Sigizmund Krjijanovski | Bir Cesedin Otobiyografisi (Okuma Notları)

Yaşamı boyunca hiç kitabı basılmayan, nerede gömülü olduğu bilinmeyen bir yazar olduğunu öğrendikten sonra başladım Krjijanovski’yi okumaya. Hüzünlü bir başlangıç. Edebiyat ortamlarında yer alan, kurmaca dışı metinleri yayımlanan birisiymiş. Başlarda, net bir şekilde Sovyet karşıtı düşüncelerle yazmasa da, devrimi çok da yakından sahiplenen birisi olmadığından olsa gerek, basılmamış öyküleri. Sonrasında da II. Dünya Savaşı ve ekonomik sorunlar sebebiyle basılmadığı söyleniyor kitaplarının. Tabi bu anlatıyı kuranlar bugünün Avrupalı eleştirmenleri, o yüzden işin aslının tam nasıl olduğundan çok da emin değilim, öykülerden de kolay bir çıkarım yapılmıyor. Devrimin yazarlarından olmadığı aşikar yalnızca. Günümüzde benzer sebeplerle yazdığı kitabı basamayan pek kimse yok gibi.

Bu kitaptaki öyküleri 1920’lerde 30’larda yazmış. İlk defa 1990’larda basılmış kitapları. Sanırım 2000’lerde İngilizce ve diğer dillere çevrilmeye başlanmış, Türkçe’de okumamız bugünleri bulmuş. Bir arkadaşım okuyalım demese uzun süre haberim olmayabilirdi -oysa ikinci baskısını da yapabilmiş. Bu karanlık yazarla karşılaşabildiğim içinse mutluyum, hakkındaki hislerimi bir şekilde paylaşmayı deneyeyim dedim.

Bir Cesedin Otobiyografisi: 223 sayfa, 11 öykü, 214 dipnot. Çevirmeni Göktuğ Börtlü ve bu detaylı dipnot çalışmasını yapan yayıncısına müteşekkirim. Son zamanlarda sık sık çevirilerin başında -ilk Metis’in Byung-Chul Han çevirilerinde fark etmiştim- yazarların ülkelerinden kurumların destekleriyle çevrildiklerini görüyorum. Bu kitap da Edebi Çeviri Enstitüsü (Rusya) desteğiyle yayımlanmış. Anladığım kadarıyla bu gibi kurumlar son dönemde seçilen çeviri metinlerin politikası ve yayınevlerinin ekonomisi üzerinde güçlü bir rol oynuyorlar.

Öykülerin tamamında olmasa da ara ara yükselen iki tema olan yazarın uğraşıyla ilişkisi ve kent hayatına dair betimlemeler, bu temalarda okumayı ayrıca sevdiğim için ilgimi çekti. Yazan karakterleri konu edinen, kısmen otobiyografik görünümlü öykülerde yazarın metinle kurduğu güvensiz, karanlık, her an metni terk edebilecek, vazgeçmenin ya da bütün bir anlatının tersyüz olabileceğine dair eşikte kalmış bir ilişki, hem tedirgin edici dönüşler hem de mizahi oyunlarla dolduruyor öyküleri. Kitap adını, ilk öyküsünden alıyor. Bu başlık, yazar özelinde kitabın geneline yayılabilecek bir başlık olabilir mi acaba? Ölüm fikrine bu kadar yaklaşarak yazan bir yazar kendini bir ceset olarak yazıyor olabilir mi?

Bir Cesedin Otobiyografisi’nin İngilizce baskısının önsözünü yazan Adam Thirlwell’in yazısından bir parça, Krjijanovski’yi tanımama ve yorumlamaya çalışmama yardımcı oldu (1). Öykücüyü yer yer Marcel Duchamp’a benzetiyor -özellikle Duchamp’ın inframince/infrathin kavramıyla işaret ettiği anlara benzer anların peşinden gittiğini söylüyor. Infrathin’i yitirilen, ele geçmesi güç mesafe gibi anladım. Paul Matisse’in Duchamp’ın yazılarından derlediği “Notes” (1983) kitabından alıntılardan biraz okudum. Kitabın ne İngilizce ne Türkçe çevirisini bulabildim. Kavramın inceliği ve Duchamp’ın verdiği örnekler hoşuma gitti: dumansız ateş, henüz kalkılmış bir koltuktaki sıcaklık, aynada ya da camdaki yansıma, ıslak ipek, yanardönerler (iridescents), (metro kapısından) son dakikada içeri giren insanlar, kadife pantolonların ıslığı” (2). Krjijanovski’nin Gözbebeğinde öyküsünde bir adam sevdiği kadının gözünde kendi yansımasını gördüğünde önce bu karşıdaki adamın hareketlerine dair bir şaşkınlığa düşüyor, sonra da birden kadının gözbebeğine düşüveriyor. Orada, kadının eski sevgilileriyle tanışıp, bedeninin içinde yaşamaya, rüyalarına girmeye başlıyor. İnsanın gözbebeğindeki görüntüsüyle kendi varlığı, orada karşılaştığı geçmişten insanlarla bugünün arasındaki mesafe, ‘eski’ insanların günden güne şeffaflaşması: Krjijanovski’nin güçlü yanlarından birisi duygulanımları cisimleştirmekteki yaratıcılığı.

