Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu (Okuma Notları)

Pierre Clastres, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu: Siyasal Antropoloji Çalışmaları, Ayrıntı Yayınları, çev. Alev Türker & Mehmet Sert, 1992 [1980].


Genel Tartışmalar

Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu, Clastres’in 1970’lerde Les Temps Modernes, l’Homme, Interrogations, Libre vb. dergiler ile kitap bölümleri olarak yazdığı 12 yazının derlenmesinden oluşuyor. Ansiklopedik metinlerden monograflara ve polemik metinlere yayılan bir üslup çeşitliliği içinde, tüm yazılara temel oluşturan ana izleği şöyle ifade edebiliriz: İlkel toplumların “devletsiz” toplumlar oluşundan yola çıkarak, iktidarın ayrı bir siyasal organa devredilmediği bu “bölünmemiş” toplumlarda sosyal, politik, ekonomik yaşam nasıl işler? Clastres, hem –Guayaki ve Guayani yerlileriyle yaptığı– kendi etnografik deneyimleri hem de bu alanda yapılan diğer çalışmalar üzerinden, Dünya’nın dört bir yanındaki ilkellere dair üretilen antropolojik söylemleri tartışarak bu toplulukların politik ve ekonomik örgütlenmelerine dair klasikleşmiş ve popülerleşmiş bir çok etnolojik teze radikal eleştirilerde bulunuyor.

Clastres’in karşısına aldığı söylemlerin başında, ilkellere dair Avrupa merkezli üretilen evrimci okumalar vardır. Bu okumalar uyarınca ilkel topluluklar bir toplum olmamakla, yasasız, hiyerarşisiz, vahşi olmakla addedilir. Kısaca, Thomas Hobbes’un Leviathan’da “doğal durum” olarak kavramsallaştırdığı, devlet öncesi durumdur bu. Clastres ise bu toplumsal yapıyı, ilkellerin gelişememiş olmaktan değil de bilinçli olarak verdikleri bir karar sonucunda kurdukları siyasal örgütlenme olarak değerlendirir. Toplumdan ayrılmış bir iktidarı, yani devlet aygıtını reddeden, bunun yerine kendilerinden önce yaşamış atalarının ve mitlerin ortaya koyduğu yasaları değişmez olarak kabul eden, iktidarın topluluktan ayrılmadığı bir sosyo-politik bir yapının varlığını öne sürer. Bu bakış, Clastres’e göre Batı’da –sıkça andığı üzere Boétie ve Montaigne’i ayırarak– sürekli olarak yadsınmış ve yoksayılmış bir perspektiftir. Batı, Yeni Dünya’nın keşfiyle karşılaştığı vahşi toplulukları kendi dini, siyasal ve ekonomik kabullerine göre yontmaya çalışmış, ilkel topluluklarda henüz bu düşüncelerin ve toplumsal yapıların yeşermemiş olduğunu varsaymıştır. Fakat Clastres’in ilkellere dair analizleri bu görüşleri ayyuka çıkarır.

Mevcut önkabullerin yıkımı açısından ilkellere dair en çarpıcı gözlemlerin başında Clastres’in “geçim toplumu”na karşı “bolluk toplumu” önermesi sayılabilir. Antropoloji literatüründe sıkça ilkellerin geçim toplumları, yani ancak geçinebilecek kadar üretim yapabildikleri, sıkça da gelişmemiş tekno-ekonomik yapıları sebebiyle birbirileriyle savaşa girdikleri öne sürülmüştür. Clastres ise etnografik veriler ve Marshall Sahlins’in analizlerinden yola çıkarak, ilkellerin olağanüstü durumlar haricinde günde yaklaşık 5 saatlik bir işgücü ile geçimlerini sağlayabildikleri, artı değer üreterek stok yapmaktan kaçındıkları, bolluk ve boş zaman toplumları olduklarını ortaya koyar. Ev tipi üretim tarzı (ETÜT) ile kavramsallaştırılan bu üretim, liberal ve Marksist perspektiften değerlendirilen girişimcilik ve üretim ilişkilerinin kapsadığı alanın dışına düşmesi sebebiyle ilkellerin ekonomik yapılanmalarındaki özgüllüğün altını çizer. ­Clastres’e göre bu üretim ilişkileri toplumu kuran şey değil, ilkellerin kendi seçtikleri politik örgütlenmenin bir sonucudur.

Bu politik örgütlenme ise ilkellerdeki “şef” sorununu çağırır. Yeni Dünya’yı keşfeden Batı’lıların bir diğer şaşkınlığının temelini oluşturan, ilkel toplumlarda “iktidar sahibi olmayan şef” ile ilgili olarak Clastres, bu toplumlarda şefin kabile üzerinde bir iktidarı olmadığını, onun sadece toplumun kendi kararlarının bir aktarıcısı olduğunu, genel hükmedici/hükmeden şemasının bu toplumsal yapıda tersine dönerek toplumun şef üzerinde bir iktidar kurduğunu gösterir. Aynı şekilde ekonomik sömürü de şefin topluluğu sömürmesinden, topluluğun şefi sömürmesine doğru yer değiştirmiştir. Şefin konumu her daim tehdit altındadır, hatalı kararları toplumdan dışlanmak veya öldürülmekle sonuçlanır.

Clastres, ilk sömürgeci akınların ilkellere bakışlarını eleştirdiği ölçüde yapısalcı ve Marksist etnolojiye de eleştiriler getirir. Alanı kuruculuğu ve çalışmalarının yetkinliği üzerinden kendisine duyduğu saygıyı ileterek Claude Lévi-Strauss’un yapısalcı ­analizlerini “yaşam”a dair bir şey söylememekle eleştirir. Marksist etnolojiye getirdiği eleştirilerde ise çok daha serttir: üretimi ve üretim ilişkilerinin çizgisel ilerlemeci gelişimini toplumsal yaşamın ve kuramlarının merkezine koyan Marksist’lerin devletin ve ekonomik sömürünün bulunmadığı ilkel toplumlar üzerine söyleyecekleri sözlerinin bulunmadığını öne sürer. Clastres’e göre, Marksistler modern toplumlara dair analizlerinde kullandıkları üretim ilişkileri, emek sömürüsü vb. kavramları ilkel topluluklar üzerine yerleştirmeye çalıştıkları ölçüde başarısızlığa mahkum olurlar.

