Camus, Romanı Bitirmek (Düşüş)

Hazlardan düşen yargıç. Düşmeyi incelikleriyle tanımlayan varoluşçuların zamanında bu düşüşün bir ânı, süresi ve mesafesi varmış. Onların yazdıklarıyla büyüyenlerin zamanında ise taa en baştan öylesi bir yüksekliğe hiç çıkmamış, ancak belki hayallerinde çıkmayı düşlemiş okurlar, bizzat deneyimlediklerinden değil de, ancak iyimser ihtimallerden aşağı düşmeye başlamışlar. Tümü değil: bazı okurlar, bazı insanlar. Çıkanları biliyoruz, her yerdeler. Çıkılmayan yerden düşemiyoruz. Bu kapakta yuvarlanmalık bir merdiven var. Benim kapağımda, kırmızı şemsiyeli fötr şapkalı bir adam ve onun ters dönmüş yarı transparan yansıması (Erkal Yavi). Elde şemsiye, ayakların altında deniz. İki kapağın ortaklığı, düz zeminsizlik. Ayaklarımızı şöyle rahatça yere basabilsek, zıplayabiliriz bile şanslıysak.

Tekrar yatıyorum, bağışlayın. Korkarım, coşup kendimden geçtim, yine de ağlamıyorum. İnsan bazen sapıtıyor, apaçık gerçeklerden kuşkuya düşüyor, hatta iyi bir yaşamın sırlarını keşfettiği zaman bile. Benim çözümüm kuşkusuz en iyisi değil. Ama insan yaşamını sevmediği zaman, elinde başka seçeneği yoktur, öyle değil mi? Bir başkası olmak için ne* yapmalı? Olanaksız bu. Artık hiç kimse olmamak, herhangi biri uğruna kendini unutmak gerekirdi, hiç değilse bir kez. Ama nasıl? Bunaltmayın beni. Ben, bir gün bir kahvenin terasında elimi bırakmak isteyen o ihtiyar dilenci gibiyim. “Ah, bayım,” diyordu adam, “mesele kötü insan olmak değil, ama ışığı yitiriyor insan.” Evet, ışığı, sabahları, kendini bağışlayan kişinin o kutsal masumluğunu yitirdik biz.

Bakın, kar yağıyor! Sokağa çıkmalıyım! Beyaz gecede uyuyan Amsterdam, karlı küçük köprüler altındaki kara yeşimtaşı kanallar, ıssız sokaklar, boğulmuş ayak seslerim, bütün bunlar yarınki çamurdan önce geçip giden temizlik olacak. Bakın camlara karşı kabarıp kalkan şu iri yumaklara. Belli ki güvercinler bunlar. Bu sevgili yaratıklar sonunda yere inmeye karar vermişler, suları ve çatıları kalın tüy tabakası ile kaplıyorlar, bütün pencerelerde çırpınıp duruyorlar. Nasıl da kaplamışlar ortalığı! Umalım ki, herkes kurtulacak, öyle değil mi, servetler ve zahmetler paylaşılacak ve örneğin siz, bugünden itibaren, yerde yatacaksınız benim uğruma. Tümüyle şiir, öyle değil mi? Haydi bakalım, itiraf edin ki, eğer gökten bir araba inip beni götürseydi ya da kar birden alev alsaydı, donup kalırdınız. İnanmıyor musunuz buna? Ben de inanmıyorum. Ama benim, ne olursa olsun, sokağa çıkmam gerek.

