Kluge, Sürükleyen Zaman’dan

Alexander Kluge ve Gerhard Richter, Sils Maria’da buluşmuşlar. Kluge yazmış, Richter fotoğraflar çekmiş, bir kitap yapmışlar. Kluge’nin artık ne denirse öykü, deneme, fragman, vinyet, antet, takvim altı yazısı gibi parça parça yazıları ve Richter’in fotoğraflarının kitabı. Ben kolayıma geldiği için yanlışlıkla hikâye diyorum her bir yazı parçasına. Fotoğraflı kitaplar okumak istediğim bir dönemde büyük bir kitapçıda karşıma çıktı.

Sürükleyen Zaman’daki hikâyelere dair ilk duyumum transparanlıkları ve hafiflikleri. Okuyalı pek olmadı, birkaçı hariç hiçbir hikâyeyi hatırlamıyorum. Bu benim kitabı anlamamamla da ilgili olabilir, Kluge’nin bu hikâyelerle olaylar arası bir örgü ya da olayın özgül anlamı yerine başka bir şeyi, bir çeşit zaman duyumunu okurda bırakacak şekilde bir yapı kurmasıyla da ilgili olabilir. İkincisi olsun lütfen.

1 Aralık’ta başlayan metinler gün gün 31 Aralık’a kadar doğrusal ilerlerken yıllar Milattan Önce ve 2000’ler arasında sıçrıyor, 20. yüzyılda yoğunlaşıyor. En sık tekrar edilenler savaş dönemleri. Savaş, devrim, çalkantı zamanlarında zamanın toplumsal deneyimi genleşiyordu, Harvey böyle söylüyordu sanki. Aynı durum bireysel deneyimin yoğunlaşmaları için de geçerli; aşk, yas, ölüm, bunalım. Kluge için, aralık ayı boyunca, takvimler değiştirilirken bir gün bile yitirilmemiş. Fakat yıllar özenle veya çağrışımla seçilmiş.

Arka kapakta Sebald’ın “Alexander Kluge… yazarların en bilgesi” alıntısı var. Bu kitaba dair söylenip söylenmediği belirsiz, Kluge’nin tüm yazdıklarına not olarak düşülebilir. Bilmiyoruz. Sonra Goodreads’de Belçikalı bir kullanıcı Donato, (tarihi) olayların şiirsel bir anlatımını bulduğu, hikâye ve tarih arasındaki ayrımı bulanıklaştırdığı için kitabı Sebaldian olarak anıyor. Girdap dönüp dolaşıp aynı yere sürüklüyor yükünü. Ekşisözlük’te Kluge için Godard’ın daha entelektüel hâli olduğuna dair vurgular var. Ben hep Kluge’yi Harun Farocki’den doğru hatırlıyorum ama net değil yaptıkları. Hatırladığım iki özelliği, Marksist’liği ve deneyselliği. Youtube’da Ben Lerner ile karşılıklı, ana dilinde şiirler okuyor yazar. Google Scholar’da “The Future of Futurity”, “Documents, photography, postmemory”, “Raw materials for the imagination”, “Critical Storytelling and Diabolical Dialectics” vb. başlıklı makalelerle anılıyor. Yakınlarda vefat eden Elsaesser de “The stubborn persistence of Alexander Kluge” diye makale yazmış. Gecikmiş makaleler, 17 Aralık 1931’e kadar tüketilmeliler.

Okurken sık sık art arda dizilmiş metinler arasındaki bağları çekip çıkartmaya çalıştım ama başaramadım. Sıkı bir bağ bulamasam da bütün kitaba sinen bir bakış açısını sezebildim. Büyük tarihsel olayların detaylarını dramatikleştirerek ve başka ihtimallere açarak anlatıyor Kluge. Zamanın akışını sapmalarla, ileri geri sıçramalarla, dini ve kurumsal düzenlemelerle, kültürel alışkanlıklarla, bilimsel olaylarla hep birlikte okuyor. Hep tikelden yola çıkıyor, evrensele varıyor ya da varmıyor. Fotoğraflarla birlikte anlamaya çalışıyorum. Dallarda biriken karlar. Net seçilemeyen manzara. Bir şato olabilir desenin arkasında.

Pasaj alıntılamaya davet eden kitaplardan. Okuryazar TV zamanında 5-7 Aralık 1942‘yi paylaşmış, NY Books da aynı günü. Demek en paylaşılası bölüm oymuş. İkinci Dünya Savaşı üzerine bu kadar çok düşünen Avrupalı yazarları okumasam büyük savaş hafızamda asla bu denli güçlü yer etmeyecekti. Öte yandan, yaşadığım toplumun hafızasında böylesi bir yeri olmayan, çünkü o şiddette deneyimlenmeyen olaylarla kitaplarda bu sıklıkla karşı karşıya gelmek bende bir ikincil hafıza kurulumuna yol açıyor mu diye de düşünüyorum bazen. Sadece bu savaş için değil, bütün bir kültürel bellek için. Benim zamanımda sürüklenen, taşınan, terk edilemeyen ne?

27 Aralık 2003: Kadın kendini mahpus hissediyordu. Önünde kendisi için hiçbir zaman kabul etmediği bir yaş grubuna kapı açan yıllar vardı. Etrafında ve kalbinde sevdiği iki erkeğin öfkeli yarışı. Aslında uçarı tabiatlı insanlardı, ama böyle olması aşkı öldürmez.

Dönmek istiyordu. İçinde babanın söylediğini yapmaktan başka hiçbir şeyin gerekli olmadığı bir zamana, sevilen bir otoritenin yönettiği bir hayata kaçmak.

Noel günleri, yani o heyecanlı bayramdan Yılbaşı’na kadar olan günler, her kaçışın önünü keser. İnsanı hatırayla doyururlar. Şehrin üstünde nemli batı esintisi.

ÇOCUKLUK ZAMANINA GÖTÜREN GERÇEK HİÇBİR YOL olmadığı için bundan başka bir kaçış yolu göremiyordu. Yok etme sürecini özenle hazırladı. Arabayı, hortumu, egzoza bağlantı parçasını. Yer olarak bir orman yolunu seçti, burası bir zamanlar babayla yürüyüş yaptıkları yürünebilecek birçok güzergâha açılıyordu. Olağan alışkanlıklarıyla karşılaştırıldığında, ZORAKİ denecek miktarda, bir şişe viski içti, oturup bekledi, kurduğu TOPLAM DÜZENEĞİN etkisini göstermesini bekledi, öksürdü. Kendisini çekici, canlı, hâlâ genç kadın olarak tanıyan herkes için ortadan kaybolacağı aklına gelince gözleri yaşardı. O artık iyice görememiştir, diyordu yakın arkadaşlarından biri sonradan. Dışarıda, arabanın ön camının ardında kar yerine yağmur yağıyordu.

28 Aralık 1989: CUMHURİYET SARAYI [10], mühendislerin gururu. Gün boyu, ta gece yarılarından sonrasına kadar bütün mekânlar tutulmuş. “Bu kadar kutlama hiç olmamıştı!” Ana salondaki, eskiden Halk Meclisi üyelerinin oturduğu koltuk sıraları tersanelerde gemileri kaldıran mekanizmaya benzer bir düzenekle kaldırılıyor, böylece ortaya bir balo salonu çıkıyor. Burada 186 masada oturuldu, sonra altı pistte dans edildi. Cumhuriyet’te HO-Gaststätten’in [11] işlettiği hiçbir lokanta bu saray olayıyla boy ölçüşemez. Gece saat dörde doğru bütün misafirler gitti. Kapıcılar bir kadeh bir şey içmek için hazırlanıyor. Temizlik personeli çıkageliyor, ortalığı topluyor. Ne mutluluk, insanın işinin başında olması, nasıl bir kayıtsızlıkla bitiyor eğlence. Mutfak personeli daha uzun bir zaman birlikte oturuyor. İnsan, insanın sobacığı.