“Kavimkırım” kavramı üzerinden ilkellerin yaşamlarını keşfettikten sonra onların dini inançlarını ve toplumsal yapılarını dönüştürmeye çalışan sömürgeci devletlerin ve misyonerlerin yaklaşımlarını eleştiren Clastres, Batı’nın ilkellere bu yaklaşımında da ilkellerin kendi politik yapılarının yok edilmesini eleştirir. Bir önceki kitabı Devlete Karşı Toplum’da ilkellere dair soykırımı yeterince ortaya koymuş olduğundan ve de bu yazıları yazdığı dönemde Amerika, Afrika, Avusturalya ve Gine gibi yerlilerin yaşadığı yerlerde bu toplulukların keşfedilme ertesinde sömürgeci güçlerce katledilmelerine dair gerçekler artık kabullenildiğinden olsa gerek, Clastres ilgisini kültürel sömürgecilik üzerine yoğunlaştırır. Kendi toplumlarını ve fikirlerini mutlak gerçek ve ilerlemeci düşüncenin vardığı nokta olarak gören sömürgeci keşifçilerin ilkelleri de kendi gerçekliklerine adapte olmaya zorlayan pratiklerini ve bu yaklaşımlarında seçici olarak dışladıkları ve yok saydıkları ilkel toplumsal örgütlenme biçiminin incelemesini yapar.

İlkel topluluklarda Clastres’in tartışma konusu ettiği başlıca sosyolojik olgular, bu topluluklarda devletsiz yaşamın hangi dinamiklerle mümkün kılındığı; üretim ve değiş tokuşun işleyiş tarzı; mitik yasadan uzaklaşmama ve muhafazakarlık olarak kendini gösteren korumacı politik önlemler; atomik örgütlenen ilkellerin bağımsızlık talepleri; şef, savaşçılar, kadınlar ve erkeklerin toplum içindeki konumlarıdır. Bu problemlerin doğru analizlerinin hem ilkelleri hem de günümüzdeki ihtimalleri anlamak açısından kilit bir önemi olduğu düşünür Clastres.

Son Çember

Kitaptaki ilk ve tek monografik metin olan Son Çember, Clastres’in Jacques Lizot ile birlikte Venezüella’nın güneyindeki Yanomano yerlileriyle geçirdiği birkaç günlük deneyimi anlatır. Bir süredir bu yerlilerle kalan Lizot’a yeni katılan Clastres, Yanomano yerlileriyle bir dizi yolculuk yaparak farklı kabilelerle karşılaşır ve bu süreçteki gözlemlerini belgeler. Metinde en çok öne çıkan tema Yanomanoların “çok büyük tüketiciler” (s. 8) oldukları ve sürekli olarak değiş tokuş yapma hevesi güttükleridir. Aynı zamanda yerlilerin yaşamındaki mizah öğelerini, sıklıkla birbiriyle dalga geçme pratikleri üzerinden örnekleyen Clastres, toplu kalınan evler olan chabuno’lardaki gündelik yaşamı da aktarır. İlk cinsel deneyimini yaşamak üzere akrabalarının yanına giden Hebeve ile çıktığı yolculukta her an başlayabilecek savaş halini, savaşa hazırlıktaki tiyatrovari ayin pratiklerini anlatır. Özdüşünümsel bir bakışla Yanomano yerlilerini inceleyen Clastres, kendisine dönen “kıllı, beyaz adam” bakışını ve yerlilerin onu podyumdaki bir manken olarak incelemelerini da mizahi bir şekilde konu eder. Ebena adı verilen uyuşturucuların da yerlilerin yaşamındaki merkezi yerini bu metinde tespit etmek mümkündür. Şamanların ayinlerinde kullandıkları bu uyuşturucu değiş tokuş süreçlerinde de birincil önemdedir.

Clastres bu pasajda aynı zamanda erkek çocukların ergenlikten itibaren ailelerinin de izniyle evrildikleri sert ve saldırgan karakterler ve bunların kabileler arası savaşlarla ilintilerine dair gözlemlerine yer verir. Kendisinin kaldığı sürede de deneyimlediği bir baskın üzerinden savaş dinamiklerini gözlemler. Savaşmanın ilkel toplumlara içkinliği bu monografın üst temasını oluşturur. Saldırıya uğranıldığında karşılık vermemenin mümkün olmaması, her ne kadar ilkellerde teknolojik olarak çok gelişmiş kıyım silahları olmasa da sıklıkla ölümlere kapı açan bir sosyalliği imler. Her an olası savaş halinin öte yanında ise Yanomano’ların günde üç saat çalışarak bir bolluk toplumu ve boş zaman uygarlığı olarak yaşadıklarını iddia eder yazar. Hristiyanlar’ın tembel olarak niteledikleri bu yerliler beslenmelerini sağlayacak kadar üretip, birikim yapmayı önemsemeyerek gündelik yaşamlarını sürdürür.

İlkellerin yaşamında doğa olayları toplumsal olaylar olarak yaşanır. Çatıları uçuran bir kasırga düşman kabilenin gönderdiği kötü ruhların saldırısı olarak görülür. Hastalıklar da aynı şekilde, hortlakların ruhu zapt etmesi olarak değerlendirilir. “Toplumların yalnızca tedavi edebildikleri hastalıklara el attıkları, patoloji alanının az çok egemenlik altına alındığı söylenebilir” (s. 25). Bu doğa durumları ve hastalıklarla mücadele etmek ve yarattıkları hasarları gidermek için ayinler ve şaman pratikleri devreye sokulur.

Metinde konu edilen ayinlerden birinde Clastres içyamyamlık pratiklerini de anar. Yakılan bir ölünün akrabaları tarafından küllerinin erimiş muz ile birlikte yenilmesinden bahseder. Hafifletilmiş yamyamlık olarak anılan bu cenaze töreninde danslar, yas şarkıları, misafir ağırlamaları ve değiş tokuş pratikleri hep bir arada yürütülür. Clastres’in makalesinin finalini yaptığı paragraf ise savaş ve bayramın iç içe geçişinden yerlilerin yüzyıllardır yaşadıkları bastırma ve sömürgeleştirmeyi, karanlık ve yakın görünen gelecekte bir sona erişe doğru yolculuklarını imgelere döker:

Bin yıl savaş, bin yıl bayram! İşte Yanomanolar için dileğim bu. Dinsel bir dilek mi bu? Korkarım öyle. Kuşatmaya direnen son yerliler onlar. Öldürücü bir karanlık her yerden yayılıyor… Ya sonra? Belki de hâlâ yaşayan bu son özgürlüğün son çemberi de kırıldıktan sonra kendimizi daha iyi hissedeceğiz. Belki de bir kez bile uyanmadan uyumak mümkün olacak. Chabuno’larda geçirdiğimiz birkaç gün içinde, petrolcülerin vinçleri, tepelerin yamaçlarında elmas arayıcılarının açtığı çukurlar, yollarda polisler, nehirlerin kıyısında dükkânlar… Her yerde uyum. (s. 30) 