Tamam, tamam, sakin oluyorum, kaygılanmayın! Benim duygulanmalarıma da, sayıklanmalarıma da zaten pek güvenmeyin. Amaçlıdır onlar. Bakın, şimdi bana kendinizden söz edeceğinize göre, kendi ilginç itirafımın, amaçlarından birine ulaşıp ulaşmadığını hemen öğreneceğim. Gerçekten de, muhatabımın polis olduğunu ve Dürüst Yargıçlar‘ı çaldığım için beni tutuklayacağını umuyorum hep. Gerisi için kimse beni tutuklayamaz, öyle değil mi? Ama bu hırsızlığa gelince, yasanın etki alanına giriyor ve ben kendimi suçortağı yapmak için her şeyi ayarladım; bu tabloyu saklıyorum ve her isteyene gösteriyorum. Bu durumda beni tutuklayabilirsiniz, iyi bir başlangıç olur bu. Belki de daha sonra işin geri kalanıyla uğraşanlar olur, örneğin benim kellemi keserler, ben de artık ölmekten korkmam, kurtulmuş olurum. Toplanmış kalabalığın üstüne o zaman siz henüz soğumamış kellemi yükseltirsiniz, onların orada kendilerini bulmaları ve benim onlara, örnek bir insan olarak, yeniden egemen olmam için. Her şey tamam olur ve ben, çölde bağıran ve oradan kurtulmamı reddeden sahte peygamberliğimi, kimsenin ruhu duymadan, sona erdirmiş olurum.

Ama siz polis değilsiniz elbet, böylesi çok basit olurdu. Nasıl? Ah! Kuşkulanıyordum bundan işte. Size karşı duyduğum bu tuhaf yakınlığın bir anlamı varmış meğer. Demek siz Paris’te o güzel avukatlık mesleğini icra ediyorsunuz! Aynı türden olduğumuzu biliyordum. Hepimiz birbirimize benzemiyor muyuz, böyle durmadan ve muhatapsız konuşarak, önceden cevapları bilsek de hep aynı sorularla karşılaşarak? Öyleyse, bir akşam Paris rıhtımları üzerinde başınıza geleni ve nasıl yaşamınızı hiç tehlikeye atmamayı başardığınızı lütfen anlatın bana. Yıllardır gecelerimde hep çınlayıp duran ve sonunda sizin ağzınızdan söyleyeceğim şu sözcükleri kendiniz tekrarlayın: “Ey genç kız, kendini yine suya at da her ikimizi kurtarma şansına bir kez daha ereyim!” Bir kez daha, ha, amma ihtiyatsızlık! Ya söylediklerimizi hemen kabul ediverirlerse, üstat? O zaman dediğimizi yerine getirmek gerekir. Brr!.. Su ne kadar da soğuk! Ama yüreğimizi ferah tutalım! Artık çok geç, her zaman hep geç olacak. Çok şükür ki öyle!

Albert Camus, Düşüş, Can Yayınları, çev. Hüseyin Demirhan, 2007 [1956] 7. basım, s. 106-8.

Nelson, Yazanın Narsisizmi ve Sözün Yönü

Düşünceyi bedende taşınan bir şey olarak görme konusunda yüreklendiren, denemeyi hatıra defterinin sularına çeken Maggie Nelson, kendini ifade edebilmek konusunda nadir rastladığım bir akışkanlığa sahip bir yazar oldu.

Wayne Koestenbaum bu konuda öğretici bir hikâye anlatıyor: “Çılgın kız arkadaşım (yıllar önce!) kendisine yazdığım coşku dolu mektuba kısa ve öz bir biçimde şu onur kırıcı ve ters cevabı vermişti: ‘Bir dahaki sefere bana yaz.’ Zarftan çıka çıka ufak bir kâğıt parçasına yazılmış bu direktif çıkmıştı. ‘Ona yazmamış mıydım? Ona yazarken gizliden gizliye ona yazmadığımı nereden bilecektim?’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. O vakitler, Derrida henüz The Post Card [Kartpostal] kitabını yazmamış olduğu için tuhaf bir biçimde yazının öte tarafındaki hiçliğe konuşacağına birine konuşması, ‘ilişki kurması’ talimatı verilmiş, coşku dolu mektuplar yazan bu aklı karışık ve yaralı narsisist benliğimle ne yapacağımı bilemiyordum.”

