Category: edebiyat
Ben Buradan Okuyorum | Tim Parks
Huysuz Tim Parks’ı, Metis soluk sarı kapağıyla basmasa tanıyamayacaktım. Halbuki romanları daha önceden Kanat ve Alef’den çevrilmiş, yayımlanmış. “Ben Buradan Okuyorum”, birkaç kitapçıda da ilk haftasında tükenmişti, çalışanlarla beraberce şaşırmıştık, nasıl popülerleşti bir “metis eleştiri” kitabı acaba diye. Ben kapağın ve başlığının albenisinden diye düşünmüştüm.
Kitabı okuduktan sonra eleştirilerine bakarken, kitabın başlığının (orijinali “Where I’m Reading From”) Raymond Carver’ın öykü derlemesinden (Where I’m Calling From) alıntılandığını, kitabı epeyce haşlayan bir eleştiriden öğrendim. Carver’ın bu derlemesi aynı seçkiyle Türkiye’de yayımlanmamış, ama öykü tanıdık geldi. Derlemeye adını veren öykü Can Yayınları’ndan çıkan, alkol yüklü “Katedral” kitabında varmış, buldum. Bu derlemede, ilgili Where I’m Calling From öyküsünün çevirisi de “Nereden Aradığım”. Kitap başlığı referansları için de, “çeviride kaybolan kadardır” diyebiliriz o halde. Gerisi bize müthiş çeviriler armağan etmiş Roza Hakmen ve Ayça Sabuncuoğlu’nun arasında profesyonel bir diyalog ister.
Hemen, aslında yazının başına koymam gereken kitap alıntısını, gecikmeli olarak ekliyorum. Buraya kadarki saçma girişle, kitap budalası olmayanları eledik.
“Geribildirim için internet var. Bazen hepsi geribildirimmiş, hiç bildirim yokmuş gibi geliyor. Okurların kendi incelemelerini yazdıkları sitelerde en şaşırtıcı olan şey, gazete incelemelerine çok benzemeleri. Amazon yıldızlarını dağıtmaya itirazları yok. Övgüyü de, cezayı da nasıl dağıtacaklarını çok iyi biliyorlar. Sorgusu ölçütleri var. Mecra tonu belirliyor. ‘Kitabı okumadım aslında, ama…’” (s. 10)
Imdb’de veya Goodreads’de her puan tıklamasında yaşadığım anlık endişeleri bir seferde tokat gibi vurdu yüzüme Parks bu pasajla. Ne yapalım, biz zavallı okurlar da, böyle eğleniyoruz, sosyalleşiyoruz. Ama işte, bu hizaya çekme sonrasında belki farklı yollar aramaya başlayabiliriz. Neden bir kültürel nesneyi, onu değerlendiren diğer profesyonellerin diliyle değerlendirmek zorunda olalım ki? (Öte yandan, karşı bir örnek olarak, bir okurun Kafka’nın Dava’sına 1 yıldız verip, “fazla abartılmış bir roman!!!” diye yorum yazması ve birileri tarafından beğenilmesi, bir entelektüel galibiyet hissi veriyordur.) Neyse, ben de elimden geldiğince bir edebiyat eleştirmeni hallerine girmeye çalışmadan, safi kitabın bende yarattığı heyecanı paylaşmak amacıyla bir şeyler yazmak istiyorum. Okurken, yazarı her yazıda sürekli okurla diyaloğa giriyormuş gibi hissedip söze girmeye çalışırken metrobüste kendi kendime konuştuğumu fark ettim.
