Geçgin, Sokak İnsanı ve Sınır Üzerine

“O sıra az ötemde Şair denen herifi gördüm. Duvarın üstüne tünemiş, iki büklüm oturuyordu. Berbat görünüyordu. Yüzü dayak yemiş gibiydi -ama elbette yediği darbeler, yumruklar, tekmeler görünmez türdendi- çevresi kararmış, altları morarmış çapaklı gözleri neredeyse kapanmıştı, gülüyormuşçasına yanlara doğru gerilmiş, kasılmış ağzında diş yoktu, saçı sakalı kaskatı, üstü başı berbat durumdaydı, başı taşıyamıyormuş gibi öne doğru düşmüştü. Sokakta şu hayalet gibi dolaşan yarı deli evsizlerden farkı kalmamıştı, aylardır sokakta olmalıydı. Beni görür korkusuyla kaykılıp önümde oturan kişinin sırtına gizlendim. Gerçi bir şeyi görecek, görse bile fark edecek halde değildi. Artık bütünüyle rastlantıların eline kalmış gibiydi, biri sözgelimi onu oradan itekleyip kaldırmasa ölene kadar orada oturabilirdi. Benden bir farkı var mıydı gerçekte (doğrusu ona bakarken kendimi düşünüyordum) beni böyle bir durumdan koruyan ne vardı ki, evet, böyle olabilirdim bu hale düşmek bana çok uzak görünmüyordu. Korkutucuydu bu, ama engellemek olanaklı mıydı? Dikkatin yitimi? Nedir bu, aslında kişinin gücünü yitirmesi değil mi? Az sonra kalktı, kalabalığın içinde karnı geriye yapışmış, iki büklüm yürümeye başladı, o yürürken insanlar iki yana açılıyordu. Önümden geçip aşağıya yöneldi. Arkasından baktım. Pantolonunun kıç tarafı kocamak, koyu, belirgin bir lekeyle kaplıydı. Acaba diye düşündüm, altına mı etmeye başlamıştı? Belki, hem neden olmasın, belki sınır altını tutup tutmamayla birlikte çiziliyordu. Altına etmeye başlamakla insan yasadan, kurallardan, dilden, kısaca insan dünyasından (sözcüğü sözcüğüne bu dünyanın içine ederek) geçip belirsiz bir çıkışa doğru gidiyordu. Aşağılara doğru yürüdü, arkasından kapanan kalabalıkta kayboldu. Ben de kalkıp Erdal’a doğru yürümeye koyuldum. Yürürken hâlâ Şair’i düşünüyordum. Neden Şair diyorlardı bu adama, bilmiyordum, belki bir zamanlar şiir karalıyordu da ondan, gerçek adını da bilmiyordum, belki kendisi de kullanmıyordu artık, gereği kalmamıştı. Tek bildiğim buraya başka yerden okumak için geldiğiydi, ama ne okuyordu, ne zaman bırakmıştı bilmiyordum. Ben onu ilk gördüğümde de dilenci gibi dolaşıyordu. Demek şimdi de altına ediyordu! Evet, bir sınır vardı. Yalnızca tarih olaylarının değil her günkü içler acısı yaşamın sefaletiyle karşılaştığımız, savmaya çalıştığımız bir sınır olmalıydı. Kulağa ne kadar soyut gelse de bu sınıra insan‘dan başka bir sözcük bulamıyorum. Sanki geçilmemesi gereken bu sınır insanın kendisi olmuştu. Bir yerden sonra insan bitiyordu. Ruhu bedene bağlayan çapa kopuyordu. Ruh, ipini, gevşekçe tutan bir çocuğun gezdirdiği balon gibi bir karış yukarıda geziniyordu. Ruhunu kalktığı sırada unutmuştu sözgelimi, ya da belki dalgın, şaşkın, uyurgezer ruh gövdesini orada unutmuştu; ruh önden gidiyor, gövde ağır, uyuşmuş, unutulmuş, kurşun bir heykel gibi orada kalakalmış. Ya da belki kâh o, kâh öteki birbirlerini unutup ayrı ayrı eyliyorlardı, ama böyle ne kadar zaman yeniden bulabilirlerdi ki birbirlerini? Elbette bir gün bütün bütüne kaybolacak, ip kopacak, ruh yükselip gidecekti.”

Ayhan Geçgin, Gençlik Düşü, Metis Yayınları, 2013 [2006], 2. basım, s. 212-3.