Cisimleştirme ve fantastik bir öyküye çevirme niyetini en başta öykü başlıklarını okuduğumda fark etmemiştim, sonradan oldukça bariz geldi. Dikişler, Çatlak Koleksiyoncusu, Isırılamayan Dirsek, Firari Parmaklar, Sarı Kömür gibi öyküler hep belli bir ruh halinin, bir çabanın, bir sorgulamanın fiziksel yaratılar aracılığıyla öyküleştirilmesi fikrinden kökleniyor gibi. Isırılamayan Dirsek‘te ömrü boyunca dirseğini ısırmaya çalışan birisi, medyada duyulmasıyla ülkece meşhur bir fenomene (hadi günümüzle analoji yapalım, oley), peşinde koştuğu düşse toplumsal yapıyı derinden dönüştüren felsefi ve popüler bir akıma evriliyor. Çatlak Koleksiyoncusu, Tanrı’dan dünyada var olan bütün çatlakları toparlamasını diliyor, bu çatlaklara bir son vererek dünyaya bir “bütünlük” hali getirebilmenin peşinde koşuyor. İki favorimden birisi olan Sarı Kömür‘de ise insanların içindeki hınç, mutsuzluk, nefret gibi duygulardan enerji üretmenin yolu bulunan bir ülkede bu yeni enerji kaynağının gündelik hayattaki etkilerini düşlüyor. En hafif bulduğum fakat bir yandan sanat üzerine sorgulamalar içeren komik öykü Firari Parmaklar ise meşhur bir piyanistin parmaklarının bedeninden ayrılıp çıktıkları yolculuğu aksiyon filmi gibi anlatıyor, tam animasyon kısa filme uyarlamalık bir öykü. Bu ifade edemediğim şeyi bir eleştirmen tek cümlede söylemiş: “Krjijanovski okuru katıksız imgelemden Freudyen metafora taşıyor” (3).

Toplanmışlar: Sarp kayalıkları aşındıran uzun çatlaklar; duvarlarda, gıcırtılı döşeme tahtalarında ve ocaklarda kendilerine yer bulan küçük çatlaklar; ayın kurumuş, yarıklı yüzeyindeki devasa yeşil gövdeli çatlaklar; kemanların ses tablalarındaki minik delikler. Ve hepsi Keşiş’in önünde toplandığı zaman onlara bir konuşma yapmış.” (s. 101)

Dikişler öyküsünün son parçasında D Sütunundaki Piyon’un yalnızlığını anlatıyordu Krjijanovski, aklıma düşürdüğü, bir anda çaresizlik, tekinsizlik, yaşamla/oyunla baş başa kalma alegorilerinden birisi buydu. Satranç açılışlarında (İtalyan Açılışı? O sanki e4 idi) vardı ya, en genel açılış hamlesi. e ya d sütunundaki piyonu iki ileri sürerek başlamak… 64 karelik savaş alanının ortasına, piyonunu sürüyor, onu yalnızlığa mahkum ediyorsun. Ben şimdi ancak Krjijanovski’nin ucuz bir taklidi olarak hatırlayıp yeniden öznel için önemini ifade edebilirim -tıpkı karikatür anlatmak gibi- fakat Beyaz’ın o ilk hamlesinden sonrasında bir anksiyete belirmez mi öne sürülen piyonda? Sadece yem olarak öne sürülmüş olabilirsiniz sevgili piyon. Rakip, hücumcu bir anlayışla bu piyona atakta bulunabilir, bu ilk atakta, acaba hemrengi dostları ne yapacak? Savunmayabilir piyonunu. Bambaşka bir stratejinin feda edilmiş parçası olabilir. Daha sancılısı, ilk atakta savunup, atak yapanlar biriktiğinde savunmaktan vazgeçip başka bir oyun kurguladığı anda da ilk onu feda ederek ilerleyebilir. Eninde sonunda, nedir ki bir piyon? Şarkı söyleyen piyon: “Metin Kurt gibi yalnızız, ceza sahasında“.

Öykülerin birbirileriyle paslaşmalarını da ayrıca sevdim. Bir öykü kitabından, yazarının dünyayı nasıl bir yer olarak deneyimlediğini, metnine aktardığı temel soruların ve ruh hallerinin neler olduğunu ve ne sıklıkla tekrarladığını görebildiğimde bu okuduklarımla kurduğum bağı güçlendiriyor. Arka kapakta da, çeşitli yazılarda da karşılaştığım, Krjijanovski’nin adının birlikte anıldığı yazarlar: Borges, Swift, Poe, Gogol, Beckett, Dostoyevski, Kafka… Bu birlikte anılma -öyle olduğunu iddia edenler olsa da- bir kalibre yakınlığı değildir elbet, üsluba dair ve tematik bir yakınlık olsa gerek. Borges ve Poe ile fantastiğe olan ayrıksı ve edebi yaklaşımı açısından; Dostoyevski ve Kafka’ya karanlık ve çıkışları tutulmuş iç dünyalara sahip karakterleri açısından benziyordur belki.

Manhatta (1921), Berlin: Symphony of a Great City (1927) ve Man With a Movie Camera (1929) gibi filmlerin araştırdığı kent duygusuna dair içgörülerle dolu, bana bir şekilde Perec’in Uyuyan Adam’ını da hatırlatan son öykü Posta Damgası: Moskova (Taşraya On Üç Mektup), öykü kalıplarının büyük ölçüde silindiği, mektup, deneme ve otobiyografiye kayan uzun ve epeyce geveze bir kapanış metni. O öyküden, Krjijanovksi’nin neleri dert ettiğine dair ipuçları barındıran bir paragraf ile savrulan düşüncelerimi toparlamaya çalışacağım:

Şakaklarının arasına gizlenmiş hayatı, etrafında dönüp duran hayattan korumak, o caddeyi görmeden bir cadde üzerinde düşüncelere dalmak imkânsız. İmgelerimi ne kadar bir araya getirmeye çalışsam da, düşüncelerimi dağılmasınlar diye ne kadar kollamaya çalışsam da bu mümkün değildi. Hep cadde araya girdi; kısık gözkapaklarımın altından dürtüyor, kulak zarlarıma ve yıpranmış tabanlarıma kaldırım taşlarıyla vuruyordu. Moskova’dan tek kaçış yolu bir ara yola ve bir ara yoldan da bir çıkmaz sokağa girmek. Sonra her şey sil baştan tekrar başlar. Tangırtıları, vızıltıları ve kelimeleri harflere bölünmüş şehir, insanın beynine vurur, kafasının içine dolar, ta ki birden parlayan kavgaları ve ağız kalabalıklarıyla onu tamamen, son raddeye kadar doldurana dek.” (s. 188-9)

Notlar

[1] Bir parçası şurada var: https://www.theparisreview.org/blog/2013/11/15/the-known-unknown-on-sigizmund-krzhizhanovsky/

[2] http://www.mit.edu/~bhdavis/Infrathin.html

[3] https://www.bostonglobe.com/arts/books/2013/12/06/book-review-autobiography-corpse-sigizmund-krzhizhanovsky/qdE4RY2w4EWUPRVDXzppvJ/story.html

Sigizmund Krjijanovski, Bir Cesedin Otobiyografisi, çev. Göktuğ Börtlü, Aylak Adam, 2. basım, 2017.

