Gürbüz, Kıyamet Emeklisi | Notlar 3

[183-234]

Sonbahar geliyor, Baba biraz celalli. Bir gülüp bir tersliyor Aziz’i ve bacıları. Kendini küçültme eğitimi ağır işlerle devam ediyor. Baba’nın o zamanki ruh halinden mi yoksa eğitimin bir parçası olan Aziz’i yok sayma ve zorlama niyetinden mi tam belli değil. Baba ile mücadele ona bir sinme, sessizlik, kendi içine dönme ve sürekli çalışma hali olarak dönüyor (s. 186). Boş günlerde bir boşluk gibi yaşıyor. Sessizliği Nazif Bey’in gelişi bozuyor. Aziz’e bir kez daha ne yaptığını sorup onunla gelmesini istiyor, Aziz’deki gözlem ve olgunluk birden yükselmiş: “Aziz eski bildik hayatından uzaklaşalı beri insanların pek gördüğü bildiği anladığı gibi varlıklar olmadıklarını fark ediyordu. Mesela şimdi Nazif Bey’in şu soruyu soran adama aslında çok benzemediğini de bir şekil biliyordu. Bu soruyu soran adam olmaktan çıktığı vakit başka bir şey olacağını ama onun da çok çabuk değişeceğini sohbetlerde hep görüyordu. Kişinin hoşuna gidecek, onu rahatsız etmeyecek, onu uyandırmayacak bir kaval, bir düdük sesi olmalıydı söz. Bu sözün ne dediği duyulmamalı, anlaşılmamalı, nağmesi kişinin kendi kendine kaldığında hep ıslıkla çaldığı olmalıydı” (s. 188).

Nazif sonunda Baba’yla oturma fırsatı elde ediyor. Konuya hazırlanmış: “Gelmeden tarikatlar ile ilgili bir şeyler okumuş, öğrenciliğinden kalma Auguste Comte ve Marcuse’den kitapları karıştırmış, kendini belli bir muhakemenin sahibi kılmak için son bir haftadır bu kavanozun içinde sallayıp durmuş, dışını kolay sıyrılacak bir kabuk gibi de olsa bunlarla kaplamıştı” (s. 189). Burada bence Gürbüz’ün okumaya, ya da hadi yarım yamalak okumaya karşı tavrı yine apaçık ortada. Saatçilik belgeselinde “sade okumuş insanda bir hamlık vardır” derken olduğu gibi. Baba Nazif’i hoş karşılıyor. Geçen günlerde Nazif bir bunalımın içine düşmüş, çıkmaya çabalıyor. Aynada bile kendine bakamaz hale gelmiş. Kendine inancını kaybettiğinde bir kurtarıcıya, peygambere, Allah’a sığınır hale gelmiş. Yine de bir süre Baba’yı dinledikten sonra “bunca sözü sadece dinlemenin onu alık göstereceğine kani olup biraz kıpırdanmaya başladı” (s. 193). Ah Aziz, ah Nazif. Açıkça yardım istiyor: “kendimle aramı fena bozdum. Artık insanların arasına katışmam zor. Üstelik bunu yavanlaşarak yaptım, coşarak değil. Aramızdaki aks değil mi, aks aleyhime açıldı. En kötü adama komşu oldum” (s. 194). Biraz sonra Nazif gevşemeye başlıyor, Baba’ya inançlı olup olmadığını soruyor, Metaxa istiyor. Üç çay bardağı geliyor, Nazif’in aceleyle içkiyi kafayı dikişine Baba bana sanki Aziz’in de hayatına değiyormuş gibi gelen bir şerh düşüyor: “Acele eden kendine eder derler, şimdi bekleme zamanı, bir de bekletir ki eloğlu, bir  bekletir ki, yiyeceğini de yemez, vereceğini de vermez, gördü ya, işte bitti. Erken açan çiçek, on yaşında buluğa giren kız, dört yaşında okuma öğrenen oğlan, erken döl alan kadın, erken yol alan salak adam işte bunların ömrü beklemeyle geçer” (s. 196).

Nazif sohbetten sonuç çıkmadıkça sabırsızlanıyor: “Acele ile, “Ben,” dedi, “ben kaza mı kader ile mi doğmuş olduğumu nasıl öğrenebilirim? Siz mi söyleyeceksiniz, nasıl öğreneceğim?” diye yine kontrolsüz bir sesle sordu. Çok acelesi varmış, hemen öğrenecek ve öğrendiği ile bir yere başvuracakmış gibiydi” (s. 198). Metaxa bitiyor, yenisi geliyor, kaza mı kader mi diye tartışma sürüyorken Nazif bir hışımla şişeyi alıp ayaklanıp çıkıyor. Bu sefer kendini küçük düşürmeyi başardı.