Adorno, Koşmak ve Yürümek Üzerine

“Sokakta koşan kişi bir dehşet havası yayar çevreye. Ayağı takılan zavallının düşmemek için yaptığı hareketler, düşerken yapacağı hareketlere benzemiştir çoktan. Dik tutulmaya çalışılan kafanın konumu, boğulmakta olan adamınkini andırır; yüz de sanki işkence altındaymış gibi buruşmuş ve kasılmıştır. İleri bakması gerekiyordur, geriye bakarsa sanki bir düşmanın gölgesine basarak donup kalacak ve düşecektir. Eskiden insanlar hiç bakmadan kaçarlardı yüzleşmeye cesaret edemedikleri tehlikelerden, otobüse yetişmeye çalışan kişi de farkında olmadan eski dehşete tanıklık ediyor. Trafik kurallarının vahşi hayvanları hesaba katması gerekmiyor artık, ama koşmayı hala ehlileştirebilmiş değil. Koşmak, burjuva yürüyüşüne yabancılaştırır bizi. Güvenlik bahsinde bir şeyin eksik olduğu ve yaşamın gemi azıya almış güçlerinden -bunlar sadece birtakım taşıtlar bile olsa- kaçılması gerektiği gerçeğini bir anda görünür kılar. Bedenin yürüyüşü normal bir şey olarak benimsemesi eski güzel günlerden kalma bir alışkanlıktır. Yol almanın burjuva biçimiydi yürüyüş: Törensel adımların, yurtsuz gezginliğin ve soluksuz kaçışların efsunundan kurtulmuş bir bedensel efsanesizleştirme. Yürüme hakkı üzerinde ısrar ediyordu insan haysiyeti; bedenden zorla alınmayan, buyruğun ve korkunun ürünü olmayan bir ritm istiyordu. Yürüyüş, dolaşma, vakit geçirmenin özel biçimleriydi, feodal gezintinin on dokuzuncu yüzyıla bıraktığı miraslar. Liberal çağla birlikte yürüyüş de geçmişe gömülüyor -insanların arabaya pek düşkün olmadıkları yerlerde bile. O şaşmaz mazohizmiyle [sic] bu eğilimleri hemen sezen Gençlik Hareketi, ailelerin Pazar gezintilerini protesto ederek onun yerine örgütlü gönüllü yürüyüşler düzenlemeye girişti; bunları ortaçağı anımsatır bir tarzda Fahrt [sefer] olarak adlandırmıştı ve Ford’un tam da bu işe uygun modeli pazara sürülmek üzereydi. Bir spor olarak teknik hız tapıncının ardında, koşmanın dehşetiyle -onu hem kişinin kendi bedeninde çelerek hem de külfetsizce aşarak- başa çıkma itisi yatıyordur belki de. Dağcıların tırmanma rekorları, kaçağın korkusunu yatıştırır. Ama bütün adımlarımızı her zaman sessizce yöneten o tarih-öncesi güç de kişiye “koş!” diye bağırıldığı anda duyulur kılar kendini -annesinin üst katta unuttuğu cüzdanı kapıp gelmek zorundaki çocuğun da polisin bir öldürme bahanesi bulmak amacıyla “hadi kaç!” diye fısıldadığı tutuklunun da çok iyi tanıdığı bir ses.”

Theodor W. Adorno, Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, çev. Orhan Koçak & Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, 2009 [1951], 6. basım, s. 168-9.

Handke, Konuşmak, Yazışmak ve Muhabbet

“Parlak bir öğlen vaktiydi. Terasta kadın ve Franziska, iki sallanan sandalyede, iyice örtünmüş olarak yan yana oturmuşlar, kurumuş noel ağacını kırıp ateş yakan çocukları seyrediyorlardı.

Bir süre sonra Franziska, “Kapıya kadar gelip içeri girememiş olmanı anlıyorum” dedi. “Bazen ben de, sakin evimden çıkıp birileriyle buluşmaya giderken, kalabalık içinde bulunmak istemediğim için, kendimi ölecek kadar yorgun hissediyorum…”

Kadın: “Arkasından gelecek ‘ama’yı bekliyorum.”

Franziska: “Önceleri bana da aynısı oluyordu. Örneğin günün birinde konuşamamaya başladım. Yazışarak anlaşıyordum insanlarla. Ya da açık dolabın önünde saatlerce dikilip, ne giyeceğimi bilemediğim için ağlıyordum. Bir keresinde bir arkadaşla bir yere gitmek için yol çıkmıştık, ansızın durdum. Öylece duruyordum, o da beni yürümem için ikna etmeye çalışıyordu. O zamanlar çok daha gençtim tabii. Senin başkalarıyla birlikte mutlu olmak gibi bir isteğin yok mu?”

Kadın: “Hayır. Ben mutlu olmak istemiyorum, en fazla hoşnut olmak isteyebilirim. Mutluluktan korkuyorum. Sanırım beynim buna tahammül edemezdi. Çıldırırdım veya ölürdüm. Ya da birini öldürürdüm.”

Franziska: “Hayatın boyunca böyle yalnız kalmak mı istiyorsun? Bedeni ve ruhuyla senin dostun olabilecek bir insanın özlemini çekmiyor musun?”

Kadın sesini yükseltti: “Ah evet. Ah evet. Ama onun kim olduğunu bilmek istemiyorum. Onunla sürekli birlikte olsam bile onu kesinlikle tanımak istemezdim. Sadece…” -kendisine gülüyor gibiydi- “Onun beceriksiz biri olmasını isterdim, tam bir sakar yani; neden bunu istediğimi ben de bilmiyorum.” Kendi lafının arasına girdi: “Ah Franziska yeni yetme biri gibi konuşuyorum.”

Franziska: “Ama benim neden sakar biri istediğim konusunda bir açıklamam var! Baban da böyle biri değil mi? Son ziyaretinde tokalaşmak için masanın üzerinden uzandığında hardal kabına daldırmıştı elini.”

Kadın güldü; oyun oynayan çocuk annesinin gülmesi alışılmadık bir şeymiş gibi bakmıştı.

Franziska: “Baban bugün öğleden sonra trenle geliyor. Telgraf çekip gelmesini istedim. Onu tren garından alırsınız.”

Bir süre suskunluktan sonra kadın, “Bunu yapmamalıydın” dedi. “Şu an kimseyi istemiyorum. Birileri oluca herşey [sic] masum ve zararsız görünüyor.”

Franziska: “Bence sen bir süredir evdeki diğer insanları sadece yabancı sesler olarak yaşıyorsun.”

Elini kadının koluna koydu. “Şu an çevirdiğim kitapta Baudelere’den bir alıntı var” dedi kadın. “Anladığı tek politik eylemin başkaldırı olduğunu söylüyor. O sırada ansızın benim anladığım tek politik eylemin amok koşusu olduğunu düşündüm.”

Franziska: “Bruno mutlu olmak için yaratılmış birine benziyor. Şu anki şaşkınlığının nedeni de bu. Bu nedenle böylesine dramatik davranışlar sergiliyor! Sinirlerimi bozduğunu söylemeliyim. Yakında onu kapı dışarı edeceğim.”

Kadın: “Ah Franziska. Hepsi için aynı şeyi söylüyorsun ve her devasında terkedilen [sic] sen oluyorsun.”

Franziska birkaç kez karşı çıkacakmış gibi yaptıktan sonra beklenmedik biçimde yanıt verdi: “Aslında haklısın!”

Göz göze geldiler. Sonra kadın, iki düşman gibi birbirlerine arkalarını dönmüş duran çocuklara -şişko çocuk daha üzgündü- seslendi: “Hey çocuklar, bugün düşmanlık yok!”

Şişko çocuk gülümsedi; hafiflemişti. İki çocuk başları öne eğik, biraz zorlanarak da olsa birbirleriyle konuşmaya başladılar.”

Peter Handke, Solak Kadın, çev. Süheyla Kara, Kırmızı Yayınları, 2014 [1976], s. 46-8.

Ezhel, (Baş-)Kent Hayatı Üzerine

“Tüm şehir bir pavyon ve bizim paramız yok
Şükür ki karnımız tok, şansımız çok olur elimiz floş
Sadece dirsekten aşağımız bronz
Kışımız soğuk olur, kırımız boz
Kızımız hoş olur, hızlıdır çok
Denizi var ama kıyısı yok
Kuyumu kaz, ister ki kuyruğuma bas
Kuyunuz kafama kuru, a basınız tuzunuz kuru da kurunuz yaş
Suçluluk duygunuz suratta yansır, bırakın yansın
Kıralım kafa
Ben de sözde kralım la, kralım lafta
İnceyi anla, inceyi İncesu’dan ayıran sistemi sikim
Hep size, hep size lan, biz de isteriz bir şey
Gençlerim işsiz de patronlar sizken sikeyim işi
Kendi patronum benim, takım elbisemse kapşonum, berem
Metropollerinde hapsolur gelen
Ghettolar evinse hep sonun beter
Ketum ol bebem
Duyarlar, işine sokarlar çomak
Çok ahkam keserler çıkarlar korkak
Hiç emek vermeden çıkarlar ortak
Sen zannediyorken sigara ortak
Sonunda seni de tokatlar sokak
Konular sorunlar bok atmak kolay
Kokarken sokaklar düşersin boka
İs, pas, kir, kömürde yaşarsın boşa”

Ezhel, Şehrimin Tadı, Müptezhel, 2017

Gürbüz, Kendini Anlatan Birisi

“Ben çıktığım yere, gezip gördükten sonra girmek ve giderek küçülerek orada kalmak, bitmek istiyorum. Ne yaptığım sorulursa, olur ya, sadece bekliyorum. Bazen Üsküdar’a yürürken gözlerim sanki çok acılı ve ağlamaklı bir geceden çıkmışım gibi kırpışarak, adeta tutuşarak yanıyor. Etrafıma, gelen geçene bakmak istiyor, bakamıyorum. Gözlerim kırpışıyor. Balıklar, marullar, kırmızı soğanlar, turplar; acaba onların bu tezgah neşesi nereden geliyor? Bir balık suda telaş ve korkuyla yaşıyor da şu boyası silinmiş tahta tezgahta şimdi böyle ağzı açık, kıpkırmızı yüzgeçleri çevrilmiş, turpla komşuluğa razı yatıyor. Yaşamış olana ölüm zor gelmiyor. Yeter ki artık bir uzansın, şöyle kaçmadan korkmadan artık bir uzansın, ister marulun üstüne yatsın, ister sahile bir ceset olarak vursun. Balığa hayran baktım. Etrafta babamı tanıyanların bana acıyarak baktıklarının farkındayım. Sebebini anlamıyorum ama seziyorum. Sezmek anlamaktan çok kötü. Anlamak bir, sezmek bindir, anlamak bir müddet içinizde yürür, anladığınızla bir amorf da olsa şekil alırsınız. Sezmek şekilsiz ve hep sancılıdır, her gün yeni bir sancı doğurur. Babam belki anladığı ile ıstıraplı idi, ben ise sezdiklerimle şekilsiz ve kalitesiz, tanımsız ve arkadaşsız bir ıstıraptayım. Etrafta babamın uyandırdığı bir şey varmış, bende şimdi etrafı uyandığına pişman eden bir şey var, biliyorum. Hiçbir şeyi bilmeyene bu gereksiz bilgiler niye verilir, bilmiyorum. Bazen üniversite yıllarımda filmlerden etkilenen ve onları kendi hayatına aplike eden arkadaşlarım vardı. Ben de kendimi bir şeye iliştirmek ve tek başıma bir şey olmamak istiyorum. Kötü bir film görsem içine dalmak, bir köhne eve girip yatmak istiyorum. Sonra da, bunlar zaten benim hayatım, zaten ekim, zaten öyleyim. Öyleyim de şunu söyleyeyim, öyleyim demek filmlerdeki gibi bir hıçkırık, bir iç çekme, iki duble viski ile kabul edilir bir şey değil. Kabul ettin, istersen etme, peki, yine de peki de, ne peki? Ha, ne peki? Bu buna dışarıdan bakanın anlık bir sezgisi değildir, benim bütünüme bir anda sızan hayatın ta kendisidir. Şimdi tekrar başlasam, başlayamam, çok da iştahsızım, tatlarda da emin değilim, görüntülerden de. Şimdi tekrardan babamın elini tutsam acaba ne olur? Onun benim elimi bir evlat eli gibi tuttuğu vakte dönsem, dönebileceğim başka yer ve tutabileceğim başka şey yok çünkü. Aradım, bakındım, evet şuursuzdum, arayamadım bile, bu arama ile ne bulunur? Bakındım da bu gözler ne görür, her şeyi aynı görür, bunu artık biliyorum. Ellerim, gözlerim kendilerinden bir şey umulur şeyler değil, bu belli. Babamın elinde iken onun uzattıklarını tutup bu çöl kuraklığını azıcık yeşertebilirdim. Ama galiba babamın sandığı kadar değil. Onun benim elime tutuşturmaya çalıştıkları bu halimi gizlemeye yarayacaktı, bundan kurtulmaya ya da başka olmaya değil. İlim ve irfan, yetenek ve olgunluk zaten hep gördüm ki öyle olunmadığını, bir türlü olunamadığını o yola dahi girememişe gösterme ve öyle görünme hali. Ben veya her kimse, gerçekten bir şey olsa bunu gösterebilir mi, ben bir şey olsam beni gören olur mu, bilen olur, tanıyan olur mu? Biliyorum, olmaz. Olmaz. Olmaz.”

Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek, İletişim Yayınları, 2015 [2012], 4. baskı, s. 141-2.