Mühendislerin Gururu

Ben, ki eskiden mühendis ve Magdeburg’da üst düzeyde bir yoldaştım, şimdi sade vatandaşım, yani Oschersleben’de yerel kültür araştırmacısıyım. Magdeburg’daki Şehir Müzesi’yle bağlantım daha devam ediyor.

Araştırmalarımın vardığı sonuçlardan biri bana gurur vermekte. Bilindiği gibi, DDR [12] devletinin toprakları üzerindeki bütün inşaatlarda kullanılmış olan en iyi İsveç çeliği Cumhuriyet Sarayı’nın yapısına katılmıştır. Bina yıkıldıktan sonra, bu hurdadan 14 vagon dolusu Dubai’ye satıldı ve orada dünyanın en yüksek kulesinde, çatının ucundan on iki metre aşağısında kullanıldı. Böylece bizim eski dünyamızdan bir parça hayatta kalmış oluyor. Gezegenimizi 6032 yılında gezecek olan uzaylılar (Dubai’deki kulenin borçlanmaya rağmen ayakta kalması şartıyla) bu metal kalıntıyı “halk malı” olarak tanımlayabilirler, tıpkı Pompei’de, Herculaneum enkazının altında Antik Çağ sanat hazinelerinin bulunması gibi. Bununla ilgili olarak, bu Aralık ayı çıkmadan önce “Heimatfreund’da” [13] kısa bir yorum yayımlamayı başardım.

Alexander Kluge & Gerhard Richter, Sürükleyen Zaman, çev. Tevfik Turan, Everest Yayınları, 2015, s. 86-9.

Çevirmenin Notları:
[10] Cumhuriyet Sarayı (Palast der Republik) Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin (DDR) başşehri Doğu Berlin’in merkezinde, 1973-76 yılları arasında, eski Berlin Şehir Sarayı arazisi üzerindeki 15.300 m2’lik bir alana, bu ülkedeki serbest çelik konstrüksiyona sahip ilk bina olarak yapılmıştı ve DDR Parlamentosu’nu ayrıca birçok etkinlik mekânını ve Kültür Evi kurumunun bazı bölümlerini içeriyordu. 1990 yılında büyük ölçüde asbest içerdiği için kapatıldı, 1998-2003 arasında havaya asbest yayan kısımları temizlendi, 2006’da ise yıkılmasına karar verildi.
[11]  “Ho-Gaststätten”, Doğu Almanya’nın ülke çapında lokanta işletmeciliği yapan devlet kuruluşuydu.
[12] DDR Alman Demokratik Cumhuriyeti, Doğu Almanya.
[13] “Memleket Dostu”. Yerel kültür ve tarih araştırmalarıyla ilgili olarak kullanılan “Heimat” kelimesinin aynı zamanda, 19. yüzyıldan bu yana modernizme ve küreselliğe karşı tavırlar alan ve Nasyonal Sosyalist kültürde iyice baskın hale gelen şovenist bir çağrışımı vardır.

Bruges-La-Morte ve Ölü Brugge

Yakınlarda yayımlanan, ilgimi çeken bir kitaptan bir başka çeviriyle daha karşılaşınca onu da alıp okudum. Eleştirel bir karşılaştırma yazmayı değil de –ki beceremem– bir kitabın nasıl iki farklı biçim ve içerikle basıldığına dair detaylara bakıp onları paylaşmayı amaçlıyorum. Daha yazarın adının doğru telaffuzunu yeni öğrendim, üzüldüm, dilim dönmüyor. Flamanca Brugge demek ise bir başka dertmiş.

1892

Georges Rodenbach’ın Bruges-la-Morte adlı novellası Le Figaro’da tefrika edilmiş. O haliyle roman olarak yayımlanmaya hacmen uygun görülmediğinden, yazarın sonradan eklediği bazı bölümler ve fotoğraflarla genişletilerek, yazı tipi ve sayfa marjları büyütülerek, fotoğraflı bölümlerin ardındaki sayfalar boş bırakılarak iki yüz sayfayı bulan bir roman haline getirilmiş. Aynı yıl Flammarion’dan yayımlanmış. (Grojnowski & Bertrand, Everest basımı, s. 12-3).

2019

Rodenbach’ın bu yıla kadar kitap formunda basılan bir başka çevirisine rastlamadım. Şiirleri, dergilerin sembolizmi konu eden sayılarında ya da şaire özel ilgi duyanlar (belki Ahmet Haşim) vasıtasıyla çevrilmiştir. Yüz yıldan sonra tek romanı birkaç ay arayla iki yayınevinden çıktı. Haziran’da Everest Yayınları’ndan Alper Bakım (AB) çevirisiyle, Kasım’da yeni kurulan bir yayınevi olan Yort Kitap’tan Roza Hakmen (RH) çevirisiyle. Yort Kitap baskısında Kasım yazıyor ama sanki kitapçılara çok daha geç geldi, 2020’nin Ocak ayında görmeye başladım ben kitabı.

Ne oldu da böyle birden Rodenbach’larla geldiler diye merak ettim. Telifin düşmesi çoğu ülkede yazarın ölümünden 70 yıl sonra oluyor. Fransa’da durum farklı mı bilmiyorum. Rodenbach 1898’de öldüğüne göre telifi çoktan kalkmış olmalı. Bilen birisi yazarsa sevinirim, araştırma becerim yetmedi bu tesadüfün ardındaki sebebi bulmaya.

İki basımın kapakları, fotoğraf kullanımları, sayfa düzenleri, ek metinleri ve çevirileri üzerine gözlemlerimi kayıt altına alacağım.

Kapaklar

Romanın kahramanı Hugues Viane’in hayatında iki başat etki unsuru var. Birkaç yıl önce ölmesine rağmen unutamadığı, bir gün doppelgänger’ine rastladığı eşi ile bütün anlatımı kuşatan ve “eylemlere yön veren” Bruges kenti. Yayınevleri kapaklarda bu iki imgeyi paylaşmış.

Everest’teki kapak Vertigo’nun Madelaine’i Kim Novak’ın kendisi gibi topuz saçlı bir kadının portresine baktığı plandan. Kapaktaki hali, internetteki kesilmiş bir versiyonundan alınmış olsa gerek. Tam da bu sahneyi Chris Marker Sans Soleil’de “zamanın spirali” olarak anıyordu. Filmdeki orijinal planı bulup (~26. dk), ekran görüntüsünü ekledim. Kitaptaki karakterin (Jane) topuzu Vertigo’da da kökensel bir anlama sahip. Hikâye de çok paralel. Vertigo filminin senaryosu Boileau ve Narcejac’ın 1954 tarihli Vertigo: Ölüler Arasında (Alakarga) romanından uyarlanmış fakat Bruges-la-Morte’u okuyunca bu kitabın da Vertigo’nun imgeleri, ana hikâyesi ve psikolojik gerilimi üzerindeki etkileri ortaya çıkıyor. [I] 

Yort Kitap ön dış kapakta bir Bruges haritası kullanmış. Onun dışında çevirmeni ve sonsöz yazarının isimlerini öne çıkarmaya çalışmış. Bu kitabın kapak tasarımına dair güzel olan, iç kapağındaki kızıl arka plan üzerine basılmış harita. Kitabın cildini yırtıp çıkarmaya kıyabilen için güzel bir uzun dikdörtgen, yarım Bruges haritasına dönüşebilir iç kartonu.

En tepede iki kapağı yan yana yerleştirirken, Yort için kullandığım kapak fotoğrafını yayınevinin Fongogo sayfasından indirmiştim. O kapak son hali değilmiş, Selim İleri’nin sonsözü yokmuş o günlerde. Basılan halinde onun adı da eklenmiş kapağa, yazılar sola kaydırılmış.

