Tarkovski, Geçmişten Günümüze İnsanlık

9 Eylül

Garip olan şey insanlar herhangi bir nedenden dolayı, bu bir yapım ya da coğrafya olabilir, biraraya geldiklerinde birbirlerinden nefret etmeye başlayıp birbirlerini aşağılıyorlar. Çünkü herkes kendini seviyor.

Toplum, er ya da geç şeytani, kötü ve ölümcül bulutlar gibi yükselip kıtaların üzerini kaplayacak bir illüzyondur.

Tek bir şeyi amaçlayan -karınlarını doyurmayı- insanlar topluluğu bozulmaya, çürümeye ve düşmanlığa mahkum olmaya lanetlidir.

“Yalnızca ekmekle yetinmeyen…”

İnsan karşıt karakteristik özelliklerle donanmıştır. Tarih bunun daima en kötü yönde işlediği gerçeğini çok canlı bir şekilde gösterir. İnsan ya tarihi yönlendirecek kapasitede değildir ya da yönlendirirse de onu ancak en kötü ve yanlış yola sürükler. Bunun tersini ispatlayacak tek bir örnek bile yoktur.

İnsanlar diğerlerine hükmedecek güçte değildirler. Onlar yalnızca mahvederler. Ve materyalizm gayet yalın ve ahlaksızca bu mahvoluşu tamamlayacak.

Tanrı’nın her ruh içinde yaşadığı gerçeğine ve her ruhun da ebedi olup iyiyi içinde bulundurup biriktirme kapasitesi olmasına rağmen, yığınlarca insan mahvetmekten başka bir şey yapamazlar. Çünkü bir ideal uğruna değil, sadece maddesel bir dava uğruna biraraya gelmişler.

İnsanoğlu hep bedenini korumaya çalışmıştır (belki de ilerlemenin başlangıcı olarak hizmet veren doğal ve bilinçaltı tepkilerin kuvvetlerinden dolayı) ve ruhunu korumaya yönelik hiçbir düşüncesi olmamıştır. Kilise (dine karşı olarak) böyle yapmamıştır: İnsanın sonsuz genişlikte bir karanlığın içinde istasyonu terk eden bir trenin ışıklarını seçer gibi daha yeni yeni anladığımız spritüel [sic] tarafı, uygarlık tarihi boyunca gittikçe hayvan ve maddeden uzaklaşmıştır ve diğer tarafı da bir daha geri gelmesi mümkün olmayacak bir şekilde sonsuza dek sürecek olan kendi yoluna büyük bir telaşla devam etmektedir.

Ruh ve beden, duygu ve mantık bir daha asla tek bir bütün olamayacaklar. Çok geç artık. Şu anda spritüel yetersizlikten kaynaklanan ürkütücü bir hastalıkla sakatlanmış durumdayız ve bu hastalık da öldürücü. İnsanoğlu, değer yargılarından başlayarak kendini yok etmek için elinden geleni yapmakta, bunun sonucu da fizik bedenin ölümü.

Öyle önemsiz, acınacak ve zayıf oluyor ki insanlar “ekmeği” yalnızca “ekmeği” düşündüklerinde, böyle düşünmenin onları yalnızca ölüme götüreceğini idrak bile edemiyorlar. İnsan zekasının bir başarısı diyalektik prensibi tanımasıdır. Ve eğer bir insan ancak tutarlıysa ve intihar bunalımında değilse bu prensibin rehberliğinde çok fazla şey anlayabilir.

Her insan ancak kendi kendini kurtarmak istediği zaman kurtarılabilir.

Şimdi zaman olağanüstü bireysel cesaret, bireysel fedakârlık gösterme zamanı: veba illeti kol gezerken ziyafet verme zamanı yani. Ancak kendini kurtarabildiğinde diğerlerini de kurtarabilirsin, spritüel anlamda tabii.

Birlikte çabalamalar anlamsız. Biz insanlar arılar ve karıncaların sahip olduğu türü koruma içgüdüsünden yoksunuz. Öte yandan, insanlığın büyük bir iştahla tükettiği ölümsüz ruhlarımız var. İçgüdü bizi kurtaramaz; ama onun yokluğu da bizim düşüşümüz olur. Spritüel ve ahlaki kurumlarımızı da boşvermiş durumdayız. O zaman kurtuluş nerede yatıyor? Şüphesiz yeniden önderlerimize dönüp onlardan medet ummak yararsız.

Şimdi yalnızca bir dahi insanlığı kurtarabilir – bir peygamber değil, hayır!- yeni bir manevi ideal formüle edebilecek bir dahi. Fakat bu Mesih nerede? Bize geriye sadece onurumuzla ölmek kaldı.