Huws, Gündelik Hayattan Dört Tekno-Pesimist Kare

Akademik bir emek analiz metninin tasvirlere alan açan giriş bölümünde, sevdiğim öykülerde bulduğum bir yakınlığı buldum. Etrafıma baktığımda yer yer düşündüğüm şeyleri öyküleştirerek anlatan bir yazarı yani. Huws’un karanlık dijital anları, Erykah Badu’nun “Phone Down” şarkısını hatırlattı. Problemi sadece telefon ya da dolayımlayan üçüncü parti araçlar değil tabii ki, her bir eylemden altyapıyı ve organizasyonu kuran şirketlerin kar ettiği iletişim araçlarına gömülmüş ve onların dolayımı olmadan iletişim kurmayı unutmuş bir bireyler toplamı görüyor kafasını kaldırıp baktığında. Buradan doğru da sermayenin dijital ürünlerinin toplumsal ilişkilerin içine sızmaktaki kuvvetinin altını çizmek istiyor. Her ne kadar kamusal alanlarda insanların kendilerini bu denli yabancıya veya yakınına kapatmasını, kendi ekranına hapsolmasını onlar adına da değil, kendi adıma, onlarla iletişim kurmak konusunda yoksunlaştırıldığım için üzücü buluyor olsam da bağlantılılık halinin bu dört kareyle karakterize edildiğini düşünmüyorum, yazar da düşünmüyordur. O cihazlara gömülen bizlerin zaman zaman otobüslerde, konferans salonlarında, ilkokul bahçesinde, partilerde, barlarda, parklarda, çay bahçelerinde, aile içerisinde kurabilecekleri iletişim ihtimallerinin daha ötesinde karşılaşmalar yaşayabildiklerini, yaşayabildiğimi, biliyorum. Dolayısıyla, ücretsiz yüz yüze muhabbet bir şey, aylık ya da kullanım bazlı internet ücretini ödedikten sonra o iletişim teknolojileri olmasaydı asla karşılaşamayacağın biriyle, bir objeyle ya da sanal veya hayali bir kamuyla bir şeyler paylaşabilmek, paylaştıklarını deneyimleyebilmek başka bir şey. Yazar burada daha çok dijitalleşen yaşamın gündelik anları nasıl sömürdüğünün altını çiziyor, olumlu etkilerini konu etmiyor. Dijital olana gömülmüşlüğü ifade ederken bastığı birkaç tahta ve detaylara olan hakimiyeti hoşuma gitti. Çağırdığı “doğrudan temas” ise bir varmış bir yokmuş gibi.

Şimdi yakın zamandaki kişisel gözlemlerimden az çok gelişigüzel seçilmiş dört fotoğraf karesine bakalım:

İlki, sokakta birlikte yürüyen, birbirleriyle değil de orada olmayan insanlarla neşeli bir şekilde yüksek sesle konuşan okul çağında bir çocuk grubu. Bir cep telefonu şirketinin, doğrudan birbirleriyle konuşmayı tercih etseler bedava olacak iletişimlerinin her dakikasından para kazandığı çok aşikâr. Kuşkusuz başka şirketler de şüphesiz onların çevrimiçi faaliyetlerinden kazanç sağlıyor; sözgelimi sosyal medya şirketleri ve buralarda reklam yapan şirketler. Ama bir de donanım sorunu var. Son çıkan akıllı telefona sahip çocuk, bu toplumsal konum göstergesiyle hava atabiliyor. Ötekilerse (işsizlerin, ayrılmış ana-babaların, yeni gelmiş göçmenlerin, bunları alamayan ya da almak da istemeyenlerin çocukları), ileri tüketici kapitalizmi altında (yanlış marka ayakkabı ya da kıyafete sahip olmak gibi) zaten var olana eklenen yetersizlik ve dışlanmışlık duygusuna açık hale getiriliyor. Sosyalliklerinin piyasa tarafından sömürgeleştirilmesi, yalnızca yeni bir kâr kaynağı olmakla kalmayıp toplumsal hayatlarının dokusuna hasar vererek gelecekteki dayanışmanın temellerini baltalamıştır.

İkinci kare, bir kafede aynı masada beraber oturan beş kişi. İkisi ustaca mesajlaşıyor, biri telefon sinyalinin zayıflığından yakınıyor, diğeri telefonuyla çevresini fotoğraflıyor, beşincisi kızgın biçimde menüye bakıyor. Hiçbiri mutlu görünmüyor. Doğrudan kişilerarası temasın zengin ve incelikli, çoklu duyusal olanaklarını kullanmak yerine, iletişimleri için sınırlı mecraları tercih ediyorlar: SMS mesajlarının steno gibi kısaltılmış yazısı, bağırılan kelimelerin boğuk sinyalleri. Kişilerarası sosyal etkileşim kalitesinin bozulmasıyla birlikte bir kez daha ticari kârlar elde ediliyor.

Üçüncü kare, çeşitli dillerde telefon konuşmasının kulakları tırmaladığı bir Londra otobüsünden. Bazısı yüksek sesli, didişken, bazısı içini döker gibi samimi, bazısı da sanki tamamen gereksiz görünecek kadar bayağı, neredeyse kaygılı bir tike sahip, bir an bile boş kalmaya dayanamıyor, iletişimde kalarak etkinlik yanılsaması veriyor: ‘Otobüsteyim. Evet, 73 numara. İşten 15 dakika önce çıktım. Evet, 20 dakikaya ordayım. Hayır, özel bir şey yok.’ Telefonlarıyla konuşma yapmayanların birçoğu parmaklarıyla kurcaladıkları elektronik cihazlara bağlı kulaklıkları takmış oturuyor. Bu, baş hizalarındaki işaretlere göre yerlerini vermeleri gereken insanlarla iletişimden kaçınmalarına olanak tanıyor. Otobüs artık, geçmişte olduğu gibi beklenmedik karşılaşmaların, yabancılarla şakalaşmanın ya da o günkü tek toplumsal bağı bu olabilecek yalnız bir kişinin moralini yükseltecek bir iletişim yeri değil. Bir yandan yatak odasının ya da mutfağın özel mahremiyeti hiç ayrım gözetmeden dünyaya haykırılırken, öte yandan aynı sosyal alanı paylaşan yabancılar doğrudan göz ardı ediliyor, ters ters bakılıyor ya da iletişim paydaşı olarak reddediliyor. Kişiselle genelin arasındaki ilişki tersyüz edilmiş görünüyor. Ama her zaman küresel iletişim şirketlerine gelir akışı yaratılıyor.