Fotoğrafların Kullanımı

Yort basımında fotoğraflar bölüm başlarında sol sayfada üste ve kenara yapışık küçük boyutlarda kullanılmış. Everest basımında ise tüm fotoğraflar sayfayı tamamen kaplayacak, arka sayfası boş bırakılacak şekilde yerleştirilmiş. Bir diğer fark da, Yort’da tüm fotoğrafların yatay (landscape) şekilde döndürülmesine karşın Everest’te eldeki fiziksel kitabı çevirmeyi mecbur edecek şekilde dikey (portrait) olarak yerleştirilmesi. Hem fotoğraf konumları hem de marjinlerin boyutları açısından Everest’in sayfa düzeni özgün Flammarion basımına oldukça yakın. Önsöz yazarlarının da bu konuda bir savunusu var. Cem İleri’nin Okurun Belleği’nde Sebald’ın İletişim ve Can Yayınları basımlarındaki fotoğraf yerleştirmelerine dair eleştirilerini hatırladım bu kitapla karşılaşınca, fotoğraflı romana hakkını böylece teslim etmiş.

I. Yort Kitap

II. Everest Yayınları

III. Flammarion (archive.org’dan)

Ek Metinler

Beni bir yazı yazmaya iten temel soru burada filizlendi sonra dönüştü. Everest’ten çıkan kitap 295, Yort’tan çıkansa 135 sayfa. Bu farkın önemli bir kısmını fotoğraf ve sayfa marjları oluşturuyor. Bir diğer fark ise kitaba eklenen metinler. Everest basımının açılışında Grojnowski ve Bertrand’ın yazdığı 40 sayfalık bir sunuş bölümü var. (Aslen kitabın Fransızca basımına yazmışlar bu metni. Bu kitabı bulamadım.) Sonundaysa sayfalara düşülen son notlar, yayımlandığı dönemde Rodenbach’a gelen mektuplar, gazetelerde çıkan yazılar, Hugues’ün roman boyunca kat ettiği mekanların işaretlendiği bir metin var. Yort basımındaysa Selim İleri’nin yazdığı, romanla kişisel karşılaşmasının dökümünü sunduğu bir sonsöz var.

İnternette pek çok kitapla ilgili çeşitli entelektüel seviyelerde yazı bulmak mümkün. Türkiye’de popüler olmayan kitaplara dair ise özellikle onların tarihsel pozisyonunu açıklayan yazılar bulmak zor olabiliyor. Bu açıdan, Everest’in yöntemi, “Modern Klasikler” dizisinin altında sunduğu bir kitabı neden böylesi bir vaatle yayımladığına dair bir savunuyu içeriyor. Özellikle önsöz, kitabın edebiyat tarihindeki konumlanışına, etkilere, başka metinlerle paylaştığı temalara dair öğretici. Fotoğraflı roman, yazarın sembolizmle ilişkisi, bekâr adamın romanı olması üzerinden erkeklikle ve bir çeşit yalnızlıkla ilişkisi gibi okuduğumda romanı bir yere yerleştirmemi, bu yönde okumaya devam etmek istersem en yakın uğrakları tespit edebilmemi sağlayan ip uçları vardı önsözde. Nitekim ya da ne yazık ki, hemen ardına bir vecd ile “asıl” sembolist roman olduğu söylenen J. K. Huysmans’ın Tersine romanını aldım ama takip etmeye nefesim yetmedi, bir süre dinlenmeye bıraktım.

Everest’in sonsözü ise Yort’un Selim İleri sonsözüne duygusallığı ve entelijansiyanın kişisel bağlarını öne çıkararak işaret etmesi açısından benziyordu. Birinde okur ve dostları diğerindeyse yazar ve dostları var. Selim İleri, Peride Celal ve Fatih Özgüven’in kitabı ona önermesinden söz açarken diğer kitapta Daudet, Mallarmé ve Goncourt’un yazar dostlarına mektupları vardı.

Çeviri

Birçok kişi için en önemli şeyi en sona bıraktım. Çünkü bu konuda söyleyecek anlamlı bir sözüm yok. Roza Hakmen bu kitaptan bağımsız olarak, benim gibi çeviriyi değerlendirmeye dair bir bilgisi olmayan okurlar da dahil olmak üzere, bir efsane, üst-çevirmen. Proust çevirisinin hacminden dolayı, şimdiye kadar en çok okuduğum çevirmen olabilir belki. İlk okuduğum çeviri olan Alper Bakım çevirisi de başarılıydı. Hakmen’den okuyunca çok büyük bir fark hissetmedim. Bu denli şiirselliği ön planda bir metin için benim farkları tespit edememiş olmam, dilden anlamadığımı gösteriyor.

İki kapağa bakan bir kişinin anında göreceği çeviri farkını not etmek istiyorum. Everest basımında kitabın özgün adı hiç çevrilmeden kullanılmış. Yort basımında ise Ölü Şehir Brugge olarak çevrilmiş. Şehrin adı özgün metinde Fransızca olmasına rağmen Flamancasına çevrilerek konulmuş. Dolayısıyla bir çeviride “Ölü-Bruges’dü” denirken diğerinde “Ölü Brugge’ydi” deniyor. Bu farklı tercihlerin sebebini ise biraz seziyorum ama oturtamıyorum. Sanki bir çevirmen yazarın “-” kullanımına sadık kalmak istemiş diğeriyse şehrin özgün adına.

Okurken altını çizdiğim birkaç yeri iki çevirmen nasıl çevirmiş diye örnek olması açısından ekliyorum. Yürüme temalı olanları öne çıkarırım kesin. Biraz da çeşitli ifadelerin keyfini sürerim.

I. Bu cümlelerde Hakmen’in Bakım’a göre daha sadeleştirerek çevirdiğini fark ediyorum. Diğer karşılaştırdığım yerlerde de buna rastladım. Sanki Bakım kelime kelime çevirmeye eğilimliyken Hakmen ifade edileni daha sıkılaştırılmış bir Türkçe ile söylemenin yollarını arıyor.

Neden fiziksel acıların etrafında susmak ve sessizce yürümek gerekir? Neden gürültüler, sesler yaraları örten sargıları örseler ve onların yeniden kanamalarına sebep olur?” (AB, 66)

Fiziksel acıların yakınındayken susmak, bir hasta odasında sessizce hareket etmek niçin gerekir? Gürültüler, sesler niçin pansumanı bozup yarayı deşer?” (RH, 19)

II. Bu bölümde, evlere sokakta olup biteni gözlemek için kurulan ayna düzeneklerinden bahsediliyordu. Daha önce rastlamadığım bir röntgen aracı idi bu, o yüzden etkilenmiştim. İki pasaj arasındaki temel bir fark, bir çevirmenin “meraklı burjuvalar” derken diğerinin “meraklı burjuva kadınlar” demesi. İlk okuduğumda bunu hiç cinsiyet üzerinden düşünmemiştim o kısıt olmadığı için. Bakım’ın çevirisi üç nokta ile biten bir eşya manzarası sunarken Hakmen’in çevirisi daha ziyade teknik izahat. Rebecca Solnit’in, sanırım Yol Aşkı’nda, İngiliz parklarında yapılan yürüyüşlerin ne denli yüklü seyirlik etkinlikler olduğunu anlattığı pasaj aklıma gelmişti burayı okurken. Görsel sanatlar, haberler ya da günümüz sosyal medya seyretme ve röntgenleme biçimlerinin geçmişteki böylesi beklenmedik biçimleriyle karşılaşmak bugünleri olağanlaştırıyor.