Nazif’in hayatına biraz daha yakından bakıyoruz. Ankara’da okuduğu bölüm Matematik’miş. Başkalarının ona bakışını fark edince kendine de öyle onların baktığı gibi bakar olmuş, ama başkası olmak istemiş, tek başına ağlarmış yurt odasında (s. 200). “Kendini hiçbir şey olmayan ve olamayacak olan görüyordu, başkalarını da ha bire hurcunu dolduran” (s. 201). Düşünceyi masadan kalbine taşıyamamış. “Bir-iki şiirini bildiği şaire biri bir şey dese yumruklaşıyor” (s. 202) kısmında millete kantinlerde, yemekhanede Nuri Bilge Ceylan (Üç Maymun öncesi) savunmaya çalıştığım acı günler aklıma geldi. Nazif’in çilesi aslında olamayacağı birisi olmayı istemesi, kendiyle barışamaması, kendine hıyanete rağmen uyumluluğu olmuş gibi. Elinde şişeyle çıkıp yürürken bunları düşünüyor. Bir son özür için Aziz’in ailesinin evine gidiyor. Babadan, zaten yapamadığı veliliği devralma çıkışından dolayı özür diliyor, baba özrü kabul ediliyor, Nazif elleri cebinde hıncıyla yürümeye devam: “”Hiç kimse,” dedi kendi kendine, “hiç kimse bir rütbe almamalı bu dünyada. Ama bu nasıl olacak? Babaymış, şeyhmiş, hadi ordan, postu ayıdan kapan şeyh oluyor, hadi ordan,” diye bağırdı” (s. 205). İkinci bölümün sonu.


Nazif’in gelişinden sonra bir ay falan geçmiş, evde yine meydan uyandırılacak. “İşiten bir canlıya dönüşmüştü” Aziz (s. 208). Duyumu iyice ilerlemiş. Baba tıpkı Aziz’e sorduğu gibi meydanda diğer insanlara da kendilerini nasıl gördüklerini soruyor, tatmin etmeyen cevaplar alsa kendine yönelen bakışa dair tavsiyeler veriyor cemaate. En son Baba’nın bakışıyla belki ‘kendini bilmez’ diyebileceğimiz bir adamın konuşması üzerine Baba sanki bir sinir bozukluğuyla gülmeye başlayıp evi boşalttırıyor. Kısacık üçüncü bölümün sonu (s. 212).


Yaz geldi, iki yıl geçmiş Baba’nın evinde. Eğitime devam: “İnsan bakacak bir şey aradığında onları görmek yine de iyidir. Ama işte ama var. Sen, her şey bittiğinde, her şey elendiğinde kalacak olan olmalısın … Bu zihnen olacak. İnsan zihindir. Koca bir zihin. İdrakle olacaksın, idrak edeceksin demiyorum, idrak olacaksın, idrake dahil, onun içinden olacaksın. İnsan idrak olabilirse bir şey olmanın kıyısında durabilir. İnsan kaderinden daha güçlüdür” (s. 214). Aziz bacıların yollarının nasıl buraya vardığını düşünüyor, onların nasıl çekildiğini. Kendisi onlara acıyor, destek olmaya çalışırken sanki onlar yardıma ihtiyaçları olduğundan değil, yardımcıyla paylaşım yapmak için yardıma izin veridklerini anlıyorum. Öğretinin Jakob von Gunten ya da herhangi bir itaatte huzur arama kısmı da burada aklıma geldi: “Ne vakit Aziz bir işi onların yerine ele alsa onların bir başkasına yapıştıklarını görüyordu. Yorgunluk ve şikâyetsizlik, hizmette olma ve kendini unutma uğruda buradaydılar zaten” (s. 216). Aziz ne kadar sorsa da bacıların geçmişine dair bir şey öğrenemiyor.