Dördüncü ve son kare, bir konferansta sahnedeki dört insana ait. Biri başkanlık ediyor, biri konuşuyor, diğer ikisi ise dizüstü bilgisayarlarına ya da iPad’lerine bakıyor. İzleyicilerin çoğu da aynı şeyi yapıyor; birçoğu bizzat beraber olmak için (bu süreçte sürüsüne bereket jet yakıtı kullanarak) hatırı sayılır mesafeler kat etmiş olmalarına rağmen hemen hemen sıfır göz temasıyla, besbelli e-postalarını inceliyor. Her durumda, doğrudan ses, dokunma yahut bakışla bedava iletişimin reddedilip, aracılığı elektronik olarak sağlanmış sohbet söz konusu. Saat farkından kuşkusuz rahatsız konuşmacılar, hazırladıkları yazıları boğuk sesle okuyor; bunları her izleyici başka bir yerde kâğıttan veya bir dizi farklı aygıttan okuyabilirdi. Hatta bazıları, konuşmacı sözünü bitirdiğinde uygun bir müdahaleye hazırlanmak için tam da bunu yapıyor olabilir. Orada olmanın amacı gerçek iletişim için herhangi bir arzudan ziyade, gelecek iş başvurularında kullanacakları bir yayının sunulduğuna dair belge almak gibi görünüyor. Bu pahalı maskaralık, doğrudan etkileşim açısından pek az şey üretir gibi gözüküyor, tabii bu e-postalarına yetişmek, cefakâr ailelerini aramak ya da bir sonraki konferans sunumunu yazmak için otel odalarına çekilecek kadar zaman fakiri olmayanlarca daha sonra barda gerçekleştirilebilir.

Ursula Huws, Küresel Dijital Ekonomide Emek, çev. Cemre Şenesen, Yordam Kitap, 2018 [kitapta 2015 yazıyor, Monthly Review Press baskısında 2014]. s. 14-6.

Proust Okuma Notlarım II | Okuma Notu Bile Yazamamak

Üvertür: Bu yazı romanlarla hiç ilgisi olmayan tam bir günlük girdisi oldu. Buranın günlük gibi bir yanı da olduğu için ileride dönüp bakayım diye kayıt altına almak istedim.

İşler, her zaman olduğu gibi, başta düşündüğüm yolda ilerlemedi. “İşler”, “hayat” ya da “günler” gibi kelimelerle sorumluluğu birinciden üçüncü tekile kaydırmayı seviyorum. Okumada Sodom ve Gomorra’nın başlarına geldim fakat bu okumanın şeceresini yazıyla tutma niyetimi bir türlü gerçekleştiremedim. Okumaya eş zamanlı olarak bir yandan notlar alarak, önce kitap kitap olay örgülerini ve karakterleri not etmeyi; sonra okuduklarımın bana düşündürdükleri ve hissettirdiklerini toparlayarak denemeye öykünen bir şeyler yazmaya çalışmayı; sonunda tüm kitaplar bittiğindeyse Proust üzerine metinlere bakarak oradan doğru çıkardıklarımı kaydetmeyi planlıyordum. Kişisel bir öğrenme ve arşiv çalışması gibi olabilir demiştim. Dolu dolu bir okuma yazma etkinliği… O Proust blog’larına mı özenmiştim acaba yoksa beğendiğim eleştirmen ve denemecilerin birden verdikleri referanslara, kurdukları ilişkilere mi, bilmiyorum. Olsun, alışkınım başlamamaya ya da bitirememeye, hem Marcel, Enis Akın’ın sorduğu gibi “benim sana kimseye açılmamış bir duygu borcum mu var?”, yoksa yok.

En azından yolun bu kırıldığı yerden başka bir yöne saparak devam etmeyi deneyebilirim belki. Devam edemediğim ilk nota şöyle başlamışım:

(basitliği utanç verici olsa da iki şeyi bir araya getirmeyi seviyorum)

Uzun (400+ sayfa) roman okuma pratiğim pek yok. Bunca satırı okuduktan sonra karakterleri ve olay örgüsünü hatırlamakta güçlük çekiyorum. Detayları ise genelde hiç okumamışçasına tamamen unutuyorum. Kitabı bitirir bitirmez ilk sayfaya baktığımda sanki hiç okumadığım bir roman gibi gelebiliyor. Swann’ların Tarafı’nın, gece uykuya dalmadan evvel okunan kitaplardan yola çıkarak hatıra, hayal dünyası, ince duyumsallık ve hüsran gibi romanın kalanına dair temel noktalara işaret eden 4-5 sayfalık müthiş açılışını sonradan tekrar okumasam hiç kalmayacakmış aklımda.

Sonra buradan ilerleyemeyince, vazgeçip, başka bir akşam deftere şu notu almışım:

Swann’ların Tarafı Marcel’in uyumadan önce okuduğu kitaplarla, uyku ile uyanıklık arasında bu kitaplardan doğan hayallerle açılıyor. “[K]itapta sözü edilen şey benmişim gibi gelirdi bana; bu bir kilise de olabilirdi, bir dörtlü de, I. François’yle Şarlken arasındaki rekabet de” (s.9). Basit anlamda bir karakterle özdeşleşmenin ötesinde kendini herhangi bir varlığa; kişiye, nesneye, duyguya ya da bir fikre dönüştüren Marcel zamanla bu birliktelikten ayrılarak hem okuduklarına mesafelenen hem bu sırada etrafının farkına varmaya başlayan (tren düdükleri vb.) noktaya çekildiğinde devreye bu kez de hayal dünyası ve hatıralar giriyor. ‘An’ böylece yoğunlaşıyor. Kitap, benlik, dış dünya, hayaller, hatıralar (ileriye ve geriye dönük) [1] birkaç sayfada romanın evreninin kurucu parçaları olarak yerleşiyorlar. Sonradan bunlara resimler, sonatlar, mimari vd. eklenecek.