Meraklı burjuvalar, işsiz güçsüz geçen öğle sonralarının boşluğunda, pencerelerinin önüne kurulmuş bir vaziyette, her evin dış pencere pervazına koyulan ve ispiyon adı verilen küçük aynalardan bakarak onun yolunu gözlüyorlardı: Sokağın çift taraflı gözüktüğü çukur aynalar; yoldan geçenler farkında olmaksızın onların çevirdikleri bütün dolapları, hareketleri, gülümsemeleri, gözlerindeki saniyelik düşünceleri yakalayıp içlerinde birisinin dışarıyı gözetlemekte olduğu evlere yansıtan tuzaklar…” (AB, 113)

Aylak öğle sonralarının boşluğunda meraklı burjuva kadınlar pencerelerinde oturup bütün konutlarda mevcut, pencerelerin dış denizliğine sabitlenmiş, dikiz aynası denilen küçük aynalardan onun gidiş gelişlerini gözetlerdi. Bu verevine aynalarda sokakların şüpheli sûretleri yer alır; bu parıltılı tuzaklar gelip geçenlerin bütün işlerini, hareketlerini, gülümsemelerini, bakışlarındaki bir anlık düşünceleri onlardan habersiz yakalar ve bütün bunları birinin pusuya yattığı evlerin içine yansıtır.” (RH, 45)

III. Konu benzerlik, çeviriler de epey benzer. Bakım çevirirken sanki biraz daha yüceleştirme yanlısı. Öte yandan Bakım’ın ‘doğa’, ‘yüz’ gibi seçimlerine karşı Hakmen’in ‘mizaç’, ‘çehre’ seçimleri var. İkinci cümlede yine Hakmen’de sadeleştirme, Bakım’da kelime kelime çevirme var.

Benzerlik, insan doğasının birbiriyle çelişen iki ihtiyacına karşılık gelir: Alışkanlık ve yenilik. Alışkanlık yasası, varlığın kendi ritmidir. Hugues bunu öyle yoğun bir şekilde tecrübe etmişti ki biçare kaderinin de onun tarafından belirlendiğini anlamıştı. Hâlâ sonsuz sevgi beslediği bir kadınla on yıl boyunca diz dize yaşamış olduğundan artık ondan vazgeçemiyor, onu düşünmeye ve yüzünü başka yüzlerde aramaya devam ediyordu.” (AB, 119-20)

Benzerlik insan mizacının iki zıt ihtiyacını, alışkanlık ve yenilik ihtiyaçlarını karşılar. Alışkanlık insanın kuralı, ritmidir. Hugues bunu kaderinin çaresizliğini belirleyen bir şiddette yaşamıştı. Hep sevdiği bir kadınla on yıl birlikte yaşadığından, artık ona olan alışkanlığından vazgeçemiyordu, var olmayan kadınla ilgilenmeye, başka çehrelerde onun yüzünü aramaya devam ediyordu.” (RH, 50)

IV. Ah, güzel yürüyüş paragrafları… Yürüyüş, esneme, boşluk temaları olduğunda çoğu yazar, çeviri ya da kendi dilinde, “-yordu” son ekini seviyor. Zamanda biraz olsun yayılma niyeti içeriyor bu anlar. Üç perdelik bir drama: Dışarı çıkıyordu, eve dönüyordu, tekrar dışarı çıkıyordu.

Böylece yeniden yürümeye başlıyor, tereddüde kapılıyor, dar sokaklarda dönüp duruyor ve farkına varmadan Rosaire Rıhtımı’na gitmiş oluyordu. Sonra kendi evine dönmeye ve Jane’i daha sonra gece vakti ziyaret etmeye karar veriyor, evinde koltuğa oturup bir şeyler okumaya çalışıyor, birkaç saniye sonra yalnızlığında boğulmuş, uzun koridorların soğuk sessizliği altında ezilmiş bir halde yeniden dışarı çıkıyordu.” (AB, 170)

Tekrar yürümeye koyuluyor, duraksıyor, daracık sokaklarda dönüp duruyor ve farkına varmadan Rosaire Rıhtımına varıyordu. Bunun üzerine kendi evine dönmeye karar veriyordu; Jane’e daha sonra gidecekti, akşama; bir koltuğa oturup bir şeyler okumaya çalışıyordu; az sonra yalnızlıktan boğuluyor, uzun koridorların soğuk sessizliği içini kaplıyor, tekrar dışarı çıkıyordu.” (RH, 80)

V. Bu pasajda romanın temel meselelerinden olan, şehrin Hugues üzerindeki etkisi konu ediliyor. Bakım, Hugues’ü edilgenleştirerek şehir tarafından yönetildiğini, Hakmen şehri özne kılarak itaati dayattığını yazmış. İlk cümlede yine bir yüz/çehre ayrımı var, önceki çevirilerle tutarlı. “İman maskesi” iddialı. Buradaki iman/inanç konusu da romanda merkezi bir yeri olan Bruges dindarlığına işaret ediyor.

Şehir yüzüne bir iman maskesi geçirmişti. İçindeki bakımevlerinin ve manastırların duvarları; her tarafa yayılmış, sırtlarındaki taş tunikleriyle diz çökmüş kiliselerin hepsi inanma ve geri adım atma nasihatleri veriyorlardı. Hugues de yeniden şehir tarafından yönetilmeye ve boyun eğmeye başlamıştı. Şehir; hayatının tek muhatabı olarak onu etkisi altına alıyor, uzak durmasını söylüyor, emrediyor, insanın ne yöne gitmesi gerektiğini ve eyleme geçme nedenlerini onda bulduğu bir Karakter görevi görüyordu.” (AB, 183)

Şehrin çehresi her şeyden çok İnançlı’dır. Şehirden, bakımevleriyle manastırların duvarlarından, adım başı taştan pelerinleriyle diz çökmüş kiliselerinden yayılan şey, inanç ve vazgeçiş öğütleridir. Şehir Hugues’e hâkim olmaya, ona itaati dayatmaya başladı. Yeniden bir Şahsiyet, etkileyen, vazgeçiren, emir veren, yönlendiren ve bütün eylemlerinin kaynağı olan, hayatının başlıca muhatabı haline geldi.” (RH, 90)

VI. Kuleler, gölgelerinin ağırlıkları ve son: ölü şehir.

Böylece, can çekişmekte olduğunu hissettiği bu rüyanın sonunu büyük bir kederle tasavvur etti. (Aşk ilişkilerindeki sonlar da küçük birer ölüm gibidir, ayrılma vakti geldiğinde veda edilmez.) Fakat onu şu an için en çok üzen, ne Jane’den ayrılması ne de görüntüyü yansıtan ayna kırıklarıydı: Yeniden kendi başına –şehirle yüz yüze, onunla arasında artık kimse olmaksızın– kalma tehdidiyle karşı karşıya olduğu düşüncesiydi asıl onu dehşete düşüren. Bu çaresiz Bruges’ü ve onun gri melankolisini tabii ki kendisi tercih etmişti. Fakat kulelerin gölgeleri şu an fazla ağırdı! Eskiden ruhunun üzerine düşen gölgelerin Jane tarafından engellenmesi ona tuhaf gelmezdi. Şimdi ise hepsine katlanmak zorundaydı. Yeniden tek başına kalacaktı, çanlara yem olarak! Daha da yalnız, sanki ikinci kez dul kalıyormuş gibi! Şehir de ona sanki daha ölüymüş gibi gözükecekti.” (AB, 213-4)

Bunun üzerine, can çekişmekte olduğunu hissettiği bu rüyanın sonuyla yüz yüze gelince, muazzam bir çaresizlik duygusuna kapıldı birden (aşk ayrılıkları küçük birer ölüm gibidir, vedalaşmadan gidilir onlarda da). Ama Hugues’ü o anda allak bullak eden şey yalnızca Jane’den ayrılmak ya da parıltılı aynanın kırılması değildi; yine şehirle kendisi arasında kimse olmadan, şehirle yüz yüze, tek başına kalma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu düşünmek onu özellikle korkutuyordu. Evet, bu çaresiz Brugge’yi ve gri hüznünü o seçmişti. Ama kulelerinin gölgesi fazlasıyla ağırdı! Ve Jane ruhunda gölgeyi hissetmemeye alıştırmıştı onu. Şimdi gölge olduğu gibi üzerine çökecekti. Çanlara maruz, tek başına kalacaktı yine! İkinci kez dul kalmış gibi, iyice yalnız! Şehir de gözüne daha ölü görünecekti.” (RH, 105)

Dipnot

[I] Ben az örnek bildiğim için direkt Vertigo ile ilişkilendirdim. Everest basımındaki dipnotlarda bu bağlamdaki birkaç başka örneğe işaret edilmiş. Listede Gautier, Poe ve Nerval var. “Ah! Ölü karısına ne kadar çok benziyordu!”: Seven adamın elinden ölümün aldığı kadının yeniden ortaya çıkması (ya da dirilmesi, canlanması) romantik çağda fantastik yanı olan birçok hikâyeye ilham kaynağı olmuştur. Th. Gautier (“La Morte amoureuse“), E.A. Poe (“Ligea“), G. de Nerval (Aurélia). A. Hitchcock Vertigo (1959) adlı filminde Boileau-Narcejac’ın Vertigo: Ölüler Arasında adlı romanından ilham alarak bu konuyu işlemiştir.” (255)

Kitaplar

Georges Rodenbach, Bruges-la-Morte, çev. Alper Bakım, Everest Yayınları, 2019.

