Pettman, Tekno-Pesimizm ve Tüketici/Bot İnsan Eleştirisi

“İnsanlar, internet üzerindeki davranışlara ilişkin muhtelif ölçütler bakımından bot hesaplarından ne kadar farklı? Bize ait alışkanlıklar ne ölçüde tümüyle önceden belirlenmiş alt-rutinlere dönüştü ya da görünürde algoritmik hale geldi? Belli bir açıdan -mesela, Target’ın reklam tavsiye motoru açısından- bakıldığında, Google’da yapılan bir dizi kelime aramasından ya da alışveriş alışkanlıklarındaki bazı değişimlerden yola çıkılarak bir kadının hamile olduğu varsayılabiliyor artık. Herhangi bir şirket (gündemi epey meşgul etmiş bir hadisede olduğu gibi) belki de anne adayının kendisi bile farkına varmadan önce bunu tahmin ediyor. “Büyük verileri” bir araya getirmek üzere bilgi toplama fonksiyonlarından oluşmuş devasa nano-ordu, birey olarak adeta kaybolduğumuz dijital kahve telvelerinde birtakım şekiller arıyor; en azından yetkililerin, tüm bu elektronik sis içerisinden özgün şahsiyetimizi arayıp bulmayı çıkarlarına uygun görmelerine kadar; işte o zaman birey bu keşmekeş içerisinden yeniden oluşturuluveriyor.

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına yaklaşırken içinde bulunduğumuz durum bu: bot olmak ile olmamak, anonim ile etiketlenmiş, genel ile özel arasında asılı kalmış haldeyiz. Bir tarafta haklara, sorumluluklara, kişiliğe, failliğe vs. sahip bir yurttaş, yani şahıs olmaya ilişkin daha eski anlayışlar ile diğer tarafta özlemlere, beğenilere, profillere ve görüşlere sahip, ardında çerez kırıntıları bırakan bir tüketici olmak gibi yeni yeni ortaya çıkan varoluş biçimleri arasında gidip geliyoruz. Liberal felsefenin ve tarihin hakim bireyi (tekilliği), günümüzde epey hızlı bir şekilde, Gilles Deleuze’ün “bölünmüşlük” olarak adlandırdığı şeye dönüşmektedir; yani (kendileri de aşkın “Ben”den ziyade ulusötesi IKEA üzerine kurulu bir dünya için tasarlanmış) esnek birleşimlerle daha iyi bağlantı kurmak için tasarlanan daha modüler bir ontolojinin alt-öznesine.

En azından anlatılan hikâye bu minvalde.

Ruhumuzu, bedenlerimizi, banka hesaplarımızı ve ekosistemdeki değerli -ister internetteki etkileşimlerimiz, ister bizzat kullandığımız iletişim aygıtlarını üretmek için çıkarılan madenler olsun- her şeyi emip tüketen geç kapitalist komplodan başka yöne dikkatimizi çekmek için internetin eşi görülmemiş yaygınlığının ve gücünün kullanılmasına dur demek, yani “ölümüne tıklayışımıza” son vermememiz adına çağrıda bulunan çok sayıda düşünür vardır. Her yeni teknoloji beraberinde yeni bir McLuhan, yeni bir Toffler, yeni bir Postman ya da yeni bir Turkle getirerek, yeni kültürel ve politik itaat biçimlerinin ana hatlarını belirleyen yeni sibernetik tertibatın istemsiz şekilde benimsenmesinin doğuracağı tehlikelere karşı bizi uyarır. Elinizdeki kitap da bu uyarılarda bulunmaktadır. Ne var ki “medya”nın (hâlâ bu gibi yekpare terimlerle konuşabileceksek) genel toplumsal eleştirisinin, tam da medyanın yaygınlığını, etkisini ve kâr marjını artırmak için kullanılmasına kapı açacak şekilde makine kırıcı koroya bir endişeli ses daha eklemekle yetinmek niyetinde değildir. Üstelik bu kısa kitap, daha bildik yönelim veya yöntemlere engel olan yeni medya platformlarının, buna rağmen hem birtakım beklenmedik toplumsal fırsatları hem de ilerici politik düşünceleri gündeme getirdiğini sırası geldikçe göstermeyi amaçlamaktadır. (Hiç değilse Platon’dan beri teknolojik değişime yönelik böyle bir yaklaşım farmakon burcu altına düşer; yani onu kullananları iyileştirebildiği gibi öldürme kabiliyetine de sahip olduğu için ihtiyatla yaklaşılması gereken bir “deva”dır.)

Bu bakımdan Jean Baudrillard ilginç bir isimdir ve simüle edilmiş toplumun yükselişiyle gerçekleşen radikal kırılmanın ya da devrimin en ileri görüşlü tanı koyucusu olmayı sürdürmektedir. Genelde bir pesimist olarak görülse de Frankfurt Okulu’nu izleyen gelenek içerisinde (“Vaziyet eskiden de iç açıcı değildi, ama kötüye gittiği kesin!”) sayılsa da, bu kuraldışı gelişmelerden yakınmadığını, zira açıklama getirmek için henüz çok büyük ve hızlı olduklarını yeri gelince ısrarlar belirtmiştir. Klasikleşmiş kısa eseri “İletişim Esrikliği”nde Baudrillard, bizatihi öznelliğin kendi “sahnesini” (scène), menşeini ve temsilini yitirdiğini ve yerini “müstehcen” (obscène) olana ekranlardan ve bilişimden oluşan bir yok-ülkeye bıraktığını öne sürer. Asli sahne (özele karşı genel, kendiliğe karşı öteki ve özneye karşı nesne gibi temel ayrımlara dayalı) esasen psikolojik bir nitelik taşırken, ayrım ve diyalektik agon‘a ilişkin güven sağlayıcı göstergeleriyle yeni müstehcenlik böyle kemikleşmiş bir metafizikle ilgilenmemektedir. “Narsistik ve çok yönlü bağlantı çağı” (s. 127) sayesinde, aynanın yerini ağ almıştır: (birçoklarının daha ziyade makineyle uyum sağlamış, insan-üstü bir varoluş şekli olarak tanımlayacağı) çok farklı bir insan olma biçimine yol açan, belirleyici bir ikamedir bu. Tanınmaya yönelik üretici mücadelelerle birlikte, ıskalanan melankolik kendine dönük yüzleşmeler de kapı dışarı edilmiştir. Bunların yerine, “işlemlerin meydana geldiği -iletişimin pürüzsüz işlevsel yüzeyi… yansımaz bir yüzey,” (s. 126-127) ortaya çıkar. Peki ya sonuç?

