Keskin, Gözlemcinin Sonsuz Sonu

Başkası bambaşka bir figüre yorar elbet bu anlatıcıyı. Benim kafamda gözlemci var. Hayata bir türlü karışmayan, karışamayan, seyir hâlinde bekleyen yaya. Camı açıp havaya ve seslere karışamadığından, dışarıyı etkilememe çabasına koşut dışarıdan etkilenmeme mecburiyeti de var. Ne olup bitecekse içeride olmalı. Merhem, ilaç, sarılma, öğüt, destek, paylaşma yok. Bakış nasıl tek yönlüyse -her bakış olmasa da gözlemcinin bakışı- yaşamak da tek yönlü oluyor böyle etkileşime kapalı kurulduğunda.

Popüler bir şiirmiş, okuyup parçalarını Google’da aradıktan sonra öğrendim. Onlarca sitede izi sürülmüş, paylaşılmış, dertlenilmiş. Demek böyle bir halet-i ruhiye rastlanabilir bir durum. Ama yine, herkes kendi meşrebince değer biçiyordur, benim sezmediğim onca şey vardır, oralardan bakanlar için.

Her şey olup bittiğinde, aştığımızda, karşımıza çıkacak olanın öncekinden daha zorlu olacağı ihtimaline yakınım. İki ana temamı içeriyor: dışarıdalık ve karamsarlık. İkisi direkt ilişkili diyemeyiz, dışarıda durup iyiyi, güzeli ve imkânları tespit eden gözlemcilerin sayısı da azımsanamaz. Onlar diğer gözlemcileri kıskandırır, özendirir.

Günler biz dokunmadığımızda “kendi kendine” mi geçecekler? Camın ötesine geçtiğimizde günlerin geçişini etkiliyoruz o halde. Karamsarlığın içinden bir özne, tamamen kuşatılıp bastırılmamış fakat geri çekilme özgürlüğü bulunan özne de yakalabiliyor olmak, pek de bastırılmamış bir kendiliğin varlığını tatmamıza olana sağlıyor. Gözlemciyi camların ardına atmadılar, o bile isteye orada durmayı seçti.

XXII

Günler öylece kendi kendine geçsin diye
Bir camın arkasında durdum
Bana dokunmasın hiçbir şey
Hiçbir şey yarama merhem olmasın
İyileşecekse, hiçbir şeysiz iyileşsin diye
Bir camın arkasında durup
Akan hayata ve zamana baktım.

Bilirdim, biliyordum, biliyorum,
Bittiğinde, geçtiğinde,
Azaldığında sızı, iyileştiğimde,
O saman tadıyla karıştığında;
Her şey daha acı olacak.

Birhan Keskin, Y’ol, Metis Yayınları, 2017 [2006], 10. basım, s. 36.

Frankl, Varoluşsal Boşluk ve Pazar Günü Nevrozu

Varoluşsal boşluk, yirminci yüzyılın yaygın bir olgusudur. Bu anlaşılır bir şeydir; bunun nedeni, gerçek bir insan olduktan sonra insanın yaşadığı iki yönlü bir kayıp olabilir. Tarihin şafağında insan, bir hayvanın davranışlarını belirleyen ve güvence altına alan bazı hayvanca içgüdülerini kaybetmiştir. Cennet gibi, bu güvenlik de insana sonsuza kadar kapanmıştır; insan seçim yapmak zorundadır. Ne var ki buna ek olarak insan, davranışlarını yönlendiren geleneklerin hızla azaldığı son gelişme döneminde, bir başka kayıpla daha yüz yüze gelmiştir. Hiçbir içgüdü ona ne yapacağını söylemez. Hiçbir gelenek ona ne yapması gerektiğini söylemez; bazen neyi arzuladığını bile bilmez. Bunun yerine ya diğer insanların yaptığı şeyleri arzular (uydumculuk) ya da diğer insanların kendisinden yapmasını istedikleri şeyleri yapar (totalitercilik).

Son zamanlarda yapılan bir istatistiksel araştırma, Avrupalı öğrencilerin yüzde 25’inin şöyle ya da böyle belirgin bir varoluşsal boşluk gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Amerikalı öğrencilerde bu, yüzde 60 olarak gözlenmiştir.

Varoluşsal boşluk temel olarak kendini can sıkıntısı durumunda dışavurur. İnsanlığın, bunaltı ve can sıkıntısından oluşan iki uç arasında sonsuza kadar mekik dokumaya mahkûm olduğunu söyleyen Schopenhauer’i anlayabiliriz. Gerçekte bugün can sıkıntısı, bunaltıdan daha çok soruna yol açmakta ve elbette psikiyatristlere, çözüm bekleyen daha çok sorun sunmaktadır. Ve bu sorunlar giderek daha çok belirleyici olmaktadır, çünkü ilerleyen otomasyon, bir olasılıkla, ortalama çalışanın boş zamanında büyük bir artışa yol açacaktır. Bunun üzücü olan yanı, bu insanların, yeni kazandıkları boş zamanlarında ne yapacaklarını bilmemeleridir.

Örneğin, “Pazar günü nevrozu”nu, yani hafta içinin yoğun işlerinin telaşından sıyrılan ve kendi içlerindeki boşluk belirginleştiği zaman yaşamlarının içerikten yoksun olduğunun farkına varan insanların yaşadığı tatil depresyonunu ele alın. Birçok intihar olayı, bu varoluşsal boşluğa (vakuma) bağlanabilir. Depresyon, saldırganlık, uyuşturucu vb. alışkanlığı gibi bu türden yaygın olguları, bunların altında yatan varoluşsal boşluğu kavrayamadığımız sürece anlayamayız. Bu ayrıca emeklilerin ve yaşlı insanların yaşadığı krizler için de geçerlidir.

Ayrıca varoluşsal boşluğun kendini gösterdiği çeşitli maskeler ve kılıflar da söz konusudur. Bazen engellenen anlam istemi, en ilkel güç istemi olan para istemi de dahil olmak üzere, bir güç istemi ile temsilî bir yoldan dengelenir. Diğer durumlarda, engellenen anlam isteminin yerini haz istemi alır. Varoluşsal engellemenin birçok durumda cinsel dengeleme ile sonuçlanmasının sebebi budur. Bu tür durumlarda cinsel libidonun, varoluşsal boşlukta serpilip yayıldığını gözlemleyebiliriz.

Nevrotik durumlarda benzer bir olay baş gösterir. Daha sonra değineceğim bazı yeni denetim mekanizmaları ve kısır döngü oluşumları vardır. Ne var ki, bu semptomolojinin, bir varoluşsal vakuma sızdığı ve burada gelişmeyi sürdürdüğü tekrar tekrar gözlenebilir. Bu tür hastalarda ele almak zorunda olduğumuz şey, noöjenik nevroz değildir. Buna karşın logoterapiyi psikoterapiye destek olarak kullanmadığımız takdirde, hastanın durumun üstesinden gelmesini kesinlikle başaramayız. Çünkü varoluşsal boşluğu doldurmak yoluyla hastanın, ileride geri tepmeler yaşaması önlenmiş olur. Bu nedenle logoterapi sadece noölojik olaylar için değil, ayrıca psikojenik (ruhsal kökenli), hatta somatojenik (bedensel kökenli) (yalancı) nevroz olayları için de tavsiye edilmektedir. Bu ışık altında bakıldığında Magda B. Arnold’un bir ifadesi haklılık bulmaktadır: “Ne kadar kısıtlı olursa olsun, her terapinin bir açıdan ayrıca logoterapi olması gerekir”.

Hastanın, yaşamın anlamının ne olduğunu sorması halinde ne yapabileceğimize bir bakalım.

YAŞAMIN ANLAMI

Bir doktorun bu soruya genel terimlerle cevap verebileceğinden kuşkuluyum.

Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, çev. Selçuk Budak, Okuyan Us Yayınları, 2009 [1946], s. 120-2.

Coen Kardeşler | Video-Essay’ler

Tam da video-essay’lere olan ilgimi hepten yitirdiğim sıralarda “TIFF Originals”ın Coen’lerin sinemasında tekrar eden bir tema olarak daireyi üst imge olarak seçerek hazırladığı video tekrar iştahımı açtı. Hazır, tartışmalı Buster Scruggs da arz-ı endam etmişken… Coen’lerin filmlerinden kareler izlemek de her zaman bana iyi geldiği için, bu videodan başlayarak kardeşlerin sinemalarından parçalar montajlayıp düşüncelere dalan videoları burada toparlamak istedim. Video-essay üreticileri için böylesi karakterli bir sinema tema çekip video üretmek için bereketli olmuş diye anlıyorum. Hem izlemesi de güzel.

Coen’lerin en iyi filmlerinin ne olduğu farklı sevenleri tarafından hep tartışma konusu olmuştur. Ben bu videoları izledikten sonra A Serious Man ve Fargo’nun açık ara başa oynadığını düşünüyorum. Elbette, en alternatif-popüler filmleri The Big Lebowski, kara filmciler Blood Simple, varoluşçu kara filmciler The Man Who Wasn’t There’i sıklıkla öne koyuyorlar.

The Coen Brothers’ Circular Filmography, with Adam Nayman | TIFF 2018
(Ben Coen’lerin sinemasını daire metaforu üzerinden düşününce aklıma eskimiş ve gevşemiş, anahtarları düzgün tutmayı beceremeyen bir ince metal anahtarlık geliyor. Bir şekilde daire tamamlanıyor sonunda ama yola başladığın gibi olmuyor, düşüp kayboluyor yolda giden anahtar. Beklemediğin bir anda, kapıda, anahtarlığa yöneldiğinde düşüyor. Artık çöpe atılması gereken bir çember bu, iyi niyetlerin tatsız finallere mahkûm olduğu…)

Deconstructing Funny: Coen Brothers
(Neler öğrendim: Şaka, yetişkinler tarafından yapılsa bile, işlerken “çocuksudur”. Mizahın ana öğelerinden biri tekrardır ve bedenle ilişkilidir. Coen’lerin mizahını kuran görsel ve oral imajlara dikkat et. Beklenmedik olanla karşılaşmaya hazır ol. Uzatılan sürem, son şakanın kuvvetini arttıracak. A Serious Man’deki “Ne oluyor” sorusu bu videoda sadece bir mizah yöntemi olarak anılıyor ama daha derinlerde bir yerlere de varabilir. Aslında videonun sonuna bakınca, çembere dair bu videoda da değinmelerin olduğu ortaya çıkıyor.)

Joel & Ethan Coen – Shot | Reverse Shot

A Serious Man: Can Life Be Understood?

Coen Brothers – Stillness of Life || Video Essay

The Big Lebowski: How Every Coen Brothers Movie Is Connected

Fargo- Morality in the Coen Brothers’ World

Fargo – Framing Relationships | CRISWELL | Cinema Cartography

The Coen Brothers: Setting as Character

 

Williams, Kültür (Anahtar Sözcükler’den)

CULTURE [Kültür, hars]

Culture İngiliz dilindeki en karmaşık iki üç sözcükten biri. Kısmen birkaç Avrupa dilindeki girift tarihsel gelişiminden, fakat esasen birkaç ayrı entelektüel disiplindeki ve birkaç ayrı ve de bağdaşmaz düşünce sistemindeki önemli kavramlar için kullanılmasından dolayı böyledir.

Yakınkök Latince cultura’dır, o da kök sözcük colere‘den gelir. Colere bir dizi anlam taşırdı: ikamet etmek, yetiştirmek, korumak, ibadetle onurlandırmak. Bu anlamların bir kısmı sonunda ayrıştı, gerçi hâlâ türemiş adlarda zaman zaman çakışıyorlar. Böylece “ikamet” anlamı colonus aracılığıyla colony‘ye [sömürge] dönüştü. “İbadetle onurlandırmak”, cultus üzerinden cult‘a [inanç, tapınma] dönüştü. Cultura, Cicero’da olduğu üzere, cultura animi‘yi kapsayacak biçimde, yetiştirme veya bakma anlamlarını kazandı, gerçi ortaçağda ikincil onur ve tapma anlamı da olacaktı (krşl. Caxton’da (1483) “tapma” olarak İngilizce’de culture). Cultura‘nın Fransızca biçimleri, o günden bu yana kendi özel anlamını geliştiren eski Fransızca couture ve 15. yüzyılın başlarında İngilizce’ye geçen culture idi. Temel anlamı çiftçilik, doğal büyümenin gözetilmesiydi.

Culture ilk kullanımlarının tümünde bir sürecin adıydı: bir şeyin, özellikle ekinler ve hayvanların bakımı. İkincil coulter -sabankulağı-, Latince culter -sabankulağı- eski İngilizce culter‘dan İngilizce yazım değişkeleri culter, colter, coulter ve ta 17. yüzyılın başlarında culture’a (Webster, Duchess of Malfi, III, ii: “hot burning cultures” [alev alev yanan sabankulakları]) dek farklı bir dilsel rota izlemişti. Eğretilemeyle bir sonraki önemli anlam aşamasına geçiş için daha ileri bir temel sağlamıştır bu. 16. yüzyılın başlarından itibaren doğal büyümenin gözetilmesi insan gelişimi sürecini içine alacak biçimde genişletilmişti ve, çiftçilikteki özgün anlamının yanı başında, 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarına kadar temel anlamı buydu. Böylece More: “to the culture and profit of their minds”; Bacon: “the culture and manurance of minds” (1605); Hobbes: “a culture of their minds” (1651); Johnson: “she neglected the culture of understanding” (1759) diye yazacaktı. Bu gelişimin çeşitli noktalarında iki can alıcı değişim gerçekleşti: birincisi, insan bakımını doğrudan hale getiren eğretilemeye belli derecede alışma; ikincisi, sözcüğün soyut biçimde taşıyacağı genel bir süreci içine alacak biçimde özel süreçlerin genişletilmesi. Bağımsız isim olarak culture, karmaşık modern tarihine işte bu ikinci gelişmeden başladı kuşkusuz, fakat değişim süreci öylesine karışık ve anlam gizillikleri öylesine yakındır ki, kesin bir tarih vermek mümkün değildir. Bağımsız bir sözcük, soyut bir süreç ya da böylesi bir sürecin ürünü olarak culture, 18. yüzyılın sonlarından önce önemli değildir ve ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren yaygınlık kazanır. Fakat bu gelişmenin ilk aşamaları birdenbire ortaya çıkmamıştır. Milton’da, The Readie and Easie Way to Establish a Free Commonwealth‘ın gözden geçirilmiş ikinci baskısında (1660), ilginç bir kullanım vardır: “spread much more Knowledg and Civility, yea, Religion, through all parts of the Land, by communicating the natural heat of Govemment and Culture more distributively to all extreme parts, which now lie num and neglected.” [Evet, çok daha fazla Bilgi ve Medeniyet, ve Din yayılmalı, Ülke’nin her yanına. Yönetim ve Kültür’ün doğal ısısı, şimdi dilsiz ve bakımsız yatan, en uzak köşelere kadar, daha eşit biçimde dağılmalıdır.] Burada eğretilemeli anlam (“doğal ısı”) hâlâ mevcut gibidir ve normal olarak culture‘ın olmasını bekleyeceğimiz bir yerde 19. yüzyılda hâlâ civility (krşl. CIVILIZATION) yazılıdır. Yine de “government and culture”ı çok modern bir anlamda okuyabiliriz. Milton, bütün savunusunun gidişatından anlaşıldığı kadarıyla, genel bir toplumsal süreç üstüne yazıyor ve gelişimin belli bir aşamasıdır bu. 18. yüzyıl İngiltere’sinde, cultivation ve cultivated bu anlamda daha yaygın kullanılmasına rağmen, bu genel süreç belli sınıf çağrışımları da kazandı. Fakat 1730 tarihli bir mektupta (Killala Piskoposu’ndan Bayan Clayton’a; alıntılayan Plumb, England in the Eighteenth Century) bu anlam açıktır: “it has not been customary for persons of either birth or culture to breed up their children to the Church”. [Ne soylular ne de okumuş sınıf, çocuklarını Kilise için yetiştirmeyi adet edinmiştir] Akenside (Pleasures of Imagination, 1744) şöyle yazacaktı: “…nor purple state nor culture can bestow”. [ne imparatorluk erguvanı ne de kültürün bağışlayacağı…] Wordsworth ise “where grace of culture hath been utterly unknown” [eğitimin lütfunun hiç bilinmediği yerde] (1805) ve Jane Austen da (Em­ma, 1816) “every advantage of discipline and culture” diye yazacaktı.

Böylece culture‘ın İngilizce’de yeni bir toplumsal ve entelektüel hareketin belirleyici etkilerinden önce, modern anlamlarından kimilerine doğru geliştiği açıktır. Fakat bu hareket içinde, 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında, gelişimini izlemek için, diğer dillerdeki ve özellikle Almanca’daki gelişmelere de bakmamız gerek.