Georges Rodenbach, Ölü Brugge, çev. Roza Hakmen, Yort Kitap, 2019.

Karasu, Yaşam Bilisizliği

Karasu burada bir çeşit apati tasviriyle başlıyor. Birinci dereceden deneyimlenmemiş, duyulmuş acılar karşısındaki hissizlikten söz ediyor. Hemen ertesindeyse çok daha bedensel ve kişisel bir deneyime sıçrıyor. Bu kez tanınmayan başkasının acısını sezememeye ek olarak, kendi hazzını da ötekiyle paylaşmaktan yoksun bireyle birleştiriyor yarattığı korkuluğu. Şimdiden acı bir hal aldı. Son olarak, bu figüre bir de başkasının acısından gizli bir haz duyan kişilik özelliklerini katıyor. Yarattığı Frankenstein’ın kökeniniyse bir kötü niyet ya da zalimlikte değil, basitçe cahillikte buluyor. Okuyarak öğrenilemeyen, bir yaşam deneyiminden doğabilecek, belki bir anlık, aydınlanma çare olabilirmiş hastaya. Tüm bu detaylar birbiriyle o kadar da ilişkili olmayabilir ama dün okuduğumdan beri tedirgin edici bir şekilde yüzeye çıkıyor aklımda. O yüzden bir ‘cautionary tale’ (eğitici öykü?) olarak stoklamak istedim.

Gazete okurken, birileriyle konuşurken, anlatılan, iletilen acılar, kötülükler, cinayetler karşısında, ölümler, kıyımlar, kırımlar karşısında içi oynaması gerektiğini duyduğu halde gönlünden herhangi bir kıpırtı, herhangi bir ürperti geçmeyenler vardır: Bundan ötürü kaygı duyarlar. Kimi ise, herhangi bir şey de duymaz; bundan ötürü kaygılanmaz; kaygılanmayı anlayamaz… Taş yürekli falan değildir bu insanlar; imgeleme güçleri, kendi dertlerinden, acılarından, gözle görüp elle dokunabildiklerinden ötesine erişmemektedir, o kadar. Aynı kişiler, ağlayan bir çocuğun resmi karşısında, sıradan bir filim, bir öykü, bir oyun karşısında içlenir, üzülür, ağlar. İmgeleme güçleri, ancak, bir tür somutluk karşısında canlanır, kıpırdar.

Yeni tanıdığı biriyle güzel, doyurucu sayılabilecek bir sevişmeden sonra “bir daha ne zaman buluşalım?” sorusuna yanıt bulamayanlar vardır. Gözlerini kaçıranlar, bahane arayanlar… Karşılarındakinden hoşlanmışlardır; onunla “yıldızlarının barışabileceğini” düşünürler de belki, düşünme çabası gösterecek olsalar. Ama o anda sıkıldıklarını, içlerinden utanca benzer bir yel esip geçtiğini duymakla yetinirler. Gerçek sıkıntıları, eksiklikleri ise belki de, gene, imgeleme yetilerinin yoksulluğu, düş güçlerinin kavruk kalmışlığıdır. Çiğnemeden yuttuğu bir yemekten sonra bir daha acıkabileceğini usundan geçiremeyen torlar gibidirler bunlar. Yaptıklarının tadına gereğince varacak, hakkını verecek durumda da değillerdir; istediklerini bilecek, birkaç saat ya da birkaç gün sonrasını öngörecek görgüleri de oluşmamıştır sanki.

Bir yaşam bilisizliğidir bu. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dedirten, kişinin kendine yakın bulmadıklarının acısı karşısında —gizli de kalsa— bir “oh olsun! Dikkat edeydi ya,” duygusu bile uyandırabilen bir bilisizlik. Bir kafa yoksulluğudur bu. Okumasını öğrenmiş ama yaşamadığının farkına varamamışların, bir insanın birçok yaşamı yan yana sürdürebileceğini usu almayacakların yoksulluğudur bu; sokağa düşmenin, kötülüklerle burun buruna gelmenin kimi zaman biraz olsun azaltabildiği bir yoksulluk…

Bilge Karasu, Gece, Metis Yayınları, 2019 [1985], 12. basım, s. 155-6.

Canetti, Robert Walser (I)

Elias Canetti’nin Walser üzerine bir yorumuyla Coetzee’nin bir yazısında karşılaşmıştım. O alıntının yer aldığı metni arıyordum aslında, henüz bulamadım. Coetzee şöyle anlatıyor: Walser 1956’da, 78 yaşındayken Herisau’da kaldığı akıl hastanesinden çıktığı bir kır yürüyüşü sırasında vefat etmiş. Kara gömülü cesedini çocuklar bulmuş. Coetzee, yazarın cesedinin fotoğraflanması, dağıtıma sokulması ve bu ses getiren -yazarın yalnız ölümü- olayla birlikte 1960’larda Walser’e dair biriken edebiyat eleştirisi külliyatını utanç verici buluyor. Gençlik yıllarında parlayan fakat yaşamının son 25 yıllık döneminde üretimi duran, akıl hastanesinde yaşayıp yalnız ölen, ölümünden sonra Mikrogram’ları ortaya çıktığında çalışılmaya başlayan bir yazar üzerinde biriken ilgi patlamasına 1973’ten bir Canetti alıntısıyla işaret ediyor: “Kendi kendime düşünüyorum; sakin, güvenli, cansız ve nizami akademik hayatlarını perişanlık ve keder içinde yaşamış bir yazar üzerine kuranlara bakıyorum, burada kendinden utanması gereken yalnız bir taraf var”.

Canetti’nin başka kitaplarında da Walser anmaları var, hatta İnsanın Taşrası kitabında aşağıdaki pasajla kesişen bölümlerin de olduğu bir kısım var, orada Ahmet Cemal çevirmiş, ‘pırıltı’ yerine ‘parıltı’ demesinin yanı sıra başka farklar var. Sözcüklerin Bilinci’nde de Kafka üzerindeki etkisini anıyor Canetti. Kurtarılmış Dil’de ise Şemsa Yeğin’in orada Yürüyüş diye çevirdiği, Türkçeye Gezinti olarak çevrilen kitabın üzerinde yarattığı tutulmadan bahsediyor.

Burada ilgimi çeken noktalar: dünyaya beliren kökensiz bir hayranlık, yazarın ve karakterlerinin kendilerini sürekli dışarıda hissetmeleri, imkansız kısır döngüde bir inkarcılık, her tür büyüklükten kaçış çizgileri, bir akıl hastanesi benzetmesi olarak ‘modern manastır’, kahramanlarının sık anılan eşsizliği ve yeniliği, Canetti’nin içten öykünmeleri ve Walser’in küçüklüğe dair çelişkileri.

Robert Walser’e tosladım, birçokları, başka yüz kişi arasında: En canlı olanı.
     Kafka solmakta.