Artık harcama, tüketim ve icra yok, bunların yerine nizam, ince ayarlanmış bir işlevsellik, aynı sistemin bütün unsurları arasında dayanışma, kurulmuş bir birliğin denetimi ve küresel yönetimi… Kişiye özel “telematik”: her bir kişi kendini mükemmel ve ücra bir hakimiyet konumunda yalıtılmış halde, menşe evreninden sonsuz uzaklıkta, farazi bir makinenin başında görür. Yani, tam da mekikteki astronotun konumu gibi, gezegene geri çakılmamasını sağlayacak daimi bir yörünge uçuşu ve hız gerektiren bir ağırlıksızlık halinde. (s. 128)”

Baudrillard, Jean, “The Ecstasy of Communication”, The Anti-Aesthetic: Essays in Postmodern Culture (haz. Hal Foster) içinde, Port Townsend, WA: Bay Press, 1983.

Dominic Pettman, Sonsuz Dikkat Dağınıklığı: Gündelik Yaşamda Sosyal Medyaya Odaklanmak, Sel Yayınları, çev. Yunus Çetin, 2017 [2016], s.16-8.

Kaczynski, Güç Dürtüsü ve Yatırımı

(Anarşist düşünceye dair hiç bilgim olmadığından olsa gerek, [Unabomber] Kaczynski ile yakınlarda bir sinema filminde tanıştım. Aslında “Unabomber Manifestosu”nu pek çok yazıda görmüştüm, Zizek’in kategorisiyle “bilmediğimi bilmediğim” olaylardan birisiymiş. John Zerzan’ın “Makinelerin Alacakaranlığı” kitabında Unabomber’e ayrılan bir kısım vardı, orayı okuyunca, araştırıp kim olduğunu öğrendim. Birkaç gün sonra izlediğim Mia Hansen-Løve filmi L’avenir’de ikinci kez karşılaştım. Filmde, Levinas ile hemhâl bir felsefe hocasının, boşanma sürecinde bulduğu ölü zamanlarda felsefeci ve anarşist genç öğrencisiyle kurduğu ilişkiden söz ediliyordu. Fransız entelektüelinin kristal imajını kuran hoca, öğrencisinin yoldaşlarıyla hayatını sürdüğü kırsaldaki küçük bir komün evine ziyaretler yapıyor, bir keresinde de kitaplığa göz gezdiriyordu. Kitaplığa bakmak, benim için her daim büyülü bir deneyim olmuştur, o yüzden bu sahne de beni irkiltmişti. Hocanın ilgi gösterdiği kitapları tek tek seçmeye çalıştım, onlara karşı aldığı pozisyonu -şaşkınlık, tahmin edilebilirlik, takdir, iğrenme, küçümseme vd.- deşifre etmek istedim. Burada iki yazar ilgimi çekti. Birisi Kaczynski idi. Komünist, anarşist veya başka radikal düşünceleri eleştirmeyeceğini, geçmişte bunlara bağlanmış ve mücadele etmiş olduğunu da bildiğimiz bu hoca, gençlerin böylesi bir “deli”yi neden okuduğunu anlayamamıştı. Bir diğer anlayamadığı da, muhafazakar düşünür Raymond Aron’du. Ben de Aron’u entelektüeller üzerine araştırma yaparken tanımıştım. Okuduğum metinlerin 90%’ı solcular tarafından yazıldığı için biraz şaşırmıştım bu adam neler diyor, ama iyi de analiz ediyor diye. Sonra -yine araştırınca Fransa’da sol entelijansiyanın da saygı duyup okuduğu muhafazakar yazarlardan olduğunu öğrendim. Aron, Tanpınar’mış. Bu duruma dair öğrenci de “hepsinden öğrenecek bir şey var” gibi bir cevap veriyordu. Neyse, bu da böyle bir anım bile değildir.)

“77. Endüstriyel-teknolojik toplumdaki herkes psikolojik sorun­lardan muzdarip değildir. Hatta bazı insanlar, toplumun mevcut yapısından gayet memnun olduklarını iddia ederler. Şimdi de, insanların, modern topluma olan tepkileri konusunda neden bu kadar farklı olduğunu tartışacağız.

78. Öncelikle, güç dürtüsünün şiddetinde tartışmasız farklılıklar var. Zayıf bir güç dürtüsü olan bireyler, güç sürecinden geçmeye veya güç sürecindeki özerkliğe görece daha az ihtiyaç duyabilirler. Bunlar, eski Güney’de, plantasyon zencileri olmaktan mutluluk duyabilecek uysal tiplerdir. (Eski Güney’deki “çiftliklerin kara deri­lerini”ni küçümsemiyoruz. Kölelerin çoğu, köleliklerinden mem­nun değildi. Köleliklerinden memnun olanları ise gerçekten küçümsüyoruz.)