Vahşi Bir Etnografi

On bir yaşında bir çocukken zehirli bir okla karnından yaralanılarak ilkel topluluklar tarafından kaçırılan, yerlilerle yaşadığı yirmi iki yılda iki evlilik yapıp dört çocuk doğuran Elena Valero, 1961’de kabilesini terk ederek beyazların dünyasına geri döner. Anlattıkları anılar Ettore Biocca tarafından kitaplaştırılır. Clastres bu nadir karşılaşılabilecek deneyimin detaylarını konu eder “Vahşi Bir Etnografi” metninde. Valero’nun pozisyonu ve deneyimi daha önceden rastlanmamış bir özellik arz eder. Okuma yazma bilen, modern dünyanın kültürünü tanımış bir çocuk olarak Valero’nun ilkellerin arasına karışması, onlarla ilişkisinde daima kendi dünyasına dair düşüncelerin ürettiği bir mesafeyi korumasını sağlar. Kadın olması sebebiyle daha iyi uyum sağlama şansı bulduğu –ilkeller bir erkeği Valero’yu karşıladıkları gibi karşılamayacaklardır– toplulukta içeriden gözlemler yapma fırsatı yakalar. Clastres için Valero’nun hem bir yerli haline gelebilmesi hem de bir süre sonrası yerliliği reddedebilmesi iki önemli soru işareti barındırır. Yerli oluşu şiddete dayalı bir kaçırma sonucu gerçekleşmişken, bu kimlikten çıkışıysa yaşı itibariyle geldiği yerin bilincine vakıf olması ve aslında hiçbir zaman tam anlamıyla bir yerli olmamasıyla açıklanabilir.

Valero’nun yerlilerin hayatındaki dışarlıklı konumu onun birçok pratiği sorunsallaştırması ve bunun sonucunda da şiddete mahkum olmaktan azad edilmesini sağlar. Örneğin, akraba olan ölülerin küllerinin yendiği iç-yamyamlık âdetlerine bir antipati besleyerek eleştirmiş fakat karşılığında yerliler de onu “Siz akrabalarınızı toprağın altına koyuyorsunuz ve kurtlar onları yiyorlar; siz sizinkileri sevmiyorsunuz.” (s. 35) diyerek yanıtlamışlar fakat cezalandırmamışlardır. Clastres, Valero’nun yerlilerle ilişkisinde bir özgürlük alanı üretebilmesine dikkat çeker. Bu özgürlük alanı, eve dönme fikrini de üretmiş, her ne kadar uzunca bir süre buna karar vermemiş olsa da bir noktada çıkıp gitmesinin yolunu açmıştır.

Clastres’in modern dünya ile karşılaştırıldığında yerlilerdeki iktidar ilişkilerinin farklılığının altını çizdiği ilk pasaj bu metnin içinde yer alır:

Yerlilerde politik otorite modelini, şeflik sistemini belirgin kılan özellikler bulunur: Hitap yeteneği ya da şarkıcılık yeteneği, cömertlik, çok kadınla evlilik, yüreklilik vb. Bu dağınık sıralama, bu özellikleri bütünleştiren hiçbir sistem ya da bunları anlamlı bir bütün içinde toplayan hiçbir mantığın bulunmadığını göstermez. Tam tersine. Bizim söylemek istediğimiz, Fusive’nin kişiliğinin, yerlilerin bizimkilerden kesinlikle farklı olan iktidar anlayışına tam anlamıyla uygun düştüğüdür; grubun bütün çabası, şefliği ve zorlayıcılığı kesin olarak birbirinden ayırmaya ve böylece bir anlamda iktidarı güçsüzleştirmeye yönelmiştir. . . Grup, iktidarın kötüye kullanıldığı yönünde en ufak bir şey sezerse, şefin prestiji bitti demektir. (s. 38-9)

Buradan yola çıkarak, Clastres ilkel ve modern arasındaki ayrımı politik otoritedeki değişim üzerinden açıklamanın öneminin altını çizer. Şeflik, modern toplumdaki hükümdarlıktan oldukça farklı bir politik pozisyondur, iktidar sahibi değildir şef. Hobbes’un insanın “toplumsallık önceki durumu” olarak adlandırdığı yerli hayatı, Clastres’e göre “toplumsallık öncesi” değil, farklı bir toplumsallığın kuruluşudur. İleriki metinlerde daha detaylı incelenecek olan bu toplumsal yapı ise beyazların gelişiyle tahribata uğrar. Kabileler arası düşmanlık artar, bu düşmanlık ise yerliler ve savaşa dair soruları üretir. Clastres’in yine diğer metinlerinde detaylandıracağı temel toplumsal ünitelerden olan müttefik gruplar kadın değiş tokuşunda bulunan, aslında düşman olmayan gruplardır. Clastres savaşların “öldürme” yerine öldürücü araçların tercih edilmediği “dövüşme” pratiklerinin uygulandığının altını çizerek bu dövüşlerin intikam duygusunu tüketmeyi amaçlayan pratikler olduğunu iddia eder. Bu tema sıçramaları büyük olasılıkla Valero’nun anılarına gönderme yapar fakat ilgili metni bilmeyen okuyucu için Clastres’in sözlerinden çıkarım yapmak biraz güçtür.

Bu ilintisiz görünen örnekleri Clastres, Valero’nun konumu üzerinden entolog’un pozisyonuna bağlayarak sonlandırır. Vahşiler üzerine araştırma yapmak hem onlardan olmak, hem de daima uzaklarında kalmak demektir. Bu araştırma sürecinde her yakınlaşma çabası beraberinde bir uzaklaşmayı da getirebilir. Fakat Clastres hem orada hem burada olma özgürlüğünün imkânsızlığını teslim ederek, çabalamanın sonucunda üretilecek bilgiyi sessizliğe yeğlediğini bildirir.