Robert Walser’in edebiyatçı olarak özelliği, motiflerini asla telâffuz etmeyişidir. O, bütün edebiyatçıların en örtülüsüdür. Hayatından hep memnundur, hep her şeye hayrandır. Ama hayali soğuktur, kişiliğinin bir bölümünü dışladığı için, ve bu nedenle de tekin değildir. Her şey ona dış doğadır ve bu doğanın aslını, en özünü, korkuyu, hayatı boyunca inkâr eder.
     Gizlenmiş her şey için ondan öç alan sesler ancak sonra ortaya çıkar.
     Eserleri, korkuyu ele vermemek konusunda sürekli bir çabadır. İçinde fazla korku oluşmadan önce her yerden kaçar —teğet geçer hayatı— ve değişir, kurtulur, çoğu zaman hizmete ve küçüğe kaçarak. Her “yüksek” olana, her önde gelen ve iddialı şeye karşı o derin ve içgüdüsel antipatisi, onu iktidardan boğulan çağımızın önemli bir edebiyatçısı yapar. Ona geleneksel anlamda “büyük” bir edebiyatçı demeye çekinir insan; “büyük” sözcüğü kadar ona ters gelen bir şey yoktur. Onun kendini verdiği şey, büyüklüğün yalnızca pırıltısıdır. Pırıltıyı, seyretmekten zevk alır, ona katılmaz. Bir insana dış hayatta nelerin önemli olduğundan utanmaksızın okuyamazsınız onu, böylece kendine özgü bir azizdir o, yaşanmış ve içi boşaltılmış ilkelere göre değil.
     Onun “hayat mücadelesi” deneyimi, bu mücadelenin artık var olmadığı tek alana, akıl hastanesine, modern manastıra götürür.

“Ben yalnızca aşağı bölgelerde nefes alabiliyorum.” Robert Walser’in bu cümlesi, edebiyatçıların kader sözü olabilirdi. Ama kibarlar bu cümleyi söylemez ve ün kazanmış olanlar ise bunu düşünmeye artık cesaret edemez. “Ünlü olduğunuzu birazcık unutamaz mısınız?” demişti Hofmannsthal’a ve büyüklerdeki çirkinliği hiç kimse daha güçlü belirtmemiştir.

Walser gibi ilginç bir figür yaratamazdı hiç kimse. O olmasa ortaya çıkamazdı Kafka; Kafka’yı birlikte yaratan oydu ve Kafka’dan daha sivriydi.
     Kafka’nın karmaşaları, bakış açısından gelmedi. Onun katılığı, bağımlılık katılığıdır. Kendini uzaklaştırmak için Taoist olur.
     Walser’in şansı, başarısız bir babaydı. O, doğası gereği Taoistti, Kafka gibi sonradan böyle olması gerekmedi.
     Onun asıl kaderi, güzel el yazısıdır. Bu yazıyla belli şeyler yazılmaz. Gerçeklik, yazının güzelliğine uyar. Bu, ona şans getirdiği sürece yazarak yaşayabilir.
     Bu yazı başarısız olduğunda Walser işi bırakır. Herisau’daki yıllarında bundan korkmuş olması olasıdır.

Robert Walser beni gittikçe sarıyor, özellikle de hayatı. O, benim olmadığım her şey: Çaresiz, suçsuz ve çocuksu içtenlikli.

Hakikatin üstüne gitmeksizin; hakikatin etrafında dolaşmakla hakikatin kendisi olur.
     Bu, ne kastettiğini daima bilen ama görünürde etrafında dönen Thomas Mann’ın üstün ve anlaşılır süslemelerinden farklıdır. Walser, anlaşılır olmayı arzular, ama olamaz.
     Küçük olmayı ister, ama küçüklükle suçlanmaya dayanamaz.

Yaşın gereği pek az saygı hissediyor da değilsin. Güneş, Musil, Robert Walser için büyümüyor musun henüz?

Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, çev. Gürsel Aytaç, Payel Yayınları, 2007, s. 87-9.

Maurice Blanchot’ya Kısa Giriş | C. Fynsk (Notlar)

Christopher Fynsk’in European Graduate School’daki “Maurice Blanchot’ya Kısa bir Giriş” sunumundan aldığım notlar. Fynsk’in Blanchot seminerinin ilk dersi bu, tüm dersleri playlist yapmışlar. Yer yer çeviriye yaklaşıyor ama birebir çevirmediğimden, en fazla not diyebilirim. EGS’nin gürültülü korkunç ses kayıtlarının baş ağrısı yaptığı iki veya dört kişinin işine yarar belki.

Genel olarak, Blanchot’nun 1930’lardan bugüne başkaları tarafından nasıl temkinle karşılandığından, gençliğindeki sağcılığından, etrafındaki haleden, şimdiye kadar tanıştığım Blanchot’ya bir yerden dokunmuş herkesten duyduğum “okudum ama ben tam bilmiyorum, güzel, nasıl desem, pek bir şey diyemem,” diye başlayan ifadelerin olası sebeplerinden bahsediyor. Giriş dersi olduğu için pek bir özet ya da argüman yok, ortamı ısıtmaya çalışıyor biraz da, o yüzden, oldukça övücü bir konuşma. Yüceler Yücesi Blanchot için.

Blanchot yaygın olarak bilinmiyor. Herkes bir duymuştur, etrafta hep “Blanchot’dan bir bölüm okudum, hakkında şöyle bir şey okudum” gibi şeyler duyarım fakat bu kişiler buradan doğru nasıl ilerleyeceklerini bilmezler genelde, yazarı belli bir yere oturtamazlar. Bugün teoriye dair güncel tartışmaya bakarsanız, Blanchot’nun 1985’ten beri bu tartışmadaki gölgemsi varlığını sezersiniz, daima sınırlarda yer alır. Alıntılanan, tartışmayı ilerleten bir noktadan doğru olmasa da, hep oradadır ama bir yandan tam olarak da orada değildir. Birisi Blanchot dedi mi bir duraksama yaşanır, konumların verili olduğu teorik alanda bir aksama olur.

Blanchot, güncel teoriyi teori kılan kişilerdendir, özellikle Fransa’da ve post-yapısalcılar arasında. Foucault, Deleuze, Derrida ve Lacan gibiler arasında Blanchot edebiyat sorusunu, yazınsal olana dair soruyu soran başlıca yazardı. Bu biraz mübalağa olarak görülebilir. Sonuçta bu yazarlar da Heidegger, Hölderlin gibi şiirsel yazarları okuyorlardı. Bu açıdan şiir, şiirsel/yazınsal dile dair sorular başka yollardan tartışmaya girmişti. Felsefe/şiir ya da düşünce/şiir açısından bunlar önemliydi.

Blanchot bu soruları kuramlaştırdı. Heidegger dahil herkesten daha ileriye taşıdı. Yaşamı boyunca iyi bir Heidegger okuruydu. Bir açıdan, post-yapısalcılık dediğimiz, edebiyat teorisini düşüncenin alanına taşıma hamlesi Blanchot’nun Heidegger’i okuyup kendi yazınsal pratiğini ve etkisini üretmesiyle gerçekleşti (maksadı ben abartmış olabilirim ama böyle anladım, üzgünüm).

Fakat, Blanchot’nun yazdıkları 70’lerden itibaren ve 80’lere doğru (1980/4’te Felaket Yazısı ile) fragmanlaşmaya başladı. Teorik detaylandırma ve özetlemeleri kullanmayı bıraktı. Yazdıklarının teorik referanslarına işaret etmek güçleşti. Hep oradaydı fakat onu teoride bir yere yerleştirmek zorlaşıyordu. Lacan, Derrida, Foucault ve Deleuze vb.’nin metinleri kendi başlarına teorik alanlardı fakat -çok kabaca söylersem- bir yere yerleştirilebiliyorlardı. Blanchot için bunu aynı şekilde söyleyemiyorduk. Alanın kuruluşu açısından, Blanchot’nun metinleri inatçı, ayrışmayan (recalcitrant) metinlerdi. Lacan vd.’nin metinleri de bu açıdan benzerdi, teorik bir özetlemeye, konumlandırmaya direniyorlardı, onları konumladığınızda indirgemiş oluyordunuz. Fakat teorinin alanı da böyle çalışıyordu: bu konumlamaları, neredeyse karşıt denebilecek düşünce mevzilerini kurmak. Bir yandan karşıt öte yandansa yakınlaşmaların ve etkileşimin olduğu bir alandı.