79. Bazı insanların, bazı istisnai dürtüleri olabilir ve bunları tat­min etmeye çalışarak güç sürecine olan ihtiyaçlarını tatmin ede­bilirler. Örneğin, toplumsal statü için olağandışı güçlü bir dürtüsü olanlar, bu oyundan hiç sıkılmaksızın, tüm yaşamlarını statü ba­samaklarını tırmanarak geçirebilirler.

80. İnsanlar, reklam ve pazarlama tekniklerine karşı değişik has­sasiyetlere sahiptirler. Bazıları öyle hassastır ki, çok fazla para kazansalar bile pazarlama endüstrisinin onların gözünün önünde salladığı parlak, yeni oyuncaklara duydukları şiddetli arzularını tatmin edemezler. Bu yüzden, gelirleri büyük olsa da kendilerini para açısından hep darda ve arzuları engellenmiş hissederler.

81. Bazı insanlar reklam ve pazarlama tekniklerine karşı çok az hassastırlar. Bunlar parayla ilgilenmeyen insanlardır. Maddi ka­zanımlar onların güç sürecine olan ihtiyaçlarına hizmet etmez.

82. Reklam ve pazarlama tekniklerine karşı ortalama bir has­sasiyeti olanlar mal ve hizmetlere olan arzularını tatmin etmeye yetecek bir para kazanabilirler ama ancak -fazla mesai yapma, ikinci bir işte çalışma, terfi kazanma ve benzeri- ciddi bir çaba pahasına. Böylece maddi kazanımlar, onların güç sürecine olan ihtiyaçlarına hizmet eder. Ancak bu, ihtiyaçlarının bütünüyle tat­min edildiği anlamına gelmez. Güç sürecinde yeterli olmayan bir özerkliğe sahip olabilir (yani, işi emirlere uymaktan ibaret olabilir) ve bazı dürtüleri (örneğin, güvenlik, saldırganlık) engellenebilir. (80 ila 82. paragraflarda aşırı basitleştirme yapmakla hata ettik, çünkü maddi kazanım isteğinin yalnızca reklamcılık ve pazarlama endüstrisinin bir eseri olduğunu varsaydık. Elbette ki bu kadar basit değil.) (11) [bkz. syf. 32]

83. Bazı kişiler, güç ihtiyaçlarını kısmen, kendilerini güçlü bir örgütlenmeyle veya kitle hareketiyle özdeşleştirerek tatmin eder­ler. Amaç ve güç yoksunu bir birey, bir harekete veya örgütlen­meye katılır, onun amaçlarını kendi amaçları olarak benimser ve bu amaçlar için çalışır. Bu amaçların bazılarına ulaşıldığında, kendi kişisel çabaları bu amaçlara ulaşılmasında önemsiz bir rol oynasa da -hareket veya örgütlenmeyle olan özdeşleşmesi saye­sinde- kendini güç sürecinden geçmiş gibi hisseder. Bu olgu faşistler, naziler ve komünistler tarafından sömürülmüştür. Bizim toplumumuz da, daha kaba şekilde olmakla birlikte, bunu kullanır. Örnek verelim: Manuel Noriega ABD’yi tahrik ediyordu (amaç: Noriega’yı cezalandırmak). ABD Panama’yı işgal etti (çaba) ve Noriega’yı cezalandırdı (amaca ulaşma). Böylece ABD güç sürecinden geçti; ve birçok Amerikalı da, ABD’yle olan özdeşleşmele­rinden ötürü vekaleten bu süreçten geçmiş oldu. Panama işgalinin toplum tarafından gördüğü yaygın onay bundandır; bu, insanlara bir güç duygusu verdi.(15) Aynı olguyu ordularda, şirketler de, poli­tik partilerde, insani kuruluşlarda, dini veya ideolojik hareketlerde de görüyoruz. Özellikle solcu hareketler, güç ihtiyaçlarını tatmin etme arayışında olan kişileri çekmeye çalışır. Ancak çoğu kişi için büyük bir örgütlenme veya kitle hareketiyle özdeşleşme, güç ihti­yacını tümüyle tatmin etmez.

84. İnsanların güç sürecine olan ihtiyaçlarını tatmin etmelerinin bir diğer yolu da ikame etkinliklerdir. 38 ila 40. paragraflarda da anlattığımız gibi, yapay bir amaca yönlendirilmiş bir ikame etkin­lik, bireyin, amacın kendisine ulaşma ihtiyacından değil de, ama­cın peşinde koşarken elde edeceği tatmin uğruna yaptığı etkinlik­tir. Örneğin, devasa kaslar geliştirmenin, küçük bir topu bir deliğe sokmanın ya da eksiksiz bir pul serisi edinmenin hiçbir pratik gerekçesi yoktur. Yine de toplumumuzdaki pek çok insan kendini tutkuyla vücut geliştirmeye, golf oynamaya veya pul koleksiyon­culuğuna adar. Bazı insanlar diğerlerinden daha “dışa dönük”tür, bu yüzden de ikame bir etkinliğe, çevrelerindeki insanlar önem verdiği için ya da toplum onlara önemli olduğunu söylediği için daha bir can-ı gönülden önem atfederler. Bu yüzden bazı insanlar spor, briç, satranç veya garip bilimsel işler gibi önemsiz etkinlikleri çok ciddiye alırken, daha keskin görüşlü diğerleriyse bunları, gerçekten oldukları gibi birer ikame etkinlik olarak görür ve güç sürecine olan ihtiyaçlarını bu şekilde tatmin etme konusunda bun­lara önem atfetmezler. Geriye bir tek, pek çok koşulda, insanın yaşamak için para kazanmasının da bir ikame etkinlik olduğunu söylemek kalıyor. Para kazanmak bütünüyle bir ikame etkinlik değildir, çünkü bu etkinliğin bir kısmı fiziksel ihtiyaçları karşılamak amacıyla, -kimileri için de- toplumsal statü kazanmak ve reklam­ların onlar için ihtiyaç haline getirdiği lüks şeyleri elde etmek amacıyla yapılır. Ancak birçok insan, ihtiyaç duyduğu para ve statü için gereğinden fazla çaba harcar ve bu fazladan çaba da bir ikame etkinlik oluşturur. Bu fazladan çaba, kendisine eşlik eden duygusal ablukayla birlikte sistemin sürekli gelişimine ve mükem­melleşmesine hizmet eden potansiyel güçlerden biridir ve bireysel özgürlük açısından olumsuz sonuçları vardır (131. paragrafa bakı­nız). Özellikle, yaratıcı bilim insanlarının ve mühendislerin çoğu için iş, büyük oranda bir ikame etkinlik gibidir. Bu konu öyle önemli ki, hemen yer vereceğimiz ayn bir tartışmayı hak ediyor (87. ila 92. paragraflar).