Kinizm şimdiye kadar kimseyi kurtarmadı. O korkakların harcı daha çok. İnsanlık tarihi, zalim bir acıma duygusu eksikliğiyle kurulmuş korkunç bir deney tahtası gibi gözükür. Canlıların operasyona alındığı bir deneme tahtası yani; buna herhangi bir açıklama getirilebilecek mi? İnsan yazgısı, anlaması bizim kavrayışımızın ötesinde olan sonsuz bir sürecin döngüsünden başka bir şey değil mi gerçekten? Ne ürkütücü bir düşünce! Her şey bir yana, insan her şeye rağmen, kinizme de materyalizme de rağmen sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe inanır. İnsana, dünyaya artık hiçbir insanın gelmeyeceğini söylerseniz, beynine bir kurşun sıkar.

İnsanın beynine ölümlü olduğu zorla çakılmıştır; ama herhangi bir şey onun elinden ölümsüzlük hakkını zorla almaya kalktığında sanki öldürülmek üzereymiş gibi buna sonuna dek direnecektir.

Basitçe söylemek gerekirse insanlık kokuşmuş durumda. Ya da, insanlar yavaş yavaş birbirlerini çürütüyorlar. Ve günümüze gelinceye dek yüzyıllar boyunca ruhları hakkında düşünen insanlar fiziksel olarak ortadan kaldırılmıştır, hâlâ da yok ediliyorlar.

Bizi bundan sonra tek kurtarabilecek olan şey, ancak şu anki sefil ve barbar dünyamızın tüm ideolojik kurumlarının düşüşünü sağlayacak yeni bir cadı avıdır.

Modern insanın büyüklüğü karşı çıkışında yatar. Bir kelime etmekten aciz, tepkisiz bir kalabalığın önünde kendini canlı canlı ateşe atan ya da elinde pankart, sloganlar atarak meydanlara yürüyen ve tüm namussuz ve Allahsızlara hayır diyen insanlara şükürler olsun.

Yaşam fırsatının üzerinde yükselmek, gelecek ve ölümsüzlük adına pratik anlamda bedenimizin ölümlülüğünü doğrulamak…

Eğer insanlık hâlâ bunu yapabilecek durumdaysa, o zaman henüz her şey yitirilmiş sayılmaz. Hâlâ bir şans var demektir.

İnsanlık o kadar acı çekti ki, artık insanın acı çekme duyusu köreldi. Bu çok tehlikeli. Ve işte bu yüzden insanlığın kan döküp acı çekerek kurtulması artık olanaksız.

Tanrım, yaşamak için ne kötü bir zaman!

Andrey Tarkovski, Zaman İçinde Zaman: Günlükler: 1970-1986, çev. Seda Kervanoğlu, Afa Yayınları, 1994 [1989], s. 21-4.

Sık Rastladığım Çevirmenler

Yazarları art arda anarken, aslında onların yazdıklarını okuyup kendi zihinlerinde tekrardan yazanları da hep hafızama atıyorum. Bir yazarın başka metinlerini okumak gibi bir çevirmenin başka çevirisini görünce de heyecanlanıyorum. Çevirmenlerin ilgi alanları da -tabi düşünsel olduğu kadar maddi parametrelerde de belirlenebilir- okuma pratiğine kurucu bir işlev üstlenebiliyor. Bir örnek olarak, listemin tepelerindeki Işık Ergüden’in şahsında, daha önce hiç duymadığım bir yazarın, Arberto Caraco’nun “Kaos’un Kutsal Kitabı” üzerinde rastladığımda nöronlar birbirini çağırıverdi. Foucault, Guattari, Lefebvre, Bauman, Pessoa, Lévi-Strauss, Kropotkin, Sade, Löwy, Baudelaire, Galeano, Saramago vd. (nasıl oluyor tüm bunlar?) çeviren birisi başlığında “kaos” içeren bir metni çevirdiğine göre, bağlam hazır demek. Öte yandan çevirmen aşinalıkları için, ille de okumuş olmam gerekmiyor, kitapçı gezintilerindeki karşılaşmalar da bir mevzi kuruyor. Bazı yayınevleriyse çevirmenlerinin emeğini hasıraltı ettiğinden belki de okuduğum ama yaptıklarından haberdar olmadığım çevirmenler var. Günahı boynumdan sıyırıp, çekip çıkardım, oh. Ne güzel, üçüncü dereceden selüloit yakınlıklar. Şimdi bir düşününce, aklıma ilk gelenleri not alıp, ara ara geri dönsem, neler çevirmişler, neleri önemsemişler diye baksam iyi olur.

Işık Ergüden

Roza Hakmen

Tahsin Yücel

Fatih Özgüven

Ayça Sabuncuoğlu

Sabahattin Eyüboğlu

Ayça Sezen

Sıla Okur

Tanıl Bora

Avi Pardo

İlknur Özdemir

Ahmet Cemal

Seçkin Selvi

Aysel Bora

Orçun Türkay

Sabri Gürses

Gospodinov, Doğal Roman ve Gözlemci

Doğal Roman, önemsiz bulunan ve yarı-mundar şeyler, ve daha önemli olan doğa, evlilik, yalnızlık, edebiyat ve zavallılık üzerine deneme-roman, ama yalan-roman değil. Nadiren ilgimi yitirdiğim bölümleri olsa da Gospodinov’un 48 fragmanlık romanı, beni çoğu yerinde, son zamanlarda ilgimi çeken birçok meseleyle rabıtalı olduğundan, yakalayıverdi. Bir süre önce okusam, yarıda bırakabilirdim. Romanın kalın hattını “apaçık, dibine kadar postmodern” olarak çizebilirim, bu hattın içine sokulduktan sonraysa, roman boyu ileri sürülen doğa ilgisi, başka bir romanda veyahut gündelik sohbetlerde saçmalama olarak addedilecek ya da “bahsedilmesinin bile dayanılmaz bulunacağı” konularla ilgilenmesi -tuvaletler, sinekler, kedi/köpek karşılaştırmaları, toplu yaşanılan bir evdeki oda kullanımları ve yüz yüze gelmekten kaçışlar-, yaşamdan kısmen soyutlanmış gözlemci bireyi romanın anlatıcısı konumuna sorgulayarak çekişi, ç(alınmış) sözlerle, klasik roman ve öykü açılışlarını montajlayarak, romanını bezemesi vb. birçok açıdan benim biricik romanlarımdan birisi olarak kıldı Doğal Roman’ı. Şimdi onu tüketebilirim.

Romanı okurken sayfa kıvırma frekansım yer yer azalırken, bir noktada kitabı yok edici bir buruşturuculuğa evrildi. Art arda kıvrılan sayfalar romanı adeta fiziken küçülttü, katlanmış bir cep romanı hâline getirdi. O kısmı buraya saklamak istedim. Sineklerin sonsuz gözlerinden parçalı gerçekliğe, yalnız başına kalmak adına üretilen madde kullanımı pratiklerinden -uyuşturucu olmasına gerek yok, parkta oturup milleti dinlemeyi sağlayan bir gazete de olabilir- kulak yoluyla durağan gözlemciliğe evrilen, en güzeli de içinde hikâye anlatıcılığı ve romancılığa dair sorgulamalar ve dersler taşıyan bu birkaç bölümlük uzun alıntı kimseye bir şey ifade eder mi bilmiyorum.

Son olarak ben edebi seyahatimi İletişim, Metis, Ayrıntı, Can, YKY, İş Kültür, Sel ile içeriden sakatlamışken, eskilerden Adam, Nisan’a bakar, yok olur da fanteziye kaçarsam Siren (bu ilk listeyi de zorlar), Monokl, Dedalus, Everest, Jaguar, April, Helikopter, Yordam (Mieville), İthaki’den (bilim kurgu) belki haberdar olurken bu romanı zamanında Apollon Yayıncılık basmış, hiç haberim olmamış. Sevdiğim bir kültürel hegemonyanın altında hissediyorum kendimi.

29. SİNEKLERİN DOĞAL TARİHİ’NE DOĞRU

Sinekler çift kanatlıların grubuna girer ve bir çift iyi gelişmiş ön kanada sahiptir. Sineklerin çoğu ezelder beri insanın etkinliklerine bağlı olarak onun etrafında yaşamıştır, bu nedenle onlara sinantropik hayvan denir (sin – beraber, antropos – insan). İnsanın evinde, onun dışkısı etrafında, çöplüklerde vs. barınırlar. Bu anlamda bugün tanıdığımız tipik sinantropik sineğin, istemeyerek insan tarafından yaratıldığı varsayılabilir. Veya insanın çöpçülük faaliyetleri tarafından. Bazı biliminsanları onların insandan önce de mevcut olduğunu ve o zamanlar da ceset ve dışkılarla beslendiğini iddia ediyor. Ama insanın ortaya çıkmasıyla sineklerin onda hemen ev sahiplerini gördüklerini ve evine girip orada yapışık kaldıklarını reddetmiyorlar. O günden bu yana ev sahibi -sadece sofrasından kalanları istemelerine rağmen- ısrarcı misafirleriyle barış sağlayamamıştır ve onları her yöntemle kovmaya çalışır. Onları dışarıda tutmak için kapılara tel takar, onları ezmek için ucuna bir parça bezin iliştirildiği sopalar ve boğmak için sirke dolu kaplar kullanır; onları elleriyle yakalayıp kibrit kutusuna doldurur. Küçük çocukların uyguladığı yöntem çok daha etkilidir: Bir sinek yakalanır ve iki kanadı kopartılır, böylelikle sinek ânında çift kanatlılar sınıfının dışında kalır, zavallı bir piyadeye dönüşür ve diğer sineklere ibret olsun ve korku saçsın diye bırakılır. İnsanlar tüm bunları sadece sineğin ne kadar önemli olduğunu ve yarar sağlayabileceğini anlamadıkları için yapar ve neyse ki kayda değer bir başarı elde edemezler.

Her şeyden önce sinek parçalayıcı özelliğe sahip bir organizmadır, yani kompleks organik maddeleri -cesetler, leş, çürümüş et, dışkı- parçalayıp inorganik maddeye dönüştürür, o da bitkiler tarafından tekrar kullanılır. Böylece sıradan bir ev sineği (Musca domestica) veya çiçek sineği (Eristalis tenax), hatta mavi şişe sineği (Calliphora vomitaria) bile, almış başını giden bir organik evrimin doğal bir kısıtlayıcısı görevini görür.

Çift kanatlıların, özellikle sineklerin yapısı son derece ilginçtir. Sinek gözü gerçek bir itiraftır. İyi gelişmiştir ve neredeyse tüm kafayı kaplar. Gözü aslında binlerce minik gözden (aralıktan) oluşur; her biri altıgendir ve hafifçe kabarıktır. Sineklerin miyop olduğu kabul edilmiştir ama yeryüzünde daha ayrıntılı, daha detaylı bir bakış düşünülebilir mi? Bazı romancıların teknik olarak kullandığı fragmantasyon aslında sineğin gözünden alınmıştır. Bir sineği konuşturabilsek ortaya nasıl bir roman çıkar acaba…

Bir sineği konuşturabilsek ortaya nasıl bir roman çıkar acaba… Onun doğal olarak bizimkinden farklı bir dile sahip olduğundan şüphem yok. Şu anda sineği merak eden ben olduğum için (sinek neden beni merak etmiyor?) dilinin mekanizmasını benim keşfetmem lazım. Bildiğim kadarıyla arıların dili uçma esnasında çizdikleri figürlerle bağlantılı. Aynı bağlantı sineklerde de aranabilir. Ev sineği insanlara en yakın olandır, her zaman el altındadır. Lafın gelişi “el altında” dedim. İnsan onunla her zaman tam da bu şekilde konuşmuştur. Başka bir dil aradığımızda “lafun gelişi”nden kaçınmalıyız, o nedenle sinekleri gözümüzün önünde tuttuğumuzu söyleyeceğiz. Bu dili öğrenmenin ikinci aşamasına, “tek bir sinekle konuşma yetisi kazanma” diyebiliriz. Bu, günlerce süren bir gözlem ve tek bir sinek gerektiriyor. Her sinek kendine özgü bir uçuşa, yani dile sahiptir. Bazıları daha gevezedir ve havada daha uzun dolaşır; bazılarıysa ağır ağır konuşur, cümlelerin ortasında bir yerlere konar, başa döner ve sonuç olarak anlatının ucunu kaçırır. Anlatılarını pek fazla süslemeyen, nerede duracağını bilen, açık ve temiz bir uçuşa sahip sineklerin aranması önemlidir. Bilgiden yoksun bir kişi için tüm sinekler aynıdır. Eğer bu yabancı dili öğrenme konusunda kendini geliştirme kararı alan kişi tek bir sineğin yoğunlaştırılmış gözlem aşamasını gözardı ederse, farklı sinekleri kolayca birbirine karıştıracak ve sürekli bir öyküden başka bir öyküye geçecektir.

30.

Çünkü sinek öldüğünde ve üzerine kül serpildiğinde, dirilir, bir tür yeniden doğuş gerçekleşir ve başka bir hayat yeniden başlar.

Lucian, “Sineğe Methiye”

Son zamanlarda, en hafif ifadeyle tuhaf sayılabilecek ama semptomatik olarak da görülebilecek bir şeyle uğraşıyorum. Sinekleri ve… doğrudan söyleyeceğim, onların öykülerini inceliyorum. Bu uğraşımı kolaylaştıran bir nokta var – gözlemlenen obje her zaman gözümün önünde. Diğer herkesin de gözünün önünde, bu yüzden de onlar için görünmez durumda.

Sineklere karşı bu ani ilgimin nedeni mi? Kendimi, yazmak istediğim romandan kaynaklandığına ikna etmeye çalışıyorum. Sineğin bakışını anımsatan çokyönlü bir roman. Ve onun gibi, ayrıntılarla, sıradan gözün görmediği küçücük şeylerle dolu bir roman. Sinekler gibi sıradan bir roman. İşte, itiraf ediyorum, sinekler bana bu yüzden lazım. Başımızın üzerinde uçuşan, tavanda uyuklayan, masanın üzerinde gezinen, aynı anda da çürüyen cesetlerin, tuvalet deliklerinin içine yumurtlayan bu haşereler -bir tek onlar ilahi olanla tuvaletin yeraltı âlemini birbirine bağlayabilir.

Sinek dünyanın arabulucusudur, şeytan ve meleğin bir aradaki halidir. Bir roman için daha iyi bir model, daya iyi bir alegori olabilir mi? Şöyle diyor Eflatun İon‘da: “Şair özünde hafif, uçucu ve kutsal bir varlıktır, sadece kendinden geçince ve aklı kaçınca, sadece mantığını yitirince yaratma yetisine sahiptir.” Bir nevi çıldırmış bir sinek. Eflatun’un şairlerle arasının hiçbir zaman pek iyi olmadığını biliyoruz.

Mükemmel roman, farklı olayları birbirine bağlayan ipin uçuşan bir sinek olduğu romandır. Tekrarlayabilirim -olayları birbirine bağlayan ip uçuşan bir sinek olmalı.

Ve tekrar – bir sinek.

Sinek. Si-nek. Siiii-nek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek.

Peki, sineklere hayranlıkla bakmamın, tuvalete ve tüm bu doğal öyküye gömülmemin bir makul nedeni daha var: etrafta uçuşan diğer sinekleri incelerken birkaç saatliğine susturabildiğim ısrarcı bir neden, adeta bir başka sinek. Ama o içimde kalıyor. Kafatasımın içindeki sineğin bir çıkış yoluna ihtiyacı var.

31.

Ağ, balık yakalamaya yarar – balık yakalandıktan sonra ağ unutulmalıdır.

Kapan, tavşanı yakalamaya yarar –tavşan yakalandıktan sonra kapan unutulur.

Kelimeler, anlamı yakalamak için kullanılır, anlam yakalandıktan sonra kelimeler unutulabilir.

Keşke kelimeleri unutan birini bulabilsem de onunla muhabbet etsem.

Chuang Tzu, MÖ 4. yy.

32.

O öykü toplar ama kendi öyküsü yoktur.

Sabah erken kalkıyorum. Giyinip pazara gidiyorum. Nadiren bir şey alıyorum. Tezgâhları ağır ağır dolaşıyorum, tüm meyve ve sebzeleri inceliyorum. Satıcılara dikkat etmiyorum. Sadece bakıyorum. Sıcak renkler ve yuvarlak şekiller üzerinde düşüncelere dalıyorum. Bu egzersize “gözler için vitamin” adını verdim. Sadece harflere baktığın uzun gecelerden sonra iyi geliyor. Sonra gazete alıyorum. Türü fark etmiyor. Gazete, sigara gibi, bir masada veya bankta tek başına bir saatten daha uzun süre kalmak için bir bahane. Göze çarpmıyorsun. Okuyorsun ve insanların ne konuştuğunu dinliyorsun. Yoksa konuşmayı unutacağım. Konuşmak gelmiyor içimden, son günlerde bunu yaptım mı hatırlamıyorum ama iyi bir dinleyiciyim. Pazarın yanındaki kafede konuşma konuları önceden mevsime göre belirlenmiş durumda. Böylece mayısta mezuniyet partileri, haziranda gelecek izinler, temmuzda üniversite sınavları, ağustosta berbat geçen tatiller, eylülde turşu ve birinci sınıfa başlayan öğrencilerin defterleri hakkında konuşuluyor. Tüm bunlar beni rahatlatıyor. Demek bir yerlerde, hem de bana çok yakın bir yerlerde, hayat sakince ve lokantadaki çorba -ana yemek- tatlı düzeninde devam ediyor. Gazetenin arkasına geçip insanların ne konuştuğunu dinliyorum, sohbetlerinin içinde çözülüyorum, kahve içindeki küp şeker gibi. Eğer dikizlemek göz ve bakışla ilgiliyse, gizli gizli dinlemeye ne denir? Bir tür kulak röntgenciliği.

İşte otuzlu yaşlarda iki kadın. Benim masamda oturuyor ve çene çalıyorlar. Biri altı yaşındaki oğluyla gelmiş; çocuk etrafta dolaşıyor ve annesine yaklaşır yaklaşmaz sohbetleri, ona pastadan bir parça daha verene kadar duruyor, sonra hiç kesilmemiş gibi kolayca devam ediyor. Onlar için neredeyse görünmezim. En azından herhangi bir tedirginlik belirtisi göstermiyorlar. Çocuksuz olanın söyledikleri:

“Evleneli altı yıl oldu ve bu geri zekâlı beni hâlâ affetmiyor.”

“Manyak,” diye cevap veriyor diğeri.

“Benimle sadece âdet gördüğümde yatmaya devam ediyor. Ayda beş gün. Geri kalan zamanda beni görmek istemiyor. Ben ona yanaştıkça o daha fazla öfkeleniyor. Şimdi dairede yalnızız, her gün yapabiliriz. Ama hayır. Bağırıp çağırıyor. Beni görmek istemediğini söylüyor. Köpek, diyor, benimle evlenmeden önce mahallede vermediğin kalmadı.”

“Ne istiyormuş bu herif?”

“Bir yıl dayanamadın diyor. Ona romanlardaki gibi evleneceğimize söz vermiştim, birbirimizin ilki olacakmışız. Ben Brooke Shields miyim sanki?”

“Brook Shields’in bakire olduğunu mu sanıyorsun? Eee, sonra?”

“Şu kadarını söyleyeyim, onu sonuna kadar bekledim. Ama onu Komi’de iki ay daha tuttular. Ben de taştan değilim herhalde. (Burada dayanamayıp kahvemden bir yudum içerken şöyle bir göz atıyorum. Gerçekten taştan değil – neredeyse bir genç kızınki kadar ufak, kışkırtıcı şekilde sivrilen göğüsler, hafifçe genişlemeye başlamış kalçalar, hâlâ diri ve alımlı bacaklar, üzerinde güneşten rengi açılmış belli belirsiz tüyler.) Ve kesinlikle rastlantı sonucu oldu. Bilirsin işte, biraz içersin, gevşersin, güya sadece bir el atarlar, ve… hadi bakalım. Yirmi beş yaşındayım. Adam kanadığımı görünce neredeyse aklını kaçırıyordu. Herhalde mahalledeki son bakireydim. Ne rezillik. Utancımdan öldüm. Sonra bu adamla bir şey olmadı, onu bir daha görmedim, herhalde bana hâlâ küfrediyordur. İki hafta sonra Kirço döndü, düğün için artık belirlenmiş bir günümüz vardı. O bir yemek takımları almış, yüzükler, bir görsen…”

“Çünkü altın orada ucuz.”

“Bayağı bir para biriktirmişti, şeker gibi bir düğün yaptık. Sonra da bakire olmadığımı öğrenince… başlamasın mı bağırmaya, onu aldatmışım, o orada kadın yüzü görmemiş, iki vardiya çıkarıyormuş, diğerleri onunla dalga geçmekte haklıymış, ben burada kuyruğumu sallarken bana güvendiği, benim uğruma ter döktüğü için dalga geçiyorlarmış. Üç ay bana elini sürmedi. Üçüncü ay âdetimi bekledi ve ilk defa birlikte olduk. Ben, diyor, ilkin olamadım ama şimdi her zaman ilk sefer gibi olacak. Üç gün, kanadığım sürece, üzerimden kalkmadı. âdetim çok sancılı geçtiğinden hıçkırıyorum, çığlık atıyorum, kendimi geri çekiyorum… Onunsa daha da hoşuna gidiyor. İstediği bu ya, bakireymişim gibi.”

“Adam hasta. Ama sen de tam dayaklıksın ha, ona hâlâ katlanıyorsun.”

“Onun için kolay olduğunu mu sanıyorsun? Kötü biri değil aslında. Şu deliliği de olmasa. Ayın geri kalan kısmında ne yapıyor bilmiyorum. Banyoda kendi mi hallediyor, başka bir kadın mı var, bilmiyorum. Onu âdetli değilken en azından bir kez yapmaya zorluyorum. Bir hamile kalsam…”

Daha fazla kalmam uygun olmayacak. Kalkıp çıkıyorum. Onlarsa beni sanki yeni fark ediyor, konuşmayı kesip özenle kahvelerini yudumluyorlar. Eve doğru yürürken bu kadınlarla yarım saatliğine kendi kocalarıyla asla olamayacakları kadar samimi olduğumu düşünüyorum. Üzücü bir sonuç. Bir yerlerde kendi karınla senden daha samimi olan başka erkekler var demek.

Georgi Gospodinov, Doğal Roman, çev. Hasine Şen Karadeniz, Metis Yayınları, 2018 [1999], s. 85-93.

IT Sektörü ve İzohips Kitap Kapakları

Türkiye’de bilişim sektörünü, internetin devreye girişini anlatmak için neden en kullanışlı araç izohips haritalar? İzohips yükselti farklarını konu edinirken, bu kapaklardaki varoluş çizgi çizgi bölünmüş, sürekli kendi çemberine ulaşan insanlığa mı tekabül ediyor? Her bir hatta kendine geri dönen kısırdöngü. Diğer çemberlere de yakın fakat asla değemeyen. Aslında Castells’in “ağ toplumu” fikri buna karşıttı.

Marx, Meta Fetişizmi Üzerine

“Bir meta, ilk bakışta, kolayca anlaşılan sıradan bir şey gibi görünür. Metanın analizi, onun metafizik safsatalarla ve teolojik süslerle dolu çok karmaşık bir şey olduğunu gösterir. İster sahip bulunduğu özelliklerle insan ihtiyaçlarını karşılaması, isterse bu özellikleri yalnızca insan emeğinin ürünü olarak kazanması açısından ele alalım, meta, bir kullanım değeri olduğu sürece, onda hiçbir esrarengiz yan bulunmaz. İnsanın, kendi faaliyeti aracılığıyla, doğadaki maddelerin biçimlerini kendisi için yararlı olacak şekilde değiştirdiği gün gibi açık bir şeydir. Örneğin, tahtadan bir masa yapıldığında, tahtanın biçimi değiştirilmiş olur. Ama masa, yine bir tahta, sıradan bir doğal şey olarak kalır. Ama, meta kisvesine bürünür bürünmez, doğal bir şey olmaktan çıkar, duyularla kav­ranamayan bir şey olur. Ayakları yerden kesilmekle kalmaz, ama aynı zamanda bütün diğer metaların karşısında kafası üstünde durur ve tahta kafasından, kendi iradesiyle dans etmeye başlamasından çok daha mucizevi tuhaf fikirler çıkar. (28)

Demek ki, metanın mistik karakteri onun kullanım değerinden kay­naklanmaz. Değeri belirleyen etkenlerin içeriğinden de kaynakla nmaz. Çünkü, bir kere, yararlı emekler ya da üretici faaliyetler ne kadar fark­lı olursa olsun, bunları, insan organizmasının işlevleri olduğu ve bu tür işlevlerin her birinin, içerik ve biçimi ne olursa olsun, özünde, insan beyninin, sinirlerinin, kaslarının, duyu organlarının vb. harcanması ol­duğu fizyolojik bir gerçektir. İkinci olarak, değer büyüklüğünün belir­lenmesinin temelinde yatan şey, yani emeğin harcanmasının süresi ya da niceliği göz önüne alındığı zaman, emeğin niceliği ile niteliği arasındaki farklılık apaçık şekilde görülür. Geçim araçlarının üretimi için harcanan emek-zaman, farklı gelişme aşamalarında aynı derecede ol­masa bile, her toplumda insanları ilgilendirmiş olmalıdır. (29) Son olarak, insanlar, herhangi bir biçimde birbirleri için çalışmaya başlar başlamaz, emekleri de toplumsal bir biçim kazanır.

O halde, meta biçimini alır almaz, emek ürününün anlaşılmaz bir karakter kazanması nereden kaynaklanıyor? Açık şekilde, bu biçimin kendisinden. İnsan emeklerinin eşitliği, emek ürünlerinin aynı değer nesnelliklerinin maddi biçimini alır; insan emek gücünün harcandığı süre boyunca harcanmasının ölçüsü, emek ürünlerinin değer büyüklü­ğü biçimini alır; ve son olarak, üreticiler tarafından harcanan emeklerin toplumsal karakterinin ortaya çıkmasına aracılık eden üreticiler arası ilişkiler, emek ürünlerinin toplumsal bir ilişkisi biçimini alır.

Demek ki, meta biçiminin esrarlı bir şey oluşunun nedeni, basitçe, insanlara, kendi emeklerinin toplumsal niteliğini, emek ürünlerinin nesnel nitelikleri olarak, bu şeylerin toplumsal doğal özellikleri olarak yansıtması ve dolayısıyla, üreticilerle toplam emek arasındaki toplumsal ilişkiyi de, şeyler arasındaki, üreticilerin dışında var olan bir toplum­sal ilişki olarak göstermesidir. Emek ürünlerinin metalar, yani duyusal olarak algılanamaz ya da toplumsal şeyler haline gelmesinin nedeni işte budur. Benzer şekilde, bir şeyin görme siniri üzerindeki ışık etkisi, kendisini, görme sinirinin kendi öznel duyarlılığı olarak değil, gözün dışındaki bir şeyin nesnel biçimi olarak gösterir. Ama, görme olayın­da, gerçekten de, bir şeyden, yani dışarıdaki nesneden, bir başka şeye, yani göze, ışık fırlatılır. Bu, iki fiziksel şey arasındaki bir fiziksel ilişkidir. Buna karşılık meta biçimi ve bunun kendisini ortaya koymasına aracılık eden emek ürünlerinin değer ilişkisi, kendi fiziksel doğalan ve bundan kaynaklanan nesnel ilişkilerle hiçbir bağlantıya sahip değildir. Burada, insanlar için şeyler arasındaki hayal ürünü bir ilişki biçimini alan, insanların kendilerinin belirli toplumsal ilişkisinden başka bir şey değil­dir. Bunun için de, bir benzetme yapmak istersek, din dünyasının sisli bölgesine yükselmemiz gerekir. Burada, insan kafasının ürünleri, kendilerine özgü hayatları olan, kendi aralarında ve insanlarla ilişki halin­deki bağımsız biçimler gibi görünür. İnsan elinin ürünleri olan metalar dünyasında da böyledir. Emek ürünleri metalar olarak üretilmeye başlar başlamaz onlara yapışan ve dolayısıyla da meta üretiminden ayrılmaz olan bu şeye fetişizm adını veriyorum.

Buraya kadarki analizin de göstermiş olduğu gibi, metalar dünya­sının bu fetiş karakteri, meta üreten emeğin kendine özgü toplumsal karakterinden kaynaklanır.

Kullanım nesneleri, genel olarak, yalnızca, birbirlerinden bağımsız olarak harcanan kişisel emeklerin ürünleri oldukları için, metalar haline gelir. Bu kişisel emeklerin bütünü, toplumsal toplam emeği oluşturur. Üreticiler arasındaki toplumsal ilişki, ancak bunların emek ürünlerinin mübadelesi yoluyla kurulduğundan, kişisel emeklerinin özgül toplum­sal nitelikleri de ancak bu mübadele ile kendilerini gösterir. Bir başka deyişle, kişisel emekler gerçekte kendilerini ancak toplam toplumsal emeğin üyeleri olarak, emek ürünleri ve bunlar aracılığıyla da üretici­ler arasında kurulan mübadele ilişkileriyle ortaya koyar. Bundan dolayı, kendi emek ürünlerinin toplumsal ilişkileri, üreticilere, oldukları gibi, yani emek harcayan kişilerin kendi aralarındaki dolaysız toplumsal iliş­kiler olarak değil, aksine, kişiler arasındaki maddi ilişkiler ve şeyler arasındaki toplumsal ilişkiler olarak görünür.”

(28) Dünyanın geri kalanı hareketsiz görünürken Çin’in ve masaların dans etmeye başladığı hatırlanacaktır –pour encourager les autres (başkalarını yüreklendirmek için). [1848-49 devrimlerinden sonra Avrupa’da aristokrat ve hatta burjuva çevrelerinde ruh çağırma, masa çevirme gibi şeyler moda haline gelirken, Çin’de, tarihe Taiping Devrimi diye geç­miş olan, feodalizme karşı girişilmiş güçlü bir kurtuluş hareketi gelişmişti.]

(29) 2. basıma not: Eski Cermenler arasında bir morgen (eski bir arazi ölçüsü) toprağın bü­yüklüğü bir günlük işe göre hesaplanır ve bunun için de Morgen Tagwerk (günlük iş) (aynı zamanda Tagwanne) (jurnale veya jurnalis, terra jurnalis, jornalis veya diurnalis), Mannwerk, Mannskraft, Mannsmaad, Mannshauet vb. gibi isimler alırdı. (Bkz. Geor­ge Ludwig von Maurer, “Einleitung zur Geschichte der Mark-, Hof-, usw. Verfassung”, München 1854, s. 129 vd.)

Karl Max, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi Cilt I, çev. Mehmet Selik & Nail Satlıgan, Yordan Yayınları, 2011 [1890], s. 81-3.