İfade edilemeyen (ifade edilemez biçimde!) ifade edilen tarafından kapsanıyor olabilir ama yaşım ilerledikçe bu hiçlikten, en çok sevdiğim insanlar hakkında edebiyat parçalama durumundan iyiden iyiye korkar oldum (Cordelia).

Bu kitabın ilk taslağını bitirip Harry’ye veriyorum. Okuyup okumadığını söylemiyor: İşten eve döndüğümde sırt çantasının içinden görünen karıştırılmış sayfalar ve öfkeli denebilecek ruh halini fark ediyorum. Bu konuyu ertesi gün öğle yemeği için buluştuğumuzda konuşmaya karar veriyoruz. Öğle yemeğinde kendisine itina gösterilmemiş ve sakınılmamış hissettiğini söylüyor. Bunun ne denli kötü bir his olduğunu biliyorum. Elimizde uçlu kalemler sayfa sayfa taslağın üzerinden geçip kendisini ve bizi sunuş şeklimi nasıl yontabileceğimle ilgili önerilerini değerlendiriyoruz. Dinlemeye ve kendisi hakkında yazmama izin vermiş olmasının ne kadar cömertçe olduğuna odaklanmaya çalışıyorum. Ne de olsa mahremiyetine son derece önem veren ve benimle yaşamanın kalp pili takılı bir epilepsi hastasının yanıp sönen ışık enstalasyonları yapan bir sanatçıyla evli olmasına benzediğini defalarca söylemiş bir insan. Ama hiçbir şey içimdeki savunma avukatını kalıcı bir şekilde bastıramıyor. Bir kitap nasıl hem özgür ifade hem de bir uzlaşma olabilir? Fileyi delikli diye yermek yersiz değil miydi?

Bu boktan bir fileye mazeret uydurmak, diyebilirdi. Ama kitap benim kitabım, benim! Evet ama hayatımın, hayatımızın ayrıntıları senin tekelinde değil. Tamam ama hiçbir zihin yanı başındakinin benliğine kendi benliğine gösterdiği ilgiyi gösteremez. Yanı başındakinin benliği diğer tüm şeylerle beraber yabancı kitlesine katılır ve kendi benliği bunun karşısında şaşırtıcı bir rahatlama yaşar. Yazar narsisistliği. Ama bu William James’in öznellik tanımı, narsisistlik değil. Her neyse; neden bana, bize, mutluluğumuza yerli yerinde tanıklık edecek bir şey yazmıyorsun ki? Çünkü henüz yazı ve mutluluk ya da yazmak ve kapsamak arasındaki ilişkiyi anlayabilmiş değilim.

Birlikte bir kitap yazma fikrimiz vardı; adı Yakınlık olacaktı. Gilles Deleuze ve Claire Parnet’in beraber yazdığı Diyaloglar kitabında geçen, “Bir şeyin birimizden mi diğerimizden mi, yoksa başka birinden mi çıktığı konusunda şüpheye düştükçe ‘Yazmak nedir?’ daha da açıklığa kavuştu,” açıklamasından yola çıkacaktık.

Ancak zamanla böylesi bir kaynaşmanın beni son derece kaygılandırdığını idrak ettim. Sanırım kendi benliğimi bir kenara koymanın vakti gelmemişti daha. Çünkü nicedir, yazının alanı onu (“o” dediğim şey her ne ise) bulmayı uygun gördüğüm tek yerdi.

Utanç sebebi: Lisede özgürce, bolca ve hararetle konuşkan biriyken üniversiteye geçince diğerlerinin yine başladı deyip gözlerini devireceği bir insan olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağımın farkına varmak. Geç ve güç oldu ama konuşmayı kesmeyi, gözlemci olmayı (esasen gözlemci rolüne bürünmeyi) öğrendim. Bu role bürünmek defterlerimin kenarlarına bir dünya not almama yol açtı; sonradan bu notları şiirlere dönüştürmek için karıştıracaktım.

