Bifo, Panik Şehri

Bifo’nun baştaki “panik” vurgusu aslında o kadar da özgün ve yeni değil. Pasajın ilerisinde kendisinin de andığı gibi anksiyetenin eş anlamlısı gibi kullanıyor fakat genelde ajitatif bir tarzla yazdığı için panik kavramından da bir kroşe çıkarmak istiyor. Bu kitabın farklı fikirlerinden ziyade eleştirel ve politik enerjisi beni etkilemişti. Kentteki panik aklımda kalmış, bugünlerde bir geri dönüp okumak iyi olur dedim. Kuşatıcı ve dolayımlanmış ticari iletişimden korku ve gözetlemeye yol alırken bir sarsılma yaratıyor. O kente Ursula Huws’un bakışı da aklıma geldi. İngilizce çevirisi açık erişim, çevirmenleri arasında Terranova da var. 

Panik Şehri

Kentsel alan giderek diyasporik, heterojen ve yersizyurtsuzlaşmış imgesellerin akıntıları tarafından kat edilmektedir. Panik, kentsel psişik boyut haline gelmekte. Çok güçlü ve çok hızlı bir uyarıma maruz kalan duyarlı bir organizmanın tepkisidir bu. Duygusal ve iletişimsel olarak işlenmek için fazla sık ve yoğun uyarımların zorladığı bir organizmanın tepkisi.

Nedir panik? Psikiyatristlerin yeni bir rahatsızlık keşfettikleri söyleniyor: “Panik Sendromu.” Belli ki bu, insanın kendine dair psikolojik algısında hayli yeni bir şey. Tamam ama “panik” ne demek? Panik eskiden hoş bir kelimeydi. İsviçreli-Amerikan psikanalist James Hillman, Pan üzerine kitabında kelimeyi tam da bu anlamıyla hatırlatıyordu. Pan, doğanın ve bütünlüğün tanrısıydı. Yunan mitolojisinde Pan insanla doğa arasındaki ilişkinin sembolüydü. Doğa, bizleri saran gerçekliğin, şeylerin ve enformasyonun karşı konulmaz akışıdır. Modern kültür, doğanın evcilleştirilmesi ile aynı anlama gelen insan hâkimiyeti fikrine dayanır. Öyleyse kökensel panik hissi (antik dünya için iyi bir şeyken) gitgide daha korkutucu ve yıkıcı bir hal almaktadır. Bugün panik bir tür psikopatoloji haline gelmiştir. Bireysel yahut toplumsa bir bilinçli organizmanın, içinde bulunduğu süreçlerin hızı karşısında şaşkına döndüğünü ve bu enformasyon girdisini, organizmanın kendisi tarafından üretilmiş olsa bile, işleyemediğini gördüğümüzde panikten bahsediyoruz.

Teknolojik dönüşümler, odağı maddi ürünlerin üretiminden göstergesel ürünlerin alanına kaydırdı. Böylece gösterge-sermaye ekonominin hâkim biçimi haline geldi. Artı değerin ivmelenen yaratımı, enfosferin ivmelenmesine bağlıdır. Enfosferin dijitalleşmesi bu ivmelenmeyi mümkün kılar. Göstergeler gittikçe artan hızlarda üretilir ve dolaşıma girmektedir, ama sistemin insan bağlantısı (vücut bulmuş zihin) artan bir baskıya maruz kalır ve bu baskı altında sonunda çatlar. Öyle sanıyorum ki mevcut ekonomik kriz, gösterge-üretimi ile gösterge-talebi alanındaki bu dengesizlikle ilgili. Göstergesel ürün arzı ile toplumsal olarak mevcut dikkat zamanı arasındaki ilişkideki bu dengesizlik, ekonomik krizin olduğu kadar içinden geçmekte olduğumuz entelektüel ve politik krizlerin de çekirdeğini oluşturmaktadır.

Gösterge-sermaye bir aşırı üretim krizi içindedir, fakat bu krizin biçimi sadece ekonomik değil, aynı zamanda psikopatiktir. Gösterge-sermaye aslında maddi ürünlerin üretimi değil, psişik uyarım üretimiyle ilgilidir. Zihinsel ortam, bitmek bilmez bir uyarım, sürekli bir elektrik çarpması etkisi yaratan göstergelerle doyurulmuş haldedir ve bu durum hem bireysel hem de kolektif zihni bir çöküşe sürüklemektedir.

Panik sorunu genelde zaman yönetimiyle ilişkilendirilir. Ama paniğin uzamsal bir veçhesi de vardır. Geçen yüzyıllarda modern kentsel çevrenin inşası, politik kentin rasyonalist bir planlanmasına bağlı idi. Son yirmi otuz yılın ekonomik diktatörlüğü, kentsel gelişmeyi ivmelendirdi. Siberuzamın yayılımı ile kentin fiziksel ortamı arasındaki etkileşim, kentsel uzamın rasyonel örgütlenmesini tahrip etti.