Turistik Gezi Hikâyesi

Bu kısa hikâyede Clastres yerli turizmini keskin bir dille eleştirir, fakat bunu tek taraflı bir turizm sektörü eleştirisiyle sınırlı tutmayarak aynı zamanda yerlilerin turistlere karşı tavırlarını da metnin konusu eder. Lüks otellerden çıkıp yerli yaşantısını keşfetmek isteyen turistlerden, Bay Brown’u konu ederek onun bir yerliyle fotoğraf çekilme üzerine yaptığı pazarlığı aktarır. İkili arasında oluşan iktidar mücadelesini Brown’un yerlinin sözlerine boyun eğme zorunluluğunun yarattığı gülünç durum üzerinden tartışır. Bay Brown’un iç sesiyle:

Ben, ırkların eşitliğine inanan, beyaz olma şansı olmayanlara karşı kardeşlik duyguları besleyen uygar beyaz adam, pis kokulu paçavralarını giymediği zaman çıplak dolaşan bir sefilin iki lafına boyun eğiyorum. Benden beş peso istiyor, ben ona beş bin de verebilir. O hiçbir şey değil, hatta bir hiç bile değil, ama gene de bitti dediğinde ben duruyorum. Neden? (s. 46)

Kısaca, bu metinde Clastres, bir sonraki metinde detaylı bir biçimde tartışacağı problem olan, beyaz adamın yerlilere kavimmerkezci ve aşağılayıcı bakış açısını masaya yatırır. Bu bakış tam da turistik bir gezintide krize girmeye mahkumdur. Her ne kadar Bay Brown bir müşteri olarak yerlileri seyretmeye ve poz verdirmeye gelmiş bir seyirciyse de yerliler direkt olarak bu yabancıya boyun eğmez, en azından pratik bir fotoğraf çektirme seansında bile yukarıdan gelen iktidarın meşruluğunu krize sokar. Kişisel olmasa da modern toplumun bir üyesi olarak yerlilere boyun eğdirdiğini düşünen, onlardan üstünlüğünü sorunsallaştırmayan turist de kendini soymaya çalıştığını düşündüğü bu “hırsız çetesi” ile pazarlık etmenin bir yolunu bulamayıp bu “tembeller”i aşağılayarak terk eder, kendi bakışını temize çeker.

(Buradan sonrası yalnızca “premium” üyeler.. şaka şaka, yetiştiremedim. Umarım bir gün tamamlayabilirim.)

Kavimkırım Üzerine
Güney Amerika Yerlilerinin Mitleri ve Ayinleri
İlkel Toplumlarda İktidar Sorunu
Özgürlük, Talihsizlik ve Adlandırılamazlık
İlkel Ekonomi
Aydınlanmacıların Dönüşü
Marksistler ve Antropolojileri
Şiddetin Arkeolojisi: İlkel Toplumlarda Savaş
Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu

 

Aruoba, Yol Olarak Yaşam Olarak Yol Üzerine

“Belirli bir yolu yer edinen kişi,
bu yolun –bir zaman, kendisi ulaşamasa bile–
kalıcı bir yer olabileceği olanağına
dayandırır umudunu – bu umut da, yine,
bir yoldur yalnızca: Yani, aslında,
bir yolu yürüyen kişinin istediği,
o yolun yer olup çıkması değil,
hep yeni yolcuların yola çıkış yeri olmasıdır.

Bir belirli yolu yürümüş olan kişi,
aynı yolu başka kişilerin aynı biçimde
yürümelerini istemeyecektir – çünkü,
yeni bir yol olarak yürüdüğü yolu
aynen yürümenin, başka kişiler için,
yeni bir yol yürümek değil,
aynı yolu yürümek olacağını bilecektir
– o yol, öteki kişiler için,
aynı yeni yol değil
aynı eski yol olacaktır.

Başkalarının, kendi
yürüdüğü yolu yürümesini isteyen kişi,
en azından kendisine ihanet ediyordur.

Kişinin yürümeden önce bilecileceği tek yol,
yönünü kendinin belirleyebileceği yoldur
– oysa, yürümeyi öğrenirken yürüdüğü yollar,
hep başkalarının yollarıdır: Ne yazık öyle –:
kişi, kendi yönünü, ancak başkalarının
yollarını yürüyerek bulabiliyor.

Kendi yönünü bulmanın tek yolu,
başkarının yüklerini yüklenerek
başkalarının yollarını yürümektir.
(–Zerdüşt’ün “Deve”si…)

Bir yaşam, bir yönün bir yol olup
olamayacağının denenme sürecidir.”

Oruç Aruoba, Yürüme, Metis Yayınları, 2000 [1992], 4. basım, s. 134-5.

Clastres, Devlete Karşı Toplum Fikri

“İlkel toplumun temel özelliği, kendisini oluşturan her şey üzerinde mutlak ve eksiksiz bir güce sahip olması, onu meydana getiren alt gruplardan hiçbirine özerklik tanımaması, toplumsal yaşamı besleyen her türlü iç, bilinçli ve bilinçsiz hareketi toplumun istediği sı­nırlar içinde ve doğrultuda tutmasıdır. Kabile, gerekirse şiddete baş­vurarak, bireysel, merkezi ve ayrı bir siyasal iktidarın ortaya çıkmasını engelleyerek bu ilkel toplumsal düzeni korumaya kararlı olduğunu gösterir. Demek ki ilkel toplum hiçbir şeyi gözden kaçırmaz, hiçbir şeyin kendi dışına çıkmasına izin vermez: Bütün çıkış yolları tutulmuştur. Dolayısıyla ilkel toplum önemli hiçbir şeyin kendisini etkilemesine izin vermeksizin sonsuza kadar kendini yinelemek ister.

Bununla birlikte, toplumun denetiminden, bir ölçüde de olsa kaçan bir alan, toplumun ancak bir ölçüde “kodlama” olanağı bulduğu bir “akım” vardır ki, o da nüfus hareketidir; kültürel kurallarca olduğu kadar doğal yasalarca da belirlenen, topluma olduğu kadar biyolojik yapıya da kök salmış bir yaşamın hüküm sürdüğü, belki de kendine özgü bir mekanizmaya bağlı olarak işlediği için toplumsal etkilerin dışında kalan bir alan söz konusudur burada.

İktisadi bir determinizmin yerine nüfusa ilişkin bir determinizm koymak, nedenlere –nüfus artışı– kaçınılmaz sonuçlar –toplumsal örgütlenmenin değişmesi– yüklemek gibi bir niyetimiz olmamakla birlikte, özellikle Amerika’da, nüfusun toplumsal ağırlığına, yoğunluk artışının ilkel toplum üzerindeki sarsıcı –yok edici demiyoruz– etkisine değinmek zorundayız. İlkel toplumun varlığını sürdürmesinin temel koşullarından birinin, nispeten sınırlı bir nüfus olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlkel toplum modeli ancak nüfus kalabalık değilse işleyebilir. Ya da başka bir deyişle, bir toplumun ilkel olabilmesi için fazla kalabalık olmaması gerekir. Gerçekten de vahşiler dünyasında dikkati çeken şey, her biri, koşullar –özellikle de savaş koşulları– gerektirdiğinde soydaşlarla geçici ittifaklar kurmak dı­şında, parçası olduğu bütün içinde özenle özerkliğini korumaya çalışan, sayısız “millet”, kabile, topluma bölünmüş yerel grupların varlığıdır. Kabile dünyasının bu şekilde atomlaşması, yerel grupların birleşmesiyle toplumsal-siyasal bütünler oluşmasını, bunun da ötesinde, özü itibariyle birleştirici bir güç olan devletin ortaya çık­masını engellemenin herhalde etkin bir yoludur.”

Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, Ayrıntı Yayınları, çev. Nedim Demirtaş & Mehmet Sert, 1991 [1974], s. 170-1.

Clastres, 1789 Devrimi, Devlet ve Kavimkırıcılık Üzerine

“1789 Devrimi, Jakobenlerin merkeziyetçi anlayışının Jirondenlerin federalist eğilimlerine üstün gelmesini sağlayarak, Paris yönetiminin politik gücünü pekiştirdi. Kapsadığı topraklar üzerinde belli bir bütünlük meydana getiren taşra bölgeleri, kültürel açıdan homojen olan, eski bir temele dayanıyorlardı (dil, politik gelenekler vb.) Bunların yerine, yöresel ayrılıkları bütünüyle silmeye, dolayısıyla devlet otoritesinin her yere girişini kolaylaştırmaya yönelik olan département sistemi konularak, soyut bir bölümlendirmeye gidildi. Farklılıkların, devletin gücü karşısında birer birer yok olduğu bu uygulamanın bir sonraki aşaması laik, parasız ve zorunlu okul ve ardından zorunlu askerlik sayesinde, III. Cumhuriyet yönetiminin Fransa’da oturan herkesi yurttaşlar haline getirmesiydi. Taşra ve kırsal bölgelerdeki özerk güçler yenik düştüler. Fransızlaştırma gerçekleştirilmiş, kavimkırım tamamlanmıştı: Geleneksel diller geri kalmış taşra ağızları diye nitelenerek engellendi, köy yaşamı ancak turistlerin ilgisini çekebilecek folklorik gösteri düzeyine indirildi vb.

Kısa da olsa, ülkemizin tarihine attığımız bu bakış, sosyo-kültürel farklılıkların az çok otoriter bir tarzda yok edilmesi anlamında kavimkırımın daha baştan devlet mekanizmasının yapısında ve işleyişinde varolduğunu göstermeye yeterlidir; bu mekanizmanın ayırt edici özelliği, bireylerle ilişkisini tek biçimli hale getirmesidir: Devlet yalnızca kanun karşısında eşit yurttaşları tanır.”

Pierre Clastres, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu: Siyasal Antropoloji Çalışmaları, Ayrıntı Yayınları, çev. Alev Türker & Mehmet Sert, 1992 [1980], s. 56.

Musa ve Tektanrıcılık (Okuma Notları)

Sigmund Freud, Musa ve Tektanrıcılık, çev. Kâmuran Şipal, Say Yayınları, 2015 [1939].


Freud “Musa ve Tektanrıcılık”ta, Musa’nın Mısır’da yetişen bir Yahudi olduğuna dair kutsal kitaplarda anlatılanların aksine, Musa’nın Mısır’daki hükümdar Akhenaton’un tektanrıcı düşüncesini dönüştürerek Yahudi kavmine getiren bir Mısırlı olduğuna dair bir tarih anlatısı kurar.

Argümanın ilk veçhesi Musa’nın isminden –İbranicede Moşe– kurulur. Tevrat’da Mısır prensesinin Nil’e bırakılan çocuğu sudan çıkardığı için ona bu ismin verdiği anlatılır. Freud bu anlatıyı, ismin bu anlamı tam karşılamadığı ve kadının bulduğu çocuğa İbranice bir isim vermesinin akıldışılığı üzerinden eleştirir. Aynı şekilde J. H. Breasted’ın bu ismi eski Mısır dili Kıptice’de “çocuk” anlamına gelmesi iddiasını da İbranice’de Moşe’nin sonunda ‘s’ harfi olmadığından reddeder. Bu isme dair tartışmalı tarihselliğin ise Tevrat geleneğine saygıdan ileri geldiğini ve üzerinde fazla durulmadığının altını çizer. Bu isim tartışmasıyla ortaya koyduğu belirsizlik, Musa’nın asıl kimliğini araştırmanın ilk adımıdır Freud için.

Otto Rank’tan alıntıladığı “kahraman” mitosuna dair bölümde, Freud, hemen hemen bütün uygar ulusların kendi kahramanlarını sanat ve mitlere başvurarak ululadıklarını söyler. Kahraman mitlerinin sayıca çokluğu, birbirleriyle benzerlikleri, başvurulan benzer mitik öğeleri içerir.  Klasik anlamda kahraman mitinde kahraman, (i) soylu ve/veya hükümdarlık eden bir aileden gelir, (ii) baba veya onun temsil ettiği kişi tarafından öldürülmeye veya suya bırakılarak dışlanmaya tabi olur, (iii) büyüyüp serüvenlere katıldıktan sonra tekrar ailesine kavuşur, (iv) babasından öcünü alır, çevresine kendini kabul ettirir ve şöhret sahibi olur. Rank’dan alıntıyla bu kahraman hikâyelerine sahip Musa, Keyhüsrev, Romulus, Oidipus, Karis, Karna, Paris, Gılgamış vd. gibi pek çok kahraman örneklenir.

Bu kahraman mitosunda Freud’un ilk ilgisini çeken soylu babaya başkaldıran oğul ve babayı yenilgiye uğratma eylemi dolayısıyla imlenen ilk savaş durumu ve de çocuğun sandıkla suya bırakılmasındaki doğum alegorisidir. Fakat Musa’nın yaşam öyküsünde soylu ailenin yerini gösterişsiz Yahudi Levitler’den bir ailenin alması Freud’a göre kahraman mitosuna ters düşer. Bu mitsel kırılımın sebebi olaraksa efsanenin sonradan başarısız bir şekilde değişikliğe uğramış olması saptamasına yöneltir Freud’u. Bu uğurda hikâyenin gidişatını Musa’nın Mısırlı soylu bir aileden geldiği ve de “kurtarış” diye ifade bulan bulunuşun aslında Musa’nın Mısır’ı terk edişi olabileceğini öne sürer.

Freud Musa’nın Mısırlılığı iddiasının başarıyla savunulmasının, Yahudilere Musa’nın getirdikleri ve de tektanrıcı düşüncenin toplumlarda nasıl doğduğu sorularının açıklanmasında önemli imkânlar barındırdığını düşünür. Fakat nesnel kanıtlara ulaşmanın mümkün olmadığı bu gibi bir soru Freud’u sürekli olarak bazı varsayımlar yapmaya, psikanalizdeki kavramlarını tam güvenle olmasa da dinler, mitler ve kültürel alanlara uygulamaya sevk eder.

