Slow | Leonard Cohen

I’m slowing down the tune
I never liked it fast
You want to get there soon
I want to get there last

It’s not because I’m old
It’s not the life I led
I always liked it slow
That’s what my momma said

I’m lacing up my shoe
But I don’t want to run
I’ll get here when I do
Don’t need no starting gun

It’s not because I’m old
It’s not what dying does
I always liked it slow
Slow is in my blood

I always liked it slow:
I never liked it fast
With you it’s got to go:
With me it’s got to last

It’s not because I’m old
It’s not because I’m dead
I always liked it slow
That’s what my momma said

All your moves are swift
All your turns are tight
Let me catch my breath
I thought we had all night

I like to take my time
I like to linger as it flies
A weekend on your lips
A lifetime in your eyes

I always liked it slow…

I’m slowing down the tune
I never liked it fast
You want to get there soon
I want to get there last

So baby let me go
You’re wanted back in town
In case they want to know
I’m just trying to slow it down

Ritmi ağırlaştırıyorum
Hızlısını hiç sevmedim
Sen hemen varmak istiyorsun
Ben, en son varmak isterim

Yaşlı olduğumdan değil
Yaşadığım hayattan değil
Ben hep yavaşı sevdim
Annemin dediği buydu

Ayakkabımı bağlıyorum
Ama koşmak istemiyorum
Vardığımda, varırım buraya
Başlangıç ateşine gerek yok

Yaşlı olduğumdan değil
Ölüyor olmaktan değil
Ben hep yavaşı sevdim
Yavaşlık kanımda

Hep yavaşlığı sevdim
Hızı hiç sevmedim
Sana göre gitmeli
Bana göre sürmeli

Yaşlı olduğumdan değil
Öldüğümden değil
Ben hep yavaşı sevdim
Annemin dediği buydu

Tüm hamlelerin çevik
Dönüşlerin sıkı
Nefesimi tutmama izin ver
Hani gece bizimdi

Aceleye getirmek istemem
Zaman geçerken, sallanmayı severim
Dudaklarında bir haftasonu
Gözlerinde koca bir ömür

Ben hep yavaşı sevdim…

Ritmi ağırlaştırıyorum
Hızlısını hiç sevmedim
Sen hemen varmak istiyorsun
Bense en son varmak

O yüzden, bırak gideyim tatlım
Seni şehirde soruyorlar
Merak ederlerse
Ben sadece ağırdan almaya çalışıyorum

Edebiyattaki Adam

“Adam” kelimesinin tüm pejoratif anlamlarına ve kullanımlarına rağmen,

bitik, mağrur, uyuyan, ilk, niteliksiz, lüzumsuz, yıkıma giden, kabuk, karanlıktaki, aylak, ölen, kopyalanmış, görünmez, yavaş, gölge, görülmeyen ve utanmaz

Romandaki adam tüm transparanlığına rağmen bir görülme veya görülmediğini söyleme dökerek tanınma gayreti içinde. Bir yandan da yokluğunu veya tali varoluşunu bazı içe göçen sıfatlarla kabulleniyor.

Giovanni Papini | Bitik Adam
bitik-adam-papini

Thomas Bernhard | Bitik Adam
bitik-adam

Katherine Burdekin | Mağrur Adam
magrur-adam

Georges Perec | Uyuyan Adam
uyuyan-adam

Albert Camus | İlk Adam
ilk-adam

Robert Musil | Niteliksiz Adam
niteliksiz-adam

Sait Faik Abasıyanık | Lüzumsuz Adam
luzumsuz-adam

Alfred Bester | Yıkıma Giden Adam
yikima-giden-adam

Aslı Erdoğan | Kabuk Adam
kabuk-adam

Paul Auster | Karanlıktaki Adam
karanliktaki-adam

Yusuf Atılgan | Aylak Adam
aylak-adam

D. H. Lawrence | Ölen Adam
olen-adam

José Saramago | Kopyalanmış Adam
kopyalanmis-adam

H. G. Wells | Görünmez Adam

John M. Coetzee | Yavaş Adam

Luigi Pirandello | Gölge Adam

Ralph Ellison | Görülmeyen Adam

Hüseyin Rahmi Gürpınar | Utanmaz Adam

Zorba – Nikos Kazancakis

zorba

Zorba’yı okurken sürekli bir arada kalmışlık hissi yaşadım. İsimsiz anlatıcı ve Zorba arasında sık sık basit sorularla felsefi tartışmalar açılıyor, sorgulayıcı sözler sarf ediliyor, sonra tüm mesele bir anda et yemeye, kadınları aşağılayıcı ve tapınmacı bir şekilde baştan çıkarmaya ve kafasının estiğini yapmaya dair övgülerle sonlanıveriyordu. 350 sayfalık deneyimim Zorba’nın ağzından şu kısa pasajda özetlenebilir:

“Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dır ve bu Yunan’dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir, adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim… Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış ya da bilmem neymiş… Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte… Boş versem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek… Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be…. Hepimiz kurtların yiyeceği etiz… Ve bu kadınsa, gayri o zaman, vallahi ağlayasım geliyor. Sen ikide bir, kadınları seviyorum diye benimle alay edersin. Nasıl sevmeyeyim be? Nasıl acımayayım ki, onlar zayıf yaratıklardır, ne yaptıklarını bilmezler, memelerinden tutuversen, kapılarını açıp teslim olurlar!…” Can Yayınları, 25. Basım, s. 256-7

Bu yoğun, pek çok dönüşüm içerdiğini düşündüğüm pasaj, Kazancakis’in Homeros, Buddha, Bergson ve Nietzche ile beraber hayatını en derinden etkileyen, hatta bir “ruh kılavuzu” seçse onu seçeceği Zorba’nın roman boyu anlattığı pek çok yaşam deneyiminden birisi. Bir akıllanma, doğruyu bulma hikayesi. Irk temelli özcü nefretin manasızlığına varan Zorba (21. yy itibariyle epey insan vardı, epeyi hala varamadı), bir adım ileri giderek, “halkların ve canlıların kardeşliğini/çilesini” de öngörmeyi başarabiliyor. Buna rağmen Zorba’nın cinsiyet körlüğünü üzerinden atamaması anlaşılabilir, fakat roman boyunca “yaşamın anlamı”, “inancın nesnesi”, “düşünen insan/eyleyen insan”, “sosyalist geçinen entelektüel patron” çelişkileri üzerine düşünen Kazancakis’in tek satırda Zorba’nın bu bakışını sorun etmeyişini aklım almıyor.

Romana dair eleştirileri okuyunca bu cinsiyetçi bakışı savunanların ve sorun etmeyenlerin daima “dönemin şartları”nı göz önünde bulundurmak gerektiği savunmalarını gördüm. “O zamanlarda, o topraklarda kadınlar nasıl görülüyorsa onu anlatmış”. Anlamadığım nokta, romanın ve Kazancakis’in bakışının değeri zaten dönemini “aşabilen” tartışmalardan ileri gelmesi… Ulus fikrinin asıl palazlandığı, dinlerin etki alanının bugünden çok daha yaygın olduğu vb. bir dönemde yersizyurtsuz ve dinsiz bir Zorba övgüsü okumak güzel ama iki sayfaya bir “zavallı dullar şöyledir”, “insanlığı tartışılan kadın varlığı böyledir” iddialarını okumak kuvvetli sinirler gerektiriyor.

Olumsuzla oyalanmaktan vazgeçerek okurken en çok keyif aldığım noktaları düşününce “düşünce insanı/eylem insanı” arasındaki gerilimleri Kazancakis’in tattığı anlar aklıma geliyor. Günümüzde bu romanı okuyup bitiren insanların büyük çoğunluğu Zorba’dan çok Kazancakis’e yakındır. Çünkü Zorba gibiler kitap okumuyorlar zaten -ki belki o zamanlarda çok olmayan, iki tipin karışımı olan tipolojiler de çıktı 60’larla birlikte: Beat kuşağı, Fante, Bukowski vb. gibi. Entelektüelliklerini bedensel ve duygusal arzularından soyutlamayan, aksine tam da entelektüelliği bu “yaşam deneyimi” ile birleştirenle.

Neyse daha uzun düşünmek, üzerinden geçerek yazmak lazım, ben şimdi yazmayı beceremeyeceğim, temaları not düşeyim, sonradan hatırlayıp düşünmek üzerine:

(Kazancakis’in bu kadar okuyup düşünmesi fakat Kazancakis’in hayat ile, inanç ile ilgili birkaç kelimelik sorularına bile cevap veremeyişi),

(Okumak, bilmek, düşünmek gibi yoğun kafa mesaisi ayrılan eylemlere rağmen iletişim kurmak söz konusu olduğunda, Zorba’nın sadece raks ederek Kazancakis’in anlatamadıklarını anlatabilmesi),

(Kazancakis’in Zorba’ya hayranlığının gerçek ve içten bir duygu mu yoksa kendinden çok aşağı gördüğü bir insanın aslında o kadar da aşağı olmadığını fark etmesiyle duyduğu şaşkınlıktan mı ileri geldiği),

(Hep kazanma, başarma ile anılan mutluluğun, tam tersine her şeyini yitirme ile de benzer bir şekilde deneyimlenip, deneyimlenemeyeceği; bu ikisi arasında duygular açısından bir ortaklık olup olmadığı)

(sosyalist patron figürünün daha ne kadar gerilere gittiği, günümüzde Tanıl Bora’nın dediği “sosyalizmin orta sınıflara sıkışması” probleminin tarihte Marx’a kadar gidip gitmediği, görünüşleri, azılı entelektüel, sosyalist sermayedarlar, Kazancakis gibi bugün okunduğunda yanında çalıştırdığı işçilerin haklarıyla, kendi konumuyla ilgili acınası bir kara komedi ilişkisi kuranlar),