85. Bu bölümde, modern toplumda ne kadar insanın güç sürecine olan ihtiyacını az ya da çok tatmin ettiğini anlattık. Ancak biz, insanların çoğu için güç sürecine olan ihtiyacın bütünüyle tatmin edilmediğini düşünüyoruz. Öncelikle, statü açısından doymak bilmez bir dürtüye sahip olanlar veya ikame bir etkinliğe sıkı bir şekilde “müptela” olanlar ya da güç ihtiyaçları açısından kendi­lerini bir hareket veya örgütlenmeyle yeterince özdeşleştirenler birer istisnadırlar. Diğerleri, ikame etkinliklerle ya da bir örgütlen­meyle özdeşleşme yoluyla tam olarak tatmin olamazlar (41. ve 64. paragraflara bakınız). İkinci olarak, sistem tarafından, açık kural­lar ya da toplumsallaşma yoluyla çok fazla kontrol uygulanıyor; bu da belirli amaçlara ulaşamamaya ve çok fazla güdüyü en­gelleme zorunluluğuna bağlı olarak bir özerklik eksikliği ve hayal kırıklığına yol açıyor.

86. Ancak insanların çoğu, endüstriyel-teknolojik toplumdan çok memnun olsaydı bile, biz (FC) yine de bu tür bir topluma karşı çıkardık, çünkü böyle bir toplumu -diğer nedenlerle birlikte- insanların gerçek amaçlar için uğraşmak yerine, güç süreci ihtiyaç­larını ikame etkinlikler veya bir organizasyon ile özdeşleşme yoluyla tatmin etmek zorunda kaldıkları bir toplum olarak görüyoruz.”

Theodore John Kaczynski, Sanayi Toplumu ve Geleceği (Unabomber – Manifesto), Kaos Yayınları, çev. Kolektif Çalışma, 2013 [1995], 2. basım, s. 38-41.

Goodchild, Deleuze & Guattari’deki İki Farklı Kapital Türü

“Aslında iş ba­şında olan iki farklı kapital türü vardır ve bunlar iki farklı değiş to­kuş rejimi halinde iş görürler. Değiş tokuş ve ödeme şeklinde dola­şan ittifak kapitali, yatırımlar ve kazançlar şeklinde dolaşan hısım­sal kapitalle aynı değildir. İşçilere ödenen para, kendisini çoğalta­maz; sadece tüketici malları için değiş tokuş edilebilir. Oysa, bir ti­cari girişimin bilançosuna kaydedilen para, yatırım aracılığıyla bir zaman diliminde kendisini artırabilen mali kapitaldir. Mali kapital, farklı bir kaydetme tarzına sahiptir; daha sonraki bir tarihte faiz ile dönebilmesi koşuluyla bankalar tarafından yaratılmış kredi şeklin­de borç verilebilir. İşaretlenmiş bir metalin ya da kağıdın sayılabi­lir akışı üzerine kayıt düşmeye gerek duymaksızın, maddi nitelikle­rinden yoksun bırakılır. O halde kapitalizm, bu tamamen ayrı kayıt­lara sahip akışların çevrilebilirliği ilkesine göre işler. Bu kayıtlar farklı oyunlara aittir; farklı oyun tahtalarında ve yer-yurtsallıklarda oynanırlar. Birleşme, değiş tokuş ile mali kapital arasında gerçek­leşir; ittifak ile hısımlık akışları arasındaki bir ittifaktır o -kapita­lin özüretimi, soyut, kodları çözülınüş akışlar tarafından işlenen “ensest”tir. Ensest arzusu, kapitalist socius’un merkezinde yatar; en sonunda, ensest arzunun hakiki temsilcisine dönüşür, çünkü arzu ensestin yapısını almaktadır artık.