Bu uğurda, kitabın ikinci bölümü olan, Imago’ya yazdığı ikinci makaleye Freud bazı sorularla başlar. Böylesi bir tarih nesnel kanıtların imkansızlığı söz konusuyken, objektif bir biçimde bilinebilir mi? Freud bilinemeyeceğini fakat kendisinin yaptığı gibi psikanalizin araçlarıyla bu soruya yaklaşılabileceğini düşünür. Öte yandan, bir Mısırlı neden gidip kendi halkı dışındaki bir halka bir dini kabullendirmek ister? Bir halk dışarıdan gelen bir kişiye neden mesiyanik bir konum atfeder? Aksine kendi dinine çevirmeye çalışmaz mı? Tektanrıcılık ve çoktanrıcılık karşıtlığı ile ölümün yoksanması ve kabullenmesi arasındaki Mısır/Yahudi gelenekleri arasındaki karşıtlıklar burada devreye girer.

Freud, Musa’nın tektanrıcı din fikrini MÖ 1358’da ölmüş olan, Mısır’da tektanrıcı bir inanç geliştirme mücadelesi vermiş Amenhotep, sonradan değiştirdiği adıyla, İkhnaton’dan devraldığını öne sürer. Bu hükümdar iktidarda olduğu süre boyunca savunduğu dini topluma benimsetme mücadelesi vermiş fakat ölümüyle birlikte ortaya koyduğu dini inanç da Mısır’da yok olup gitmiştir.

Freud, tektanrıcılık fikrinin doğusunun dönemin ulusları aşan siyasal atmosferi ve emperyalizm çabalarıyla da ilişkilendirir:

Siyasal durumlar sözü geçen dönemde Mısır dinini enikonu etkilemeye başlamıştı. Büyük fatih III. Thotmes’in savaş alanlarında kazandığı zaferlerle Mısır bir imparatorluk aşamasına yükselmiş, güneyde Nubya, kuzeyde Filistin, Suriye, ayrıca Mezopotamya’nın bir parçası Mısır topraklarına katılmıştı. Bu emperyalizm, bir evrensellik (üniversalizm) ve tektanrılılık (monoteizm) kimliğiyle dine yansımıştır. Bundan böyle firavununun Mısır’dan başka Nubya ve Suriye’yle de ilgilenmesi gerektiğinden, Mısır tanrısının da ulusal sınırlılığından sıyrılma zorunluluğu beliriyor, nasıl ki firavun Mısırlıların egemenliği altındaki dünyanın biricik ve mutlak hükümdarıysa, yeni Mısır tanrısının da kuşkusuz öyle olması isteniyordu. (s. 49-50).

Bu gelişmelerle birlikte Amenhotep, tanrı Amon’dan ilhâmla aldığı isim olan İkhnaton’u benimser ve Mısır dininde bir devrim çabasına girişir. İkhnaton, sadece kendisinin değil, ailesinin tüm isimlerini ve çoğul tanrı isimlerini de değiştirir ve başkenti kendi adını verdiği, bugün Tell-el-Amarna’ya taşır.

İkhnaton’un benimsediği Aton dini, geleneksel Mısır çoktanrıcılığından pek çok farklı özellikler barındırır. Aton dininde efsane, sihir ve büyü yasaklanmış; imgeler yoluyla Tanrı tasvirleri ortadan kalkmış, ölüme dair tasvirleri de din pratiğinden dışlanmıştır. Bu özellikleri Musevilikle karşılaştıran Freud pek çok noktada örtüşmenin olduğunu ortaya koyar. Öte yandan Freud, “sünnet” pratiğinin de Yahudilere Musa aracılığıyla getirildiğini Tevrat’la çelişen bir biçimde iddia eder.

Freud, soylu bir Mısırlı olarak Musa’nın yaşam süresi olarak İkhnaton’un hükümdarlığı veya sonrasındaki bir dönemin mantıklı olabileceğini düşünür. Firavun ölüp, ülkeye getirdiği yeni din silinmeye başladığında Mısır’dan ayrılarak bu görüşleri Yahudi kavimlerine benimsetmeyi denemesinin Musa’nın mizacına uygun düştüğü görüşündedir. Buna göre MÖ 1368 – 1350 yılları arasında Musa Yahudilerle birlikte Kenan Eli’ne göç etmiştir. Bir Mısır geleneği olarak sünnetin bu süreçte Yahudilere kabul ettirilmesi ise Freud’a göre hem Yahudileri Mısırlılar ile eşit düzeye getirme hem de “mübarek” bir kavim yaratma işlevine uygun düşer.

Musa’ya atfedilen mitik özellikleri incelerken, Freud, Musa’nın güzel konuşamayaşını ve kendisine pazarlıklarında sözcü olarak yardım eden Harun’un (Aaron) varlığının da Musa’nın Mısırlı olmasını destekleyici bir kanıt olarak okur. Kendi argümanlarının yanı sıra Ed Meyer’in Musa’nın tarihsel bir kişi olmadığı hipotezini ve Sellin’in Musa’nın önderlik ettiği kavimler tarafından öldürüldüğüne dair tezleri özetler ve çürütmeyi dener. Kısaca, Mısır’dan çıkışın Tevrat’da yazdığı üzere Tanrısal bir güçle değil Musa’nın çabasıyla gerçekleştiğini, Sina Dağı’ndaki Musa’nın ise Mısırlı Musa değil, Şuayb’ın damatı, ilk Musa ile özdeşleşen başka bir Musa olduğunu iddia eder. Arada geçen zaman Freud’a göre, anlatılarda kısaltılmış ve tahrif edilmiştir. Musa’nın Tevrat’da birbirine zıt ifade edilen karakter özellikleri de bu iki farklı Musa figürünün varlığından ileri gelir. Tevrat’da yapılan tahrifatların sonucunda “Kadeş’te yeni Tanrı Yehova’nın başa geçirilmesiyle bu Tanrı’yı ululama zorunluluğu baş göstermiştir” (s. 79). Freud ikinci çalışmasının sonunda bu çalışma ile amaçladığı hedefi açıklar fakat tamamlamak için kişisel ve toplumsal durumunun bu çalışmayı sürdürmeye el vermediğini ifade eder. Çalışmayı sonlandırıp yayımlayabilmek için Londra’ya gitmeyi bekleyecektir:

… bir yeni bir ikilik kattık; bu ikilikte, biri öbürü tarafından önce bir kenara itilmiş, sonradan öbürünü yenilgiye uğratarak onun gerisinde boy göstermiş iki din ve her ikisine de aynı isim kullanılarak Musa denilen, ancak bizim birini öbüründen ayırmamız gereken iki din kurucusudur. Bütün bu ikilikler de bir ilk ikiliğin, yani halkın bir bölüğünün başından travmatik olarak nitelenecek bir yaşantı geçmişken, öbürünün böyle bir yaşantıdan uzak kalmasının sonucudur. Bunun dışında, üzerinde tartışılıp açıklanacak ve bir sav olarak öne sürülecek bir yığın şey vardır. Ancak bu yapıldığı zaman, bizim tümüyle tarihsel böyle bir incelemeye duyduğumuz ilgi haklı görülebilecektir. Bir geleneği gelenek yapan şeyin ne olduğunu, bir gelenekteki kendine özgü gücün nereden kaynaklandığını, tek tek büyük insanların dünya tarihi üzerindeki o yadsınamayacak kişisel etkilerini kimi düşüncelere, en başta bunların dinsel nitelik taşıyanlarına insanlar gibi ulusları boyunduıruk altına almak için gerekli gücü sağlayan kaynakları yalnızca maddi gereksinmelerde görmenin insan yaşamındaki olağanüstü renkliliğe karşı işlenecek bir cinayet sayılacağını, bütün bunları İsrail tarihi çerçevesi içinde ele alıp incelemek çekici bir çalışma sayılacaktır. (s. 90-1)

Freud, psikanalizin araçlarıyla Musa’nın hikâyesine yaklaştığı son metnine önceki çalışmalarının özetiyle başladıktan sonra, ilk olarak “uyuklama evresi” ve gelenek arasındaki bağları tartışır. İki Musa arasında geçen süreyi, tektanrıcı fikirlerin ilk etapta kabul görmeyip sonradan halkın inanç sistemine işleyişinin nasıl olduğunu ortaya çıkarmayı amaçlar. Bunun için, birinci olarak Darwin’den ikinci ve asıl önemli olarak psikanalizden devşirilen iki argümanla “yeni” olanın nasıl psişik ve toplumsal yaşama sızdığını açıklamaya girişir.

Darwin’in evrim teorisi öne sürüldüğünde büyük bir direnişle karşılaşmış, büyük tartışmalara sebebiyet vermiş fakat bir kuşak içinde “gerçek’e götüren yolda ileri bir adım görülerek” (s. 113) benimsenmiştir. Böylesi bir karşıt görüşlerin çarpışması süreci belli bir zamanı gerektirmektedir. Freud bireyin ruhsal yaşamındaki gelişmenin buna benzerlikler içerdiğini öne sürer. Kişi bu yeni fikirleri benimsese de benimsemese de kabullenmek zorunda kalacak ve “gerçek” olarak kabul edecektir.

Öte yanda ise Freud “travma nevrozu” olarak adlandırdığı, geçirdiği kazayı sağ salim atlatan bir kişinin belli bir süre süre sonra yaşadığı ruhsal ve devinimsel (motorik) belirtiler (semptom) yaşaması durumunu örnekler. Geçen sürenin “kuluçka evresi” olarak adlandırıldığı bu nevroz türünü ise Yahudi tektanrıcılığı ile benzeştirmeye koyulur. İki durumda da bir latens (uyuklama veya kuluçka evresi) tespit eden Freud, Yahudilerin ilk etapta sırt çevirdikleri Musa dinini bir süre yaşamlarından silme ve küçümseme yoluna gittiklerini, Musa’nın başına gelenleri unutma çabası içine girdiklerini gözlemler. Bu süreçte yazınsal alandan silinen geçmiş, sözlü kültürde ve geleneklerde varlığını koruyagelmiştir.

Musa dini geride hiçbir iz bırakmadan silinip gitmemiş, bu dinin bir çeşit anısı, bu dine ilişkin olup ihtimal karanlıklara gömülerek deformasyona uğramış bir gelenek belleklerde varlığını korumuştu. İşte büyük bir geçmişten kalan söz konusu gelenektir ki, adeta geri planda etkinliğini sürdürmüş, insanların ruhlarında giderek daha güçlü bir egemenlik kurmuş, sonunda Tanrı Yehova’yı Musa’nın tanrısına dönüştürmenin, dolayısıyla Musa’nın terk edilmiş dinini yeniden diriltmenin üstesinden gelmişti. (s. 118)

Bu süreç sonrasında da destanlaştırılmıştır, yani geçmişte olup bitenler kahramanlaştırılmış, parçalı, çelişkili, bütünlükten yoksun gelenekler haline dönüştürülmüş, eskinin mantığının yerini destanın üretildiği dönemin mantığı ve temaları doldurmuştur. Freud bu ­yaklaşımıyla dini metni ve kültürü bir sanat veya edebiyat yapıtı olarak değerlendirir.

Freud, Musa dininin kabullenişi ile travmatik nevroz arasında ortaya koyacağı benzerliklerin daha iyi anlaşılabilmesi için travmatik nevroza dair kısa bir özet daha sunar. Çocukta beş yaşına kadarki sürede gerçekleşen travmatik yaşantılar, genellikle unutulma (amnezi) eğilimi gösterirler, travmaların kaynaklarını ise cinsel ve saldırgan nitelikteki hasarlar oluşturur. Bu süreçten sonra uyuklama dönemine giren travmatik olaylar, buluğ çağı döneminde kendilerin farklı şekillerde açığa çıkarırlar. Olumlu ve olumsuz etkiler taşıyabilen etkilerden olumlu olarak anılanlar bireye bu yaşantıyı anımsatma, bir gerçeklik kazandırma ve kendini tekrardan yaşatma –ayartma olarak örneklenir– ortaya çıkarken; olumsuz etkiler savunu tepkileri olarak ifade edilen tutukluklar, fobiler ve kaçınma eylemlerine denk düşer. Bu semptomlar ve sınırlamalar kalıcı nitelikte karakter değişiklerine yol açtığında “saplantı” olarak adlandırılır. Nevrozlarda dış etkilerden kaçınma, içteki ruhsal realitenin dışarıdan dünya üzerinde bir egemenliğini kurmasıyla psikoza giden yol açılır. Freud bu latens kavramını da açıklığa kavuşturmak amacıyla bir Oedipus Kompleksi vakasını (s. 132-4) ve ertesinde Totem ve Tabu’da öne sürdüğü tezlerinin özetini (s. 136-41) bu noktada okurla paylaşır.

