran- şeyin varoluşun özgürlüğü olduğu olgusunu üstlenerek.

Felsefe genel anlamda düşüncenin özgür alanı değildir, özgür­lüğün ahlaksal, siyasal ya da estetik pratiklerininin “teorik” vardi­yası [relais] da değildir ve maddi özgürlükten mahrumiyeti ruhun bağımsızlığıyla telafi etmez. Ama felsefede özgürlüğün mantığı hiç durmadan onu başlatan pratik aksiyomla basitçe yeniden ilişki kurar: düşünce kendini varoluşun özgürlüğünden alır.

Jean-Luc Nancy, Özgürlük Deneyimi, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Aralık Yayınları, 2006 [1988] s. 82-7.

 

Diken, Houellebecq’de Hınç ve Kinizm

Bülent Diken Nihilizm okumasıyla, kendine benzer niyetlerle bir okurluk ve seyirciliği deneyimleyen bir avuç insanın seyrettiği yörüngede dolaşıyor. Önce Nietzsche sonra Deleuze ve Žižek, bu çerçevede zengin bir referans listesini sırtına alarak perde aralarında Nuri Bilge Ceylan’a da Houellebecq’e de uğruyor. Bu pasajda Bernstein’ın “Zelil Kahraman” (abject hero) tahlili ve Agamben’in İstisna Hâli’nin Houellebecq karnavalına uygulanışı ilgimi çekti. 

.

KARNALAVESK -VE ACI

Haydi, Aralık geldi; babalarımızın buyurduğu özgürlüğün keyfini sür ve ne istersen söyle (Horatius, 2005, s. 67).

Kabul etmek gerekir ki Houellebecq’in metinleri belgesel niteliği taşımaktan ya da bir dünya görüşüne dair güvenili önermeler olmaktan ziyade, edebi metinlerdir. Houellebecq, Fransız edebiyatının, geçmişi Roma’ya, Juvenalis’le başlayan kadın düşmanı toplum hicvine kadar uzanan geleneğin son temsilcisidir. Bernstein’ın (1992) gösterdiği gibi, “zelil kahraman”, modernitenin romantize edilmiş tutunamayanı, aslında zaten efendi ve köle rollerinin yer değiştirdiği karnavallarda, Saturnalia diyaloglarında doğmuş bir karakterdir. İlginçtir, yapısında son derece keskin ve negatif bir yan bulunan bu diyaloglar modern zamanları atlatıp hayatta kalabilmiştir. Çağdaş kültürde zelil kahraman, kıymet vermediği topluma uyum sağlamayı reddeden merkezi bir figürdür. Bu anlamda Houellebecq’in bütün karakterleri zelil kahramanın, karnavaldaki kölenin söylemini benimser. Ve Houellebecq de Fransız edebiyatının enfant terrible‘ı olarak tanınır hale gelir; çünkü sahip olduğu paradoksal, “izin verilmiş özgürlük”le bütün normatif hiyerarşileri tersyüz edip kendini kötüleyerek, toplumu, “efendi”sini de kötüleyebilir. Bu açıdan bakıldığında Houellebecq’de Horatius’un karnavalla ilgili satirlerinin bir yankısı kolaylıkla duyulabilir:

Evet, kabul ediyorum, mideme pek düşkünüm. Güzel bir koku duyunca burun deliklerim seğirir, zayıfım, omurgasızım, üstelik oburluğum da cabası; ama sen de tıpkı benim gibisin, tabii daha beter değilsen (Horatius, 2005, s. 67-8).

Tam da bu anlamda Houellebecq’in karakterleri kendilerini alçaltmaya, sefaletlerini kabullenmeye ve metne de dahil edilen bir öz-bilinç sergilemeye (“Ben kiniğim, nemrut bir insanım…”) her zaman hazırdır (Houellebecq, 2005, s. 22). Örneğin The Possibility of an Island‘da romanın stand-up’çı kahramanı Daniel bir kinik olduğunu, bir “soytarı” olduğunu kabul eder. Ancak bu “tevazu”ya kanmamak gerekir; çünkü bu kabul onu çevreleyen toplumun ondan bile daha kinik olduğu argümanına hizmet etmekten başka bir şey yapmaz. Daniel şöyle espriler yapar örneğin:

“Vajinanın etrafındaki yağlı şeye ne denir biliyor musun?”
“Hayır.”
“Kadın” (Houellebecq, 2005, s. 11).