Not almayı bırakmamın sebebine biraz yaklaştım böyle toparlayınca. Bu hızla giderek ne ilk parçayı bitirebilirim, ne devam edecek gücü bulabilirim. Yaza yaza birkaç sayfa kat edebilmişim ancak. Şimdilik, ancak alıntıları ve bağlamından koparılmış olan diğer duyguları takip etmeye devam edebilirim.

Koçak’ın Tanpınar/Kafka üzerine olup da Proust karikatürüyle açılan şu yazısına da bugünlerde denk geldim, aslında eski bir yazıymış, karikatürün aslını bir türlü bulamadım ama tahayyül edebiliyorum:

“Bir karikatür hatırlıyorum bundan kırk-elli yıl öncesinden, yabancı bir yayında görmüş olmalıyım, belki New Yorker: plajda bikinili ve “hoş” diye işaretlenmiş bir kadın Proust okuyor, yanına usulca kendi havlusunu atan sinek gibi bir genç adam yanaşıyor, sivilceli, ürkek, o zamanın “nerd”ü, diyor ki “ben de hep Proust okumak istemişimdir, yakında başlayacağım.” Bikinili kadın istifini bozmadan elindeki kitaba devam ediyor. Üçüncü kare: bilgisayarcı çocuğun havlusuna da basarak izbandut gibi bir oğlan dalmıştır sahneye, dalgalı saçlarıyla bir Adonis, bir Zaloğlu Rüstem. Dördüncü: Proust cildi kumların üzerinde, Rüstem ile bikini kol kola kabine doğru gidiyorlar. Evet, biliyoruz: zamanla bikini yaşlanacak ve böylece romanın son ciltlerine doğru ilerleyecek, yazılımcı bütün ömründe hiç vakit bulamayacak ve Rüstem de kitabı okumadan okumuş, hatta baştan sona “yazmış” olacaktır.– Ama adamın kendisi de bunun tam böyle olması gerektiğini bilir gibiydi. Bkz., Charlus’yle ilgili kısımlar.”

Karikatürü sürdüren, genişleten, biraz da tersyüz eden bir hatırlama bu. Proust okumaya başladığım yaşta genç olmasam da, bilgisayarcıyım, biraz nerd’üm, “sinek gibi”yi de kendime yakıştırıyorum. Tüm bunlar bir arada, bir denemecinin karikatürle desteklenen şablonun yanına ama hafif de dışına düşmüş olmaktan mutluyum. En çok bunu başarmış olabilirim. Yılbaşı gecesi sarhoş dolu bir sarı dolmuşta eve dönerken, çantamdan bir şiir kitabı çıkarıp okumaya başlayınca ilk iki soru “ne iş yapıyorsun?”, “bilgisayarcılar şiirden anlıyor mu yahu?” olmuştu. Bilmiyoruz ama yine de okuyoruz.

Bhupen Khakhar, Landscaping on Head, 1985

Son olarak, en azından bir Proust notu alayım: Sodom ve Gomorra’nın başlarında bir yerde, Marcel, bir salonda önceden tanıştığı biriyle karşılaşıyor fakat bir türlü o kişinin adını hatırlayamıyordu. Adını hatırlayamadığımız birini görünce zihnimizden neler geçer diye düşünerek o saniyelerde zihnin dolaştığı bütün o karmaşık koridorları bir sayfada anlatıyordu. Bu pasajı okuyunca, yazarın ustalaştığı alanlardan birini anlamaya yakınlaştığımı hissettim. Diğer insanlarla paylaştığımız o gündelik deneyimlerin takıntılı ve sonuna kadar gidecek anlatımını üstlenmiş bir yazar var. Bir yanda kıskançlık, statü, arzu, hafıza gibi büyük kavramların etrafında ağır ağır dolaşırken bir yanda da en tali deneyimleri küçücük parçalarına kadar söküp birleştiriyor. Okunmasının zorluğu, okurunun çoğunluğunun edebiyata görece daha düşkün olanlardan oluşması da bu yüzden olabilir mi? Zihinsel deneyimin sınırlarının uç noktalarını zorlarken tahammül noktalarını ancak yazarın çok da hayati olmayan bir konuda söyleyeceklerini önemseyenler esnetebiliyor.

“Paris’te, şehrin en çirkin semtlerinden birinde bile, öyle bir pencere bilirim ki, birçok değişik sokakta yer alan, bir araya yığılmış damlardan ve mor, bazen kırmızımsı, bazen de, atmosferin çıkardığı en seçkin “suret”lerde, küllerden damıtılmış siyahlıkta bir kubbeden oluşan art arda iki, hatta üç ayrı plan görülür; Saint-Augustin Kilisesi’ne ait olan bu kubbe, bu Paris manzarasına Piranesi’nin kimi Roma manzaralarının havasını verir. Ne var ki, bu küçük gravürlerden hiçbirine hafızam ne kadar zevkle hatırlasa da, uzun süre önce kaybettiğim şeyi, yani nesneleri birer görüntü olarak algılamamıza değil de, benzeri olmayan insanlarmışçasına onlara inanmamıza yol açan duyguyu koyamadığından, hiçbiri Combray’in kilisenin arkasına düşen sokaklardaki çan kulesi görüntüsünün hatırası gibi hayatımın derin bir bölümünü hâkimiyeti altında bulundurmaz.” (Swann’ların Tarafı, s. 69-70)

[1] hatıra denen şey -henüz bulunduğum yeri hatırası değilse de, daha önce yaşadığım ve şimdi de içinde bulunabileceğim yerlerden birkaçının hatırası- kendi başıma içinden çıkamayacağım bu boşlukta beni çekip almak üzere gökyüzünden uzatılmış bir yardım eli gibi, bana geri dönerdi…” (s. 11)

