Aslı, “Hand to Mouth: A Chronicle of Early Failure” imiş. Auster 50 yaşında, büyük ölçüde 20’li yaşlarını seçici bir biçimde tarayarak yazmış. Maceraperestlik ve bugün de edebiyat/sanat ile uğraşmaya çalışan çoğu gencin benzer şekillerde karşı karşıya kaldığı “para problemi” otobiyografinin (ya da romanın) çatısını kuruyor. Yerinde duramayan, bulduğu üç beş kuruş parayla hemen yeni bir yolculuk planlayan bir yazar adayı… Auster öyle bir anlatıyor ki, sonunda asla o “yazar” figürüne ulaşamayacakmışız gibi ilerliyor kahramanın hikâyesi. Tam da o yüz binler, milyonlar satan yazara ulaşamadığımızda, görüyoruz belki Cebi Delik’in, Auster’in otantikliğini. Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni de gençliğinde severek okumuş olan Auster, Künstlerroman geleneğinin sonunda varılan “sanatçının olgunlaşması”na ulaşıyor mu ulaşmıyor mu belirsiz. Romanın sonlarında, yaşamanın acıklı bir kara mizaha döndüğü pasajlarda, Auster iskambil kartlarından yaptığı beyzbol oyununu sermayedarları dolaşa dolaşa pazarlamaya çalışıyor. Bir noktada, para kazanma niyetinin de kendini ispatlamaya devrolduğu inatçı mücadelesi kişinin yapmak istediği ile istediğini yapmak için içine düştüğü çarkların eziciliğini, neredeyse metaforik olarak anlatıyor. Benim için, yazarın her daim biraz gizli kalan, seyirlik olmayan öyküsü Cebi Delik. Aynı zamanda da yazarın çevresinin, karşılaştıklarının, gördüğü kentlerin, yaptığı işlerin, girdiği evlerin, izlediği filmlerin kurucu etkisinin anlaşılması için de ilhâm verici.
İlk alıntılamak istediğim pasaj ise, üniversiteye yeni kayıt olmuşken, benden epeyce büyük bir başka öğrencinin o rahatsızlık verici “Örgütlü müsün?” sorusuyla ilk irkilişimde sezdiğim yersizlik duygusuyla, Auster’in DY’ci arkadaşlarına katıl(a)mayışının kesiştiği noktadan çağrışım yaptı. Özellikle toplumla ve siyasetle okurluk üzerinden ilişkilenen kişilerin özyaşam öykülerini anlatırken, ille de yazıya dökülmesine gerek yok, aktif siyasetle ilişki(sizlik)lerini anlatışları, gerekçelendirişleri hep çok ilgimi çeker. Auster de adeta 1980 sonrası Türkiyesi’nde kendisine geçmişi sorulmuş gibi anlatıyor. Örgütlenemeyen kitleden çıkan özel yazar olarak… Bu kişiler “birkaç eyleme gitmiştim”, “birkaç kere gözaltına alınmıştım”, “arkadaşlarım imza verdi, içeri girdiler” vb. cümlelerle anlatıyorlar hep geçmişi. Örgütlü oluşun bireyselliği yok ettiğini, kendi hayalleri için uğraşmasına engel olduğunu düşünenler… Hep haklılar mı, haklı mıydım, yanıldım mı, yanılıyorlar mı diye düşünürüm de bilemem. Deleuze de “L’Abécédaire de Gilles Deleuze” söyleşisinde ’68 olaylarına ya da genel olarak öğrenci hareketine aktif olarak katılmadığını anlatıyordu, çok parlak gençlerin o broşürleri yazmak ve dağıtmakla uğraşarak ciddi bir enerjiyi ve emeği boşa sarf ettiklerini söylüyordu.
“Odamda ya da sinemada olmadığım zamanlar, kitapçıları dolaşıyor, ucuz lokantalarda yemek yiyor, çeşitli insanlarla tanışıyor, bu arada bir de bel soğukluğu geçiriyor (çok acı çektirmişti) ve genellikle de her yaptığım seçimden büyük hoşnutluk duyuyordum. Kendimi hiç o aylardaki kadar iyi hissetmedim desem, abartmış sayılmam. Kendi kendimle barışıktım ve bu minik cennetimin bir gün mutlaka sona ereceğini bilmeme karşın bunu uzatmak, o bitiş saatini olabildiğince ertelemek için elimden geleni yapıyordum.
Kasımın ortalarına kadar idare ettim. New York’a döndüğümde sonbahar sömestri yarılanmıştı. Öğrenci kaydımı yenileyebileceğimi hiç sanmıyordum; ama üniversiteye gidip bu konuyu görüşürüm diye aileme söz vermiştim. Ne de olsa benim için kaygılanıyorlardı, ben de bu sözümü yerine getirmeyi onlara karşı bir borç olarak görüyordum. O görevi yerine getirdikten sonra Paris’e dönüp iş aramak niyetindeydim. Askerliğin canı cehenneme, diyordum. Sonunda “asker kaçağı” muamelesi görsem de umrumda değildi.