Kendimi susmaya zorlayıp onun yerine kâğıtlara dil dökmek: Bu bir alışkanlık haline geldi. Ama şimdi hocalık yaparak coşkuyla konuşmaya geri dönmüş bulunuyorum.

Ders verirken bazen kimse sormadan araya bir yorum sıkıştırdığımda, daha az önce konuşmuş olduğuma aldırmadan bir şey söylediğimde ya da birisinin sözünü kesip konuyu şahsen yararsız bulduğum bir laf silsilesinden uzaklaştırdığımda, kimsenin göz göre göre gözlerini devirmesi ya da konuşma terapisine gitmemi tavsiye etmesi tehlikesi olmadan istediğim kadar, istediğim tempoda ve istediğim doğrultuda konuşabileceğimi bilerek dolup taşıyorum. Bunun pedagojik açıdan doğru olduğunu söylemiyorum. Verdiği hazzın yoğun olduğunu söylüyorum.

Maggie Nelson, Argonautlar, Kolektif Kitap, çev. Selin Siral, 2019 [2015], s. 78-81.

Bıçakçı, Önemsizlik ve Çirkinlik

Eğitim, kendimize baktırmamak için iki seçenek sunuyordu: Önemsizlik ve çirkinlik. Seçim bize bırakılmıştı. Ya bakmaya değlmeyecek kadar önemsiz olacaktık ya da o kadar çirkin olacaktık ki, insanlar bize, gözüm görmesin seni, diyeceklerdi. Eğitimdekilerin çoğu önemsiz olmayı seçmişti. Böylesi irili ufaklı iktidar ilişkileri içinde biçimlenen hissimize daha uygundu hem de çirkin olmak fazladan bir cesaret istiyordu. Görünmezliği hedefleyen insanların bile aynaya bakmaktan vazgeçemeyeceğini ve aynada kendini çirkin görmeyi kolay kolay kabullenemeyeceğini seziyorduk.

Amcaoğlu çirkin olmayı seçmişti. “Ne olursa olsun, bana daha kahramanca geliyor,” dedi ağırbaşlı bir ifadeyle.

Çirkinler, fiziksel olarak kendilerini çirkinleştirmek dışında, halleri, tavırları ve konuştukları konular bakımından da tahammül edilemez olmaya çalışıyordu. Yırtık pırtık giysiler içinde, insanlığın yüzkarası gibi aç, sefil dolaşıyor, yüksek sesle ve bozuk bir dille uğradıkları haksızlıkları anlatıyorlardı. Konuştuğumuzda sesimiz neredeyse hiç duyulmuyordu. Duvar diplerinden yürüyor, gölgelerimiz yere düşmesin diye dikkat ediyor, oturduğumuzda sandalyelerin ucuna ilişiyorduk.

Amcaoğluyla ben eğitimde bize söylenen şeyleri harfiyen yerine getiriyor, ha bire kendimizi çirkinleştirmeye ve önemsizleştirmeye çalışıyorduk ama dikenli telleri aştığımızda ne olacağı konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. Kulağımızda yine yaşlılardan dinlediğimiz ve eğitimde öğrendiğimiz şeyler vardı oysa bunları bir türlü kafamızda canlandıramıyorduk. Özgür olacağımız, kendimizi gerçekleştirebileceğimiz söyleniyordu; biz bunların tam olarak ne anlama geldiğini bilemiyorduk. Üstelik kullanılan sözcüklerden, kurulan cümlelerden, dinlediğimiz şeylerin dikenli tellerin dışını hiç görmemişlerin hayal dünyasının ürünü olduğunu anlıyorduk. Tutsaklıktan kurtulmuş, kendisini gerçekleştirmiş birini henüz hiç kimse görmemişti.