Tüm bunların birçok sonucu vardır. İlk önce Marksizm’in, üc­retlerin toplam kapital ile ilişkili olarak artmasını sağlayan düşen kâr oranına doğru eğilim sorununu çözer (1984: 230). Farklı bir pa­ra türü söz konusu olduğu için, ücretler, toplam mali kapital mikta­rını geçmeyecek şekilde artabilir; çünkü bu, farklı bir oyun tahtası üzerine kaydedilir ve farklı bir oyun oynar. Mali kapitalin değeri, asla sabitlenmez, aksine artış oranı tarafından belirlenir; yatırıma bir dönüş olduğu ölçüde, bu yatırım belirsiz biçimde artırılabilir. İki tür kapital arasında ortak bir ölçü yoktur. Bu yüzden, sınır içseldir ve yaklaşıldığı her keresinde kolaylıkla yerinden edilebilir. İkinci olarak, paranın artıkdeğeri, sonuçta, kârını çıkarttığı kodun artıkde­ğerine bağlıdır. Bu yüzden, hısımsal kapitalin kodun bir artıkdeğe­rini çıkartabildiği daha geleneksel sektörleri ya da arkaik yer-yurt­sallıkları açmak üzere kendisini ihraç etmesi gerekir. İlkel birikim, sürekli olarak kendisini “küreselleşme” biçiminde ya da daha fazla sektörün kapitalist ekonomiye katılmasıyla çoğaltır. Üçüncü ola­rak, üretim, üretim ihtiyacını sürdürmek için tüketilmeli ya da pa­raya çevrilmelidir; çünkü kapitalistlerin mali kapitalin birikimini hedeflemesine karşın, bu tür birikim, değiş tokuş edilebilir ürün toplamlarına karşıt olarak kredi ve kâr oranlarına bağlıdır. Soğurma ya da üretim-karşıtı mekanizmaların, kapitale çevrilebileceğinden emin oldukları artıkdeğeri ortadan kaldırmaları gerekir (1984: 235). Reklamcılık, hükümet, militarizm ve emperyalizm, üretimin tüketilebildiği görünür biçimlerdir. Kapitalizm tek başına işlemez bu yüzden; çevrilemeyen kodun artıkdeğer birikimini önlemek için bir üretim-karşıtlığı kaynağı olarak Devlet’e gerek duyar.(6) Kapita­lizm, üretimi soğurmak için, yeniden yer-yurt edinmenin anakronik kesimlerini sürdürmeye gerek duyar. Deleuze ve Guattari’ye göre vergiler ve savaşlar kapitalist ekonomi için yararlıdır; kapitalizmin gücü, içindeki çelişkileridir. Tüketici toplum, benzer bir üretim-karşıtlığı oluşumudur; hısımsal kapitale ait akışların farklılaşan ilişkisini artırmak için yeni ihtiyaçlar ve istekler yaratır. Aynı şekil­de, durgunluklar da kapitalist ekonomi için yararlıdır; çünkü istih­damın istikrarsızlığı, ücretleri düşük tutabilir ve kâr oranlarını artı­rabilir. Kapitalizm, meydana gelen hemen hemen her şeyden güç kazanabilir; idealleştirilmiş devlet sadece, kapitalist ekonominin üretim-karşıtı kutbudur. Sonuçta, kapital, hem üretim araçlarını ko­laylaştırmak hem de yeni tüketim ihtiyaçları yaratmak için, yeni teknolojilerin icadı biçiminde, öğrenim üretimini koşullandırır; an­cak bu anlayış, teknolojik araçları askeri yayılma gibi yararsız he­deflere doğru yönelten bir bilgi aptallığı ya da üretim-karşıtlığı ta­rafından tüketilir (1984: 235-6).

Kapitalist temsiliyet, kodlara ya da gösterenlere göre işlemez; kodları çözülmüş akışların birleşmesi yoluyla iş görür. Bunlardan biri ifade rolü alırken, diğeri ise içerik rolüne soyunur; artık bir an­lam belleğiyle ilişkili olarak tanımlanmış, gösterilenler ya da gös­terenler yoktur. Onun yerine, sadece noktalar-göstergeler, “taslak­lar” [schizzes] (akışın ayrı akışlar halinde bölünmeleri) ve noktalar-­aralıklar vardır (1984: 242). Elektrik, bu tür belirsiz akışların gerçekleşmesi, bilgisayar ise akış kodlarının bu tür bir çözümünü işle­ten teknik olarak olarak varsayılabilir. Soyut emek ve kapital, elekt­rik potansiyeli gibi potansiyel hazneleri olarak ele alınabilir. Kapi­talist toplumda üretilen göstergeler, anlamlamayandır; bunların üretimi ve kaydedilmesi, kapitalin çoğalması ihtiyacı tarafından be­lirlenir. Bir reklam sadece, bir şirketin kendi kârlarını artırmaya ça­lıştığı anlamına gelir. Bu tür göstergeler, arzu tarafından belirlen­miş kapitalist üretim tarzı altında akar, parçalanır, bölünür ve birle­şir. Sadece ikincil olarak, reklamcılığın ve enformasyonun ilettiği gösterenler ve imgeler üzerinde yeniden yer-yurt edinirler. Kapita­list temsiliyet, sadece simülasyon ile işler: Onun simülasyonları, kendilerine özgü anlamlar taşımazlar, çünkü onların dağılımı tü­müyle, onları üreten kapitalist üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Kapitalist temsiliyetin malzemesi, farklılaşan ilişkidir; bir ittifak akışı ile bir hısımlık akışı arasındaki birleşmedir. Fakat, öteki top­lumsal oluşumlardan farklı olarak, kapital kendisini doğrudan ekonomik bir durum olarak varsayar (1984: 249). Kapitalist temsiliyet­te hiçbir şey saklı kalmaz. Onun simülasyonları, üretim-karşıtıdır, çünkü kendi başlarına üretim ilişkilerine giremezler; sadece, eko­nomik bir makinenin parçaları olarak iş görmek üzere yaratılabilir­ler. Üretim-karşıtlığı, üretime ilave edilmiş aşkın bir faktör olmayı bırakır; onun yerine, tüm üretimi istila eder ve üretimle örtüşür ha­le gelir. Üretim sadece, kapital akışlarının ve artıkdeğer çıkarması­nın olduğu yerde gerçekleşir.