Ek olarak, kendilerini ‘post-yapısalcılık’ gibi bir yanlış isme yaklaştırmışlardı. Bu ismin kendisi de bir teorik aktivite, bir alanın kurulması anlamına geliyordu. Blanchot, o alana çekilmesi çok zor biriydi. Anılması zorunluydu fakat teorik bağlantıları pek net değildi.

Yazarlar Blanchot’nun erken dönem eleştirel yazılarına ve edebi eserlerine daha açık ve güçlü bir şekilde ilgi duyuyordu. İlk edebi eseri Karanlık Thomas (Metis, Thomas l’Obscur, 1941) üzerine Lacan ders verip, dersini kitaplaştırmıştı, Foucault onun hakkında yazıyordu. Geç dönem eserleri de okunuyordu fakat bunlar tartışmaya pek dahil edilmiyordu.

Benim de birkaç yıldır üzerinde çalıştığım “Öteye Adım Yok Ötesi” (Le pas au-delà, 1973) neredeyse hiç alıntı almaz. Ufak parçalar ya da ilginç Nietzsche ve bengi dönüş kısımları başka metinlerle iç içe geçirilir ama safi bu kitabın okumalarıyla karşılaşmazsınız. Felaket Yazısı daha fazla ilgi uyandırdı ama sadece belli bölümleriyle. O halde, elimizde Blanchot’nun eleştirel teori ve edebiyat eleştirisi üzerine düşünen erken dönem yapıtları ile kariyeri ilerledikçe özetlemesi ve konumlandırması zorlaşan metinleri var.

Sonuç olarak, herkes orada ya da burada biraz Blanchot okumuştur ama çok az sayıda insan, “evet Blanchot okuruyum, temel referanslarımdan biridir,” diyebilir. Bunda bir sorun görmüyorum; aksine, bunun akademide ve yayıncılığın kamusal alanında, teorik alanın nasıl kurulduğu ve sunulduğuyla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum.

Son dönem eserlerinden bahsettiğimize göre iki ilginç noktayı anmak istiyorum. Özellikle Fransa’da, 60’lardan 80’lerin başına kadar, Blanchot’nun bir yazar ve düşünür olarak bir aura’sı vardı. Göz korkutucuydu, insanlar aptal görünme tehlikesiyle ve o yüce metnin karşısında yetersiz görünme korkusuyla, onun hakkında yazmamayı tercih ederdi. (Biraz da gülelim: tıpkı Fransızların İngilizce konuşmaktan, aptalca görünmemek adına, imtina etmesi gibi).

Jean-Luc Nancy, “birliktelik” (community) fikri etrafında Blanchot ile karşılaşmalarına istinaden, La communauté désoeuvrée’yi (The Inoperative Community) yazdıktan sonra Blanchot’nun ona yanıtının göz korkutucu olduğunu söylüyor. [0] Sonuç olarak, Blanchot’nun etrafında o dönem tuhaf bir sessizliğin olduğunu söyleyebiliriz.

Bu sessizliğin ikinci bir yanı Blanchot’nun politik geçmişiydi: bu herkes için rahatsız edici ve büyük bir soruydu. 30’larda Blanchot sağ düşünceye -yer yer aşırı sağa- yakın bir gazeteciydi. Bir anlamda devrimci sağ (?) ile yakınlaşıyordu ama Katolik bir noktadan, Fransız ulusunu yücelten yazarlarla yakındı. Milliyetçiydi.

Yaptığı her işte radikal bir düşünürdü. Siyasi bir tutkusu vardı. Bu tutkuyu sağ düşünceye aktardığında bunu da ödün vermeden yapmıştı. O dönemde, klasik sağ düşüncede görebildiğimiz bazı tüyler ürpertici ifadeleri vardı.

1938-1939 yılları civarında Blanchot’nun o pozisyondan doğru konuşma potansiyeli sarsılıverdi. Bunun apaçık bir tarihi yok. Christophe Bident’ın iyi bir Blanchot biyografisi var. Ek olarak Michael Holland’ın [1] ve Leslie Hill’in [2] kitapları var. Blanchot üzerine yazılmış epeyce metinden söz edilebilir fakat otoriter bir metin henüz yazılmış değil. 1938-1942 arası muğlaktı. Hala Vichy içindeydi, Pétain teslim olduğunda oradaydı, işbirlikçilerle iletişim halindeydi fakat eylemleri gölgedeydi, direnişçilerle de ilişkileri vardı.

1941-1942 yıllarında Georges Bataille ile tanıştı, yakınlaştı. Onunla sürdürdüğü tartışmalar olmuştu, düzenli buluştuklarını -büyük ölçüde Bataille’ın gözünden, çünkü Blanchot içine kapanıktı- biliyoruz. Bu buluşmaların Bataille’ın radikal düşünceleri üzerinde güçlü bir etkisi olmuştu. Pek bilmediğimiz ise Blanchot üzerindeki etkisi. Fakat, Blanchot savaş döneminden çıktığında açık bir şekilde sol düşünceye kaymıştı. Düşünceleri, 30’lardaki radikal yazılarıyla karşılaştırınca sadece siyasi düşünceleri ya da gazeteciliği diyemeyiz, edebi metinleri de buraya kaymıştı.

İlk kitabı Karanlık Thomas’ya 30’larda başlamıştı, tam tarihini bilmiyoruz. 1940’ta ilk hali yayımlandı, 250 sayfa civarıydı. Yoğun ve oldukça deneysel bir romandı. Bir anlamda roman formunu benimsiyordu ama gerçeküstücülüğün etkisini görebiliyordunuz. Kendi yazınsal biçimini yaratmıştı. Karanlık Thomas tuhaf bir çalışmaydı. Savaştan sonra tekrar baştan yazdı. Uzunluğu, ilkinin yaklaşık olarak dörtte biriydi. Bu başlı başına bir çalışma olabilir: kitabın iki versiyonu arasındaki dönüşümü incelemek. Bu inceleme, bir anlamda bugün savaş sonrası kimliğiyle bildiğimiz Blanchot’nun oluşumuna dair işaretler sunabilir.

Bu deneysel, tuhaf, uç metin Blanchot’nun sağ kanat gazeteciliğiyle tamamen uyumsuzdu. Bir çeşit bölünme yaşıyor gibiydi. Kendisi de söylemiştir, “bir gündüz varoluşum bir de gece varoluşum var,” diye. Gündüz varoluşunda çeşitli metinler yazıyor, sanırım bir dönem bir antropologla birlikte çalışıyor, yazar ve gazeteci olarak hayatını nasıl gerekiyorsa öyle geçiriyor. Geceleriyse, bizim Blanchot ile ilişkilendirdiğimiz metinleri yazıyor. O keskin yazınsal deneyleri. Savaş sırasında bir noktada bu yarılmış varoluşlar iç içe geçiyor, ikilik artık sürdürülemez oluyor. Düşünceler yazıyla uzlaşıyor. Bütün yazınsal pratiği, bugün bildiğimiz haliyle Blanchot’ya doğru evriliyor.