Aslında buradan çıkmak gibi bir hayali olmayan çoğunluk için dikenli teller ve muhafızlar bir bakıma görünmezdi. Çevrelerini saran teller ve silahlarını üzerlerine doğrultmuş muhafızlar yokmuş gibi yaşıyorlardı. “Onların seni görmemesine uğraşacağına sen onları görme!” Bu cümleyi dile getirme gereği bile duymadan ama tam olarak bu cümleye uygun biçimde, “etkileşime girmeden” yaşayıp gidiyorlardı. Elbette bu da bir seçenekti ve eğitimimizin bir aşamasında bize bu seçenek de sunuluyordu. Dikenli tellerin, silahlı muhafızların bir metafor olabileceği söyleniyor, hafif alaycı bir üslupla uzaklarda belirsiz bir yer gösteriliyor, “Belki de orada öyle bir sınır filan yoktur, belki de tutsak değilizdir!” deniliyordu. Ama gel de sen bunu dikenli telleri aşmak isterken ölen ya da sakat kalan insanlara ve onların yakınlarına anlat.

Amcaoğlu ve ben bütün bu paradoksları, fikirleri, varsayımları adamakıllı ifade edip bize yeni bir dünya tasarımı sunacak felsefi birikimden yoksunduk. Kafamız öyle karışıktı ki, görünmez olmak en kolayı gibi geliyordu. Bunun için her gün alıştırma yapıyorduk. O benim üzerimde çirkinliği ben onun üzerinde önemsizliği deniyordum. Bu alıştırmalar zamanla birer gösteriye dönüşmüştü. Amcaoğluyla ikimiz evlerimizin ortasında avluya çıkıyor, birbirimizi görmemek için hep aksi yönlere bakmaya çalışarak avluda dönüp duruyorduk. İki kişinin aynı anda birbirinden saklanmaya çalıştığı bu müziksiz, tuhaf dansı ailelerimiz merakla seyrediyordu. Sonra amcaoğlu bağırmaya başlıyordu. “Konuşamıyorum!” diyordu. Ben “Ne zor şey iki insanın birbirini anlaması,” diye fısıldıyordum. O adaletsizlikten söz ediyor, ben evrenin büyüklüğü karşısında insanın hiçliğini vurguluyordum. O kayıplarını sıralıyor, ben doğmuş olmanın kederini dile getiriyordum. Böyle hem birbirimizi duymuyormuş gibi konuşup hem görmüyormuş gibi dönüp dururken bazen ayaklarımız birbirine dolanıyor ve yere kapaklanıyorduk. O zaman ailelerimiz gülmekten yerlere yatıyor, yaşaran gözlerini silerken bizi bir an için gözden yitiriyorlardı.

Barış Bıçakçı, Tarihî Kırıntılar, İletişim Yayınları, 2019, s. 166-8.

Gürbüz, Bastonla Bekleyiş

Şule Gürbüz bu blog’da metinlerinden kesip yerleştirdiğim pasajlarla karşılaşsa kahrolur herhalde, diğer pek çok yazar gibi, ama biraz daha fazla belki. Ne yazık ki biz tüketiciler, kültürel metinleri kendimize yoğuruyor, onlardan başka bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, adımıza jurnal bile açmış akademisyenler. “Kitaplarda okuduklarımızı unutuyorsak hâlâ neden okumalıyız?” sorusuna benim pek bir cevabım yoktu ama metinlerde karşılaşıp çok da unutmamak istediğim şeyleri böyle bir kere temize çekince sanki unutma süremi uzatıyorum. Tekrar karıştırabileceğim kolay bir yerde dursunlar, dijitalliğin arama olanaklarıyla raf dizimindeki fiziksel kısıtların önüne geçsinler istiyorum. Öte yanda, tüm bunları bir araya topladığımda bu beraber duruşlarından bir “toplam” çıkar mı diye de eşeleniyorum. Çıkmadı, çıkmıyor. Buraya taşısam da unutuyorum. Metinler de bir araya gelince tek bir pasaja dönüşemiyorlar. Komik mi bilmiyorum ama gülüyorum. “Bilme oğlum, bilme – ne istediğini hiç bilme. Bunu bilirsen, hayatın boyunca bileceğin tek şey bu olur.”