Enformasyon ile kentsel uzamın kesişiminde, kural ve plan tanımayan, sadece ekonomik kazancın mantığı tarafından yönetilen kaotik bir yayılımın çoğalışına tanık oluyoruz. Kentsel paniğin nedeni, bu yayılım ve metropoliten deneyimin bu çoğalışıdır. Uzamsal kaçış çizgilerinin çoğalması. Metropol yeryurt alanındaki bir karmaşıklığın bir yüzeyidir. Toplumsal organizma, metropoliten kaosun bu fazlasıyla karmaşık deneyimini işleme yetisine sahip değildir. İletişim hatlarının çoğalması da yeni bir tür kaotik algı yaratmıştır.

2001 yazında Salman Rushdie’nin Öfke adlı romanı yayınlandı. Kapaktaki fotoğrafta Empire State binasına yıldırım düşüyordu. Kitabın yayımlanışının hemen ardından, kapak korkutucu bir önsezi gibi göründü. Ama bu önsezi sadece kapakla ilgili değildi, zira roman Batı metropolünün psişik çöküşünü tarif ediyor, daha doğrusu çağrıştırıyordu. Rushdie, gösterge üreticisi bir toplumsal sınıf olduğu kadar aynı yok oluş ve varoluşsal kırılganlık koşulu altında yaşayanların oluşturduğu bir sınıf olarak, sanal sınıfın sinir sistemini tasvir ediyordu: hücreselleşmiş yongalar, birbirine bağlı terminallerin daimi ve soyut yeniden birleşimi içindeki parçalar. Sürekli bir elektrik çarpmasıyla geçen on yıldan, ekonomik yatırım on yılına duyulan arzudan sonra, birikmekte olan bu psikopatik titreşimi hissedebilirsiniz. Anksiyetenin büyüdüğünü, kentsel libidinal ekonominin çıldırdığını hissedebiliyorsunuz.

Milyonlarca cep telefonu birbirini arayıp duruyor, lipit enerjiyi seferber ederek, teması erteleyerek, orgazmın hazzını şehrin bir yanından ötekine, baskılanmış bir kentsel zamandan diğerine taşıyarak.

Rushdie’nin romanında olaylar temelde Manhattan gökdelenlerinin tepesinde geçer. Binaların tepelerinde dolanan korkunç kara kuşlar bir sonraki çöküşü haber verir.

Mike Davis, toplumsal uzam üzerinde yıkıcı etkileri bulunan korku, güvenlik ve özelleştirme mitolojilerini yeniden inşa ederek, City of Quartz‘da (1990) Los Angeles’ın, Dead Cities‘de ise (2003) New York’un kentsel toprak algısını haritalandırır. Davis’e göre: “Günümüz mimarisinin yeni askeri dizimi, şiddeti ima eder ve imgesel tehditleri bertaraf eder. Bugünün sahte kamusal alanları, büyük alışveriş merkezleri ve yönetim merkezleri, kültürel akropoller ve benzerleri, alt sınıfları uzakta tutacak bir dizi görünmez gösterge barındırır” (Davis 1990: 226).

11 Eylül’den sonra güvenlik paranoyası imgelemde, yüksek teknoloji ürünlerinin üretiminde ve kentsel tasarımda ana eğilim haline gelmiştir. Davis, şöyle der:

'Korku ekonomisi topyekûn kıtlığın ortasında büyüyor... Düşük ücretli güvenlik görevlileri on yıl içinde yüzde elli büyüyecek ve yüz tanıma yazılımının beslediği video gözetim sistemleri, gündelik rutinde mahremiyet namına ne kaldıysa onu da yakalayacak. Havaalanlarındaki güvenlik rejimi, alışveriş merkezlerinde, spor müsabakalarında ve başka yerlerde kentli kitlelerin idaresi için model teşkil edecek... Başka bir deyişle güvenlik su, elektrik ve telekomünikasyon gibi tamamen gelişmiş bir kentsel hizmet haline gelecek.' (Davis 2003: 12-13)

Panik şehri, insanların birbirine yaklaşması için, kucaklaşmak için ve fısıldanan kelimelerin yavaşlığı ve hazzı için artık zamanın hiç olmadığı yerdir. Reklamcılık libidinal dikkati yüceltir ve uyarır, kişisel arası birebir ilişkiler karşılaşma vaatlerini çoğaltır, ama bu vaatler asla gerçekleşmez. Arzu anksiyeteye dönüşür ve zaman büzüşür.

Franco “Bifo” Berardi, Gelecekten Sonra, çev. Osman Şişman & Sinem Özer, Otonom Yayınları, 2014 [2011], s. 113-6.