Ve ardından alaycı bir şekilde hemen ekler:

“Tuhaftır, öyle bir şeye attırmışlığım var. Tabii o zamanlar Elle ve Télérama‘da hakkımda iyi yorumlar çıkıyordu” (a.g.y.)

Sergilediği işkence ve barbarlık sahneleri, ırkçılık, yamyamlık, pedofili, baba katilliği Daniel’in yanına kalır ve sanat dünyasında, “para getiren her şey” sermayeye çevrilmiş olur (Houellebecq, 2005, s. 110). Bu sayede, hınça özgü o nefret kendini tevazu ve aşağılık duygusu ifşaatlarıyla gözlerden saklar (bkz. Deleuze, 1983, s. 117). Aslında hınç insanı “bir süreliğine kendini küçültüp boyun eğmeyi” bilir (Nietzsche, 1996, s. 24). Ben kiniğim ama beni çevreleyen toplum benden daha kinik; ben kötüyüm ama sen benden betersin. Tabii bunları ciddiye almamak gerekir; çünkü en başta soytarının kendisi yaşadığı talihsizlikleri ciddiye almaz. “Cezadan muaf, katıksız bir piç gibi” yazmasını mümkün kılan şey, yaşadığı talihsizliklerdir (Houellebecq, 2005, s. 11). Houellebecq’in hınç dolu figürleri talihsizliklerini bir artı-keyif kaynağına dönüştürmede iyice ustalaşmıştır. Başkalarını suçlamak ve sorumlu tutmak, söylemlerinin karakteristik bir özelliği haline gelmiştir.

Atomised‘da betimlenen, New Age tatil kampının sahibi, Houellebecq’in gerçek bir kişiden yola çıkarak yarattığı karakterlerden birisidir. Bu kişi, kampı “herkesin herkesle yattığı bir seks yuvası” olarak tasvir eden yazarı dava etmiş ve davayı kazanmış, bunun ardından Houellebecq kitabın sonraki basımlarında tatil kampının adını değiştirmiştir (Tait, 2006, s. 3-4). Tatil kampının sahibinin şikâyeti ilgi çekicidir: “Sanırım kendini yanlış giden şeyleri düzelten biri olarak görüyor; bir yandan pislik içinde yuvarlanmaya bayılıyor, bir yandan da, ‘bakın, toplum benden bile daha iğrenç’ diyor” (a.g.y., s. 15).

Peki, Houellebecq’in stand-up’çısı Daniel neden hiçbir zaman sahiden komik değil? Neden o da diğer tüm Houellebecq karakterleri gibi basit bir robotu andırıyor; kitaptan fırlamış görünüyor? Aslında, Houellebecq karakterlerinin sefaletini acı verici yapan şey, karakterlerin sahici olmayışlarıyla ilgili sapkın bir öz-farkındalık, öz-bilinç sahibi olmaları. Ve sahici olmayışın neden olduğu umutsuzluğukla yüz yüze gelen zelil kahramanın elindeki “en umut verici seçenek, kendini bir canavar gibi gösterip insanlara bunu yutturmaktır” (Bernstein, 1992, s. 31). Zelil kahraman da canavar da toplumla uzlaşmaz. Bununla birlikte, Houellebecq’in kendinden de en az başkalarından tiksindiği kadar hınç dolu zelil kahramanları, canavarların kararlığından yoksundur. Ama dolaylı yoldan, taklit ederek canavara dönüşebilirler. Yine de:

… paradoksal olarak, insanın böyle bir ifade şeklini sahiden arzulaması sahiden canavarcadır ve başkalarını bunun doğruluğuna inandırmaya çalışmak, bütün sahtekârlığıyla, kesinlikle delice bir hayat tarzıdır. Yani Zelil Kahraman yine ikili bir varoluşa mahkûmdur: Gerçekte zaten kendisine ait olan bir rolü hicveder ve halihazırda içinde bulunduğu duruma öykünür. (a.g.y.)