Paris sandığı, öyleymiş gibi arzuladığı şehrin Paris olmadığıyla yüzleşen yorgun ve içinde asit taşıyan YAŞLI ADAM. Bir de 22 – 26 arasındaki ilk tiradı var. Aslında oradan buraya bağlanıyor kafamda, sonra da onu geçireyim.

Karanlık, boş sokak. YAŞLI ADAM bir sokak lambasının altında inleyerek oturur. Sonunda dayanamayarak ağlamaya başlar. Gittikçe şiddetli, sarsılarak ağlar. Boynundaki eşarbı çıkarıp gözlerini siler. Eşarba bakarak.

YAŞLI ADAM: Seni hiç çıkarmamalıydım, hiç.
Ağlamaya devam eder. Cebinden Paris’in olduğuna inandığı resmi çıkarıp bakar. İnler.
– Hemen inanıverdim, yine, hemen inanıverdim. Bağırır. Ben de biliyorum buranın Paris olmadığını, ben de biliyorum. Ama işte Durur. İnanıverdim. Paris’i bana böyle anlattıklarına göre, oranın böyle olmadığını, yalnızca anlatılan olduğunu ben de biliyorum. İnler. Resimlere bakarak, filmleri seyrederek oraya giden, bunlardan hiçbirini görmese bile, herkesin bildiğinden, bilmek istediğinden farklı birşey söylememek için; hatta gittiğinden bile şüphe edilmesin diye, aynı şeyleri anlatıyor. Oysa yok – bunların hiçbiri yok orada. Hayaller, olması istenenler var. Ama kendisi… yok işte. Şapkacı yok. Şapkacı olsa bile, o adam aslında şapkacı değil; şapkacı olacak birisi değil. Öyleyse şapkacı da yok. Ama inanıvermek Durur. güzel. Durup dururken buradan ayrılıp oraya, düşe girmek güzel. Ama Durur. düşlerden bile kovulmak, hem de yalınayak –ayakkabılı da olsa farkeder mi, bilmem ama– hem de yalınayak, gerektiğinde fırlatabileceğin tek şeyden bile yoksun, çıplak– Bağırır. Ne zaman insanlığa soyunsan, çıplaksın.
– Ne zaman insanlığa soyunsam bastonu yiyorum, çıplağım. Güler. Ah, soytarım benim, ihtiyar soytarım, geçiversem şöyle ellerimin üstünden, ama Lambaya bakar. ışık, yalaz saçlı bir yalancı, bin göz gibi bakarken, bir göz gibi akan ölü taşıyıcısı ellerime, bir deliğinden fırlamış, bin kıllı pörsük bedeniyle yalanın, yalanın yalınayak, ürkünç ayaklarıyla takip ediyor beni matemim. Matemim Başını ellerinin arasına alır. kalakaldım ellerimin üstünde. Nasıl da dönüp duruyorum – nasıl ki, her seferinde ölü bir gecenin sandukası gibi ağır ve çileli, yorulmuş ellerimde. Başı önüne düşer, bir süre öyle kalakalır. Derken önce yavaş, sonra kahkahayla gülmeye başlar. Ellerini kaldırır, bağırır.
– Hey Tanrım, bunları söylerken, bu yaralı bereli ihtiyar halimle bir yandan acı çekerken, bir yandan da sokak lambasının altına yakıştığımı, hoş durduğumu düşünüyorum. Hâlâ beğenilmek; yoldan birisi geçsin de, benim az önce neredeyse canımdan olduğum olayı yaşamama sebep olan kadına duyduğumu bana duysun, yaptığımı yapsın istiyorum. Durur. Ama böyle şeylere benden başka aldırış eden yok – galiba yok. Bu yaşa geldim; daha ne kadar bekleyeceğim? Üstelik beklerken de sopa yiyorum. Sessiz, sakin, belirsiz bir bekleyiş bile değil – bastonlu, bastonlu…
– Hey Tanrım, ben kandım, ben birşey sandım, en azından istedim, umdum da – daha pantolonunun yırtığından habersiz, üstelik bir çarpmayla elden gittiğini düşünen; belki de ‘olan oldu’ deyip, hayatının geri kalanını bu yeni düzenine göre sürdürecek adam bile inanmadı, kanmadı.
Durur. Soluk alır.
– Herkes, ama herkes çok becerikli. Tüm becerebildikleri de bu. Ama belki zaten bu kadardır.
– Şaşkınım, hâlâ şaşkınım. Bir sokak köşesinde yaşlı bir kadın sızlanıyor; olgunluktan bahsediyor; bunun ölümle sağlanacağını, hem de gülerek söylüyorsa, onun dediği yapılmaz da ne yapılır?
Bağırır.
– Kadın! Seni unutmadım.
Durur.
– Şaşkınım.
Lambanın altına uzanıp gözlerini kapar. Bir süre sonra uykuya dalar.