Musa ve Tektanrıcılık, Freud’un önce totemi sonrasında tabuları üreten ilk sosyal organizasyon yapısına dair savlarını psikanalitik kavramlarla ortaya koyduğu Totem ve Tabu’nun devamı olarak, yani totemlerden çok tanrıcılığa oradan da tektanrıcılığa nasıl geçildiğinin anlatısı olarak değerlendirilebilir. Freud’a göre, “unutulmuşun içinden çıkıp gelen her geçmiş parçasının hayli büyük bir güçle tutunmak istemesi, kendisinin gerçeki [sic] yansıttığı konusunda karşı durulmaz bir savla öne çıkması” (s. 142) Musa’nın dininin tutunumunu açıklar. İlk baba tarihsel haklarına kavuşturulur fakat Yahudi ulusuna bu geçmişten kalan duygu, “suçluluk duygusu”dur, bu da Freud’u yine babayı katleden oğullar söylencesine döndürür. Kendini kurban etme mitini ise babayı öldürmenin suçluluğunun üstlenilmesi olarak okur. Museviliğin bir uzantısı olarak gördüğü Hristiyanlık ve İsa figürünü ise ilk oğulların bir yeniden bedenlenmesi (reenkarnasyon) olarak değerlendirir. Bir baba dini olarak Museviliğin devamı bir oğul dini olarak Hristiyanlık olur.

Freud, savını sunduktan sonraki son bölümde, baba-Musa’nın ve oğul-Yahudilerin hikâyesinde “bireyle kitle arasında gelenek bakımından adeta eksiksiz bir uygunluk bulunuyor, kitlelerde de geçmişin izlenimi bilinçsiz anılarda sürdürüyor yaşamını” (s. 158) hipotezine dayanarak bu tarz benzeşimlerin izini sürmeye devam eder. Buradaki temel kavramları bilinçdışında baskılanan içeriğin sonradan gerçekleşmesi ve bunun Freud’un bilince dair üçlü yapısı süperego, ego ve id üzerinden detaylandırılmasıyla yapar.

Bu psikanalitik araçların ışığında Freud, Yahudi kavminde tespit ettiği kendine değer verme ve güvenme, diğer kavimlerden üstünlük ve seçilmişlik hissi gibi karakter özelliklerinin tarihsel olarak Musa tarafından getirildiğini öne sürer. Her ulusta olan özgüven hissinin Yahudilerdeki farklılığının Musa tarafından kutsanmış olmaktan geçtiğini söyler Freud. Böylesi bir iddia ise onu “büyük adam” imajını sorgulamaya yöneltir. Kimlerin büyük adam olarak nitelenebileceği sorgusu Freud’u bir kez daha baba modeline ve baba özlemine yöneltir.

Herkesin çocukluğundan başlayarak yüreğinde duyduğu baba özlemi, efsane kahramanın yenilgiye uğratmakla övündüğü babanın özlemidir bu. Böyle bir durumda büyük adamda gördüğümüz özelliklerin babadaki özellikler olduğunu, büyük adamı büyük adam yapan ve bizim boşuna arayıp durduğumuz öğenin bu uygunlukta saklı yattığını anlamak, sanırım artık zor değildir. Düşünce ve iradedeki güçlülük, eylemlerdeki ağırlık, ama hepsinden önce büyük adamın özgürlük ve bağımsızlığı, kimsenin gözünün yaşına bakmazlığa kadar varan o Tanrısal umursamazlığı baba tablosunda karşılaşacağımız özelliklerdir. Ona hayran kalmadan yapamaz, güvenebiliriz; ama ondan korkmamak da elimizden gelmez. (s. 181)

Freud çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa –aynı zamanda somuttan soyuta– geçişi bir “düşünsellikte ilerleme” olarak değerlendirir. Bu ilerlemeyi ise bazı yasalar ve kurallar sağlamıştır. “[D]uyusal algılamanın arka plana atılıp, soyut diye nitelendirilecek bir tasarımın ön plana geçirilmesi” (s. 187) olarak gördüğü bu geçiş, düşünselin duyusal üzerindeki bir zaferi anlamına gelir. Bu da yine Musa’nın Yahudilere getirdiği Tanrı’yı görünür bir biçimde tasvir etme yasağının bir sonucu olarak gerçekleşir Freud’a göre.

Düşünsele geçiş aynı zamanda bir “içgüdüden el çekiş” anlamına da gelir. Bu noktada yine ego, süperego ve id üçlü yapısına başvuran Freud, id’e getirilen yasaklar tamamen dışarıdan olduğunda kişide yalnızca elem duyguları uyandırırken, yasakların içeriden alınmasının bu eleme eşlik eden bir haz ve doyumla bütünlendiğini söyler. Süperego’nun rolünü üstlenen büyük adam/babanın etkisiyle id’e söz geçirmeyi başaran ego’da, bir güven duygusu belirir. “Çıkış noktasını Tanrı’nın bir el suretini yapma yasağından alan din, yüzyılların akışı içinde giderek daha çok bir içgüdüsel el çekmeler dinine dönüşmüştür” (s. 195). Ahlak da bu içgüdüsel sınırlamaların diğer adıdır.

Ahlak kurallarının bir bölümü, toplumun haklarını bireyin haklarından, bireyin haklarını toplumun haklarından, ayrıca bireyin haklarını başka bireylerin haklarından ayırmak gibi zorunluluktan doğmuş olup, ussal bir nedene dayanmaktadır. Ancak, ahlakta bize muazzam, gizemsel, mistik bakımdan pek doğal görünen şey, bu özellikleri dinle ilişkisine ve babanın isteminden doğmasına borçlu oluşudur. (s. 200)

Son olarak, Freud, Museviliğin Yahudi kavminde gelişimini tekrar özetleyerek, başta silip atılan sonrasında tekrar kabullenen bu inancı psikanalizde “bastırılanın geri dönüşü” diye ifade edilen olguyla açıklar. Bu dönüş uyarınca, ilk etapta yaşanan gerçeklik sonucu oluşan içgüdüsel etki kendisine doyum arar fakat ego bu isteğin büyüklüğü karşısında doyumsal eylemi reddederek (kaçınma) isteği bilinçdışında baskılar. Engellenen içgüdüsel istek bir süreliğine engellense bile gücünü koruyarak bilinçdışında yaşamına devam eder. İleri bir zamanda, tespit edilmesi güç bir nedenle “biçim değiştirerek” tekrar bilinç düzeyine erişir. Freud’a göre bütün semptom oluşumları bu mekanizmayla açıklanabilir. Buradan yola çıkarak Freud, biricik Tanrı tasarımının da benzeri bir süreçle “tarihsel” olarak gerçekleştiğini öne sürerek çalışmasını tamamlar. Bu Tanrı Freud’a göre “ilk çağlarda bir kişinin yaşadığı ve o vakitler insanların gözüne aşırı önem ve büyüklükte görünen bu kişinin sonradan insanların belleğinde Tanrılık aşamasına yüceltilerek dönüp gel[en]” (s. 213) bir Tanrı’dır.