Canavarlıkla karnavalı bir araya getiren bu paradoksal topoloji anlamak için Houellebecq’in romanlarındaki zamansallığa geri dönmek gerekir. Geleneksel olarak, Saturnalia diyaloglarının zamansallığı, karnavalesk bir askıda kalmışlık durumu, bu tür “istisna hali” ile tanımlanır ve bunu normale dönüş izler (bkz. a.g.y., s. 20). Böylelikle karnaval, kurulu iktidarı tehdit etmemiş olur; kuralı kaldıran değil, askıya alan bir ihlalde bulunur. İhlal, kuralı aşarak, onu tamamlamış olur. Ancak Houellebecq’de karnaval kalıcı hale gelerek ihlale dayalı paradoksal bir düzen niteliği gösterir. Yani, Houellebecq söz konusu olduğunda aylardan hep “Aralık”tır ve “normal” dönme yönünde ne bir inanç ne bir arzu vardır; bize sunulan, sürekli ihlale maruz kalan bir toplumsal dünya ve tüm değerlerin ters çevrilmesidir.

Bu paradoksal düzene Agamben (Kutsal İnsan‘da) “kamp” der. Bu, düzen ile düzensizliğin, içeri ile dışarının, politika ile biyo-politikanın ya da kısaca istisna ile kuralın birbirinden ayırt edilemez hale geldiği bir alandır. Houellebecq’in bütün karakterlerinin belirli yaşam formları, beğeniler ve toplumsal pozisyon(alma)ların bulunmadığı ayrımsız bir kitleye mensup olması bu açıdan önemlidir. “Hiçbir toplumsal statü, hiçbir ilişki artık kesin kabul edilemez” (Houellebecq, 2004, s. 70). Hatta, yazarın romanları sadece “çıplaklık”ıyla dikkate değer olan “evsiz bir insanlık”la doludur (Tygstrup, 2005, s. 276). Dolayısıyla, hem Tayland’daki seks kamplarında hem yazarın tarif ettiği Paris gece kulüplerinde, bir tür doğa haline terk edilmiş bedenlerle karşılaşırız. Houellebecq’in kitaplarının altta yatan matrisinin, yani arzu ve tiksinti, nesne ve zelil ya da ihlal ve teyidin ikili ekonomisinin önemi de buradan gelir. Karakterleri çıplak bedenlere indirgeyen şey işte bu iki kutup arasında yaşadıkları gidip gelmelerdir. Bu bocalamayı kuvvetlendirense, sanat-yaşam ayrımının çifte ihlalidir. Televizyondaki reality show’larda olduğu gibi Houellebecq de sürekli olarak yaşamı kurgular; farazi figürlerle gerçek figürleri kasten birbirine karıştırır. Bir yandan, karakterlerin çoğu gerçek yaşamdan kişilerdir ve hatta kitapları okuduklarında kendilerinden bahsedildiğini fark edebilmektedir; diğer yandan Houellebecq medyada farazi karakterlerinden alıntılar yapmaktadır (bkz. Tygstrup, 2005, s. 272). Yani, farazi kişiler (bi bedene ait olmayan sözcükler), kitaplardaki temsilleriyle ilgili söz hakkı tanınmamış gerçek kişilerle (sözcükleri olmayan bedenler) çakışır; bu, “gösteri toplumu”nu biyo-politikayla buluşturan bir süreçtir.