Kitap, Tim Parks’ın blog yazılarından derleme. Blog’u The New Yorker’da tuttuğu için özenerek yazıyor. Uzun yıllardır İtalya’da akademisyenlik yapan, ABD’de bir gazetede yazan bir İngiliz. Roman yazıyor, çeviri yapıyor, sipariş üzerine kitap eleştirisi yazıyor, bir de bu kitaptaki yazıları oluşturan metinler gibi, edebiyatın çeşitli yönlerine dair daha serbest stil denemeler yazıyor. Yer yer otobiyografiye kayacak derecede, kendi kişisel deneyimlerini de esirgemediği, iyi sorularla başlayan metinler… İngilizce (çeviri) küresel romanın yükselişinden Nobel’in saçmalığına; pazarlanan büyük yazarlardan zor geçinen genç yazarlara; okuma zevkinin nasıl kazanıldığından, edebiyatın nasıl bir kaybetme zihniyeti üzerinden beslendiğine; en ciddi sınırının karakter sayısı olduğu yazılar…
37. ve son metinde Parks, TV filmine uyarlanan bir romanının (Kader) film versiyonunu nasıl bulduğunu incelemeye koyuluyor. Yazının sadece konusu Parks’ın beni neden heyecanlandırdığını net olarak anlamamı sağladı. Yorumlamayı, eleştirmeyi, değerlendirmeyi -kültürel varlıktan doğru düşünmeyi- ölesiye seviyor. Öyle ki, kendi yazdığı romanın anlamadığı bir dilde yapılan uyarlamasını, neden o sahneyi orada çektiklerini, filmin romandaki hangi anlamları yitirdiğini, bunun yerine ne öğeler koyduğunu yorumluyor da yorumluyor. Burada, -dünyanın 99%’u için anlamsız olsa da- dur durak bilmez bir eleştiri/seyir zevki ve keşfi var. Aynı bakış, edebiyatın (veya sanatın) geneline yayıldığında, aslında genel kabul gören büyük övgüleri (“Franzen dahi bir yazar”) sorgularken, entelektüel olarak aşağılanan (polisiye, popüler roman vb.) öteki yakada öznel anlamların nasıl bulunduğunu ortaya seriyor. “Neden o Kundera sever, öteki Tolstoy sever?”, “Neden kazanma toplumunda kaybetmeyi anlatan Alice Munro böyle meşhur oldu?” gibi soruların incelenmesine çevrilebilecek metinleri, benim gibi biraz şaşkın okurlara da yol haritalarını çizmekte yardımcı olabilecek parçalar içeriyor.
Okurlardan yazarlara geçince, örneğin “ilk romanını yazma” sıçramasını tiye aldığı bir yerde, yıllarca yayınlatamadığı öyküler, romanlar yazmış veya bir türlü hiçbir şey yazamamış ama yazmak için kıvranan; dostlarının bile okumadığı ve ciddiye almadığı, herkesin “başka bir iş mi bulsan acaba” diye şefkatle yaklaştığı yazar adaylarının, bir romanlarını yayınlattıktan sonra, bütün bir kültür sanat medyası tarafından “Bir sonraki eseriniz ne hakkında olacak?”, “Nereden esinlendiniz bu romanda?”, “Genç yazarlara tavsiyeleriniz nelerdir?” kabilinden aşırı önemsenen birisi haline gelişindeki absürd kırılmayı ince bir alayla anlatıyor. Yazarların zihniyet dünyalarında, anılarını/notlarını yayınlatıp kazanacakları paracıklardan söyleşilerde sorulan saçma sorulara karşı tavırlarına pek çok noktaya bakarak “yazar”ı kutsal yerinden kaldırıp, olağan olan noktaya yerleştirmeyi amaçlıyor sanki. Bu yazar meselesinin daha derinlikli analizine Parks’ın bıraktığı yerden Coetzee’nin “Romancının Romanı” ile devam etmeyi umuyorum.
Orwell’in 1984’ünün daha açılış cümlesinden İtalyanca’da nasıl anlamı yitirtilerek çevrildiği (Türkçesine baktım, nüans pek kaçırılmamış denebilir); günümüz yazarlarının kendi dillerinde yazarken bile nasıl sürekli olarak “kolay çevrilebilirlik” kaygısı gözettiği –Türkiye’de Avrupa’ya göre dozajı bu kadar yüksek değildir sanırım, biz kendimize yeteriz çünkü ama ben bilemem o kadar detay tabi, İngilizce’ye çevrilen yazarlara sormak isterdim, samimi cevaplasınlar da isterdim– 30 dile çevrilen ve küresel olarak anlaşılan bir kitabın neden başka hiçbir dile çevril(e)meyen çünkü gücünü büyük ölçüde yerellikten alan bir hikayeden en az 30 kat daha “iyi” olduğu gibi çeviri meseleleri belki çevirmenler için klişe tartışmalardır ama bana aklıma gelmeyen sorular sordurdu.
