Yürüyorum

“But only one is a wanderer, two together are always going somewhere.”

Sevgi Soysal | Yürümek

Thomas Bernhard | Yürümek – Evet

Ayhan Geçgin | Uzun Yürüyüş

Rebbeca Solnit | Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi

David Le Breton | Yürümeye Övgü

Werner Herzog | Buzda Yürüyüş: Münih – Paris

Henry David Thoreau | Doğa ve Yürüyüş Üzerine Seçme Denemeler

Oruç Aruoba | Yürüme

Frédéric Gros | Yürümenin Felsefesi

Wim Wenders | Paris, Texas

Mike Leigh | Naked

Edebiyattaki Adam

“Adam” kelimesinin tüm pejoratif anlamlarına ve kullanımlarına rağmen,

bitik, mağrur, uyuyan, ilk, niteliksiz, lüzumsuz, yıkıma giden, kabuk, karanlıktaki, aylak, ölen, kopyalanmış, görünmez, yavaş, gölge, görülmeyen ve utanmaz

Romandaki adam tüm transparanlığına rağmen bir görülme veya görülmediğini söyleme dökerek tanınma gayreti içinde. Bir yandan da yokluğunu veya tali varoluşunu bazı içe göçen sıfatlarla kabulleniyor.

Giovanni Papini | Bitik Adam
bitik-adam-papini

Thomas Bernhard | Bitik Adam
bitik-adam

Katherine Burdekin | Mağrur Adam
magrur-adam

Georges Perec | Uyuyan Adam
uyuyan-adam

Albert Camus | İlk Adam
ilk-adam

Robert Musil | Niteliksiz Adam
niteliksiz-adam

Sait Faik Abasıyanık | Lüzumsuz Adam
luzumsuz-adam

Alfred Bester | Yıkıma Giden Adam
yikima-giden-adam

Aslı Erdoğan | Kabuk Adam
kabuk-adam

Paul Auster | Karanlıktaki Adam
karanliktaki-adam

Yusuf Atılgan | Aylak Adam
aylak-adam

D. H. Lawrence | Ölen Adam
olen-adam

José Saramago | Kopyalanmış Adam
kopyalanmis-adam

H. G. Wells | Görünmez Adam

John M. Coetzee | Yavaş Adam

Luigi Pirandello | Gölge Adam

Ralph Ellison | Görülmeyen Adam

Hüseyin Rahmi Gürpınar | Utanmaz Adam

Zorba – Nikos Kazancakis

zorba

Zorba’yı okurken sürekli bir arada kalmışlık hissi yaşadım. İsimsiz anlatıcı ve Zorba arasında sık sık basit sorularla felsefi tartışmalar açılıyor, sorgulayıcı sözler sarf ediliyor, sonra tüm mesele bir anda et yemeye, kadınları aşağılayıcı ve tapınmacı bir şekilde baştan çıkarmaya ve kafasının estiğini yapmaya dair övgülerle sonlanıveriyordu. 350 sayfalık deneyimim Zorba’nın ağzından şu kısa pasajda özetlenebilir:

“Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dır ve bu Yunan’dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir, adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim… Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış ya da bilmem neymiş… Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte… Boş versem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek… Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be…. Hepimiz kurtların yiyeceği etiz… Ve bu kadınsa, gayri o zaman, vallahi ağlayasım geliyor. Sen ikide bir, kadınları seviyorum diye benimle alay edersin. Nasıl sevmeyeyim be? Nasıl acımayayım ki, onlar zayıf yaratıklardır, ne yaptıklarını bilmezler, memelerinden tutuversen, kapılarını açıp teslim olurlar!…” Can Yayınları, 25. Basım, s. 256-7

Bu yoğun, pek çok dönüşüm içerdiğini düşündüğüm pasaj, Kazancakis’in Homeros, Buddha, Bergson ve Nietzche ile beraber hayatını en derinden etkileyen, hatta bir “ruh kılavuzu” seçse onu seçeceği Zorba’nın roman boyu anlattığı pek çok yaşam deneyiminden birisi. Bir akıllanma, doğruyu bulma hikayesi. Irk temelli özcü nefretin manasızlığına varan Zorba (21. yy itibariyle epey insan vardı, epeyi hala varamadı), bir adım ileri giderek, “halkların ve canlıların kardeşliğini/çilesini” de öngörmeyi başarabiliyor. Buna rağmen Zorba’nın cinsiyet körlüğünü üzerinden atamaması anlaşılabilir, fakat roman boyunca “yaşamın anlamı”, “inancın nesnesi”, “düşünen insan/eyleyen insan”, “sosyalist geçinen entelektüel patron” çelişkileri üzerine düşünen Kazancakis’in tek satırda Zorba’nın bu bakışını sorun etmeyişini aklım almıyor.