Kaynakça
Bernstein, M. A. (1992) Bitter Carnival. Ressentiment and the Abject Hero, Princeton UP, Princeton.
Deleuze, G. (1983) Nietzsche and Philosophy, Columbia UP, New York [Nietzsche ve Felsefe, Çev. Ferhat Taylan, Norgunk Yayınları, 2011].
Horace [Horatius] (2005) Satires and Epistles, Penguin, Londra.
Houellebecq, M. (2004) Lanzarote, Vintage, Londra.
Houellebecq, M. (2005) The Possibility of an Island, Weidenfeld & Nicolson, Londra.
Nietzsche, F (1996) On the Genealogy of Morals, Oxford UP, Londra [Ahlakın Soykütüğü Üstüne, Çev. Ahmet İnam, Say Yayıncılık, 2007].
Tait, T. (2006) “Gorilla with Mobile Phone”, London Review of Books. http://www.lrb.co.uk/v28/n03/tait01_.html
Tygstrup, F. (2005) “Den Mest Aandsvage Religion. Michel Houellebecq og Den Postmoderne Xenofobi”, M. Ogh, J. Bruhn, N. Lübecker & P. Madsen (ed.) Europas Andre, Tiderne Skifter, Kopenhag, s. 269-85.

Bülent Diken, Nihilizm, çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yayınları, 2011 [2009], s. 136-9.

 

Coetzee, Cuma’nın Deneyim(sizliğ)i

“Ah Cuma, bizim gibi sözcükler dünyasında yaşayanların sorularının yanıtlanması için duydukları isteğin şiddetini nasıl anlayabilirsin sen? Birini öptüğümüz zaman, öptüğümüz kişinin dudaklarının bize yanıt vermesini arzuladığımız gibi bir arzu duyarız. Böyle olmasaydı, kralların, kraliçelerin, tanrıçaların heykellerini öpmekle de tatmin olabilirdik. Sence neden heykelleri öpmüyoruz veya yatağımıza heykelleri almıyoruz. Erkekler kadın heykelleri, kadınlar erkek heykelleri ile tatmin olmuyorlar? Tutkunun biçimleri verilmiş heykeller neden yetmiyor bize? Sence bunun nedeni mermerin soğuk olması mı yalnızca? Yatağında bir heykelle uzun süre yatarsan, senin sıcaklığın ikinizi birden kavrar ve bir süre sonra mermer de ısınır. Hayır soğuk olduğu için değil, ama ölü olduğu için, hiç yaşamadığı için ve hiç yaşayamayacağı için.

“İçin rahat olsun Cuma, yatağının başucuna oturarak sana tutkudan ve öpüşlerden bahsettiğim için sana kur yapıyorum sanma. Bu her sözcüğün bir ikinci anlam taşıdığı bir oyun değil. “Heykeller soğuktur,” derken, Vücutlar sıcaktır”; ya da “Bir yanıt için yanıp tutuşuyorum” derken, “Bir kucaklayış için yanıp tutuşuyorum” demek istemiyorum. Veya şimdi yaptığım gibi bir inkâr ediş, İngiltere’de iffetli görünmenın icaplarına uygun (Senin ülkende hangi adetlere uyulduğunu bilmiyorum) davranmamın bir sonucu değil. Emin ol, eğer sana kur yapsaydım bunu dolaysız bir biçimde yapardım. Ama sana kur yapmıyorum. Bildiğim kadarıyla hayatında bir tek kelime bile söylememiş ve hiçbir zaman da söyleyemeyecek olan sana, gün be gün hiç bir yanıt almadan boşluğa konuşmanın ne demek olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ve bir benzerlik kuruyorum: Söylediğin söze bir yanıt bekleme tutkusunun, kucakladığın birisinin, senin kucaklayışına bir tepki vermesi isteğine benzediğini söylüyorum. Söylemek istediğim anlaşılıyor mu? Sen bir bakire gibisin Cuma. Belki cinselliğini bile tanımıyorsun. Ama kuşkusuz sen bile, tam açık olmasa bile seni bir maymun ya da bir balığa değil de kendi cinsinden bir kadına doğru çeken bir şeyler olduğunu hissediyorsundur. Ama kadınla ne yapmak istediğin, kadın seni yönlendirip yardımcı olmadıkça, senin için bir bilmece olarak kalacaktır. İşte benim elde etmek istediğim de bu. Bunu, bir öpücükle karşılık vermeye benzetmem de bu anlama geliyor.