Şule Gürbüz, Ne Yaştadır Ne Başta, Akıl Yoktur, Mitos Boyut, 1993, s. 39-42.

 

Baudelaire, Eleştiri Ne İşe Yarar?

Eleştiri metinlerine geçmişten doğru bir ek.

Ne işe yarar? Eleştirmeni, daha ilk bölüme adım atmak istediği anda ensesinden yakalayıveren kocaman ve korkunç bir soru işareti. Sanatçının eleştiriye kin duymasının ilk gerekçesi, eleştirinin burjuvaya hiçbir şey öğretememesidir, çünkü burjuvanın ne resim yapmaya, ne de uyak koşmaya niyeti vardır; sanatçı eleştiriyi sanata da bir şey öğretememekle suçlar, çünkü eleştiri zaten sanatın bağrından çıkmıştır.

Oysa, zamanımızın birçok sanatçısı o zavallı ünlerini sırf eleştiriye borçludur! Belki eleştiriye yöneltilebilecek ilk hakiki suçlama da budur.

Gavarni’nin, (5) tuvalin üzerine iki büklüm eğilmiş çalışan bir ressamı tasvir eden eserini görmüşsünüzdür; arkasında çok ciddi, donuk, kazık gibi duran, beyaz kravatlı bir beyefendi, elinde son makalesini tutar. “Sanat soyluysa şayet, eleştiri kutsaldır.” “Kim demiş bunu?” Eleştirmenler!” Söz konusu sanatçıların baş tacı edilmesinin nedeni, eleştirmenin, o saymakla tükenmeyen diğer eleştirmen kitlesinden bir farkı olmamasıdır.

Eserlerin kendisinde görülen araçlara ve yöntemlere gelince, (*) izleyicilerin ya da sanatçıların bu konuda buradan öğrenecek hiçbir şeyleri yoktur. Bu işler atölyede öğrenilir, izleyici de sadece sonuçla ilgilenir.

En iyi eleştirinin hem eğlendirici, hem şiirsel olduğuna içtenlikle inanıyorum; her şeyi açıklama iddiasıyla nefretten de tutkudan da yoksun olan, her türlü duygudan bile isteye kendini arındıran o soğuk, cebir denklemlerini andıran eleştirinin yararına inanmıyorum – güzel bir tablo, bir sanatçının düşünüp tasarladığı doğa olduğu için, en iyi eleştirinin, akıllı ve duyarlı bir aklın tasarladığı bir tablo olabileceğini söylüyorum tekrar. Dolayısıyla bir tablo hakkındaki en iyi değerlendirme, bir sone veya bir eleji olabilir.