Ama hiçbir şey sandığım gibi olmadı. Columbia’daki dekanlardan birinden randevu aldım. Adam öylesine sempatik, öylesine benim tarafımı tutan bir tavır içindeydi ki, birkaç dakikada elim kolum bağlandı, savunmasız kaldım. Hayır, dedi. Aptallık ettiğim görüşünde olmadığını söyledi. Ne yapmak istediğimi çok iyi anlıyor ve bu girişimimi hayranlıkla karşılıyordu. Öte yandan, bir de savaş konusu olduğundan söz etti. Columbia, istemediğim halde beni askere göndermeyi de, askere gitmediğim için hapse düşmemi de istemiyordu. Eğer üniversiteye dönmek istiyorsam, kapılar açıktı. Hemen yarın derse gitmeye başlayabilirdim ve kayıtlarda da devamsızlık ettiğim hiç görülmeyecekti.
Böyle bir adamla nasıl tartışılabilir? Yalnızca işini yapan bir görevli gibi davranmıyordu. Fazlasıyla sakindi; dediklerimi can kulağıyla dinliyordu. Çok geçmeden, dekanı ilgilendiren tek şeyin, yirmi yaşında bir çocuğu yanlışa düşmekten korumak, hiç gereği yokken yaşamını mahvetmesini engellemek olduğun ve bunu içtenlikle istediğini anladım. Üstelik, ileride yaşamımı mahvetmek, yanlış adımlar atmak için nasılsa fırsat olacaktı, n’est-ce pas? Kendisi de pek yaşlı değildi, olsa olsa otuz otuz beşindeydi. Onunla bir daha karşılaşmadığım halde, adı bugün bile aklımda. Dekan Platt. O ilkbaharda öğrenci grevi yüzünden üniversite kapandığı zaman, yönetimin tutumunu protesto etmek için Dekan da görevinden istifa etti. Sonradan Birleşmiş Milletler’de işe girdiğini duydum.
Columbia’daki olaylar 1968 başlarından bizim sınıfın mezun olduğu ertesi hazirana kadar sürdü. O süre içinde normal çalışmalar tamamen durdu. Kampüs, gösterilerin, oturma grevlerinin, yavaşlatma eylemlerinin yer aldığı bir savaş alanına döndü. Ayaklanmalar, polis baskınları, açlık grevleri ve fraksiyon çatışmaları gırla gidiyordu. Nutuklar çekiliyor, ideolojik bölünmeler oluyor, her yandan öfke fışkırıyordu. Ortalık biraz yatışır gibi olunca, hemen yeni bir sorun gündeme getiriliyor ve olaylar yeniden patlak veriyordu. Uzun vadede bakılacak olursa, herhangi bir önemli kazanım sağlandığı yoktu. Spor salonu için önerilen yer değiştirildi; okul bazı isteklerini geri çekti, başkan istifa etti, yerine bir başkası geldi. Hepsi o kadar. Binlerce kişinin çabalamasına karşın, fildişi kule yıkılmadı. Ama yine de, bir süre sallandı, birkaç taşı yerinden oynayıp düştü.
Ben eylemlerden bir kısmına katıldım, bir kısmından ise uzak durdum. Kampüs binalarından birinin işgaline katıldım, polis tarafından hırpalandım, bir gece nezarette kaldım; ama çoğunlukla olayları dışarıdan izleyen, eylemcilere sempati duyan bir turist gibiydim. Katılmak istesem de, yapım grup eylemlerine uygun değildi. Yalnızlık duygusu iliklerime işlemişti ve hiçbir zaman “Dayanışma” gemisine binmeyi beceremiyordum. Ne olursa olsun, ben minik sandalımda kürek çekmeye devam ediyordum; belki eskisine oranla biraz daha umutsuzdum, belki nereye gittiğimi bilmiyordum, yine de kayığımdan inmemekte direniyordum. Zaten istesem de, belki kayıktan inmeme fırsat olmayacaktı. Akıntıya kapılmış sürükleniyordum ve küreklere tutunabilmek için var gücümü sarf ediyordum. Kürekleri bırakacak olsam, boğulup giderdim.