“Bütün hayatı boyunca bir kere bile öpülmemiş olmak ne korkunç bir talihsizlik! Ancak İngiltere’de kalacak olursan senin de kaderin olacak bu. Kendi ırkından bir kadınla nasıl karşılaşabilirsin ki? Biz köleler bakımından zengin bir ulus değiliz. İlgi ile büyüyen ama doğumundan itibaren kilit altında tutulan bir bekçi köpeğini düşünüyorum. Sonunda bir gün kapıyı açık bulan bu köpek kaçtığında, dünya ona o kadar büyük, o kadar yabancı, ürkütücü görüntü ve kokularla o kadar dolu gelir ki, karşısına çıkan ilk yaratığa hırlar ve boğazına atılır. Bu olaydan sonra da vahşi damgasını yiyerek hayatının sonuna kadar bir kazığa zincirlenir. Senin kötü olduğunu söylemiyorum Cuma. Zincire vurulacağını da söylemiyorum, öykümün ana fikri bu değil. Yalnız bir köpek ya da başka bir yaratığın kendi cinsinden ayrı tutularak yaşamaya zorlanmasını nasıl gayri tabii bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ayrıca, bizi kendi cinsimize doğru iten sevgi dürtüsünün, boyunduruk altında kaldığımızda nasıl yitirildiğini ya da ifade yollarının tıkandığını da göstermek istiyorum. Ne yazık ki, öykülerim her zaman amaçladığımdan daha fazla anlam taşıyor. Bu yüzden yeni baştan öyküye dönüp yanlış anlaşılmaları düzeltmek ve söylemek istediğimi yeniden biçimlemek ve yanlış anlamalar için özür dilemek zorunda kalıyorum. Bazı insanlar doğuştan öykü anlatıcılarıdır. Görünüşe göre ben bunlardan biri değilim.

John Maxwell Coetzee, Düşman [Foe], Adam Yayınları, çev. Nihâl Geyran Koldaş, 1990 [1986], s. 64-5.

Baker, Gündelik Hayatın İmajları (Simmel, Benjamin, Vertov)

Her sosyoloji, bir zamanlar bir toplumsal tip tanımlanırken o tipin toplumsal çevresinin önem taşıması anlamında, gündelik hayatın sosyolojisidir. Bir sosyolog geçmişi incelemeye kalkıştığında, gündelik hayatla bağı olan bir moment halen mevcuttur. Gündelik hayata ne kadar çok nüfuz edilirse, yapılan çalışma tarihsel olmak yerine o kadar çok “sosyolojik” olacaktır. Duygu doğuran imajların Simmel’e özgü kavranılışının canlılığı ve derinliğinin benzeri görülmemiştir; bununla birlikte onu, moderniteyi yine imajlar ve ayrıntıların görünüşü olarak anlayan projesiyle Walter Benjamin gibi başka bir figür izlemiştir. Gündelik hayatın nesnelerini felsefe alanına taşımaya olan ilgisi Marksizme dönüşünden sonra da onun yöntemini anlamanın anahtarıdır. Onun hakkında Ernst Bloch şöyle yazar:

Benjamin, Lukács’da eksik olan çok olağanüstü bir niteliğe sahipti. Özellikle bir kenara itilmiş duran önemli ayrıntıları, düşünceyi ve dünyayı zorla açan yeni bir unsuru, önceden düşünülmüş bir amaca uymayan alışılmadık ve şeması olmaksızın ayrı duran bir tekilliği görebilen benzersiz bir göze sahipti ve bunun sonucu olarak da içsel olana dönük tamamıyla hususi bir dikkat edinmiştir (Ernst Bloch, 1997: 17).