Az bilen, ve denemeye çok açık olmayan korkak bir okur olarak, birisi bana “Chinua Achebe kesin oku” dediğinde, okumalıyım demiştim. 4 yıl oldu henüz başlayamadım. Fakat yeni bir Kundera, Tolstoy, Kafka okumak düşünce olarak derin ve belki Achebe’den daha zorlayıcı yazarlar olsalar da hikayelerinin içinde geçtiği kültürel atmosferi daha kolay anlayabildiğimi düşündüğümden –anlamıyor olabilirim elbet, ama en azından anlamadığımı da fark etmiyorum– tereddütsüz okumaya başlayabildiğim yazarlar. Achebe’nin de Nijerya üzerine romanını okuyup, anlamamaktan çekiniyorum. Öte yandan Parks, Charles Dickens’dan veya Scott Fitzgerald’dan öyle bir bahsediyor ki o dönemde yaşamamış, dile hakim olmayan, çevrilirken yitirilen nüansları topladığında İngiliz/Amerikan olmayan bir okurun bu metinlerin büyük kısmını kaçırarak okuyabildiğini iddia ediyor.
Yine de Parks, sağolsun, bu yüz kızartıcı duygunun oluşumunda edebiyat endüstrisinin payı olduğunu iddia ederek beni biraz rahatlattı. Norveçli bir yazara ödül verirken sebep olarak “Norveçli olduğunu hiç belli etmemesi” gibi bir ifadenin kullanılması olumlu okumada “insan sorunu”na eğilen bir yazar olması gibi görünse de, öte yandan olabildiğince fazla insanın anlayabileceği ve satın alabileceği bir roman yazma eğilimini ifade ediyor. Bu da özgür bir kalemin önünde tehdit elbette. Bunun karşısında ise Rushdie, Pamuk vb. gibi isteseler de istemeseler üzerilerine kendi kültürlerini Batı’ya anlatma sorumluluğu yüklenen yazarlar var, bu kişiler Norveçli yazarın aksi gibi görünse de, sonuç olarak “uluslararası-batılı-ingilizce-ingilizceden çeviri okur” kitlesinin ve yayıncıların ekonomik baskılarının edebiyat dünyasını ne denli şekillendirdiğine dair ipuçları veriyor.
Bu yazıyı, beni bunları paylaşmaya teşvik edici rolü olan Parks’dan son bir alıntıyla bitirmek isterim.
“Ortaya şöyle bir soru çıkıyor: Her türlü laf (Beckett’in düşündüğü gibi) kaçınılmaz olarak boş laf mıdır; acaba Batı kendini yavaş yavaş şehvetle, bir kırtasiyecilik dağı altında ezerek yok mu edecek ve bu arada bütün bu rezil işleyişi tasvir edip tatlı tatlı kınayan tepeleme bir edebiyat yığınıyla ölene dek eğlenecek mi? . . . Baksanıza, oturmuş bir şeyler hakkında bir şeyler yazan insanlar hakkında yazıyorum, şansım yaver giderse başka bir yerde bir başkası beni alaycı ve sorumsuz olmakla suçlayacak.” (s. 107)
ilginç bilgi ps. Avrupalıların Franzen, Murakami, Knausgaard, Ferrante vb. (“Bu yaz Ferrante okunur!” bana çok komik gelen bir reklamdı.) yazarların popüler romanlarını okumalarının sebebinin “yazın seyahat ederken tanıştığı kişilerle ortak bir payda bulabilmek adına” olduğu gibi acayip bir iddiası var Parks’ın. Hollanda’daki bir kitapçıda müşterilere “Ne okuyorsun, neden onu okuyorsun?” diye sorarak yaptığı bir saha çalışmasının bulgusuymuş, ne keyifli bir iş!
Yürüyorum
“But only one is a wanderer, two together are always going somewhere.”