Salman Rushdie – Fury (Öfke)

Bifo, Enerji ve Arzu Üzerine

“Eylemcilik, özneleşme sürecini genellikle direniş açısından düşünmüştür. Foucault’ya adadığı kitabında Gilles Deleuze öznellikten bahseder ve özneleşme ile direniş süreçlerini özdeşleştirir: “Yaşam tam da bu güce direniş kapasitesi değil midir?” (Deleuze, 1988: 77). Şunu sormanın zamanı geldi diye düşünüyorum: Ya toplum, sınır tanımayan kapitalizmin yıkıcı etkilerine artık daha fazla direnemiyorsa? Öznenin direnişle özdeşleştirilmesi belli bir anlamda tehlikelidir. Bizzat Deleuze, kaçtığımızda sadece kaçmakla kalmadığımızı, aynı zamanda bir silah aramakta olduğumuzu söyler.

Otonomiyi direnişten ayırmak zorundayız. Bunu yapmak istiyorsak arzuyu enerjiden ayırmak zorundayız. Modern kapitalizmin hâkim odağı enerji, üretme, rekabet etme ve hâkim olma yetisi olmuştur. Faust’tan Fütüristlere kadar, Batı’nın kültür sahnesine bir tür Energolatria* egemen olmuştur. Onun dogması, enerjinin her daim büyümeye elverişliliğidir. Artık enerjinin sınırsız olmadığını biliyoruz. Enerji, Batı’nın toplumsal psişesinden kaybolmaktadır. Bana kalırsa, otonomi kavramı ve pratiğini bu bakış açısından yeniden biçimlendirmemiz gerekiyor. Toplumsal beden, sermayenin vahşi girişkenliği karşısında haklarını yeniden iddia edemiyor, çünkü hak arayışı, gücün uygulanışından asla ayrılamaz.

İşçilerin güçlü olduğu 1960’lar ve 1970’lerde kendilerini hak talep etmekle, iradelerini barışçıl bir şekilde ortaya koymakla sınırlamıyorlardı. Dayanışma içinde hareket ediyor, işi reddediyor, zenginliği yeniden dağıtıyor, şeyleri, hizmetleri ve mekânları paylaşıyorlardı. Kapitalistlere baktığımızda ise, onlar sadece istemez ya da ortaya koymazlar, dileklerini sadece dile getirmekle kalmazlar, onu gerçekleştirirler de. Şeyleri oldururlar, yatırım yaparlar, yatırımlarını çekerler, yerinden ederler, yıkarlar ve inşa ederler. Sermaye ve toplum arasındaki ilişkide otonomiyi yalnızca güç mümkün kılar. Ama güç nedir? Bugün güç ne demektir?

Arzunun enerji ile özdeşleştirilmesi gücün şiddetle özdeşleştirilmesi sonucunu vermiştir ki bunun, 1970’ler ve 1980’lerde İtalya’daki hareket için çok kötü sonuçları olmuştur. Enerjiyi arzudan ayırt etmek zorundayız. Enerji düşer, oysa arzunun korunması gerekir. Benzer şekilde gücü de şiddetten ayırt etmeliyiz. Bugün iktidara şiddetle karşı koymak intihar sonucunu vermektedir ve yararsızdır. Blackwater, Haliburton, gizli servisler ve mafyaların bir karışımına benzeyen profesyonel katil örgütlerine karşı duran eylemcileri nasıl düşünebiliriz?

İktidara karşı mücadelede yalnızca intiharın etkili olduğu kanıtlanmıştır. Gerçekten de intihar, zamanımızın tarihinde tayin edici olmuştur. Çokluğun karanlık yanı burada ölümün yalnızlığıyla karşılaşır. Eylemci kültürü, bir hınç kültürüne dönüşme tehlikesinden kaçınmalıdır. Kapitalizmin toplumun tarihi içine kazıdığı, felakete götürecek eğilimlerin geri dönülemezliğini kabul etmek vazgeçmek anlamına gelmez. Tersine bugün önümüzde yeni bir kültürel görev duruyor: kaçınılmaz olanı rahatlamış bir ruhla yaşamak. Büyük bir geri çekiliş, devasa ölçekte kopuş, ekonomi sahnesini terk ediş, sahte politika şovuna katılmayı reddetme dalgası için çağrı yapmak. Toplumsal dönüşümün can alıcı odağı, yaratıcı tekilliktir. Tekilliklerin varlığı, kurtuluşa giden bireysel bir yol olarak düşünülmelidir, bunlar bulaşıcı bir güce dönüşebilirler.”

*Enerji tapınması ya da enerji putperestliği

Franco “Bifo” Berardi, Gelecekten Sonra, Otonom Yayıncılık, çev. Osman Şişman & Sinem Özer, 2014 [2011], s. 172-3.