Böylesi bir içsellik Benjamin’in sadece toplumsal tiplere değil, aynı zamanda fotoğraf ve kitle kültürünün konuları gibi şeylere de referans vererek gündelik hayatın ayrıntılarını yakalama yeteneğinin arka cephesini oluşturur. Üstelik bu Benjamin’in modern imajların etkisini, onların “mikroskopik” işleyişini ve çok yönlülüğünü kavramsallaştırma tarzıdır:

Şey … evrensel bir özün basit bir enstantanesi gibi ele alınmamalıdır; bunun yerine, düşünce bir takım direngen özgül kavramları sağa sola yaymak zorundadır, öyle ki Kübist stilde nesnenin ışınları sayısız yönde kırılmalı ya da nesneye yaygın açılı bir kapsamdan nüfuz etmelidir. Bu yolla, mikroskopik bakışın gündelik olandan dikkate değer olana doğru uzaklaşması gibi, fenomenal alanın (phenomenal sphere) kendisi bir tür numenal hakikat (noumenal truth) üretmeye izin verir (Eagleton, 1990: 328).

Bir imaj kesinlikle tek yönlü değildir: basit bir “yüzeye” indirgenemez, buna rağmen biz ondaki bütün yayılımları, örüntüleri ve boyutları kavramak zorundayız. Bizler “seçici” varlıklar olmamıza rağmen, bir imaj bize asla bütün cephelerini ve ilişkilerini göstermediğinden seçimimizi “aktif” şekilde yapmak zorundayızdır (bu ilk başta önemli ölçüde bir algı meselesidir), ve buna bağlı olarak, Walter Benjamin’in çok derin gözleminde örneklendirdiği üzere, imajlar inceden inceye “fikirler” olmaya yönelirler:

Takımyıldızlar yıldızlar için neyse fikirler de nesneler için odur. Bu, ilk elde, onların ne kavramlar ne de yasalar oldukları anlamına gelir. Fenomenleri birarada gruplandırmak kavramların işlevidir, diğer taraftan aklın ayırt edici gücüne şükürler olsun ki, fenomenleri içlerinde ayırması çok daha fazla önemli olup bununla bir taşla iki kuş vurur: fenomenlerin dağınık algılanmaktan kurtarılması ve fikirlerin temsil edilebilir olması sağlanır (Benjamin, 1977: 34).

Metaforlar dünyanın biricikliğini (oneness) şiirsel olarak meydana getiren araçlardır. Benjamin’i anlamaktaki en zor şey, şair olmadığı halde şairane düşünmesi, bunun sonucu olarak metaforu dilin en büyük armağanı gibi kabul etmesidir (Arendt, 1982: 164), öyle ki, kalıntılar nesneler için neyse alegori de dil için odur (Benjamin, 1977: 178 vd.). Hafızayı güçlü kılar ve içinde verili ortamın aşılmasının mümkün olacağı “ufku” yaratır.

Alegori her zaman, Özne-nesne mesafesinin belirli bir açıdan reddedildiği (aufgehoben), nesnel-dünyanın kendi anlamı dahilinde dönüştürüldüğü, belirli bir özne vasıtasıyla işlenmiş bulunan bir semptomdur… Bundan ötürü, onu sadece dilin esasının derinliklerinde yatan bir ihtimal olarak teşhis edebildiğimiz zaman alegorinin özüne yaklaşırız (Benjamin, 1977: 77).

Bütün bunlar yalnızca imaj figürleri veya bir tahayyül edimi sayesinde türetilebilecek figürler değildirler, tersine, aynı zamanda “yüksek sanatlar” alanına ait olan en edebi, anlambilimsel ve dilbilimsel fenomenleri sıradan hayatlarımız içinde tattığımız vasıtalardır. En “popüler” sanatlar, fotoğraf ve özellikle sinema bile; teknik boyutları ve örgütlenişleri, çoğunlukla gelenek, habitus, öznellik ve maharete dayalı geleneksel sanatsal araçlar ve tekniklerden çok uzak olan “yüksek sanatlar” modelinde yapılandırılmak zorundadırlar.