Proust Okuma Notlarım I | Swann’ların Tarafı

Cesaret edip okumaya başladım Proust’u sonunda, henüz Swann’ların Tarafı’nı bitirdim. Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde’ye başlıyorum. Okumayı Okurun Belleği, dolaylı olarak ise Benjamin tetikledi. Okurun Belleği’nde metne giren referansların yanı sıra sanki okura bir güzellik olsun diye dipnotlara yerleştirilmiş Proust pasajları vardı. Sebald‘ın çevrilen metinleri bittikten sonra Okurun Belleği’ni okuyup her şeyi yerli yerine yerleştirmek isterken başarısız oldum fakat bununla birlikte uçlarında Benjamin, Proust, Sebald ve Barthes olan ve çokça kez birbiri üzerine katlanmaktan yıpranmış, benim için iyice anlaşılmaz hâle gelmiş bir çokgenin eksik parçalarını aramaya koyuluyorum. Öyle, bir meşgale arıyorum aslında.

Kayıp Zamanın İzinde’nin ilk parçasının sonunda, yeni bir roman okumuş olmaktan ziyade, yaşama dair başka türlü bir duyumla ve bu duyumun alışık olduğumdan farklı bir ifade ediliş biçimiyle karşılaşmanın şaşkınlığını yaşıyorum. Okurken yer yer çok keyif alsam da bazen romansal olandan sapıp kendimi cümlelere kaptırarak devam ettim. Bu kısımların büyük çatıyla ilgisini kaçırmış olmalıyım. İkinci bölümde (Swann’ın Bir Aşkı) konu ne zaman Swann’dan Verdurin’in başka konuklarına ve konulara sapsa okuma ritmim yavaşladı, dikkatim dağılmaya başladı. Belki anlamı zamanla çıkar. Okuduğum her şeyi unutmadan bazı notlar alsam bu romanlarla ilişkimi daha sıkı tutarım diye düşündüm.

İlk izlenimler

Çevremdeki insanlar ve olup bitenlere dair kafamda dönen düşünceleri ve hislerimi başkalarıyla çok sık paylaşmıyorum. Hem nasıl ifade edeceğimi bilmediğimden hem de insanların ilgisini çekmeyeceğini düşündüğümden. Bazen, yakın hissettiğim anlarda, herhangi bir insana dair düşüncelerimi ya da bir olay sonucu hissettiklerimi paylaşıyorum. Mesele benim için biraz karmaşıksa, anlatırken merkezdeki şeyden sürekli uzaklaşıyor, kimi çekincelerim ve yapısal bir sorun olarak gördüğüm iletişimsel becereksizliğim sebebiyle yer yer istemli yer yer istemsizce aslolanı farklılaştırarak bir hikâye anlatıyorum. Karmaşık bir durum söz konusu değilse birkaç cümlede ne düşündüğümü söylüyorum. Böylesi yaşam parçalarına dair bir şeyler söylediğimde sık sık “(olması gerekenden) fazla düşünüyorsun”, “kendince ve tek taraflı yorumluyorsun”, “hayat tam da böyle bir şey değil, daha basit yaşıyoruz aslında” gibi cevaplar alıyorum. Bu cevaplarla karşılaşmayı çok seviyorum. Bunu söyleyenin, eksikliğini sürekli hissettiğim bir “kendiliğinden” yaşama işaret ettiğini düşünüyorum. Bu derecede içine giremedim hayatın bir türlü. Hep hayata mesafeli hissediyorum. Fakat bunun yanında, bu mesafeden bir ifade kurabilmekten de yoksunum. Bu yüzden, başta başka üretmeyen gözlemcileri sonra da öyle dolaşıp oturup tekrar dolaşanları, filmlerdeki ironik dış sesleri, okurları, az konuşan sinefilleri, sayıklayanları, yol üstünde karşılaştığım yabancıları, birden bir şey söyleyen ya da bir hareket yapıp geçip giden insanları, bir parkta otururken çevrede yankılanan sesleri, arka koltukta oturanı dinlemeyi seviyorum. Ya da bunlara mecbur hissediyorum.

Swann’ların Tarafı’nda ilk bulduğum şey, sıradan görünen anları, bazen yüceleştirerek (meşhur madlen) bazen de yüceleştirmeden sadece genişleterek, açarak, içine girerek, önemseyerek tamamen kişisel (fakat okurda, “evet, tam da öyle hissetmiştim ben de bir keresinde” hissini uyandırmayı başararak) bir yorumlama yöntemiyle ele alma ilgisi, zevki ve ustalığı oldu. Buna, her ne kadar kitaba ismini vermiş olsa da, şu an bana herhangi bir örnek gibi gelen bir pasaj Combray çevresindeki gezintilerin mekansal yerleşimini anlattığı pasaj olabilir. Hatırlamak için not edeyim:

Combray çevresinde, gezinti yapılacak iki “taraf” vardı; bunlar birbirine o kadar zıt yönlerdeydiler ki, ikisine gitmek için, evden dışarıya iki ayrı kapıdan çıkardık: Biri, yolda M. Swann’ın arazisinin önünden geçtiğimizden, Swann’ların tarafı diye adlandırdığımız Méséglise-la-Vineuse tarafıydı, öbürü de Guermentes tarafı. Doğruyu söylemek gerekirse, Méséglise-la-Vineuse’ü, “o taraf” olarak tanıdım sadece, bir de pazar günleri Combray’ye gezmeye gelen insanlarını tanıdım; bunlar, halam gibi bizlerin de “hiç tanımadığı” ve buradan yola çıkarak, “herhalde Méséglise’den gelmiş” yabancılardı. Guermantes’e gelince, onu bir gün, ama çok daha sonraki bir tarihte, çok daha fazla tanıyacaktım; yeniyetmelik yıllarım boyunca, Méséglise benim nazarımda ufuk gibi ulaşılmaz, ne kadar uzaklara gidilirse gidilsin, Combray’ye benzemeyen bir arazinin kıvrımlarıyla gözden gizlenen bir şeydi; Guermentes ise daima “o taraf”ın gerçekten ziyade zihinsel sınırı, ekvator çizgisi gibi, kutup gibi, Doğu gibi, adeta soyut bir coğrafi ifade olarak görünmüştü gözüme. O zamanlar Méséglise’e “Guermantes yoluyla” ya da Guermantes’a Méséglise yoluyla gitmek, benim için batıya doğu yoluyla gitmek gibi kadar anlamsız bir ifadeydi. (s. 136)