Romana dair eleştirileri okuyunca bu cinsiyetçi bakışı savunanların ve sorun etmeyenlerin daima “dönemin şartları”nı göz önünde bulundurmak gerektiği savunmalarını gördüm. “O zamanlarda, o topraklarda kadınlar nasıl görülüyorsa onu anlatmış”. Anlamadığım nokta, romanın ve Kazancakis’in bakışının değeri zaten dönemini “aşabilen” tartışmalardan ileri gelmesi… Ulus fikrinin asıl palazlandığı, dinlerin etki alanının bugünden çok daha yaygın olduğu vb. bir dönemde yersizyurtsuz ve dinsiz bir Zorba övgüsü okumak güzel ama iki sayfaya bir “zavallı dullar şöyledir”, “insanlığı tartışılan kadın varlığı böyledir” iddialarını okumak kuvvetli sinirler gerektiriyor.

Olumsuzla oyalanmaktan vazgeçerek okurken en çok keyif aldığım noktaları düşününce “düşünce insanı/eylem insanı” arasındaki gerilimleri Kazancakis’in tattığı anlar aklıma geliyor. Günümüzde bu romanı okuyup bitiren insanların büyük çoğunluğu Zorba’dan çok Kazancakis’e yakındır. Çünkü Zorba gibiler kitap okumuyorlar zaten -ki belki o zamanlarda çok olmayan, iki tipin karışımı olan tipolojiler de çıktı 60’larla birlikte: Beat kuşağı, Fante, Bukowski vb. gibi. Entelektüelliklerini bedensel ve duygusal arzularından soyutlamayan, aksine tam da entelektüelliği bu “yaşam deneyimi” ile birleştirenle.

Neyse daha uzun düşünmek, üzerinden geçerek yazmak lazım, ben şimdi yazmayı beceremeyeceğim, temaları not düşeyim, sonradan hatırlayıp düşünmek üzerine:

(Kazancakis’in bu kadar okuyup düşünmesi fakat Kazancakis’in hayat ile, inanç ile ilgili birkaç kelimelik sorularına bile cevap veremeyişi),

(Okumak, bilmek, düşünmek gibi yoğun kafa mesaisi ayrılan eylemlere rağmen iletişim kurmak söz konusu olduğunda, Zorba’nın sadece raks ederek Kazancakis’in anlatamadıklarını anlatabilmesi),

(Kazancakis’in Zorba’ya hayranlığının gerçek ve içten bir duygu mu yoksa kendinden çok aşağı gördüğü bir insanın aslında o kadar da aşağı olmadığını fark etmesiyle duyduğu şaşkınlıktan mı ileri geldiği),

(Hep kazanma, başarma ile anılan mutluluğun, tam tersine her şeyini yitirme ile de benzer bir şekilde deneyimlenip, deneyimlenemeyeceği; bu ikisi arasında duygular açısından bir ortaklık olup olmadığı)

(sosyalist patron figürünün daha ne kadar gerilere gittiği, günümüzde Tanıl Bora’nın dediği “sosyalizmin orta sınıflara sıkışması” probleminin tarihte Marx’a kadar gidip gitmediği, görünüşleri, azılı entelektüel, sosyalist sermayedarlar, Kazancakis gibi bugün okunduğunda yanında çalıştırdığı işçilerin haklarıyla, kendi konumuyla ilgili acınası bir kara komedi ilişkisi kuranlar),

(Dünya’da hiç en sevdiği ve son okuduğu kitap Zorba olan, sonrasında okumayı bırakan okurun bulunup bulunmadığı)

İlerisi için not: Zorba artık klasikleşmiş bir roman. Acaba 20. yy’da Yunanistan’dan çıkan başka bir yazar tanıyor muyum, en son noktası Kazancakis mi diye düşünüyordum. Başka kimseyi bilmiyormuşum. İnternetten bakınca, 20.. yy’da iki Yunan yazarın Nobel aldığını gördüm. Buraya not düşüyorum. Giorgos Seferis (1963) ve Odysseas Elytis (1979). Sanki Seferis’i duydum diyordum ama yalan söylemeyeyim.

Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi | Peter Handke

kalecinin-penalti-anindaki-endisesi

Kalecinin penaltı anındaki endişesini Josef K.’nın fena bir şey yapmamış olmasına rağmen tutuklanması gibi düşünebilir miyiz? Josef K.’yı tutukladılar, Josef Bloch’u işten attılar ve hikaye başladı.

Bloch’un ilk dereceden erkek kardeşleri Josef K., Mersault veya Samsa gibi görünüyor. Burası zaten edebi/eleştirel külliyatın da biriktiği bir alan. Benim için zor alan. Onun yerine öznel olarak kurduğum bir uzak akrabalık oldu Bloch’un öyküsünü okurken.

Edebiyatta ve sinemada “dolaşan karakterler” en sevdiğim hikayelerden. Kentlerde ve kasabalarda gezinen, restoranlara, barlara, marketlere, dükkanlara, parklara, başkalarının evlerine girip çıkan, insanlarla konuşan, bazen de saatlerce boş boş yürüyen ve düşünen kahramanları anlatan hikayeler yaşamın sonsuz ihtimallerine kapı aralıyor. Les quatre cents coups (1959), Victoria (2015), Naked (1993), Cléo de 5 à 7 (1962), After Hours (1985) vb. filmler birbirinden çok bambaşka karakterlere ve hayata bakışlara sahip karakter içeriyor ama ortak yanları mekandaki süzülüşleri. Yeni Hayat’daki otobüs seyahatleri, Kürk Mantolu Madonna’nın takıntılı tutku hikayesinden çok Raif Efendi’nin sokaklarda dolaştığı kısımlar, Görünmez Kentler’deki ihtimaller, Baudelaire ve diğerleri…

Ana motivasyonları gezmek ve keşfetmek olan seyyahlar değil, başka yapacak bir şey bulamadığı için sıkıntıdan dolaşanlar, kafayı dağıtmak için, acıyı hafifletmek için dolaşan karakterler ve onların karşılaştıkları olaylar… Anlatının vardığı noktadan çok içindeki ayrıntılara ilgi duyduğum için, bu kahramanları ve olayları daha ilgi çekici buluyorum. İlla ki flaneur/flaneuse olmalarına da gerek yok karakterlerin. Bir karakter olmasına bile gerek yok.

Eski kaleci Bloch, bu karakter dizisine tepe noktasıdan eklendi. Romanın, oldukça “kuru” ve “kesintili”, karakterin sadece ne yaptığını ve ne düşündüğünü, duygularına hiç yer vermeden anlatan, bir yandan da “ifade edilemez olan”ın etrafında dolaşan bir üslubu var. Ayrıntı Yayınları’ndaki tanıtımda bu üsluba “‘boş’luğun üslubu” denilmiş, güzel söylenmiş. Bu boşluk, bir ağırlığı, anlamı, etkisi olan bir boşluk. Onun açtığı alanda Bloch’un endişelerini, yanlış anlamalarını, kararsızlıklarını, sonuçsuz çabalarını takip edip sonunda ortada kalıveriyoruz. Anlatımın kuruluğunun Bloch’u olduğu kadar okuyucuyu da özgürleştiren bir yanı var.

Öldürücü olan diğer yanının ise varoluşçuluğun olumsuz okumalarından olup, etik açıdan daha olumlu bakışlarla zenginleştirilebileceğini düşünüyorum (de Beauvoir’ın ekledikleri gibi). Bloch da, Mersault da cinayet işlemeseler, kendiliklerinden bir şey kaybetmezlerdi, yapmasalar daha iyi olurdu diyerek felsefeden pek anlamadığımı, aslında bu “varoluşçuluk” meselesini de çok bilmediğimi açık edip, cahilce bitiriyorum okur yorumumu. 🙂

Kaleci:

“Eskiden tanınmış bir kaleci olan montör Josef Bloch’a, öğle öncesi işbaşı yapmaya gittiğinde işten çıkarıldığı bildirildi.”

Dava:

“Josef K. iftiraya uğramış olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmadığı halde bir sabah tutuklandı.”