Sevgi Soysal | Yürümek
Thomas Bernhard | Yürümek – Evet
Ayhan Geçgin | Uzun Yürüyüş
Rebbeca Solnit | Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi
David Le Breton | Yürümeye Övgü
Werner Herzog | Buzda Yürüyüş: Münih – Paris
Henry David Thoreau | Doğa ve Yürüyüş Üzerine Seçme Denemeler
Oruç Aruoba | Yürüme
Frédéric Gros | Yürümenin Felsefesi
Wim Wenders | Paris, Texas
Mike Leigh | Naked
Edebiyattaki Adam
“Adam” kelimesinin tüm pejoratif anlamlarına ve kullanımlarına rağmen,
bitik, mağrur, uyuyan, ilk, niteliksiz, lüzumsuz, yıkıma giden, kabuk, karanlıktaki, aylak, ölen, kopyalanmış, görünmez, yavaş, gölge, görülmeyen ve utanmaz
Romandaki adam tüm transparanlığına rağmen bir görülme veya görülmediğini söyleme dökerek tanınma gayreti içinde. Bir yandan da yokluğunu veya tali varoluşunu bazı içe göçen sıfatlarla kabulleniyor.
Giovanni Papini | Bitik Adam
Thomas Bernhard | Bitik Adam
Katherine Burdekin | Mağrur Adam
Georges Perec | Uyuyan Adam
Albert Camus | İlk Adam
Robert Musil | Niteliksiz Adam
Sait Faik Abasıyanık | Lüzumsuz Adam
Alfred Bester | Yıkıma Giden Adam
Aslı Erdoğan | Kabuk Adam
Paul Auster | Karanlıktaki Adam
Yusuf Atılgan | Aylak Adam
D. H. Lawrence | Ölen Adam
José Saramago | Kopyalanmış Adam
H. G. Wells | Görünmez Adam
John M. Coetzee | Yavaş Adam
Luigi Pirandello | Gölge Adam
Ralph Ellison | Görülmeyen Adam
Hüseyin Rahmi Gürpınar | Utanmaz Adam
Zorba – Nikos Kazancakis
Zorba’yı okurken sürekli bir arada kalmışlık hissi yaşadım. İsimsiz anlatıcı ve Zorba arasında sık sık basit sorularla felsefi tartışmalar açılıyor, sorgulayıcı sözler sarf ediliyor, sonra tüm mesele bir anda et yemeye, kadınları aşağılayıcı ve tapınmacı bir şekilde baştan çıkarmaya ve kafasının estiğini yapmaya dair övgülerle sonlanıveriyordu. 350 sayfalık deneyimim Zorba’nın ağzından şu kısa pasajda özetlenebilir:
“Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dır ve bu Yunan’dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir, adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim… Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış ya da bilmem neymiş… Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte… Boş versem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek… Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be…. Hepimiz kurtların yiyeceği etiz… Ve bu kadınsa, gayri o zaman, vallahi ağlayasım geliyor. Sen ikide bir, kadınları seviyorum diye benimle alay edersin. Nasıl sevmeyeyim be? Nasıl acımayayım ki, onlar zayıf yaratıklardır, ne yaptıklarını bilmezler, memelerinden tutuversen, kapılarını açıp teslim olurlar!…” Can Yayınları, 25. Basım, s. 256-7
Bu yoğun, pek çok dönüşüm içerdiğini düşündüğüm pasaj, Kazancakis’in Homeros, Buddha, Bergson ve Nietzche ile beraber hayatını en derinden etkileyen, hatta bir “ruh kılavuzu” seçse onu seçeceği Zorba’nın roman boyu anlattığı pek çok yaşam deneyiminden birisi. Bir akıllanma, doğruyu bulma hikayesi. Irk temelli özcü nefretin manasızlığına varan Zorba (21. yy itibariyle epey insan vardı, epeyi hala varamadı), bir adım ileri giderek, “halkların ve canlıların kardeşliğini/çilesini” de öngörmeyi başarabiliyor. Buna rağmen Zorba’nın cinsiyet körlüğünü üzerinden atamaması anlaşılabilir, fakat roman boyunca “yaşamın anlamı”, “inancın nesnesi”, “düşünen insan/eyleyen insan”, “sosyalist geçinen entelektüel patron” çelişkileri üzerine düşünen Kazancakis’in tek satırda Zorba’nın bu bakışını sorun etmeyişini aklım almıyor.