Kapitalizm, “evrensel tarih”in sınırıdır, tüm toplumların dışıdır; çünkü kodları çözülmüş ve yersizyurtsuzlaştırılmış akışların soci­us’udur. Kendi sınırlarını çevirebilme ve yeniden bütünleştirebilme açısından benzersizdir: Her zaman kendi sınırlarını geçebilir ve ha­yatta kalabilir; çünkü öteki yeniden yer-yurt edinmeler aracılığıyla onları ortadan kaldırılabilir. Ancak, kapitalin bir dış sınırı vardır: şi­zofreni (1984: 246). Kapital, kodları çözülmüş akışların sınırsız ni­celiklerini üretirken, bu tür akışların miktarım belirlemek için yeni bir aksiyom icat ederek gerekli olduğunda bunları kendisine bağlar. Hiçbir akış tamamen üretken ya da hısımsal değildir; akış, kapita­list rejimin parçasını oluşturan bir eşitlik rejimine ya da üretim-kar­şıtlığına bağlanır. Ancak kapital, yersizyurtsuzlaştırılmış akışların birleştirilmesini ve yeni arzu-makinelerinin yaratımını önlemede güçsüzdür. Aslında kapital, herhangi bir şey üretir gibi, içkin arzu-­makineleri olan şizofrenleri yaratır (1984: 245). Kendisinin, şizof­reni ve serbest arzu-üretimi uygulaması tarafından altüst edilmesi­ni önlemek için kapital, arzuyu ele geçirmenin bir yolunu bulmak zorundadır. Kapitalin erki, ne şiddete, ne ideolojisine duyulan inan­ca ne de üretkenlik gösterilerine bağlıdır. “Amerikan düşü” ve da­ha iyi bir hayat fantezileri, üretim engellendiğinde ortaya çıkar. Ka­pital, üretim-karşıtlığını her yere; aile, kişisel yaşam, boş zaman ve belki de fantezi ve düşler gibi her özel alana sokmanın yollarını arar; sonunda arzu, üretimin tek mevcut tarzı olarak kendi sürecine yatırılacaktır (Guattari ve Negri, 1990: 25). Bunun anlamı Oedi­pus’tur (1984: 262-71).”

(6) Kapital, tek küresel erk değildir. Ayrıca arkaik temsiliyetlerce harekete geçirilmiş, terör sayesinde erk üreten askeri-endüstriyel yapılar da vardır (Bkz. Guattari ve Negri, 1990: 53-66).
Deleuze, Gilles & Guattari, Félix (1984). Anti-Oedipus (1972), çev. Robert Hurley, Mark Seem ve Helen R. Lane. Lond­ra: Athlone.
Guattari, Félix (Antonio Negri ile birlikte) (1990). Communists Like Us (1985), çev. Michael Ryan. New York: Semiotext(e).

Philip Goodchild, Deleuze & Guattari: Arzu Politikasına Giriş, çev. Rahmi G. Öğdül, Ayrıntı Yayınları, 2005 [1996], s. 164-7.

Pamuk, İstanbul’un Göçülen Tepeleri Üzerine

“Ev, şehrin bittiği yerde, üzerinde dut ağaçları ve tek tük incirler olan yarı kel, çamurlu bir tepenin aşağı kısmındaydı. Tepenin alt kısmını, başka tepeler arasından kıvrım kıvrım kıvrılarak Ortaköy’den Boğaz’a dökülen dar ve cılız bir dere çiziyordu. 1950’lerin ortasında Ordu, Gümüşhane, Kastamonu ve Erzincan’ın yoksul köylerinden bu tepelere ilk göç eden ailelerin kadınları dere boyunca tıpkı geldikleri köyde yapıldığı gibi mısır yetiştirir, çamaşır yıkardı. Çocuklar yazları derenin sığ sularında yüzerdi. Derenin Osmanlı zamanından kalan adı Buzludere o günlerde kullanılırdı, ama on beş yılda Anadolu’dan gelip civar tepelere yerleşen seksen binin üzerinde nüfus ile irili ufaklı çeşit çeşit sanayinin kiri yüzünden bu ad kısa sürede Bokludere’ye dönüşmüştü. Mevlut’un İstanbul’a geldiği yıllarda ise ne Buzludere ne de Bokludere adı hatırlanıyordu, çünkü şehrin içinde yer alan ve kaynağından döküldüğü yere kadar üzeri betonla kaplanan dereyi artık herkes unutmuştu.

Babasının Mevlut’u çıkardığı Kültepe’nin en yüksek noktasında eski bir çöp yakma fırınının kalıntıları ve tepeye adını veren külleri vardı. Buradan, gecekondularla hızla kaplanmakta olan diğer tepeler (Duttepe, Kuştepe, Esentepe, Gültepe, Harmantepe, Seyrantepe, Oktepe vs.), şehrin en büyük mezarlığı (Zincirlikuyu), irili ufaklı pek çok fabrika, araba tamirhaneleri, atölyeler, depolar, ilaç ve ampul fabrikaları ve uzaklarda şehrin hayaletimsi gölgesi, yüksek binaları ve minareleri gözüküyordu. Şehrin kendisi, babasıyla sabahları yoğurt ve akşamları boza sattığı ve okula gittiği mahalleler uzaklarda, esrarengiz birer leke gibiydiler.

