Pamuk, Mektuplar ve Romanlar Üzerine

“Ferhat getirdiği kitabın Mevlut’a ilham verdiğini görünce yenilerini aradı. Halk şiirleri, pehlivan hikâyeleri, İslam ve seks, gerdek gecesi ne yapmalıyız, Leyla ile Mecnun, İslami rüya tabirleri gibi sevilen konularda taşraya kitap yollayan Babıali’nin eski kitapçılarının tozlu depolarında dolaştıktan sonra altı tane aşk mektubu yazma rehberi daha bulup arkadaşına getirdi. Mevlut eski kitapların kâğıttan kapaklarındaki resimlere, mavi gözlü, kumral saçlı, tırnakları ve dudakları kırmızıya boyalı bembeyaz tenli kadınların ve kravatlı erkeklerin, Amerikan filmlerindekilere benzer pozlarına uzun uzun bakar, hoş kokulu sararmış sayfalarını yemek bıçağıyla özenle keser ve vakti olduğunda, yani ya sabah yoğurt satmaya çıkmadan önce ya da gece boza satışından döndükten sonra tek başına kalabiliyorsa, mektup örneklerini, yazarların âşıklara öğütlerini dikkatle okurdu.

Birbirine çok benzeyen kitapların ortak bir yapısı vardı: Mektuplar âşıkların yaşayabileceği ilk rastlaşma, bakışma, karşılaşma, buluşma, mutluluk, özlem, tartışma gibi durumlara göre sıralanmıştı. Mevlut, mektuplarda kullanabileceği ifadeler, kalıplar aramak için bu kitapların son sayfalarını okurken her aşk hikâyesinin zorunlu olarak çeşitli aşamalardan geçeceğini öğrendi. Kendisiyle Rayiha daha işin başındaydılar. Bazı kitaplarda âşık erkeğin yazacağı mektuplarla birlikte kızın ona vereceği cevaplar da vardı. Aşk acısı, naz yapma zevki ve hayal kırıklığı yaşayan çeşit çeşit insan Mevlut’un hayalinde canlanıyor, bir roman okur gibi başkalarının hayatlarını keşfederken kendi durumunu bu kişilerin insanlığı ile kıyaslıyordu.

İlgisini çeken bir başka konu başarısızlıkla, ayrılmayla biten aşklardı. “Evlilikle sonuçlanmayan aşk maceralarının” sonunda tarafların birbirlerine yazdıkları aşk mektuplarını geri isteyebileceğini de bu kitaplardan öğrendi Mevlut.

“Allah korusun, işler kötü gider de Rayiha bana yazacağı mektuplarını geri isterse veririm,” dedi bir akşam ikinci kadeh rakıdan sonra. “Ama benim ona yazacaklarımı asla istemem geriye, kıyamete kadar Rayiha’da kalabilir.””

Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık, Yapı Kredi Yayınları, 2015 [2014], 4. basım, s. 151.

Perec, Gezinmek Üzerine

“Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, bir kahveye giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, Seine Nehri’ne, kasak dükkânlarına, trenlere, afişlere, insanlara bakıyorsun. Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyor ve orada az önce gördüğüne benzer bir film görüyorsun; fazla akıllı bir beyefendi tarafından anlatılan aynı alıkça hikâye, incelik ve müzik dolu, sonra ara oluyor; yirmi kez, yüz kez gördüğün reklam filmleri, haftanın belli başlı olayları üzerine, bu kez, yirmi kez gördüğün kısa bir film, sardalyalar hakkında, ya da güneş hakkında. Hawaii ya da Ulusal Kütüphane hakkında bir belgesel, daha önce gördüğün ve yine göreceğin bir filmin parçaları, az önce gördüğün film bir kez daha başlıyor, parçalı jeneriği, Etretat plajı, denizi, martıları, kumda oynayan çocukları ile.

Dışarı çıkıyor, fazla ışıklandırılmış sokaklarda sürtüyorsun. Odana dönüyor, soyunuyor, çarşafların arasına sokuluyor, ışığı söndürüyor, gözlerini yumuyorsun. Bu, çok çabuk soyunan düşsel kadınların çevrene üşüştüğü saattir; bu yüz kez okunmuş kitaplardan bunaldığın saattir; bu, bir türlü uyuyamadan yüz kez oradan oraya döndüğün saattir. Gözlerin karanlıkta faltaşı gibi açık, elin dar sedirim ayak tarafında bir küllük, bir kutu kibrit, son bir sigara aranırken, mutsuzluğunun büyüklüğünü sakin sakin ölçtüğün saattir bu.