Popüler sanatların figüratif öğeleri aynı zamanda “yüksek sanat” denilen şeyin geleneksel klişelerine ait olmakla birlikte, Eisenstein sinemanın köklerini önemli ölçüde melodrama dayandırmaktaydı: en çarpıcı ve evrensel tarihî anlardan birini gösteren Potemkin gibi bir film bile “melodramatik bir stile” uyarlanmıştı (Eisenstein, 1991: 182). Potemkin‘in melodram olması sinematografinin dramatik kullanımına karşı çıkan Dziga Vertov’un da fikriydi: sinemadaki en dikkate değer polemiklerden biri, Lenin’in, “profesyonel” bir aktör olmadığı halde sinemada “aktöre” dönüştürülmüş olan bir “işçi” tarafından temsil edildiği Eisenstein’ın October [Ekim] filmi yüzünden meydana gelmiştir. Oysa Vertov, böylesi bir dramatik öğeyi bertaraf edecek, Lenin’e ait birçok gerçek film parçacığı olduğunu hatırlatır. Sovyetler Birliği’nde başlangıçta mevcut olan bu tartışma -sadece sinemayla değil, aynı zamanda, tartışmaya diğerlerinin yanı sıra Mayakovski, Meyerhold ve Sklovsky’de müdahale ettiğinden, farklı bakış açılarından, Bolşevik, avangard edebiyat ve şiirle de ilgiliydi- sinematografik sanata, “yedinci” sanata dair en büyük soruşturmaydı. Bu, gündelik hayatın gerçekliğinin imajları (belgesel) ile dramatize edilmiş gerçekliğin (kurgusal-film) dramatik simülakrı arasındaki nihaî ayrımdır.

İmajın, “gündelik hayat” dediğimiz şeye ait olması zorunlu değildir. Bir monarkın, bir çocuğun doğumunun yahut gene ani bir ölümün sıradan imajları olabilir. Bütün bunlar gündelik hayata aittirler, ama artık alışıldık ya da sıradan değildirler. Jinekolog açısından çocuk doğumu hastanenin gündelik hayatının bir parçası olsa da aile açısından öyle değildir. Sinema bütün bu değişkeleri ve bakış açılarının değişme derecelerini dikkate almak zorundadır. Bu “hususi” anların “olağanüstü” olması da gerekmez, zira alışıldık, sıradan olanların içinde bunlar alışılmadık anlardır. Metaforlar ve alegorilerin yine de gündelik hayatın görünümünün parçası oldukları Benjamin tarafından vurgulanmıştır. Vertov’un “hayatı olduğu haliyle yakalamak” (zhizn’ kak ona ‘iest) için en karmaşık montaj ve çekim tekniklerini kullanmayı başarabilmesinin nedeni de budur. Ancak sinemada “farkında olunmaksızın yakalanan” hayat, genellikle ve kaçınılmaz şekilde tehlikeler ve öngörülmez olaylara yol açtığından, bakış açılarının çoğulluğunu geliştirebilmek için “tahayyülün” güçlerine başvurulmalıdır. Bu anlamda bir sinema “monadolojisi”ne ihtiyaç duyuyoruz.

Kaynakça:
Arendt, H. (1983) La condition de l’homme moderne, Calmann-Lévy, Paris. [İnsanlık Durumu Seçme Eserler I, çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.]

Benjamin, W., (1977) “On Language as Such and on the Language of Man” (içinde) Reflections, Cambridge, MIT Press.
Bloch, E., (1995) The Principle of Hope, Mass. MIT Press. [Umut İlkesi, çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007.]

Eagleton, T. (1990) The Ideology of the Aesthetic, Cambridge. [Estetiğin İdeolojisi, çev. Ela Akman, Türker Armaner, Nur Ateş, Ayhan Çitil, Neşe Nur Domaniç, Ayfer Dost, Bülent Gözkan, Hakkı Hünler, Engin Kılıç, Banu Kıroğlu, İstanbul: Doruk Yayınları, 2002.]