Daha da uzaklarda Anadolu yakasının mavi tepeleri vardı. Boğaz bu tepelerin arasındaydı, ne yazık ki gözükmüyordu, ama Mevlut şehre ilk geldiği aylarda Kültepe’nin doruklarına her çıkışında mavi dağların arasından bir an mavi denizi gördüğünü sanırdı. Denize doğru giden tepelerin her birinin üzerinde, şehre elektrik veren ana hatlardan birini taşıyan koskocaman elektrik direkleri vardı. Bu dev demir direklerde rüzgâr tuhaf sesler çıkarır, nemli günlerde de elektrik telleri Mevlut ile arkadaşlarını korkutan cızırtılar yapardı. Direkleri saran dikenli tellerde, üzerinde ÖLÜM TEHLİKESİ yazan ve bir de kurukafa resmi bulunan ve kurşunlarla delik deşik edilmiş bir levha vardı. İlk yıllarda kuru dal ve kâğıt parçası toplarken buradan manzaraya her bakışında Mevlut ölüm tehlikesinin elektrikten değil, şehrin kendisinden geldiğini zannederdi. Dev direklere sokulmanın yasak ve uğursuz olduğu çok söylenirdi, ama mahallenin çoğu bu ana hatta ustaca bağlanmış kaçak bağlantılardan elektrik alıyordu.

Mustafa Efendi. Bizim buradaki hayatımızın ne çetin geçtiğini anlasın diye Kültepe ve karşıdaki Duttepe hariç diğer tepelerin hiçbirinde hâlâ resmen elektrik olmadığını anlattım oğluma. Amcasıyla altı yıl önce biz buralara ilk geldiğimizde hiçbir yerde elektrik, su, lağım tesisatı olmadığını söyledim. Parmağımla diğer tepeleri işaret ederek Osmanlı padişahlarının avlandığı ve askerlerin atış talimi yaptığı düzlüğü; Arnavutların çilek ve çiçek yetiştirdiği seraları; Kâğıthane’de yaşayanların işlettiği mandırayı; 1912’de Balkan Harbi sırasında çıkan tifüs salgınında ölen askerlerin kireçlenip gömülen cesetlerinin yer aldığı beyaz mezarlığı gösterdim ki oğluma, İstanbul’un cıvıl cıvıl renkli hayatına kanıp hayatın kolay olduğunu sanmasın. Maneviyatı bozulup şevki kaçmasın diye, Mevlut’u kaydedeceğimiz Atatürk Erkek Lisesi’ni, Duttepe futbol takımı için açılan toprak sahayı, dut ağaçlarının arasında bu yaz çalışmaya başlayan solgun projektörlü Derya Sineması’nı, hepsinin koca çeneleri birbirlerine benzeyen Rizeli fırıncı ve inşaatçı Hacı Hamit Vural ve adamlarının desteğiyle dört yıldır yapımına devam edilen Duttepe Camii inşaatını da gösterdim. Caminin sağındaki yamacın aşağılarında, dört yıl önce Hasan Amcasıyla kireç boyalı taşlarla çevirdiğimiz arsanın üzerinde onların geçen sene bitirdikleri evi de gösterdim. “Altı yıl önce biz amcanla buralara geldiğimizde bütün bu tepeler bomboştu!” dedim. Buralara uzaklardan göç edip yerleşen garibanların derdinin şehirde iş bulmak ve orada yaşamak olduğunu, bu yüzden sabahları herkesten önce şehre koşmak için herkesin evini yola en yakın yerlere, yani tepelerin alt kısmına yaptığını ve böylece tepelerin neredeyse gözle görülebilir bir hızla ve aşağıdan yukarıya doğru nasıl büyüdüğünü de izah ettim.”

Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık, Yapı Kredi Yayınları, 2014, s. 54-6.

Zizek, İdeoloji ve Sinik Akıl Üzerine

“İdeolojinin en temel tanımı herhalde Marx’ın Kapital‘indeki şu cümledir: “Sie wissen das nicht, aber sie tun es” – “bilmiyorlar, ama yapıyorlar”. İdeoloji kavramının kendisi bir tür temel, kurucu naifliği içerir: Kendi önvarsayımlarını, kendi fiili koşullarını yanlış-tanımayı, toplumsal gerçeklik denilenle bizim ona ilişkin çarpıtılmış tasarımımız, yanlış bilincimiz arasındaki bir mesafeyi, bir ayrılığı içerir. Bu tür bir “naif bilinç”in eleştiren-ideolojik bir işleme tabi tutulabilmesinin nedeni budur. Bu işlemin amacı, naif ideolojik bilinci kendi etkin koşullarını, çarpıtmakta olduğu toplumsal gerçekliği tanıyabileceği ve tam da bu sayede kendi kendini feshedeceği bir noktaya götürmektir. İdeoloji eleştirisinin daha incelikli versiyonlarında -örneğin Frankfurt Okulu’nun geliştirmiş olduğu eleştiride- mesele sadece şeyleri (yani toplumsal gerçekliği) “gerçekte oldukları” gibi görme, ideolojinin çarpıtıcı gözlüğünü çıkarıp atma meselesi değildir; aslolan gerçekliğin kendisini bu ideolojik mistifikasyon denen şey olmadan yeniden üretemeyeceğini görmektir. Maske sadece şeylerin gerçek durumunu saklamamaktadır; ideolojik çarpıtma tam da bu durumun özüne yazılmıştır.

Demek ki, kendisini ancak yanlış-tanındığı ve ihmal edildiği sürece yeniden üretebilen bir varlık paradoksuyla karşı karşıyayız: Onu “gerçekte olduğu gibi” gördüğümüz anda, bu varlık kendini feshedip hiçliğe karışacak, daha doğrusu bir başka tür gerçekliğe dönüşecektir. İşte bu yüzden maske indirme, çıplak gerçekliği gizlediği varsayılan peçeleri çıkarıp atma gibi basit metaforlardan uzak durmamız gerekir.