Daha kısa bir alıntı planlarken, kendimi kaptırıp daha fazla cümle alıntılamak istedim. Bir noktada bitirmem gerektiğinden en bitirici görünen cümlede kestim. Şöyle hissediyorum okurken: “lütfen anlatmaya devam et o iki tarafı, senin için ne ifade ettiklerini, halanın bu farkı nasıl gördüğünü, başkalarının ne dediğini, peyzajı da anlat ama daha çok referansla o coğrafyayı, sonradan bakarak anlat”. Bu örnekte olduğu gibi, herhangi bir şeyi anlamlı ve ilgi çekici kılabiliyor yazar.

Kendime yordum. Bugün iş yerinde bir molada, evden çıkarken seçmek zorunda olduğum ilk yol ayrımını arkadaşlarıma anlattım. İşe gittiğim her sabah, ikiye ayrılan sokağın sol tarafından hafif eğimli bir yokuşu çıkıp bir parktan geçerek bulvara çıkıyor, otobüse binip işe gidiyorum. Hafta sonlarındaysa -ya da iş dışında evden çıktıysam, ki bu genelde hafta sonları oluyor- sağda yokuş aşağı kıvrılan sokağa dönüp merkeze doğru yürüyorum. Yıllardır bu evde oturmama rağmen, birkaç hafta önce, ilk defa, bir sabah tam uyanamadığımdan olsa gerek, yanlışlıkla merkeze giden sokaktan ileri doğru birkaç dakika boyunca yürümüştüm. Dalgınlığımı fark edince kendi kendime gülüp, yolu geri yürüyüp -oysa ki o yoldan devam ederek de bulvara çıkabilirdim fakat yaptığım hatayı düzeltmiş olmazdım bu durumda- doğru yoldan işe gittim. Sabahları pek ayılamadığımız, işe gelişimizin tamamen omurilik kontrolünde, diğer insanları ve çevremizi fark etmeden gerçekleştiği konusunda ortaklaştığımız bir muhabbet anında bu anımı anlatmamı tetikleyen şeyin Proust olduğunu şimdi alıntıya dair yazmayı bitirdiğimde fark ettim. Zihnimi de işgale başlıyor yavaş yavaş demek ki.

İlk referans

Proust üzerine internette yüzeysel olarak biraz bakınınca -birkaç kitabı bitirmeden yakın okumalardan özellikle uzak duruyorum- iki Proust sever André Aciman (yazar, Proust hocası) ve Jonathan Burnham’ın (Proust editörü) söyleşisine rastladım. Aciman, Proust’un temelde “sahip olma” hissini aradığını öne sürüyor. Romanın başlarında annenin öpücüğüne sahip olmak isteyen Marcel’den başlayarak romanlar boyunca bu ihtiyacın kuruculuğuna işaret ediyor. Başka bir anda, Proust’un biçemini her detayı, nüansı, duygu durumunu içine alıp büyüyen korku filmlerindeki dev yaratıklarla (amoeba -amip-) benzetiyor. Çünkü Aciman’a göre Proust hiçbir şeyi unutmak istemiyor: retention par excellence. En unutulmaz anları ise sahip olamadıkları. İşte böyle yorumlardan kaçıyordum aslında. Okumaya yön ve şekil verecek tehlikeli büyük tespitlerden.

Okurun Belleği’nde de geçiyordu, söyleşide de aynısını söylüyorlar: Proust’u ille de romanların sırasıyla ya da bir parçasını baştan sona okumaya gerek yok. Her zaman herhangi bir yerinden başlayıp biraz okuyabilirsiniz, sizi daima taltif edecektir. Böyle diyorlar.

Fazla kişisel oldu ilk parça, Proust okuma notu olmadı pek ama planım yaza yaza bir şekilde yolumu bulmak.

Proust fan blog sayısı ise çokmuş: Reading Proust For Fun, 182 Days of Marcel Proust, Reading Proust, Proust Reader, Involuntary Memory vd. Ben de kendimi marjinal olmasa da bir fikir bulmuş ve peşinden gidiyor sanmıştım, birkaç saatliğine.

İleriye dönük kitaplar

Proust’a dair yazanları merak ettiğimden kitapçılara girdiğimde ona dair kitapları da gözüm seçmeye başladı. Bugünlerde yeni bir çeviri çıkmış: Edmund White’ın “Marcel Proust: Bir Yaşam” biyografisi. Bir de Beckett’in Beckett olmadan önce yazdığı “Proust” kitabına rastladım. Bir de Aciman’ın “Proust Projesi” varmış, yazarlara sevdikleri pasajları seçip bunların üzerine yazmalarına dair bir davette bulunup kitaplaştırmış. Alain de Botton’a ise saygı duysam da optimizmine ve pratik felsefesine gıcık olduğumdan onun kitabını en son okurum -sonra bir de severim kesin.