(Dünya’da hiç en sevdiği ve son okuduğu kitap Zorba olan, sonrasında okumayı bırakan okurun bulunup bulunmadığı)

İlerisi için not: Zorba artık klasikleşmiş bir roman. Acaba 20. yy’da Yunanistan’dan çıkan başka bir yazar tanıyor muyum, en son noktası Kazancakis mi diye düşünüyordum. Başka kimseyi bilmiyormuşum. İnternetten bakınca, 20.. yy’da iki Yunan yazarın Nobel aldığını gördüm. Buraya not düşüyorum. Giorgos Seferis (1963) ve Odysseas Elytis (1979). Sanki Seferis’i duydum diyordum ama yalan söylemeyeyim.

Lokanta ve Kuaför

Hülya dört yıldır çalıştığı erkek kuaförü ve bakım merkezinde bir adamın serçe parmağını kesti. Dükkanın sahibi de onun kalan aylığından müşteri memnuniyetsizliğini keserek, 400 lira verip işten çıkardı. Bir buçuk hafta boyunca müşteriler manikür, pedikür ve baş masajı hizmetlerinden mahrum kaldılar. Epey müdavim kadının cep telefonunu istedi, verdiler mi bilmiyorum.

Biz lokantacılık sektöründeyiz. Böyle sorunlar bizim dükkanlarda olmaz, yakın temas yok sonuçta. Bazı meslekler tehlikeli. Aynı sitede çalışınca tanık oluyoruz ister istemez. Bana ertesi gün, kargocu çocuk anlattı. Olayın öncesinde bu parmaksız herifi duymuş, “ben de senin ayaklarını göreceğim” diye sıkıştırıyormuş Hülya’yı. Bağrışmalar da duyduğunu söylüyor. Aletiyle dıt dıt yapmış da öyle kesilmiş.

Otoyolun karşısındaki BaharKent sitesinin kuaförü işe aldı Hülya’yı, büyük cesaret vallahi. Kadının portföyü var, orasına eyvallah ama böyle bir olaydan sonra… Tanıyan, bilen insan elini ayağını emanet edemez.

Bizim meslek yine iyi. Yakın temas yok. Ciğer al, bulgur ver. Kola getir, tabak götür. Gerçi bizim lokantada da çorba yapan bir kadın vardı. Bundan sekiz sene önce, getir götürcü elemanın üstüne kızgın ayçiçek yağı fırlatmıştı. Ama o kadına deli diyorlardı zaten. O da işinde iyiydi. Güzel işkembe yapardı bak, sonra millet birkaç ay sorduydu sizin çorbacıya ne oldu diye. Demekki mesele çok da yakın temasla ilgili değil aslında düşününce. Deli, her yerde deli.

Yenibosna Metrobüs Üstgeçidi

yenibosna-metrobus-ust-gecidi

Üst geçitteki yaylanmaları sabah akşam hissediyorum. Fakat başka çare de yok, tek (yakın) geçiş burası. Bu geçit, bir “bir metrobüste yolculuk etmek için yeterli hayatta kalma kabiliyetleriniz var mı?” sınaması gibi. İnsanların bir kısmı burada eleniyor, planladığı seyahatten vazgeçip evlere dönüyor, işinden direkt bu noktada istifa edip bir balıkçı kasabasına yerleşiyor ya da ileri ve geri gitmeden direkt bulunduğu yerde obasını kurup yeni bir hayata adım atıyor. Zamanla bazıları geçit üzerinde küçük esnaflık, tarım ve hizmet sektörü gibi alanlarda iş kurup yerleşik hayata geçmeyi başarabiliyor. Geçit aynı zamanda yoğun bir ticaret yolu olduğu için, sağda solda metrobüsle seyahat eden insanların ihtiyaçlarına cevap verecek, yeni gelişen iş kolları var. Telefon kılıfı, kulaklık, bazlama sandviç, gözleme, biber gazı fıs fısı ve parfüm satışı en gözde meslekler. Duvarlarda, bu üstgeçitten geçen, nesiller boyu burada yaşayanların bulundukları sürelerde duvarlara yazdığı ve çizdiği tarihi kalıntıları, siyasi sloganları, #şiirsokakta şiirlerini de okuyabilmek mümkün. Dolayısıyla, böyle değerli, ülkemizin ekonomik, sosyal ve kültürel hayatında önemli bir tarihsel yeri olan Yenibosna Metrobüs Üstgeçidi için belediyemizden bir onarım çalışması bekliyoruz. Biz de bu sürede üzerimizde yaratılmaya çalışılan kitlesel korku psikolojisine kanmayıp, üstgeçidimizi birbirimizi itip çekmeden kardeşçe kullanmaya devam edeceğiz.