[…]

Ama bütün bunlar zaten iyi bilinen şeyler: “yanlış bilinç” olarak, toplumsal gerçekliğin yanlış-tanınması olarak ideolojinin bu gerçekliğin kendisinin bir parçasını oluşturduğunu vurgulayan klasik anlayış bu. Bizim sorumuz şu: Bu naif bilinç olarak ideoloji anlayışı günümüz dünyası için hâlâ geçerli midir? Peter Sloterdijk Almanya’da çok satan kitabı Sinik Aklın Eleştirisi’nde(19) şu tezi savunur: İdeolojinin hâkim işleyiş tarzı siniktir, ki bu da klasik eleştirel-ideolojik işlemi imkânsız, daha doğrusu beyhude kılar. Sinik özne ideolojik maske ile toplumsal gerçeklik arasında mesafenin gayet iyi farkındadır, ama yine de maskede ısrar eder. Demek ki Sloterdijk’in önerdiği formül şöyle bir şeydir: “Ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlar, ama yine de yapıyorlar”. Sinik akıl artık naif değildir, aydınlanmış yanlış bilinç gibi bir paradokstur: Kişi yanlışlığı gayet iyi bilmektedir, ideolojik bir evrenselliğin ardındaki tikel çıkarın gayet iyi farkındadır, ama onu yine de reddetmez.

Bu sinizmi, Sloterdijk’in kinizm adını verdiği şeyden kesinlikle ayırmamız gerekir. Kinizm halkın, alt tabakaların, resmi kültürü ironi ve alay yoluyla reddetmesini temsil eder. Klasik kinik işlem, egemen resmi ideolojinin tumturaklı laflarının -o ağırbaşlı, ciddi havalarının- karşısına gündelik sıradanlığı çıkartmak ve bunlarla alay etmek, böylelikle de ideolojik lafların yüce soyluluğunun ardında gizlenen bencil çıkarları, şiddeti, kaba iktidar hırsını teşhir etmektir. O halde bu işlem argümana dayalı olmaktan çok pragmatiktir: Resmi önermeyi, onun karşısına sözcelendiği durumu çıkararak altüst eder; kişiye yönelik davranır (örneğin bir politikacı kendini vatan için feda etmenin kutsal bir görev olduğunu vazederken, kinizm onun başkalarının fedakârlığından elde ettiği kişisel kazancı teşhir eder.)

Sinizm ise egemen kültürün bu kinik bozuşturmaya verdiği cevaptır: İdeolojik evrenselliğin ardındaki tikel çıkar, ideolojik maske ile gerçeklik arasındaki mesafeyi tanır, hesaba katar, ama yine de maskeyi korumak için nedenler bulur. Bu sinizm dolaysız bir ahlaksızlık konumu değildir, daha çok ahlaksızlığın hizmetine koşulmuş bir ahlaktır -sinik hikmetin modeli, doğruluğu, dürüstlüğü en üst namussuzluk biçimi olarak, ahlakı en üst utanmazlık biçimi olarak, doğruyu da en etkili yalan biçimi olarak kavramaktır. Dolayısıyla bu sinizm, resmi ideolojinin “olumsuzlanmasını olumsuzlamanın” sapkın bir türüdür: Yasadışı zenginleşme karşısında, hırsızlık karşısında siniğin tepkisi yasal zenginleşmenin çok daha etkili olduğunu ve üstelik yasalarca koruma altına alınmış olduğunu söylemekten ibarettir. Bertolt Brecht’in Üç Kuruşluk Opera‘da söylediği gibi: “Yeni bir bankanın kurulması yanında bir banka soygunu nedir ki?”

Bu yüzdendir ki böyle sinik bir akıl karşısında geleneksel ideoloji eleştirisi artık işe yaramaz. Artık ideolojik metni “semptomatik okuma”ya tabi tutarak, onun karşısına boş noktalarını, kendini düzenlemek, tutarlılığını korumak için bastırmak zorunda olduğu şeyleri çıkartamayız -sinik akıl bu mesafeyi daha en baştan hesaba katmıştır zaten. O zaman bize sadece, sinik aklın egemenliğiyle birlikte, kendimizi ideoloji sonrası denen bir dünyada bulduğumuzu olumlamak mı kalmaktadır? Adorno bile, ideolojinin bir doğruluk iddiasında bulunan -yani basitçe bir yalan değil, doğru diye yaşanan bir yalan, ciddiye alınıyormuş gibi yapan bir yalan olan- bir sistem olduğu öncülünden yola çıkarak bu sonuca varmıştı. Totaliter ideolojinin artı bu -mış-gibi-yapmalara ihtiyacı yoktur. Artık yazarları tarafından bile ciddiye alınması beklenmemektedir -salt dışsal ve araçsal bir manipülasyon aracı statüsündedir; egemenliğini sağlayan şey doğruluk değeri değil, basit ideoloji dışı şiddet ve kazanç vaadidir.

İdeoloji sonrası bir toplumda yaşadığımız fikrinin biraz fazla hızlı gittiğini göstermek için işte burada, bu noktada, semptom ile fantazi arasındaki ayrımı devreye sokmak gerekir: Sinik akıl, bütün o ironik mesafesine rağmen, temel ideolojik fantazi düzeyine, ideolojinin, üzerinde toplumsal gerçekliğin kendisini yapılaştırdığı düzeye dokunmamaktadır.

(19) Peter Sloterdijk, Kritik der zynischen Vernunft, Frankfurt 1983; İng. çev. Critique of Cynical Reason, Londra 1988.

Slavoj Zizek (der.), İdeolojiyi Haritalamak, çev. Sibel Kibar, Dipnot Yayınları, 2011 [1994], s. 465-8.