Proust, Okuma Evreni ve Dış Dünya

O sonbahar yaptığım gezintiler, saatlerce kitap okuduktan sonra gezmeye çıktığım için, daha da zevkliydiler. Bütün sabah salonda kitap okumaktan yorgun düştüğümde, battaniyemi omuzlarıma sarıp dışarı çıkardım; uzun müddet mecburen bedenim, bırakılan bir topaç gibi, bu fazlalıkları dört bir yana savurma ihtiyacı duyardı. Evlerin duvarları, Tansonville’in çiti, Roussainville Ormanı’nın ağaçları, Montjouvain’in sırtını verdiği çalılar şemsiye veya baston darbelerine maruz kalır, neşeli çığlıklar işitirlerdi; hem darbeler, hem de çığlıklar beni coşturan, hızlı bir çıkış yoluna kolayca varmamı ağır ve zor bir aydınlanmaya tercih ettiklerinden aydınlığın sükûnetini tadamamış, karışık düşüncelerden başka bir şey değillerdi. Hislerimizin sözde ifadeleri, çoğunlukla hislerimizi bu şekilde, kendilerini tanımamıza imkân vermeyen bir biçime bürünmüş halde dışımıza çıkarmak suretiyle bizi bu hislerden kurtarmaktan öteye gitmez. Méséglise tarafına neler borçlu olduğumu, Méséglise’in tesadüfi çerçevesi ya da zorunlu esin kaynağı olduğu mütevazi keşifleri hesaplamaya çalıştığımda, duygularımızla onların olağan ifadesi arasındaki bu uyumsuzluğu ilk defa o sonbaharda, o gezintilerden birinde, Montjouvain’in yaslandığı çalılık bayırda, hayretler içinde fark ettiğimi hatırlıyorum. Bir saat boyunca yağmura ve rüzgâra karşı neşeyle mücadele ettikten sonra, Montjouvain’in küçük gölünün kenarına, M. Vinteul’ün bahçıvanının aletlerini koyduğu kiremit kaplı küçük kulübenin önüne geldiğimde, güneş yeniden açmıştı; yağmurun yıkadığı yaldızlı güneş ışınları gökyüzünde, ağaçların, kulübe duvarının, tepesinde bir tavuğun gezindiği hâlâ ıslak kitemit çatının üstünde, yepyeni parlamataydı. Esen rüzgâr, duvardaki çatlaklarda bitmiş yabani otları ve tavuğun tüylerini yana doğru çekiyor, hem otlar, hem de tüyler, cansız ve hafif nesnelerin kendini bırakmışlığıyla, botları yettiğince, rüzgârın keyfine göre uçuşuyorlardı. Güneşin tekrar yansıtıcı bir yüzey haline getirdiği gölcüğün üzerinde kiremit çatı daha önce hiç dikkatimi çekmemiş olan pembe mermer damarları oluşturuyordu. Suyun ve duvarın üstünde, gökyüzünün gümüsemesine karşılık veren solgun bir tebessüm görünce, kapatmış olduğum şemsiyemi sallayarak heyecanla, “Vay be! Vay be! Vay be!” diye bağırdım. Ama aynı anda, aslında bu muğlak sözlerle yetinmeyip, hayranlığıma bir açıklama getirmeye çalışmam gerektiğini de düşündüm.

Yine aynı anda —oradan geçmekte olan, zaten oldukça keyifsiz görünen ve şemsiyenin yüzüne çarpmasına ramak kalınca keyfi iyice kaçıp, “Bu güzel havada yürümek ne hoş, değil mi?” dediğimde soğuk bir cevap veren bir köylü sayesinde— aynı duyguların önceden belirlenmiş bir düzene göre, herkeste aynı anda oluşmadığını da öğrendim. Daha sonraları, ne zaman uzunca bir süre kitap okuyup ardından canım sohbet etmek istese, kendisiyle konuşmak için yanıp tutuştuğum arkadaşım az önce sohbetin hazzını yaşamış olur, o esnada da rahat bırakılıp kitap okumak isterdi. Annemle babamı düşünüp sevgiyle dolmuş, onların en hoşuna gidecek, en akıllı uslu kararları vermişsem, onlar tam da bu süre içinde benim unuttuğum bir kabahatimi öğrenmiş olurlar, ben onları öpmek üzere kollarına atılırken, onlar kabahatimden ötürü bana sertçe sitem ederlerdi.

Bazen yalnızlığın bana yaşattığı coşkunluğa ondan tam olarak ayıramadığım bir başka heyecan, sarılıp kucaklayabileceğim bir köylü kızının karşıma çıkıvermesi arzusundan kaynaklanan bir taşkınlık eklenirdi. Bu arzuya eşlik eden çok farklı düşüncelerin ortasında, ben sebebini tam olarak anlamaya vakit bulamadan, ansızın ortaya çıkan haz, bana o düşüncelerin yaşattığı hazzın bir üst seviyesi gibi gelirdi sadece. O esnada zihnimde yer alan her şeye, kiremit çatıdaki pembe yansımaya, yabani otlara ne zamandır gitmek istediğim Roussainville köyüne, Roussainville Ormanı’nın ağaçlarına, kilisenin çan kulesine fazladan bir değer atfederdim; sırf bu yeni heyecanı onların yarattığını zannettiğim için gözümde daha arzulanır olurlar, yelkenimi kuvvetli, meçhul ve elverişli bir rüzgârla dolduran coşku sanki beni onlara ulaştırmak için acele ederdi. Bir kadının ortaya çıkıvermesi arzusu benim nazarımda tabiatın cazibesine bir başka coşku katıyordu, ama buna karşılık, tabiatın cazibesi de kadının fazlasıyla sınırlı bulacağım cazibesini genişletiyordu. Ağaçların güzelliği bu kadının da güzelliğiymiş, bu ufkun, Roussainville köyünün, o yıl okuduğum kitapların ruhunu ellerime o kadının öpücüğü teslim edecekmiş gibi geliyordu bana ve hayal gücüm tenselliğimle temas edip ondan güç aldıkça, tenselliğim hayal gücümün bütün alanlarına yayıldıkça, arzum sınır tanımıyordu. Bunun başka bir nedeni de, —alışkanlığın faaliyetine ara verdiği, nesnelere ilişkin soyut bilgilerimizin bir yana bırakıldığı, dolayısıyla bulunduğumuz yerin özgünlüğüne, bireyselliğine derinden inandığımız, tabiatın ortasındaki tahayyül anlarında hep olduğu gibi— arzularımın seslendiği kadının bana kadın cinsinin herhangi bir örneği gibi değil, bu toprağın zorunlu ve doğal bir ürünü gibi gelmesiydi. Çünkü o sıralarda benim dışımdaki şeyler, toprak ve insanlar, bana, yetişkin erkeklere göründüğünden daha değerli, daha önemli, daha gerçek bir varoluşla donatılmış gibi görünüyordu.

Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde: Swann’ların Tarafı, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2019 [1913], 20. basım, s. 156-8.