Romana dair eleştirileri okuyunca bu cinsiyetçi bakışı savunanların ve sorun etmeyenlerin daima “dönemin şartları”nı göz önünde bulundurmak gerektiği savunmalarını gördüm. “O zamanlarda, o topraklarda kadınlar nasıl görülüyorsa onu anlatmış”. Anlamadığım nokta, romanın ve Kazancakis’in bakışının değeri zaten dönemini “aşabilen” tartışmalardan ileri gelmesi… Ulus fikrinin asıl palazlandığı, dinlerin etki alanının bugünden çok daha yaygın olduğu vb. bir dönemde yersizyurtsuz ve dinsiz bir Zorba övgüsü okumak güzel ama iki sayfaya bir “zavallı dullar şöyledir”, “insanlığı tartışılan kadın varlığı böyledir” iddialarını okumak kuvvetli sinirler gerektiriyor.
Olumsuzla oyalanmaktan vazgeçerek okurken en çok keyif aldığım noktaları düşününce “düşünce insanı/eylem insanı” arasındaki gerilimleri Kazancakis’in tattığı anlar aklıma geliyor. Günümüzde bu romanı okuyup bitiren insanların büyük çoğunluğu Zorba’dan çok Kazancakis’e yakındır. Çünkü Zorba gibiler kitap okumuyorlar zaten -ki belki o zamanlarda çok olmayan, iki tipin karışımı olan tipolojiler de çıktı 60’larla birlikte: Beat kuşağı, Fante, Bukowski vb. gibi. Entelektüelliklerini bedensel ve duygusal arzularından soyutlamayan, aksine tam da entelektüelliği bu “yaşam deneyimi” ile birleştirenle.
Neyse daha uzun düşünmek, üzerinden geçerek yazmak lazım, ben şimdi yazmayı beceremeyeceğim, temaları not düşeyim, sonradan hatırlayıp düşünmek üzerine:
(Kazancakis’in bu kadar okuyup düşünmesi fakat Kazancakis’in hayat ile, inanç ile ilgili birkaç kelimelik sorularına bile cevap veremeyişi),
(Okumak, bilmek, düşünmek gibi yoğun kafa mesaisi ayrılan eylemlere rağmen iletişim kurmak söz konusu olduğunda, Zorba’nın sadece raks ederek Kazancakis’in anlatamadıklarını anlatabilmesi),
(Kazancakis’in Zorba’ya hayranlığının gerçek ve içten bir duygu mu yoksa kendinden çok aşağı gördüğü bir insanın aslında o kadar da aşağı olmadığını fark etmesiyle duyduğu şaşkınlıktan mı ileri geldiği),
(Hep kazanma, başarma ile anılan mutluluğun, tam tersine her şeyini yitirme ile de benzer bir şekilde deneyimlenip, deneyimlenemeyeceği; bu ikisi arasında duygular açısından bir ortaklık olup olmadığı)
(sosyalist patron figürünün daha ne kadar gerilere gittiği, günümüzde Tanıl Bora’nın dediği “sosyalizmin orta sınıflara sıkışması” probleminin tarihte Marx’a kadar gidip gitmediği, görünüşleri, azılı entelektüel, sosyalist sermayedarlar, Kazancakis gibi bugün okunduğunda yanında çalıştırdığı işçilerin haklarıyla, kendi konumuyla ilgili acınası bir kara komedi ilişkisi kuranlar),
(Dünya’da hiç en sevdiği ve son okuduğu kitap Zorba olan, sonrasında okumayı bırakan okurun bulunup bulunmadığı)
İlerisi için not: Zorba artık klasikleşmiş bir roman. Acaba 20. yy’da Yunanistan’dan çıkan başka bir yazar tanıyor muyum, en son noktası Kazancakis mi diye düşünüyordum. Başka kimseyi bilmiyormuşum. İnternetten bakınca, 20.. yy’da iki Yunan yazarın Nobel aldığını gördüm. Buraya not düşüyorum. Giorgos Seferis (1963) ve Odysseas Elytis (1979). Sanki Seferis’i duydum diyordum ama yalan söylemeyeyim.