Bruno Latour – Kaynakça

Kitaplar

  • {with Steve Woolgar}, Laboratory Life: the Social Construction of Scientific Facts, 1979 | 1986
  • Science in Action: How to Follow Scientists and Engineers through Society, 1987
  • The Pasteurization of France, 1988 [1984]
  • We have never been modern, [Biz Hiç Modern Olmadık], 1993 [1991]
  • {with Michel Serres}, Conversations on Science, Culture and Time, 1995 [1992]
  • Aramis or the Love of Technology, 1996 [1992]
  • Pandora’s Hope: Essays on the Reality of Science Studies, 1999
  • {with Peter Weibel (ed.)}, Iconoclash beyond the image wars in science, religion and art, 2002
  • Politics of Nature: How to bring the sciences into democracy, 2004 [1999]
  • {with Peter Weibel (ed.)}, Making Things Public: Atmospheres of Democracy, 2005
  • Reassembling the Social: An Introduction to Actor-Network-Theory, 2005
  • {with Emilie Hermant}, Paris: Invisible City, 2006 [1998]
  • Rejoicing: Or the Torments of Religious Speech, 2013 [2002]
  • The Making of Law: An Ethnography of the Conseil d’Etat, 2009 [2002]
  • On the Modern Cult of the Factish Gods, 2009
  • {with Pasquale Gagliardi & Pedro Memelsorff (ed.)}, Coping with the Past: Creative Perspectives on Conservation and Restoration, 2010
  • {with Graham Harman & Peter Erdelyi (ed.)}, The Prince and the Wolf: Latour and Harman at the LSE, 2011
  • An Inquiry Into Modes of Existence, 2013
  • {with Christophe Leclercq (ed.)}, Reset Modernity!, 2016
  • Facing Gaia: Eight Lectures on the New Climatic Regime, 2017
  • Down to Earth: Politics in the New Climatic Regime, 2018
  • After Lockdown: A Metamorphosis, 2021

İkincil:

  • Graham Harman, Prince of Networks: Bruno Latour and Metaphysics, 2009
  • Adam S. Miller, Speculative Grace: Bruno Latour and Object-Oriented Theology, 2013
  • Graham Harman, Bruno Latour: Reassembling the Political, 2014

Web/Makale:

Malcolm Gladwell – Outliers (Okuma Notları)

Sesli kitap serüvenimin yeni durağı Gladwell. İngilizce sesli kitap dinleme sürecinde, Türkçe’ye çevrildiğini bile bilmediğim bilsem de hiç takip etmediğim yayınevlerinden çıkan kitaplarla tanışıyorum. Bu kitapları alıp okur muyum, emin değilim. Fakat yürüyüşlerde ve göz yorgunluğu ya da sıkışıklık sebebiyle kitap okuyamadığım metrobüs yolculuklarında dinlemesi iyi olabiliyor. Genelde, aslında düşman olduğum “kişisel gelişim” türündeki görece alternatif kitaplara ya da araştırma, popüler sosyoloji/psikoloji/tarih türlerine ait oluyor seçtiğim kitaplar. Bu kitap seçimlerimin temel sebebi, dalmalar anındaki kaçırmalar ve İngilizce anlamadaki sorunlarım sebebiyle romanları, öyküleri, felsefe/sosyal bilimler kitaplarını (Bertrand Russel ve Platon, müthiş analitik dilleri sağolsun, Batı Felsefesi’nin Tarihi ve Devlet’i dinletmeyi başardı.) önemli noktaları kaçırmadan dinlemekte yaşadığım zorluklar… Öte yandan daha popüler araştırma kitapları, konu ettikleri pek çok yaşamdan örnekler, bilmeceler, anlaşılması kolay hipotezler, bu hipotezlerin sık sık metin boyunca tekrarlanmaları gibi sebeplerden, daha rahat dinleniyorlar.

Dinlediklerimden en heyecanla takip ettiğim Cathy O’Neil’in Weapons of Math Destruction kitabı ve Yuval Noah Harari’nin iki meşhur kitabıydı. O gazla Gun, Germs and Steel’a başladım fakat kısa sürede yorulup bıraktım. Her ne kadar sürekli karşılaştırılsalar da, bence Jared Diamond’ın Harari’ye göre daha zorlayıcı bir dili var fakat güvenim geldiğinde tekrar deneyeceğim. İlgimi o kadar çekmeyenler ise Brian Christian ve Tom Griffiths’in “Hayatımızdaki Algoritmalar – Algorithms to Live By” ve Charles Duhigg’in “Alışkanlıkların Gücü – The Power of Habit”i idi. Outliers da Harari’ye yakın duruyor. Devam edebilirsem, kitapları meşhur Moneyball ve The Big Short filmlerine uyarlanan Michael Lewis’in The Undoing Project’i ile devam etmeyi planlıyorum. Davranışçı ekonomiye dair tartışmaları -yine alanı pek sevmesem de, etkisinden dolayı ilgimi çektiğinden- merak ediyorum.

Outliers, kolektivizm ve bireycilik arasında oldukça ikircikli bir noktadan “başarı” meselesini tartışıyor. Klasik, birey merkezli kişisel gelişim ve başarı hikâyelerini ve öğütlerini alt üst ederek, başarının, toplumun kalanından sıyrılıp en üstlere çıkmanın, bireylerin nasıl safi kendi eylemlerinden değil, etkili diğer pek çok parametreden kaynaklandığının izini sürüyor. Bu elbette toplumu birey merkezli değil de toplumsal ilişkilerin lensinden gören birisi için malumun ilamı gibi görünebilir. Tam da bu “kendi kendini yetiştirmiş insan (self-made man)”, yaklaşımının düz argümanını karmaşıklaştırıyor ve empirik analizle zenginleştirmeye çalışıyor. Rastgele sorulsa, Bill Gates’in yaşam öyküsünü bireysel deha ya da daha ince bir yaklaşımla, toplumsal koşullarına bakarak, meşhur “ABD’de beyaz, orta sınıf, erkekler ailelerinin garaj gibi bir özel alan sağlamaları sayesinde yazılım dünyasının ilk büyük zenginleri oldular” haklı tezinden öte bir analizle okuyamaz, biliyorum, sordum çok. Yazar, Gates’in 13 yaşına, Beatles’ın Hamburg yıllarına, Asya’lı matematik dahilerinin pirince dayalı tarım kültürlerine yolculuk ediyor.

Gladwell’in ilk bakışta manasız gelebilecek bu parametleri ise tembel sosyolojik gözlemlerin ötesine geçerek, radikal iddialar sunmayı deniyor. Kişilerin doğum tarihlerinden toplumsal koşullara, rastlantılardan yüzlerce yıllık kültürel mirasa kadar pek çok farklı etkiyi içeren hipotezler sunuyor. Gladwell’in renkli örnekleminde, Kanada’lı çocuk hokey oyuncuları, 1980’lerde parlayan bilgisayar dünyası, Warren Buffet ve döneminin en zenginleri, yükselen avukatlık şirketleri, The Beatles, Kore Havayolları pilotları, eğitimde normalde olduğundan daha başarılı olması sağlanabilen Baltimore’lu alt-sınıf ilkokul çocukları, Batı’daki yaşıtlarını her sınavda alt eden Asya’lı matematik öğrencileri var.

Marx, Foucault, Bourdieu veya Latour’u ya da yapı-özne ikiliğine dair biriken külliyattan herhangi bir yazarı bir kez bile anmadan, direkt örneklerle oldukça radikal iddialar sunabiliyor Gladwell. Bu tip, akademik yönü olmayan popüler araştırma yazarlık kitaplarında, bu teori yoksunluğu beni hep şaşırtıyor ve etkiliyor. “Bilmiyorlar ama yapıyorlar” olamaz, “biliyorlar ama fark ettirmiyorlar” herhalde.

Özetle -aslında kendisi gayet güzel özetliyor sonlarda, bunu bir başkasının yazması saçma, ama insan yazınca kafasına daha iyi oturuyor-, Gladwell’in iddiaları üzerinden, başarılı olma (alanında en iyisi olma) meselesini kişilerin kendi özniteliklerinin ötesinde düşünmek ve kaynaklarını gerçekten analiz etmek, toplumsal yapılanmayı anlamak ve dönüştürmek açısından önemli olabilir. Kitaptaki en Bourdieu’cü kıssadan hisse, yoksul mahalle çocuklarının okuldaki başarılarını artırmayı sağlayan bir metoddan bahsedildiği kısımdaydı. Beklenildiği üzere, yoksul mahalle çocukları, zaten geriden başladıkları ilkokul “yarışı”nda orta ve üst sınıf çocuklara göre daha başarısız oluyorlar. Fakat sınavlardan toplanan veriler incelendiğinde, aynı okula giden alt ve orta sınıf çocukların yıl içinde derslerdeki notları arasında (okul dönemindeki öğrenimlerinde) ciddi bir fark olmadığı, orta sınıf çocuklarının asıl üstünlüğü yaz tatillerinde ele geçirdikleri sonucu çıkıyor. Elbette farklı okullar, evdeki çalışma ortamı, ailelerin yaklaşımları vd. okul dönemi süresince de yoksulların aleyhine işliyor fakat aslen yaz tatillerinde orta/üst sınıf çocuklar okuma ve öğrenme becerilerini geliştirdikleri etkinliklerde bulunurken yoksul çocuklar öğrendikleri şeyleri de unutacakları koşullarda “tatil”lerini geçiriyorlar. Bu bulgu, eğitimde fırsat eşitliği amacıyla bir yeniden yapılanma söz konusu olduğunda tartışılan, çeşitli okullarda uygulanan ve başarılı olan bir çabaya evrilebilmiş, yaz okulları kurulmuş.

Kitabın, kolektivizm ve bireycilik arasında ikircikli bir noktada durduğunu neden düşünüyorum? Bu kitabın, literatüre geçirdiği en sağlam kavramsallaştırma, anladığım kadarıyla 10000 saat kuralı. Gladwell’e göre herhangi bir uğraşta 10000 saat harcayan kişi, o alanda çizginin dışına çıkmayı, meslektaşlarından ayrılmayı başarıyor. Kabaca günde 3 saatten 10 yıl yapıyor bu uğraş. Başarı, her ne kadar rastlantılara, toplumsal koşullara, tarihsel birikime ve kültürel mirasa bağlı olsa da sonuçta emek ile kazanılan bir şey. Önemli olan, o emeğin sarf edilebileceği koşulların oluşması -Olimpiyat sporcularının çocuk yaşta erişebilecekleri bir spor salonuna, Bill Gates’in 13 yaşında yazılım yapabileceği bir bilgisayara, piyanistlerin hem piyanoya hem onları eğitecek hocalara vb.-. Bu noktadan sonra emek verip vermemek elbette öznenin elinde. Dolayısıyla, basit bir toplumsal/tarihsel determinizm de söz konusu değil. Neyse of, piç ettim kitabı.

Malcolm Gladwell, Outliers: The Story of Success [Outliers (Çizginin Dışındakiler): Bazı İnsanlar Neden Daha Başarılı Olur?, MediaCat], Little, Brown and Company, 2008.

Perec, Şehre Bakan Aylak Üzerine

“Sen bir aylak, bir uyurgezersin, bir istiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıkları anlam az çok belli: Yaşamanın, harekete geçmenin, bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun.

Modern yaşam bu tür eğilimleri genelde pek hoş karşılamaz. Çevrende her zaman eyleme, büyük tasarılara, coşkuya ayrıcalık tanındığını gördün: öne atılan adam, gözlerini ufka dikmiş adam, dimdik ileriye bakan adam. Pırıl pırıl bakış, kararlı çene, kendinden emin yürüyüş, karın içerde. Kararlılık, girişkenlik, ses getiren hareket ve zafer, son derece örnek bir yaşamın son derece berrak yolunu gösterir, yaşam mücadelesinin pek saygıdeğer resimlerini çizerler. Yerinde sayanların ve batağa saplananların düşlerini süsleyen pek kıymetli yalanlar, ihmal edilen binlerce kişinin yitik hayalleri, çok geç gelmiş olanlar, valizlerini kaldırıma koyup terlerini silmek için üstüne oturanlar. Ama senin özürlere, pişmanlıklara, nostaljilere ihtiyacın yok. Sen hiçbir şeyi dışlamıyor, hiçbir şeyi reddetmiyorsun. İlerlemekten vazgeçtin, ama zaten ilerlemiyordun ki, yeniden yola çıkmıyorsun, vardın sen, daha uzağa gidip de ne yapacağını kestiremiyorsun: Bir şeylerin kırılması, değişmesi, çözülmesi için ve böylece bu düş kırıcı, bir eşek külâhı kadar gülünç ve can sıkıcı, bir Gaffiot sözlüğü kadar ağır hakikatin gün ışığına çıkması için -ne var ki Saint Honoré sokağındaki hizmetçi odası asla yeterince gün ışığı almaz- havanın çok sıcak olduğu bir Mayıs günü, ucunu kaçırdığın bir metnin, tadı birden acılaşan bir fincan neskafenin ve içinde altı adet çorabın yüzdüğü, siyahımsı bir suyla dolu pembe plastik bir leğenin uygunsuzca bir araya gelişi yetti, yetti sayılır. Ne bir şeylerin ardında koşma, ne kendini koruma, ne de saldırma isteği duyuyorsun.

Dostların bıktı artık, kapını çalmıyorlar. Onlarla karşılaşabileceğin sokaklarda pek yürümüyorsun artık. Sorulardan, rastlantı eseri karşına çıkan birinin bakışlarından kaçıyor, sana ısmarlamak istediği birayı ya da kahveyi kabul etmiyorsun. Sadece gece ve odan, üstüne uzandığın dar sedir, her an yeniden keşfettiğin tavan seni koruyor; geceleyin, Grands Boulevards’ın kalabalığı ortasında tek başınayken, gürültülerden ve ışıklardan, hareketten, unutuştan zaman zaman adeta mutlu oluyorsun. Biriyle konuşmaya, bir şey istemeye ihtiyacın yok. République’ten Madelaine’e, Madelaine’den République’e gidip gelen insan selini izliyorsun.”

Georges Perec, Uyuyan Adam, çev. Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları, 2016 [1967], 4. basım, s. 18-9.

Yavuz, Kültür ve Entelektüel Üzerine Notlar

“Batı uygarlığının temelini Orta Asya’nın otokton halkı olan Türklerin hazırladığı konusundaki aşırı yeni-ulusçu tez, bilimsel doğrulardan uzak bir duygusallığa dayandığı için bir yana bırakılmıştı; Ataç, bu tezi (buna ‘aşırı partikularist tez’ diyorum) olumsuzluyor, ama Batı kültürü varken ulusal bir senteze gitmenin gereksizliğini savunarak, bu kez, aşırı üniversalist bir tezi kesinlemiş oluyordu. Ataç’ın kültür anlayışı, Batı kültürünün evrenselliği düşüncesine dayanmaktaydı; evrensel bir kültürün değerlendirilmesi sözkonusu olunca, ulusal bir senteze, Türk kültürü açısından özgün, sui generis yapılara gitmek….gereksizdi.” (s. 14)

“Ulusal kültürü temellendirmek için tutulacak yol, dün’den bugün’e gelmek değil, tam tersine, ‘bugün’den dün’e gitmektir . . . Althusser, Lire le Capital’de Marx’ı alıntılayarak sistemli, sıradüzenli ve eklemlenmiş bir kombinasyon (‘Gliederung’) olarak çağdaş toplumun bilgisinin, daha önceki yapıları anlayabilmek için gerekli olduğunu bildirir…. Gadamer’in de farklı bir düzlemden bakarken, aynı sonuca varmasıdır: “Geçmişin yorumu, zorunlu olarak, şimdi’nin bakış açısından yapılan bir yorumdur.” (s. 16-7)

[Huzur’dan önce, Türk romanı daima verili bir söyleme dayanır: Sonuç olarak: ] “Roman karakterlerinin, sorunsal (problematik) kahramanlara döünşmesine olanak vermeyen söylemler bunlar.”, [Huzur ile birlikte, ilk defa üstsöylem -metadiscourse] “Tanpınar, Mümtaz bağlamında şöyle koyuyor bu sorunsalı: “Benim diyebileceği ve kendi başına bir hayatı yoktu. Hep tezad halinde ve birbirini kovalayan çehrelerin ikliminde yaşıyor, onlarla düşünüyor, onlarla görüp duyuyordu. İkiz bir ömrü yaşıyordu. Cennet ve cehennemi beraberinde gezdiriyordu. ‘Bu iki haddin’ arasında uçurum kenarlarında şiddetli uyanışlarla dolu bir somnanbül hayatı vardı. Zaman olurdu ki, bütün hayatı sadece kaçışlardan ibaret kalırdı.” Mümtaz’ı bu iki haddin arasındaki uçurumda konumlayan, Türk aydınının sorunsalı: Doğu/Batı sorunsalı.” (s. 63-4)

“Türkiye’nin tarihi, Türk aydınına bir yandan hem Doğu’nun hem de Batı’nın ürettiği bilgi ve düşünceleri ‘temellük ederek’ bir ‘terkip’te birleştirmeyi, ama öte yandan da böyle bir ‘terkib’in olanaksız olduğunu empoze ediyor. Huzur’da Mümtaz’ın açmazı (üst-söylemin yapısını belirleyen açmaz) budur: Kendi tarihöncesini aşma, bir zorunluluk olarak hem bir ‘terkib’i hem de bir ‘terkib’in olanaksızlığını birlikte getiriyor! Türk aydını, doğuyla Batı arasında bir ‘terkib’e ulaşma ardındaki sorunsal arayışından vazgeçerek, ama Doğu’yu ve batı’yı sorgulamadan kesinlemeyi de kabul etmeyecektir. Huzur’u, Lukacs’ı izleyerek söylersek, bir tür Bildungsroman kılan da budur.” (s. 65-6)

[Türkiye ve kitle kültürü: ] “… Türkiye’nin geçmişinde, Batı’nın 17. yüzyıldan bu yana yaşamakta olduğu türden bir yapılaşmadan söz edilemiyor. Daha açık bir deyişle, Türkiye’nin tarihinde, kapitalist üretim tarzının normları ve değerleriyle bireysel düzlemde hesaplaşmayı (ve başkaldırmayı) getiren başat bir yapıdan söz etmek olanaksız. Bu yüzden, bugün Türkiye’de yaşamakta olan ayaktakımı kültürünü, Batı’nın kitle kültürü gibi, 19. yüzyılın bireysel kimlikleri destekleyici burjuva kültürüyle karşılaştırıp diyalektik bir bütünlük içinde görmek durumunda değiliz. Tam tersine, bugünün Türkiye’sinin ayaktakımı kültürünün bu anlamda bir geçmişi yok. Bu kültürü, tarihimizle eklemleyemeyişimiz bundan dolayı.” (s. 100)

“Lümpen tabakaların sınıfsal kimlikten yoksun oluşları, onların kendilerine ilişkin imajlarını da belirliyor. Bir lumpen, kendini hangi konumda, nasıl görüyor? Ne köylüdür lumpen, ne kentli. Ne Doğuludur lumpen, ne Batılı… Sınıfsız ve tarihsiz olmanın belirlediği bir konumda görüyör kendini lumpen: Ne o, ne öteki. Türk lumpeni hem kırsal kültürü hem kentsel kültürü, hem Doğu kültürünü hem Batı kültürünü olumsuzluyor. Onun yaşam ve kimlik imajını belirleyen bağıntı budur: Ne o, ne öteki.” (s. 101)

[Türkiye’de lümpenin simgesi olarak ‘bira’: ] “Bu bağıntı, yaşam pratiğini oluşturan farklı kesitlerde, kendini, belirli bazı nesnelerin simgeleşmesiyle belli ediyor. Örneğin, bira. Türkiye’de 1970’lerden 1980’lere uzanan bir veri var: bira tüketimi artıyor. Her köşebaşında bir birahane açılıyor. Neden bira? Bira, Türk lumpeninin simgesi olmaya yatkın bir konumda. Çünkü ne Doğulu, ne de Batılı bir sınıfsal tarihi var biranın.”  (s. 101)

[Şarap, rakı ve bira aritmetiği: ] “Şarap, batılı ve burjuva beğenisine gönderme yapan, yananlamaları olan bir içki. Şarap içmenin belirli normları, belirli kuralları var. Belli yemeklerle, belli türleri içilebiliyor. Bir doğu içkisi rakı. Ama onun da osmanlı beğenisine gönderme yapan, yananlamlarıyla bir tarihi, belirli kuralları ve normları olduğunu biliyoruz. Hangi tür yemeklerle içilebileceği de belirlenmiş. Bira öyle değil oysa. Kuralsız, normsuz bir içki. (Çiçek Pasajı, biraya değer ve norm kazandırmayı denedi; ama bu, biraya sınıfsal bir tarih ve kimlik kazandıramadı.) Bira, “ne o, ne öteki” (ne rakı, ne şarap) oldu! “Ne o, ne öteki” olan lumpenin simgesi olması da bu yüzden.”  (s. 101-2)

“Türkiye’de eğlence endüstrisi, bir yandan batı’da olduğu gibi kitleselleşirken, öte yandan da, 1980’lerden başlayarak kadın mı erkek mi oldukları belirsiz bir grup (transvesti mi, hermafrodit mi? transseksüel mi?) gazinoculuk endüstrisinin baş köşesine oturdu. Bülent Ersoy, Talha Özmen, Savaş Sökmen vb. bu anlamda lumpenliğin…. simgesi oldular. Adı erkek, cinsiyeti kadınsı şarkıcılar, Türkiye’de eğlence endüstrisinin, seyirciye sunduğu metalar durumuna geldiler.”  (s. 102)

“Aydın”ın tanımını yapmak güç. Bu sözcük bizde “entelektüel” karşılığında kullanılıyor. Oysa Osmanlıcası “münevver”di; “aydın” da “entelektüel”i değil, sözcük anlamıyla “münevver” karşılıyor.” (s. 118-9)

“Entelektüeli, dönüştürücü ve biçimlendirici, dolayısıyla eleştirel işlevi içinde düşündüğümüzde ise, Antik Yunan’dan Kant’a uzanan idealist geleneğin yerine, onu olumsuzlayan bir başka geleneği koymuş oluyoruz. Gramsci’nin yaptığı da bu. Ben gene de, “aydın” sözcüğünü yeğlerim. Dönüştürücü, biçimlendirici dolayısıyla eleştirel işlevini, “entelektüel” sözcüğünden çok daha iyi vurguladığı için…” (s. 119)

“Öyle diyor Deleuze: “belli kodlardan kaçarak aynı yerde kalmak için göçebeleşenler”. Türkiye’de batı tipi aydının (deyim, senindir) da yapmak istediği bu: aynı yerde kalarak kodlardan kaçmak istiyor. Ama kaçıyor mu gerçekten? Sakallı Celal’in ünlü sözünü anımsa: “Türkiye hep doğuya giden bir gemi gibidir, ki yolcuları batıya doğru koşar.” Batı tipi Türk aydını bu anlamda gerçekten bir göçebe değil. Kodlardan kaçamıyor ki! Ne denli batılılaşmaya kalksa, o denli doğulu kalıyor.” (s. 120)

“Bana öyle geliyor ki, 60’dan önceki kuşak, yani daha önce adlarını saydığım fikir adamları (Tanpınar, Hilmi Ziya, Mustafa Şekip vb.) sorunlara daha global olarak bakan insanlar idiler. Ve bana öyle geliyor ki, bunların entelektüel donanımları, 60’dan sonrakilere göre…. çok daha ağırlıklı, çok daha derindi.” (s. 125)

“Klasik münevver dediğimiz Türk aydınının yerini kendi alanında uzmanlaşmış, sadece kendi alanını bilen, kendi alanında bile dar ve sınırlı bir uzmanlık edinmiş bilim adamları yer alıyor. Bunu elbette küçümsüyor değilim. Mikro düzeyde iş gören bir uzmanlaşma, makro düzeyde düşünce üretiminin yerini alıyorsa ve ‘aydın’ kavramı içinde böyle bir yer değiştirme gerçekleşiyorsa, o zaman bunun nedenleri üzerinde düşünülmesi gerekir. Bu çok önemli bir nokta. ‘Aydın’ sorunu gündeme gelecekse, bu durum yabana atılmamalı.” (s. 125)

“Bir takım arayışlar var. Gerek sağdaki, gerekse soldaki arayışlar bana öyle geliyor ki, düşünce üretiminin en azından işlevini ve önemini yeni baştan kavramaya başlayan bir kuşağın ortaya çıkması demektir.”, [80’ler] “Şimdi seksen sonrasının önemli değişikliği, bütün bu şiddetle yaşanmış tecrübelerden sonuçlar çıkarmış bir genç kuşağın, sorunları daha kuşatıcı görmeye yatkın, daha bir fikir adamı gibi görmeye yatkın bir eğilim edinlemelerine neden olmuştur.” (s. 126-7)

Hilmi Yavuz, Kültür Üzerine, Bağlam Yayınları, 1987.

Nerval, Balık Pazarı ve Ermeni’nin Öyküsü

“Ne garip kent Konstantinopolis! İhtişam ve sefalet, gözyaşları ve sevinç; başka yerlerdekinden çok daha fazla keyfi davranış, ama aynı zamanda da daha fazla özgürlük var burda; dört farklı halk birbirinden çok da nefret etmeden birlikte yaşıyorlar. Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, aynı toprağın evlatları olan bu insanlar, bizim çeşitli taşra halklarımızın ya da farklı taraftar gruplarının beceremediği gibi değil, çok daha fazla hoşgörü gösteriyorlar. (257)

Eski Müslüman gelenekleri gereğince hâlâ gerçekleştirebilecek son bağnazlık ve barbarlık eylemini görmek benim alınyazım mıydı? – Pera’da, portrelerinden ve tablolarından elde ettiği kazançla gül gibi geçinen ve üç yıldır burada yaşayan, en eski dostlarımdan birini, bir Fransız ressamı buldum. (258) – İşte bu da, Konstantinopolis’in, sanat tanrıçalarıyla, arasının sanıldığı kadar açık olmadığını kanıtlıyor. Frenk semti Pera’dan, Türk semti İstanbul’un çarşılarına gitmek üzere birlikte yola çıktık. (259)

Galata’nın tahkim edilmiş limanından geçtikten sonra, iki yanında meyhaneler, pastacı dükkânları, berberler, kasaplar ve bizimkileri hatırlatan, masalarının üzerine Yunan ve Ermeni gazeteleri yığılmış olan Frenk kahvehanelerinin bulunduğu uzun ve dolambaçlı bir yoldan inmemiz gerekti; – Mora’dan gelen Yunancalar sadece bir ana, Konstantinopolis’te bu gazetelerden beş ya da altı tane basılıyor. – Günden güne yenilenen bu canlı Yunan dilinden birkaç kelimeyi anlamak için, her seyyahın klasik bilgilerine başvurması konusunda bir fırsat işte. Bu gazetelerin çoğu, anlaşılmayacak hale düşmemeyi gözeterek modern taşra ağzından uzaklaşmayı ve eski Yunancaya yaklaşmayı amaçlıyorlar. Latince kelimelerin büyük ölçüde bir karışımı olduğu için bizim Yunancadan çok daha kolay anlayabildiğimiz Romence basılmış Ulah ve Sırp gazeteleri de var burda. Türk kahvecilerinin bilmediği şekerli bir gloria içmek için bu kahvehanelerden birine girdim. – Daha aşağılarda, Konstantinopolis’i çevreleyen kırsal alanların verimliliğinin şahane örnekleri olan meyveleri sergileyen pazar yer alıyor. Dolambaçlı ve kalabalık yollardan geçilerek de, nihayet, Haliç‘in öteki tarafına geçmek için bir kayığa binilmesi gereken limana ulaşılıyor. Haliç, bir kilometre genişliğinde ve aşağı yukarı dört kilometre uzunluğunda; İstanbul’u Pera ve Galata semtlerinden ayıran dünyanın en güvenli ve harika limanı.

Bu küçük yerdeki trafik inanılmaz boyutlarda; liman tarafındaysa zarif kayalıklarla çevrili ahşap bir iskele var. Kürekçiler, ipek bürümcükten yapılmış uzun kollu ve çok afili gömlekler giymiş; kayıkları, balık şeklinde olmaları sayesinde, limanın girişini dolduran bütün uluslara ait yüzlerce teknenin arasından güçlük çekmeden süzülüp geçiyor.

On dakikada, Balık Pazarı’nın bulunduğu karşı taraftaki limana ulaşılıyor ve işte orada, olağandışı bir manzaranın tanığı olduk. – Pazarın dar bir kavşağında, birçok insan çember şeklinde toplanmıştı. Bir hokkabazlar çekişmesinin ya da ayı oynatmanın söz konusu olduğunu sandık önce. Kalabalığı yarınca, yerde, mavi ceketli ve pantolonlu, boynu vurulmuş birinin cesedini gördük; kasketli başı, biraz aralanmış bacaklarının arasına konmuştu. Frenk olduğumuzu anlayan bir Türk, bize dönüp, şöyle dedi: “Şapkalı kafalar da kesiliyor olmalı.” Bir Türk için, kasket ya da şapka önyargı konusu bir şey; bunun nedeni, namaz kılarken, başlıklarını çıkarmadan alınlarını yere değdirmeleri gerektiği için, siperli bir başlık giymelerinin Müslümanlara yasaklanmış olması. – İğrenerek bu manzaradan uzaklaştık ve pazarlara gittik. Bir Ermeni, dükkânında şerbet içmeye davet etti bizi ve bu garip infazın hikâyesini anlattı.

Gördüğümüz başı kesilmiş ceset, üç gündür Balık Pazarı’nda duruyordu ve bu da balık satanların pek hoşuna gitmiyordu. Üç yıl önce, bir Türk kadınıyla basılmış Yuvakim adında bir Ermeninin cesediydi bu. Bu durumda, ölüm ile dininden vazgeçme arasında bir seçim yapması gerekiyordu. Bir Türk olsaydı sopa yeme cezasına uğrayacaktı. – Yuvakim de Müslüman oldu. Daha sonra, korkuya kapılıp direnmemesinden pişmanlık duydu; yeni dininden döndü ve Yunan adalarına çekildi.

Üç yıl sonra, başına gelen işin unutulduğuna inandı ve bir Frenk elbisesi giyerek Konstantinopolis’e döndü. Bağnazlar onu ele verdiler ve Türk resmi makamları, o sırada adamakıllı hoşgörülü olmalarına rağmen yasayı uygulamak zorunda kaldılar. Avrupalı konsoloslar Yuvakim’i kurtarmaya çalıştılar, ama kesin bir yasa metnine karşı ne yapılabilirdi? Doğu’da, yasa, hem sivil hem de dinidir; Kuran ve mevzuat özdeştir. Türk adaleti, aşağı sınıfların hâlâ çok zorlu olan bağnazlığını hesaba katmak zorunda. Yuvakim’e dininden yeniden dönerse özgür kalma olanağı önerildi önce. Yuvakim, bu öneriyi kabul etmedi. Daha da kolaylık gösterildi ona; kaçmasını sağlayacak olanaklar sunuldu. İşin garibi, Yuvakim, Konstantinopolis’ten başka bir yerde yaşayamayacağını, bu kenti terk ederse üzüntüden, yeniden din değiştirip kalırsa utançtan öleceğini söyleyerek, bu önerileri de reddetti. O zaman, infaz gerçekleşti. Yuvakim’in dininden birçok kimse, onu bir aziz olarak gördü ve onuruna mumlar yaktı.

Bu hikâye bizi çok etkilemişti. Alınyazısı, bu olaya öyle durumlar ve koşullar yerleştirmişti ki, hiçbir şey bir başka sonuç yaratamazdı. Cesedin Balık Pazarı’nda gösterildiği üçüncü günün akşamı, âdet olduğu üzere, üç Yahudi onu omuzlarına alıp, denizin şurada burada kıyılara attığı boğulmuş köpeklerin ve atların arasına, Boğaz sularına atıyordu.

Tanığı olmak bahtsızlığına uğradığım bu üzücü hikâyeden sonra, yeni Türkiye’nin ilerici eğilimlerinden hiç de kuşku duymak istemem. (260) Burada olduğu gibi İngiltere’de de, yasa, daha iyi yorumlanabildiği zamana kadar, bütün iradeleri ve kafaları baskı altında tutuyor. Günümüzde sadece, zina ve dinden dönme gibi sorunlar, bu kadar üzücü olaylara yol açabiliyor hâlâ.

İstanbul’un merkezini oluşturan görkemli çarşıları gezdik. (261) Burası, Bizans zevkiyle taştan ve çok sağlam biçimde inşa edilmiş koskoca bir lâbirent ve sıcak günler için büyük bir sığınak. Kabartmalı direkler ve sütunlarla donatılmış, kimi kemerli kimi sivri kubbeli çok geniş galerilerin her birinde, belli bir mal satılıyor. İnsan özellikle, kadın giysilerine ve şıpıdık terliklere, nakışlı ve lame kumaşlara, kaşmirlere, halılara, altın, gümüş ve sedef kakmalı mobilyalara, mücevherlere ve hepsinden fazla, çarşının bedesten denilen bölümünde bir arada sergilenen pırıl pırıl silahlara hayran kalıyor.

Deyim yerindeyse, bu yeraltı kentinin bir ucu, Seraskerlik meydanı denilen ve çevresinde büyük binalar ve camiler bulunan çok keyifli bir yere açılıyor. (262) Burası, özellikle kadınların ve çocukların geldiği kent içi bir gezinti yeri.

İstanbul’da kadınlar, Pera’da olduğundan çok daha fazla örtünmüş durumdalar; yeşil ya da mor bir ferace giyiyorlar, yüzleri kalın bir tülle örtülmüş durumda; gözlerinden ve burunlarının üst kısmından başka bir şeyi gösterdiklerine rastlamak çok nadir. Ermeni ve Rum kadınları, yüzlerini, çok daha ince bir kumaşla örtüyorlar.

Meydanın bir yanında, müstensihler, minyatürcüler ve kitapçılar yer alıyor; avlularında, kimi zaman meydana üşüşen binlerce güvercinin uçuştuğu, avluları ağaçlarla dolu komşu camilerin zarif yapıları, (263) kahvehaneler ve mücevherlerin sergilendiği tezgâhlar, hemen yakındaki Seraskerlik kulesi (264) -bütün kente tepeden bakıyor- hatta daha uzakta bulunan ve valide sultanın ikâmet ettiği Eski Saray’ın (265) karanlık görünümlü duvarları, bu meydana eşsiz bir özgünlük kazandırıyor.”

(257) İstanbul’un nüfusu, 1844’de, 331.647 kişiydi. Nerval daha sonra, Ubucini’ye dayanarak, 1850’de nüfusun 797.000 olduğunu söylemiştir. Demografi bilginlerine göre, bu sayıya ancak yüzyılın sonunda ulaşılacaktır. (Bkz. Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu [1830-1914] Demografik ve Sosyal Özellikleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003). Nerval, Flaubert ve Gautier’in seyahatleri döneminde, Konstantinopolis’in, Hıristiyan (Ermeniler ve Rumlar) ve Yahudi nüfusunun, Müslüman nüfus kadar kalabalık olduğunu belirtmek gerekir.
(258) Bu ressam, İtalya’ya gitmek üzere 1837’de Paris’ten ayrılmış ve oradan Konstantinopolis’e gelmiş olan Camille Rogier’dir. Çalışmalarından oluşan albümü, 1846’da, Lemaire basım evinde, La Turquie: moeurs et usages des Orientaux au dix-neuvième siècle adıyla yayımlanmıştır.
(259) Demek ki, yolcularımız, Galata Köprüsüne yöneliyorlar.
(260) Nerval, Reformlar Türkiyesi’nden, yani Tanzimat hareketinden söz ediyor. 1839’da başlatılan bu hareket, daha 1843’te epey yavaşlamıştı.
(261) Kapalı Çarşı söz konusu.
(262) Eskiden, Harbiye nezaretinin bulunduğu bugünkü Beyazıt meydanı.
(263) Sultan II. Beyazıt‘ın 1501 ve 1506 arasında yapılmış olan camisi.
(264) Sultan II. Mahmud tarafından, yangınları gözetlemek için 1828’de yaptırılan Beyazıt Kulesi.
(265) Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan ilk saray.

Gérard de Nerval, Doğu’da Seyahat, Yapı Kredi Yayınları, çev. Selahattin Hilav, 2004 [1851], s. 553-6.