Artık geceleri kalkıyorsun yataktan. Sokaklarda avare dolaşıyor, barların, Rosebud’ın, Harry’s’in taburelerine tünüyor, Saint-Honoré Sokağı’nda, neredeyse odanın karşısına düşen Franco-Suisse’de gidip oturuyor, Hal’deki bir kahveye gidiyor ve saatlerce orada kalıyorsun. Sonuna kadar, bir biranın, sütsüz bir kahvenin ya da bir bardak kırmızı şarabın karşısında oturarak. Girip çıkan ötekilere, kasap çıraklarına, çiçekçilere, gazete satıcılarına, akşamcı güruhlarına, yalnız sarhoşlara, fahişelere bakıyorsun.

Yalnızsın ve yalpalıyorsun. Issız caddelerde, cılız ağaçlar, sıvası dökülmüş cepheler, karanlık kapı sundurmaları boyunca yürüyorsun. Batignolles’ün, Pantin’in bitmez tükenmez çirkinliğine dalıyorsun. Çoktan kurumuş Wallace çeşmelerinden, vıcık vıcık kiliselerden, delik deşik şantiyelerden, rengi atmış duvarlardan başka bir şey çıkmıyor karşına. Demir parmaklıkları arasına hapsolduğun küçük parklar, kanalizasyon ağızlarının yakınındaki durgun su birikintileri, fabrikaların devasa kapıları. Europe Mahallesi’ndeki madeni yaya köprülerinin altında, buharlı lokomotifler beyaz dumanlarını dalga dalga savuruyorlar. Barbès Bulvarı, Clichy Meydanı; sabırsız kalabalıklar gözlerini göğe doğru çeviriyorlar.

Yalnızlığın büyülü çemberini kırmayacaksın. Yalnızsın ve kimseyi tanımıyorsun; kimseyi tanımıyorsun ve yalnızsın. Ötekilerin birbirlerine yapıştıklarını, birbirlerine sokulduklarını, birbirlerini koruduklarını, birbirlerine sarıldıklarını görüyorsun. Oysa sen, ölü bakışlı, saydam bir hayaletten, külrengi bir cüzzamlıdan, çoktan toza dönüşmüş bir siluetten, kimsenin yaklaşmadığı tutulmuş bir yerden başka bir şey değilsin. Olasılık dışı karşılaşmaların umuduyla kendini zorluyorsun. Ama deri, bakır, ağaç senin için ışıldamaya başlamıyor ki, ışıklar yoğunluklarını senin için azaltmıyorlar ki, sesler senin için duyulmaz hale gelmiyorlar ki. Ağırlaşan dumana, Lester Young’a, Coltrane’e rağmen yalnızsın, barların tüy gibi yumuşak ve sessiz sıcaklığında, ayak seslerinin çınladığı boş sokaklarda, kapanmamış içkili kahvelerin yarı ayık suçortaklığında yalnızsın.

Sadece bir kez karşı karşıya geleceğin düşmanlar var; insanın kanını donduran yılanların soğuk ıslığını tanıyıp anlayacak kadar zaman var, tam zamanında geri çekilecek kadar, yalnızlıktan ve sabırsızlıktan donmuş olarak, mahvolmuş olarak; seni ele veren kendi bakışın, en ufak ayrıntıların gittikçe anlamsızlaşan ve gittikçe keskinleşen algısı: bir saç buklesi, bir bardağın gölgesi, bırakılmış bir sigaranın oynak izi, kapanan iki kanatlı bir kapının son sarsılışı. Gözünden bir şey kaçmıyor, ama yakaladığın bir şey de yok, yakalasan da çok geç, hep çok geç, gölgeler, yansımalar, çatlaklar, savuşmalar, gülümsemeler, esnemeler, yorgunluk ya da vazgeçiş.”

Georges Perec, Uyuyan Adam, çev. Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları, 2016 [1967], 4. basım, s. 76-8.

Gürbüz, Sıkıntı Üzerine

“Çocukluğumda sıkılır, sıkılırdım. Yetişme çağımda biraz daha başka türlü sıkılmaya, bazen sıkıntımdan utanmaya, bazen de sıkıntımdan gururlanmaya başladım. Çünkü önceden sıkılan bir bendim buna sebep sıkılmak utanılacak bir şeydi. Sonra sıkılanlarda bir hava ve başkalık olduğunu görecek kadar etrafa açılınca bunu ben de bir eşarp gibi, şapka gibi taktım. Beğenmesem de, varlığından rahatsız olsam da, zevksiz ve ağır duysam da taktım. Sonra, işte sonra sıkıntısından sıkılan aksesuarını çıkardı, ne rahatsa onu giydi, ne makbulse onu taktı. Ben şapkanın kafam, eşarbın boynum olduğunu o zaman anladım. Her zaman işte böyle aptaldım.