Ama bu tür eleştiri şiir derlemelerine ve şiir okurlarına yöneliktir. Gerçek anlamda eleştiriye gelince, umarım filozoflar ne söylemek istediğimi anlayacaklardır: Eleştiri, nesnesine doğru şekilde odaklanabilmek, yani bir varlık nedenine sahip olmak için, taraflı, tutkulu, siyasî olmalı, yani dışlayıcı bir bakış açısına sahip olmalıdır – tabii bunun, en geniş ufukların önünü açan bir bakış açısı olması kaydıyla. (6)

Kuşkusuz renk karşısında çizgiyi veya çizgi beğenisiyle renk beğenisini hangi oranlarda karıştırdığını, sonucunu bir tablo olarak veren bu alaşımı hangi gizemli yöntemlerle gerçekleştirdiğini bilemezsiniz. (7)

O halde iyi düşünülmüş bir bireyselcilik, daha geniş bir bakış açısı oluşturacaktır: Sanatçıdan naiflik, mesleğinin sağladığı tüm araçların yardımıyla ortaya konmuş içten bir mizaç ifadesi bekler bu bakış açısı. (**) Mizacı olmayan kişi, tablo yapmaya layık değildir ve -gerek taklitçilerden, gerekse eklektiklerden bıktığımız için- mizaç sahibi bir ressamın yanında işçi olarak çalışmalıdır. İleriki bölümlerden birinde bunu kanıtlayacağım.

Artık sağlam, doğadan çıkarsanmış ölçütlerle donanmış eleştirmen, ödevini tutkuyla yerine getirmelidir; çünkü eleştirmen olmak sizi insan olmaktan çıkarmaz ve tutku, benzer mizaca sahip olanları yakınlaştırıp aklı yeni yüksekliklere çıkarır.

Stendhal bir yerde şöyle demişti: “Resim sanatı, görünür kılınmış bir ahlâkî değerler sisteminden başka bir şey değildir!” (8) Bu “ahlâkî değerler” ifadesini az çok geniş anlamda yorumlasanız bile, tüm sanatlar hakkında aynı şey söylenebilir. Sanatlar, bireyin duyguları, tutkuları ve düşleriyle ifade edilmiş güzel olduğu, yani birlik içindeki çeşitlilik veya mutlağın çeşitli yüzleri olduğu için, eleştiri her zaman metafiziğin kıyısındadır.

Her çağ, her halk kendine özgü bir güzellik ve ahlâkî değer ifadesine sahip olduğu için, romantizm de güzelliğin en son ve en modern ifadesi olarak kabul edilirse, mantıklı ve tutkulu eleştirmenin gözünde büyük sanatçı, yukarıda öne sürdüğümüz naiflik şartı ile romantizmin en yüksek derecesini birleştirebilen kişidir.

(5) Paul Gavarni diye bilinen Sulpice-Guillame Chevalier (1804-1866), çok saygı gören bir ressam ve karikatüristti.
(*) Günümüz eleştirmenlerinin farklı iddialar taşıdığını biliyorum; onlar her zaman koloristlere deseni, desencilere de renkleri öğütlemeyi sürdürecektir. Bu çok mantıklı ve çok ince bir beğeni sorunudur!
(6) Baudelaire, kesinlikle tarafsız, hatta bilimsel olmayan, yani ifadesiz kalmayan, “öznel” bir eleştiri yanında saf tutuyor. Baudelaire’e göre, gerçek bir eleştiri tavırlıdır, tavrını belirleyen övme veya yerme isteğidir, kendi algılayışını dayatma isteğidir.
(7) Renk ve çizgi kavgası antik çağdan bugüne sanat meraklılarını bölmeye devam eden eski bir kavgadır. Baudelaire, sanatın özünün eserin büründüğü görünümde değil, eserin o görünüme bürünmesine yol açan şeyde yattığını göstererek, sorunu başka bir düzleme taşıyor.
(**) Bireyselcilik konusunda, bkz. Salon de 1845‘te William Haussoulier hakkındaki makale. Bu konuda bana yöneltilen tüm suçlamalara karşın, duygumda ısrar ediyorum – ama tabii önce makaleyi anlamak gerek.
(8) Bu cümle, Histoire de la peinture Italie‘nin CLVI. bölümünde yer almaktadır.

Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı, çev. Ali Berktay, İletişim Yayınları, 2014 [1846, 1863], 8. basım, s. 93-5.