Ulus Baker, Kanaatlerden İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru, Birikim Yayınları, 2010, s. 213-6.

Valéry, Kötü Düşünceler ve Başkaları

Bizim düşüncemize kendi düşüncemiz olduğu için inanmamayı öğrenmeliyiz. Tersine, kendi düşüncemiz olduğu için onu dizginlemek ve büyük kuşku ile karşılamak gerekir.

Bizim” – pek açık anlamlı bir şey mi bu?

Bizim dediğimiz şey, bize zor aydınlanan ve zor tutulan bir yoldan, yolların en karanlığından gelen şeydir.

Bizim dediğimiz şey, bizde olduğu bahanesiyle her şeyi göze alan, bizimle her istediğini yapan birisine bağlıdır.


Klasisizm, romantizm, realizm, hümanizm gibi sözlerle ciddî olarak düşünmek mümkün değildir. Şişeler üstündeki etiketlerle insan ne sarhoş olur, ne de susuzluğunu giderir.


“Beni sev” demeyin her zaman, bir şeye yaramaz bu. Ama Tanrı öyle diyor.


BİLGELİKLER

Bir bilgelik aşktan kaçar
Hayvan nasıl ateşten kaçarsa
Yutulmaktan korkar
Yanmaktan korkar

Bir bilgelik aşkı arar
Ve düşünen yaratık gibi
Kaçmaz, üfler ateşi
Onunla güçlenir, eritir demiri

Aşkın güçleri ona geçer böylece


Kimi insanların bizi çok kötü bilmeleri hoşumuza gitmeli. Çünkü yamru yumru bir aynada çirkin görünmek iyi bir şeydir.


Bütün düşmanlarımız ölümlüdür.


BENZEŞME

Meleklerin en güzeli Tanrılarla eşit
……………………………….olmak istedi.
İnsanlar Tanrılara benzemek
……………………………istediler.
Tanrı insan kılığına girdi.
Tanrı insanlara, küçük çocuklara
……………..benzemelerini öğütler.
Böylece, kimse benzeşmeden
……………………..kurtulamıyor.


Erdemlilerde kötülük iyiliğin tuzu biberidir. Erdemsizlerde ise tam tersi.


Umut yaşatır ama gergin ip üstünde.


“Derdini kâğıda dökmek” tuhaf bir heves. birçok kitabın kaynağı, hem de en kötülerinin.


Düşünenlerin değeri, istediklerine göredir.
Neyi istiyorsam, değerim odur.


Hiç bir şeye benzemeyen yoktur.


En aydınlık düşüncelerimiz, karanlık bir çabanın kızlarıdır.


Dâhi insan bana biraz dehasından verendir.


Her tartışmada insanın savunduğu bir tez değil, kendisidir.


Ressam gördüğünü değil, görülecek olanı yapmalı.


Bir şef, başkalarına ihtiyacı olan insandır.


Bir devlet, yaşayan ve kendine karşı çıkanı ne kadar koruyabiliyorsa, o kadar güçlüdür.


Tanrı her şeyi hiçten yarattı. Ama hiç, kendini belli ediyor.


Bütün dünya bir tohuma soluk verir ve bir ağaç yapar ondan.


Yaşamak istiyorsan, ölmek de istiyorsun demektir. Yoksa yaşamanın ne olduğunu kavramıyorsundur.


Herkes bir başkasından bir şeyi saklar ve herkes kendinden bir şeyi saklar.
Demek ki, içtenliğin iki yamacı var.

Paul Valéry, Bugünkü Dünyaya [Dünyamıza] Bakış, çev. Sabahattin Eyuboğlu & Vedat Günyol, Çan Yayınları, 1972, s. 75-8.
Not: Çeviriye kaynak metinler: Regard Sur Le Monde Actuel (1931), Mélanges (1931), Mauvaises Pensées et Autres (1942)