Kendimi kabullenmekte zorlanmadım ama başka da hiçbir şeyi, hiç kimseyi kabullenemedim. Başka bir şeye ait en ufak kabulüm kendi reddim olacaktı. Hesabı buna devirmedim. Kendimi de hesaplamadım. Sıkıntımı engin ve derin zannederdim. Bir zaman sonra baktım ki sıkıntım dünyayı kuşatacak ve başka herkesi de sıkacak genişlikte değil. Dünya o zaman başıma yıkıldı. Çünkü bazı başka sıkılanların sıkıntısı ve bunu dile getirişleri benim sıkıntımı tanımlıyor onu anlamlı ve önemli hale getiriyordu. O zaman benimkinin sıkıntıdan çok bir darlık, benim hâlimin de bu darlıkta sıkışma olduğunu anladım. Dünya diye dar bir yere girdiğimi düşündüm. Bunu anlamak beni o kadar daralttı ki bu darlıkta artık ne bedenim ne varsa ruhum soluk alıp kıpırdayacak bir yer bulamadı. Soluksuz kaldım. Kendime uzun uzun baktım. Başkalarına uzun uzun baktım. Uzun uzadıya bakacak uzunlukta ve genişlikte fazla bir şey olmadığını yaşayanların ve yaşamanın ince uzun dar bir çizgide arkaya zor dönülür ve görülür bir darlıkta sıkışmak ve güçlükle ve tek yöne iradesiz ve amaçsız bir sıkıntılı yürüyüş olduğunu iyice anladım. Kimse başka bir şey söylemesin. Söyleyemeyeceğinden değil; dinlemeyeceğimden.”

Şule Gürbüz, Öyle Miymiş, İletişim Yayınları, 2016, s. 50-1.

Geçgin, Sokak İnsanı ve Sınır Üzerine

“O sıra az ötemde Şair denen herifi gördüm. Duvarın üstüne tünemiş, iki büklüm oturuyordu. Berbat görünüyordu. Yüzü dayak yemiş gibiydi -ama elbette yediği darbeler, yumruklar, tekmeler görünmez türdendi- çevresi kararmış, altları morarmış çapaklı gözleri neredeyse kapanmıştı, gülüyormuşçasına yanlara doğru gerilmiş, kasılmış ağzında diş yoktu, saçı sakalı kaskatı, üstü başı berbat durumdaydı, başı taşıyamıyormuş gibi öne doğru düşmüştü. Sokakta şu hayalet gibi dolaşan yarı deli evsizlerden farkı kalmamıştı, aylardır sokakta olmalıydı. Beni görür korkusuyla kaykılıp önümde oturan kişinin sırtına gizlendim. Gerçi bir şeyi görecek, görse bile fark edecek halde değildi. Artık bütünüyle rastlantıların eline kalmış gibiydi, biri sözgelimi onu oradan itekleyip kaldırmasa ölene kadar orada oturabilirdi. Benden bir farkı var mıydı gerçekte (doğrusu ona bakarken kendimi düşünüyordum) beni böyle bir durumdan koruyan ne vardı ki, evet, böyle olabilirdim bu hale düşmek bana çok uzak görünmüyordu. Korkutucuydu bu, ama engellemek olanaklı mıydı? Dikkatin yitimi? Nedir bu, aslında kişinin gücünü yitirmesi değil mi? Az sonra kalktı, kalabalığın içinde karnı geriye yapışmış, iki büklüm yürümeye başladı, o yürürken insanlar iki yana açılıyordu. Önümden geçip aşağıya yöneldi. Arkasından baktım. Pantolonunun kıç tarafı kocamak, koyu, belirgin bir lekeyle kaplıydı. Acaba diye düşündüm, altına mı etmeye başlamıştı? Belki, hem neden olmasın, belki sınır altını tutup tutmamayla birlikte çiziliyordu. Altına etmeye başlamakla insan yasadan, kurallardan, dilden, kısaca insan dünyasından (sözcüğü sözcüğüne bu dünyanın içine ederek) geçip belirsiz bir çıkışa doğru gidiyordu. Aşağılara doğru yürüdü, arkasından kapanan kalabalıkta kayboldu. Ben de kalkıp Erdal’a doğru yürümeye koyuldum. Yürürken hâlâ Şair’i düşünüyordum. Neden Şair diyorlardı bu adama, bilmiyordum, belki bir zamanlar şiir karalıyordu da ondan, gerçek adını da bilmiyordum, belki kendisi de kullanmıyordu artık, gereği kalmamıştı. Tek bildiğim buraya başka yerden okumak için geldiğiydi, ama ne okuyordu, ne zaman bırakmıştı bilmiyordum. Ben onu ilk gördüğümde de dilenci gibi dolaşıyordu. Demek şimdi de altına ediyordu! Evet, bir sınır vardı. Yalnızca tarih olaylarının değil her günkü içler acısı yaşamın sefaletiyle karşılaştığımız, savmaya çalıştığımız bir sınır olmalıydı. Kulağa ne kadar soyut gelse de bu sınıra insan‘dan başka bir sözcük bulamıyorum. Sanki geçilmemesi gereken bu sınır insanın kendisi olmuştu. Bir yerden sonra insan bitiyordu. Ruhu bedene bağlayan çapa kopuyordu. Ruh, ipini, gevşekçe tutan bir çocuğun gezdirdiği balon gibi bir karış yukarıda geziniyordu. Ruhunu kalktığı sırada unutmuştu sözgelimi, ya da belki dalgın, şaşkın, uyurgezer ruh gövdesini orada unutmuştu; ruh önden gidiyor, gövde ağır, uyuşmuş, unutulmuş, kurşun bir heykel gibi orada kalakalmış. Ya da belki kâh o, kâh öteki birbirlerini unutup ayrı ayrı eyliyorlardı, ama böyle ne kadar zaman yeniden bulabilirlerdi ki birbirlerini? Elbette bir gün bütün bütüne kaybolacak, ip kopacak, ruh yükselip gidecekti.”