Kimileri boğuldu. Kimileri kendi dürüstlüklerinin ve soylu amaçlarının kurbanı oldu, çok can kaybedildi… Benden bir üst sınıftaki Ted Gold, West Village’daki taş binalardan birinde yaptığı bombanın kazayla patlaması sonucunda paramparça oldu. Çocukluk arkadaşım ve Columbia yurdunda yatak komşum olan Mark Rudd, Yeraltı Havası adlı örgüte katıldı ve on yıldan uzun bir süre kaçak yaşadı. Konuşmaları benim gözümde birer zekâ ve uzak görüşlülük örneği olan Öğrenci Derneği sözcüsü Dave Gilbert, Brinks soygununa katıldığı için yediği yetmiş beş yıllık cezasını çekmek üzere halen hapishanede gün sayıyor. 1969 yazında, Batı Massachusetts’de bir kız arkadaşımla mektup atmak için postaneye gittik. Kız kuyrukta sıra beklerken, ben de FBI’ın aradığı on kişiyi gösteren afişe baktım. O on kişiden yedisi tanıdık çıktı.”
Paul Auster, Cebi Delik, çev. Seçkin Selvi, Can Yayınları, 2015 [1997], 6. basım, s. 38-41.
“Bunların hiçbirinin üzerinde durmak istemiyorum. Ama insan hayatı o kadar çeşitli koşullar altında yön değiştiriyor ki, bir insan ölene kadar onun hakkında bir şey söylenemez. Ölüm, mutluluk üzerinde tek gerçek söz sahibi olmakla kalmıyor (Solon’un deyişi), hayat hakkında karar verebileceğimiz tek ölçüt de o. Bir zamanlar bir sokak serserisiyle tanışmıştım, Shakespeare’in oyunlarındaki oyuncular gibi konuşan bu adam hırpani, orta yaşlı bir alkolikti, paçavralar içindeydi, yüzünde kabuk bağlamış yaralar vardı, sokaklarda yaşıyor, durmadan benden para dileniyordu. Aynı adam bir zamanlar Madison Bulvarı’nda bir sanat galerisinin sahibiydi. Tanıdığım bir başka adam, bir zamanlar Amerika’nın en yetenekli genç romancısı olarak kabul ediliyordu. Ben onunla tanıştığımda, New York’taki bir köşe başında durmuş, babasından miras kalan on beş bin doları yüzerlik banknotlar halinde gelip geçene dağıtıyordu. Bana, bütün bunların Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik sitemini çökertme planının bir parçası olduğunu söyledi. Neler olduğuna bir bakın. Hayatların nasıl parçalandığını düşünün. Goffe’yi, Whalley’i ele alın örneğin, Kral I. Charles’ı ölüme mahkûm eden yargıçlardan ikisi bunlar; Restorasyon Devri’nden sonra Connecticut’a gelmişler ve hayatlarının geri kalanını bir mağarada geçirmişler. Bayan Winchester’ı bir düşünün örneğin, silah tüccarının dul karısını; kocasının sattığı silahlarla öldürülenlerin ruhlarının onun canını almak üzere gelmesinden korkuyordu; bu yüzden evine durmadan odalar ekliyordu, koridorlardan, gizi bölmelerden oluşan devasa bir dolambaç yarattı, her gece değişik bir odada yatarak ruhlardan kaçacağını sanıyordu; işin tuhaf yanı şu ki, 1906 yılındaki San Francisco Depremi’nde bu odalardan birinde kısılıp kaldı, hizmetkârlar onu bulamadığı için neredeyse açlıktan ölecekti. M. M. Bakhtin de var, şu Rus eleştirmen ve edebiyat düşünürü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar Rusya’yı işgal ettiklerinde o adam, müsveddelerinden birinin tek kopyasını tüttürüyordu; yazmak için yıllarını verdiği, Almanca romanlar üzerine kitap boyutunda bir çalışmaydı bu. Müsveddenin sayfalarını teker teker aldı ve o kâğıtlara tütün sardı, son sayfasına kadar her gün kitabının bir bölümünü sigara kâğıdı niyetine tüttürdü. Bunlar gerçek hikâyeler. Belki aynı zamanda birer mesel de, ama ne demek istiyorlarsa onu diyorlar, çünkü gerçekler.”
”
“Peki. Hikâye. Oyuncak bebek hikâyesi… Kafka’nın ölmeden önceki son yılı; Polonya’daki Yahudi ailesinden kaçıp Berlin’e yerleşir, Dora Diamant adında on dokuz yirmi yaşlarında bir kıza âşık olur. Kız, Kafka’nın yarı yaşındadır; ama ona yıllardır yapmak isteyip de yapamadığı şeyi, Prag’dan ayrılma cesaretini bu kız verir ve Kafka’nın birlikte yaşadığı ilk ve tek kadın olur. Kafka 1923 sonbaharında Berlin’e gelir ve ertesi ilkbaharda da ölür; ama bu son aylar muhtemelen yaşamındaki en mutlu aylardır. Giderek bozulan sağlığına rağmen. Yiyecek kıtlığı, siyasal ayaklanmalar, Alman tarihinin gördüğü en ağır enflasyon gibi Berlin’deki sosyal durumlara rağmen. Bu dünyada fazla zamanı kalmadığını kesinlikle bilmesine rağmen.