80’lerin başlarında Victor Farias’ın kitabıyla [3] patlak veren Heidegger olayı birçok insan için bir aydınlanma anlamına gelmişti. Heidegger üzerine çalışıyorsanız malzemelerden çoğunun zaten ortada olduğunu bilirsiniz. Fakat önceden bu bağlamda okunmamıştı. Bir ara verip bunun hakkında konuşalım çünkü ilginç bir tarihi olay. Heidegger’in Nazilere dahil olduğu, savaş sonrası dönemde biliniyordu. Sonradan, Fransızlar tarafından düzenlenen nazisizleştirme sürecine katılması gerekmişti. Heidegger’in kim olduğu, ne yaptığına dair bir gizem yoktu. Ne derecede aktif katılım gösterdiğine, üst pozisyonlara ne denli talip olduğuna dair çok fazla bilgi yoktu ama bunlar detaydı. Politik bağlılıkları konusunda kimsenin kafası karışık değildi.

70’lerin sonu, 80’lerin başında Shoah’ya dair -özellikle Claude Lanzmann’ın filminin adıyla anıyorum çünkü bir çeşit sosyokültürel adımdan ya da olaydan söz edilebilir- yeni sorular sorulmaya başlandı. Nachträglich/Belated/Gecikmiş bir şekilde Fransız toplumu Holokost’u ele almaya başladı. Heidegger üzerine ilgili kitabın yayımlanması bu süreçle kesişti: Shoah’ya yeni(den) bir ilgi uyandı. Heidegger’in siyasi düşüncesi tekrardan değerlendirilebilir oldu, kendini yeni okumalara açtı. Blanchot bir anlamda bu dalgaya yakalandı. İnsanlar onun ne yaptığını pek bilmiyordu, sağ kanattan olduğunu biliyordu. İlginç bir olgu olarak, Levinas’la, 20’lerden gelen yakın arkadaşlıkları biliniyordu. İkisi de Strazburg’da Heidegger üzerine çalışıyorlardı. Blanchot biraz da filosemitik olarak biliniyordu, çok fazla Yahudi arkadaşı vardı. Bu da sağcılar arasında sorun teşkil ediyordu. Yazdıkları bu açıdan biraz muğlaktı çünkü yazdıklarında anti-semitist görüşlere sahip aşırı sağ söylemi itham etmiyordu.

Bu yüzden, 70’ler ve 80’lerin başında Blanchot’ya dair çok fazla soru vardı. Bir yandan, Lacan, Derrida, Deleuze ve Foucault gibi dönemin en saygın düşünürlerinin seçilmiş kişi olarak gördüğü, göz korkutan bir yazınsal figürdü. Öte yandansa altından ne çıkacağı hiç belli olmayan ürkütücü birisi. Dolayısıyla, bu dönemde Blanchot’ya karşı ihtiyatlı bir sessizlik hüküm sürdü.

Nancy, belli bir yazara, düşünüre ya da sanatçıya dair yazı yazabilecek en iyi kişilerin yazdığı metinlerden oluşan, çok kaliteli bir koleksiyon olmayı amaçlayan “Cahiers de l’Herne” serisinde Blanchot kitabı yapmayı denedi. Lacoue-Labarthe ve Nancy kitap için yazı yazacak kişiler aradılar fakat katkı sağlayacak pek kimse bulamadılar. Davetlerini sadece birkaç kişi kabul etti. Bazı şaşırtıcı ret cevapları geldi. 70’ler ve 80’lerde, pek kimse Blanchot’ya dokunmak istemiyordu.

80’lerden 2000’lerin başına kadar bu tedirginlik devam etti. Blanchot’nun tartışmaya dahil edilmesi oldukça yavaş gerçekleşti. Bu yolda hem 30’larda ve 40’larda neler olup bittiğine dair görüşler gelişti hem de metinleri daha ciddi, dikkatlice ve etraflıca okunmaya başlandı. Bugün olana ise bir çeşit dönüş, ilgilerin yenilenmesi denebilir. Leslie Hill güzel bir kitap yazdı, iki hafta önce yayımlandı: Maurice Blanchot and Fragmentary Writing, tavsiye ederim.

Çeşitli yerlerde Blanchot’yu yenilenmiş bir kapasiteyle okumaya dair  işaretler bulunuyor. Bu şekilde okunmaya başlaması bence yeni bir şey. O halde, birkaç sözle bağlayayım. Sanırım modern Fransız düşüncesinde Blanchot’nun kapladığı alana dair bir taslak çizmiş oldum. İlk büyük edebi eseri Karanlık Thomas’ydı. Savaş sonrası dönemde edebiyat teorisi ve yazınsal düşünceye dair iki önemli derlemesi vardı: Yazınsal Uzam (YKY, L’espace littéraire) ve Le Livre à venir (The Book to Come). Fransız düşünce bağlamını işaretleyen, denemelerden oluşan kitaplar. Başka kitapları da vardı, La part du feu (çevrilmemiş, Ateşin Payı), Dostluk (çevrilmemiş [4], L’amitié) ya başka hatırlamadığım derlemeler. Ama özellikle işaret etmek istediklerim, ilk andığım iki kitap.

40’lar, 50’ler ve 60’lar boyunca Blanchot haftalık olarak düzenli yazıyordu. Başka metinleri değerlendirme amacıyla denemeler yazıyordu. Yazdıklarının bazıları daha mütefekkirdi. Uzunca bir süre La Nouvelle Revue Française’de yazdı. Döneminin, önde gelen çok çeşitli Avrupa merkezli metinlerini yorumluyordu. Yayımlarına baktığınızda, yazınsal düşünceye dair pratiği büsbütün şaşırtıcıydı. Eleştirel angajmanı kendine hastı. Şahane bir okurdu. Gide’i, Alman yazarlarını, ne bileyim, Rilke’yi ya da bir başkasına dair yazdıklarını okurken bu yazarları Blanchot’nun okumasıyla okuyordunuz. Olağanüstü bir üretimi vardı, dönemin yazınsal üretimini yakından takip ediyordu.

40’lar, 50’ler ve 60’larda edebiyat eleştirisi, -modern kıta Avrupası felsefesinin sıkı bir okuru olduğundan felsefe yüklü- edebiyat teorisi ve edebiyat eserleri verdi. Deneysel metinler yazmaya devam etti. Deneysel ama bir yandan da tuhaf bir şekilde güzel metinler. Savaş sonrası dönemde biri Blanchot’dan bahsettiğinde edebiyat eleştirmeni ve yazar kimliğine işaret ediyordu ama belki her şeyden önce, yazar kimliğine. Bence, Blanchot’nun üstünlüğü daima yazarlığında gizliydi. Savaş sonrası dönemde Fransız yazınında neredeyse egemen bir pozisyonu oldu. Her zaman egemenlik kavramını ve otoriteyi yapısöküme uğratmayı amaçlamış, yazıda günden güne daha çok anonimliği savunmuş olsa da. O yüzden, “yazarın ölümü” tartışması kolayca Blanchot’nun yapıtlarıyla düşünülebilir.

On yıllar boyunca üretkenliğini sürdürdü. Geniş, olağanüstü zengin bir külliyatı var. Aynı zamanda, o derece zorlu bir külliyat. Tüm bunlar da Blanchot’ya dair o müphemliği, “Blanchot kim?” sorusunu besliyor. Etkileyici ve zorlu bir kariyer ama işte bir yandan da çok güzel. Yazdıklarından büyülenmek çok kolay, birden geri dönülmez bir yola girebilirsiniz yazdıklarını okudukça. Benim amacım da sizi bu yolda baştan çıkarmak, size bu tuhaf tutkuyu aktarmak. Bunlara dair sorularınız var mı? 🙂


[0] Burada Fynsk’in bahsettiği metin Blanchot’nun İtiraf Edilemeyen Cemaat’i olmalı, emin değilim.

[1] Michael Holland (ed.), The Blanchot Reader, Wiley-Blackwell, 1995

[2] Leslie Hill, Maurice Blanchot and Fragmentary Writing: A Change of Epoch, Continuum, 2012

[3] Victor Farías, Heidegger And Nazism, Temple Univ Press, 1989 (Heidegger y el Nazismo, 1987)

[4] Blanchot’nun Dostluk kitabının çevirisini bulamadım. Murat Erşen’in Gazete Karınca için çevirdiği bir pasaj varmış.