Ayhan Geçgin, Gençlik Düşü, Metis Yayınları, 2013 [2006], 2. basım, s. 212-3.

Adorno, Koşmak ve Yürümek Üzerine

“Sokakta koşan kişi bir dehşet havası yayar çevreye. Ayağı takılan zavallının düşmemek için yaptığı hareketler, düşerken yapacağı hareketlere benzemiştir çoktan. Dik tutulmaya çalışılan kafanın konumu, boğulmakta olan adamınkini andırır; yüz de sanki işkence altındaymış gibi buruşmuş ve kasılmıştır. İleri bakması gerekiyordur, geriye bakarsa sanki bir düşmanın gölgesine basarak donup kalacak ve düşecektir. Eskiden insanlar hiç bakmadan kaçarlardı yüzleşmeye cesaret edemedikleri tehlikelerden, otobüse yetişmeye çalışan kişi de farkında olmadan eski dehşete tanıklık ediyor. Trafik kurallarının vahşi hayvanları hesaba katması gerekmiyor artık, ama koşmayı hala ehlileştirebilmiş değil. Koşmak, burjuva yürüyüşüne yabancılaştırır bizi. Güvenlik bahsinde bir şeyin eksik olduğu ve yaşamın gemi azıya almış güçlerinden -bunlar sadece birtakım taşıtlar bile olsa- kaçılması gerektiği gerçeğini bir anda görünür kılar. Bedenin yürüyüşü normal bir şey olarak benimsemesi eski güzel günlerden kalma bir alışkanlıktır. Yol almanın burjuva biçimiydi yürüyüş: Törensel adımların, yurtsuz gezginliğin ve soluksuz kaçışların efsunundan kurtulmuş bir bedensel efsanesizleştirme. Yürüme hakkı üzerinde ısrar ediyordu insan haysiyeti; bedenden zorla alınmayan, buyruğun ve korkunun ürünü olmayan bir ritm istiyordu. Yürüyüş, dolaşma, vakit geçirmenin özel biçimleriydi, feodal gezintinin on dokuzuncu yüzyıla bıraktığı miraslar. Liberal çağla birlikte yürüyüş de geçmişe gömülüyor -insanların arabaya pek düşkün olmadıkları yerlerde bile. O şaşmaz mazohizmiyle [sic] bu eğilimleri hemen sezen Gençlik Hareketi, ailelerin Pazar gezintilerini protesto ederek onun yerine örgütlü gönüllü yürüyüşler düzenlemeye girişti; bunları ortaçağı anımsatır bir tarzda Fahrt [sefer] olarak adlandırmıştı ve Ford’un tam da bu işe uygun modeli pazara sürülmek üzereydi. Bir spor olarak teknik hız tapıncının ardında, koşmanın dehşetiyle -onu hem kişinin kendi bedeninde çelerek hem de külfetsizce aşarak- başa çıkma itisi yatıyordur belki de. Dağcıların tırmanma rekorları, kaçağın korkusunu yatıştırır. Ama bütün adımlarımızı her zaman sessizce yöneten o tarih-öncesi güç de kişiye “koş!” diye bağırıldığı anda duyulur kılar kendini -annesinin üst katta unuttuğu cüzdanı kapıp gelmek zorundaki çocuğun da polisin bir öldürme bahanesi bulmak amacıyla “hadi kaç!” diye fısıldadığı tutuklunun da çok iyi tanıdığı bir ses.”

Theodor W. Adorno, Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, çev. Orhan Koçak & Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, 2009 [1951], 6. basım, s. 168-9.