Aziz’i kendini öğretiye bırakamaması üzerine Baba: “Oğlum korktuğun ne, neden kendini bu gayrete tam olarak bırakmıyorsun, çok seyrek bazı hallerin üst üste bazı günlerin oluyor ama doğrulup hemen gene kendine, gene benliğine tutunup yapışıyorsun …” (s. 217). Burada Aziz’in içinde birbiriyle çarpışan benler ortaya çıkıyor. Aziz bir türlü o istenen benim ortaya çıkıp diğerlerini bastıramadığını söylüyor. Baba’nın kendini izlemekle gereksiz detaylara takılma farkı üzerine sözleri: “Öncelikle kendini izleme ile kendine aşırı derecede yakından bakmayı ayır birbirinden. Sen izleyeceksin, başkasını izler gibi. Yoksa maazallah insan kendine çok yakından bakmaya başlarsa kendini hasmından ayıramaz ve kendine düşman olur. Yani kendi etrafında menfa müfettişi gibi dolaşma. Teferruat putperestliktir Azizim …” (s. 218). Sonrasında da benle ötekinin bir oluşu üzerine vahdet-i vücûd’u hatırlatan cümleler söylüyor.

Aziz’in dört kişiliği olduğunu söylüyor Baba. Bunların içinden nasıl o arada çıkan sesi daha uzun süre duyabileceğini arayacaklar. Bu “onun beş dakikasını yarım saate çıkarmaya bak, rahattan biraz rahatsız olmaya bak” (s. 219) kısmı utanç verici bir biçimde kişisel gelişim ya da sağlıklı yaşam öğütlerini aklıma getirdi. Ama bir yandan da her şeyin başı pratik, konular farklı olsa da yöntem benzer olabiliyor.

İki taşı iple bağlayıp, tam kulaklarını kapatacak şekilde Aziz’in kafasına asıyor Baba. Beş ay bu taşlarla yaşıyor Aziz. Bu haliyle, geçmişte Baba’ya söz verdiği üzere Hasan Efendi’nin ayısının burnundan halkasını çıkarmaya gidiyor (s. 221).  Hasan Efendi’nin desteğiyle koparıp çıkarıyor halkayı, sonra Baba bunu gerdanına kolye olarak taktırıyor. Gurur duyuyor Baba Aziz’in bu eyleminden. Kulaklarını kapatan taşlar Aziz’de -babasından da hatırladığımız- bir sükûneti çağırıyor (s. 226). Aziz kişilik incelemelerini başka insanlara da yöneltiyor, birkaç saatte birkaç yüzünü tanımaya başlıyor insanların (s. 228).

Baba da yavaştan Aziz’in kendini gözlemini kategorileştirmeye başlıyor, kişiliklerini tanımlıyor: Balıkçı, Mayacı, Kepenekli (Kemal). Bu yüzler arasında en çok Kemal öne çıkıyor, “onu yukarıya çekiyordu” (s. 232). Kemal etrafını beğenmiyor, biraz da Baba’ya benziyor ama daha yumuşak huylu. Aziz, Baba’nın bir şeyleri hemen anlamanın manasızlığına dair konuşmalarını hatırlıyor. Aziz kulaklarını kapasın mı dışarıya açsın mı, konuşsun mu sussun mu bilemiyor. Baba’nın Aziz’i biraz yoksayan ve hayal kırıklığı uyandırdığı haberini veren tiradı: “Sen de haklısın Aziz can ne yandın ki soğuyasın ya da ne vakit Yakup’tun ki? Ne dine bir gök küçümsemesi ile baktı da yere yapıştın, değil mi? Bana sen gelmedin ki, kapıya kedi gelmiş ben onu aslan yapmaya çalışıyorum, Allah belamı versin, daha da versin, verdiği kadarı da yetmiyor gördüğü gibi, daha ne kadar varsa göndersin, az geliyor, bana şifa olacak kadar büyük bir bela istiyorum, ister yok ederek ister etrafa bakmama artık mani olacak büyüklükte bir bela istiyorum. Rabbim ben hakkıyla, tüm gücümle kahret, her kahr zerresini yudum yudum içmek istiyorum. Ne felaket aslında herkesin başına gelen dert ve belalarla yaşamak değil mi, bana reva görülene bak. Ne kadar az’ım ki karıncanın yuvasına biraz sonra yemeğe koyacağı tuzdan serpen kadın gibi arkasını dönüp gidiyor. Sana bu kadarı kâfi diyor. Lut mu olmak lazım yahu, sırf übenaya mı yer yarılıyor, yani rabbim üç tane übenaya kızdığı kadar bana kızamıyor mu canım, hani dağın yarılıp üstüme gelmesi, hani suyun çekilmesi, vah başıma gelen belanın azlığına. Beni terbiye ya da helak etmeyen belanın Allah belasını versin”.” (s. 234, bölüm sonu)

Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi – Birinci Cilt, İletişim Yayınları, 2022.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *