Geçgin, Yürüyüş ve Kendinden Önceki Üzerine

“Odada oturmak, beklemek, odayı arşınlamak, karşı pencerede oturan kişinin görüntüsüne katlanmak olanaksızlaştığında dışarı çıkıyordu. Gün ışığı dünyanın kesinliğini geri verene kadar geceyi geçirebilmek için yürüyordu. Bu, ışığın her zaman günü vereceği anlamına gelmiyordu. Yürüyen için gün her zaman tehdit altındaydı, ışık ertesi sabah günü geri vermeyebilirdi.

Fırıncının, göbeği dizleri üstünde ancak sığarak tüm gün oturduğu sandalyesi boş bir halde kaldırımdaydı. Fırındakiler sabah ekmeğini çıkarmak için çalışmaya başlamıştı bile. Aşağı yola iniyor, yukarıya demir köprüye doğru çıkıyordu. Bir yanda binalar kara kütleler gibi yükseliyor, önlerindeki alçak boylu sokak lambaları soluk bir ışık yayıyor, diğer yanda duvarın arkasında yeşil çukur koyulaşarak dipte yok oluyordu. Köprü tren yolunun ayırdığı iki yolu birleştiriyordu. Köprüyü geçip ilerdeki parka giriyordu. Eskiden buranın bir parçası araba mezarlığıydı, kaza yapmış, iç içe geçmiş, hurdaya dönmüş arabalar buraya atılır, onlara da arabaların arasında ya da içinde oynayabilecekleri bir oyun alanı çıkmış olurdu. Şimdi girişinde bir çay bahçesi vardı. Park küçük beton yollarının dışında toprağa gömülmüş baklava biçimli tahta parçalardan oluşmuş patikalarıyla hafif eğimle, aşağıya sahil yoluna doğru iniyordu. Ağaç gövdesi biçiminde boyanmış sıralarında gündüz sevgililer oturup denizi seyrediyorlar, aileler masalarda piknik yapıyor, geceleriyse ayyaşlar, evsizler ya da köpekler gibi sürü halinde dolaşıp sataşacak birilerini arayan, içen, hırlaşan, dalaşan kopuklarla doluyordu. Parkın çıkışında sahil yolunu yukarıdan aşıp parkı sahile bağlayan bir üst geçit vardı. Geçit bira kutuları, pet şişeler, gazete parçaları, kâğıtlar, naylonlar, karton parçalarıyla kaplıydı ve dışkı kokuyordu, sanki bütün semt, bütün bu kent aynı biçimde kokuyordu.

Kıyı iki yana doğru, yoğun ışık kümesinin kimi yerde oynaşarak parıldadığı, kimi yerde sönerek içine gömüldüğü karanlık bir hat olarak uzuyordu. Denizin hemen kenarındaki geniş yürüyüş yolundan yürüyordu. Çardakla örtülmüş sıraları, çocuk parkları, küçük yolları, yollar boyunca sıralanmış çalıları, çimenlik alanlarıyla yürüyüş yolu bazen daralarak toprak bir yola, sürüveren bir inşaata, bazen de dev bir çukura dönüşerek uzuyordu. Asfalttan arada sırada birkaç araba vınlayarak geçiyordu. Yürüyordu. Her zaman yaptığı bir şeydi bu, şimdiye kadar dünyanın çevresini birkaç kez kat edecek kadar yürümüştü. Sanki tüm yaşamı boyunca yürümüştü. Yürümek için değil ama başka bir şey yapmadığından, yapabileceği tek bu olduğundan yürüyordu. Kimi zaman bir üst geçidi geçmek bir dağı aşmak, tek bir adım bir kıtayı boydan boya geçmekle aynı oluyordu. Beden aynı mesafeyi almış gibi aynı yorgunlukla, bir kıtanın yorgunluğuyla doluyordu. Kimi zamansa onca yola rağmen daha hiç başlamadığını, tek bir adım dahi atmadığını duyumsuyordu, sanki yürüdükçe yerinde sayıyordu. Yol aldıkça hep aynı yerde dikiliveriyordu. Her adımda hiç kımıldamadığı ortaya çıkıyordu. Süreğen gölge kendisiydi, oyulup duran, yarılıp açılan. Bedeni kesen, aklı kemiren bir şey vardı, bir şey yükselip sönüyordu. Her şey kendi sınırına doğru atılıyor, kendi sınırındaki uçurumun kenarına doğru saldırıyordu. Geceyi saran bu sessizlik, şeyler uçuruma yuvarlanmadan, uçurumun dipsiz karanlığından yükselen kendi karaltılarıyla çarpışmadan önceki karar anına özgü bir duraklamaydı. İçinde bir başka varlığı duyuyordu. Kimi zaman varlığı duyulamayacak kadar geri çekilse, kimi zaman şiddetle ortaya çıksa da aslında tüm yaşamı boyunca ona eşlik etmiş, tüm eylemlerinde yanı başında olmuş gölge varlığı duyuyordu. Sanki asıl olan kendisi değil de oydu. Onun bir hayaleti olabilecek bu varlıktı. Hiç varolmamıştı. Varolan hayaletiydi. Hiç yaşamamıştı. Yaşayan hayaletiydi. Kentte dolaşan, sokakları arşınlayan, yürüyen, oturan, eyleyen asıl oydu. Ondan önce başlayan, ondan önce yola çıkan, geçtiği yolları ondan önce alan, önce davranan oydu. Daha en küçük bir eylemi gerçekleştiremeden eylemini yutup emen, kemirerek yerine getiren oydu. Oydu ondan önce varan. Oydu varolan, onu şimdide bir hayalet olmaya zorlayarak asıl varolan oydu.”

Ayhan Geçgin, Kenarda, Metis Yayınları, 2013 [2003], 2. basım, s. 44-6.

Adorno, Koşmak ve Yürümek Üzerine

“Sokakta koşan kişi bir dehşet havası yayar çevreye. Ayağı takılan zavallının düşmemek için yaptığı hareketler, düşerken yapacağı hareketlere benzemiştir çoktan. Dik tutulmaya çalışılan kafanın konumu, boğulmakta olan adamınkini andırır; yüz de sanki işkence altındaymış gibi buruşmuş ve kasılmıştır. İleri bakması gerekiyordur, geriye bakarsa sanki bir düşmanın gölgesine basarak donup kalacak ve düşecektir. Eskiden insanlar hiç bakmadan kaçarlardı yüzleşmeye cesaret edemedikleri tehlikelerden, otobüse yetişmeye çalışan kişi de farkında olmadan eski dehşete tanıklık ediyor. Trafik kurallarının vahşi hayvanları hesaba katması gerekmiyor artık, ama koşmayı hala ehlileştirebilmiş değil. Koşmak, burjuva yürüyüşüne yabancılaştırır bizi. Güvenlik bahsinde bir şeyin eksik olduğu ve yaşamın gemi azıya almış güçlerinden -bunlar sadece birtakım taşıtlar bile olsa- kaçılması gerektiği gerçeğini bir anda görünür kılar. Bedenin yürüyüşü normal bir şey olarak benimsemesi eski güzel günlerden kalma bir alışkanlıktır. Yol almanın burjuva biçimiydi yürüyüş: Törensel adımların, yurtsuz gezginliğin ve soluksuz kaçışların efsunundan kurtulmuş bir bedensel efsanesizleştirme. Yürüme hakkı üzerinde ısrar ediyordu insan haysiyeti; bedenden zorla alınmayan, buyruğun ve korkunun ürünü olmayan bir ritm istiyordu. Yürüyüş, dolaşma, vakit geçirmenin özel biçimleriydi, feodal gezintinin on dokuzuncu yüzyıla bıraktığı miraslar. Liberal çağla birlikte yürüyüş de geçmişe gömülüyor -insanların arabaya pek düşkün olmadıkları yerlerde bile. O şaşmaz mazohizmiyle [sic] bu eğilimleri hemen sezen Gençlik Hareketi, ailelerin Pazar gezintilerini protesto ederek onun yerine örgütlü gönüllü yürüyüşler düzenlemeye girişti; bunları ortaçağı anımsatır bir tarzda Fahrt [sefer] olarak adlandırmıştı ve Ford’un tam da bu işe uygun modeli pazara sürülmek üzereydi. Bir spor olarak teknik hız tapıncının ardında, koşmanın dehşetiyle -onu hem kişinin kendi bedeninde çelerek hem de külfetsizce aşarak- başa çıkma itisi yatıyordur belki de. Dağcıların tırmanma rekorları, kaçağın korkusunu yatıştırır. Ama bütün adımlarımızı her zaman sessizce yöneten o tarih-öncesi güç de kişiye “koş!” diye bağırıldığı anda duyulur kılar kendini -annesinin üst katta unuttuğu cüzdanı kapıp gelmek zorundaki çocuğun da polisin bir öldürme bahanesi bulmak amacıyla “hadi kaç!” diye fısıldadığı tutuklunun da çok iyi tanıdığı bir ses.”

Theodor W. Adorno, Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, çev. Orhan Koçak & Ahmet Doğukan, Metis Yayınları, 2009 [1951], 6. basım, s. 168-9.

Dünyanın Sonuna Yürümek

Thoreau’nun ‘Yürümek’ metnini okurken ve kadınlar gece yürüyüşündeyken aklıma bir soru takıldı. Amerika’nın keşfinden önce, sıradan insanların içinde yaşadıkları dünyanın sınırlarına dair çok net fikirlerinin oluşmadığı zamanlarda, acaba birileri tüm yaşamını bırakıp, acaba bu yolların sonu nereye varıyor diye yola düşüyorlar mıydı? Sermaye destekli, sömürgeleştirme amaçlı keşifler değil de, etrafını merak eden, hali hazırdaki bilimsel bilgiye haiz olmayan insanların (mesela, bir bunalma anında ailesi ve çevresindekilerden uzaklaşan birisinin) her şeyi bırakıp yola düştüğü oluyor muydu?