Fransızca, 18. yüzyıla dek, culture, İngilizce kullanımda kaydedildiği üzere, yetiştirilen maddeyi anlatan bir dilbilgisel biçimle birlikte kullanılıyordu. Bağımsız bir isim olarak zaman zaman kullanılışı 18. yüzyılın ortalarına kadar gider, yani İngilizce’ deki benzer seyrek kullanımların çok daha ertesine. Bağımsız isim civilization [uygarlık] da 18. yüzyılın ortalarında çıktı; culture‘la ilişkisi o günden bu yana çok karmaşıktır (krşl. CIVILIZATION ve aşağıdaki tartışma). Almanca’da bu noktada önemli bir gelişme görüldü: Fransızca’dan ödünç alınmıştı ve önce (18. yüzyılın sonları) Cultur, sonra 19. yüzyıldan itibaren Kultur diye yazılacaktı. Temel anlamı hâlâ civilization‘un eşanlamlısıydı: birinci olarak, “civilized” [uygarlaşmış] ya da “cultivated” [kültürlü] olmaya dair genel bir sürece ilişkin soyut bir anlamda; ikinci olarak, insanın seküler gelişme sürecinin tanımı olarak, 18. yüzyılın popüler evrensel tarihlerinde, Aydınlanma tarihçileri tarafından civilization’u anlatmak için kurulmuş olan anlam. Herder’de belirleyici bir kullanım değişikliği görülecekti. Bitiremediği Ideas on the Philosophy of the History of Mankind‘da (1784-91) Cultur‘den şöyle söz ediyor: “bundan daha belirsiz bir sözcük, bütün uluslar ve dönemlere uygulanmasından daha aldatıcı bir şey yoktur”. “Civilization” ya da “culture”ın -insanlığın tarihsel öz-gelişiminin- şimdilerde çizgisel dediğimiz, 18. yüzyıl Avrupa kültürünün yüksek ve egemen noktasına ulaştığı bir süreç olarak evrensel tarihlerin kabul edilmesine karşı çıkmıştı. Aslında yeryüzünün dört bir yerinin Avrupa’ya boyun eğdirilmesine karşı çıkıyordu:

Çağlar boyunca can veren, yeryüzünün dört bir yanındaki insanlar, siz yalnızca küllerinizle toprağı beslemek için, en sonunda nesliniz Avrupa kültürü tarafından mutlu edilsinler diye yaşamadınız. Üstün Avrupa kültürü anlayışının ta kendisi Doğa’nın büyüklüğüne apaçık bir hakarettir.

Dolayısıyla “kültürler”den söz etmek gerektiğini: farklı uluslar ve dönemlerin özgül ve değişken kültürlerinden, aynı zamanda belli bir ulus içindeki toplumsal ve ekonomik grupların özgül ve değişken kültürlerinden de söz etmek gerektiğini savunuyordu. Romantik hareket içinde, bu anlam ortodoks ve egemen “civilization“a bir alternatif olarak büyük ölçüde geliştirildi. İlkin ulusal ve geleneksel kültürleri, yeni folk-culture [halk kültürü] (krşl. FOLK) kavramı da dahil olmak üzere, vurgulamak için kullanıldı. O sıralar ortaya çıkan yeni uygarlığın “MECHANICAL” [mekanik] (bkz. bu madde) niteliği olarak görülen şeye saldırmak için kullanılacaktı sonraları. “İnsani” ile “maddi” gelişim arasında ayrım yapmak için kullanılıyordu. Bu dönemde çok sıkça olduğu üzere, siyasal olarak, radikalizm ile tepki arasında yalpalıyordu ve çoğunlukla da, büyük toplumsal değişimin kargaşası içinde, her ikisinden de öğeleri kaynaştırıyordu. (İşlerin iyice karışmasına neden olmasına rağmen, aynı ayrımın, özellikle “maddi” ve “manevi” gelişim arasındaki ayrımın, von Humboldt ve başkaları tarafından, ta 1900’lere kadar, terimler terse çevrilerek, yani culture maddi ve civilization manevi olacak biçimde, yapıldığını da eklemek gerek.)

Öte yandan, Almanya’ da 1840’lardan itibaren, Kultur tam da 18. yüzyıl tarihlerinde civilization‘un kullanılmış olduğu anlamda kullanılıyordu. Belirleyici olan yenilik G. F. Klemm’in yabanıllıktan evcilleşmeye ve özgürlüğe insanın gelişiminin izini süren Allgemeine Kulturgeschichte der Menscheit‘ıdır -“İnsanın Genel Kültürel Tarihi” (1843-52). Her ne kadar Amerikalı antropolog Morgan, benzer aşamaların izini sürerek “Ancient Society“yi [eski toplum] Civilization‘ın doruk noktası olarak kullandıysa da, Klemm’in yüklediği anlam varlığını sürdürdü ve İngilizce’de Tylor tarafından doğrudan doğruya kullanıldı- Primitive Culture (1870). Modern toplum bilimlerindeki başat anlamı işte bu gönderim çizgisi içinde izlenmelidir.

Sözcüğün modern gelişiminin ve kullanımının karmaşıklığı ancak bundan sonra anlaşılabilir. Şimdiki “şeker pancarı kültürü” örneğindeki fiziksel sürecin ya da 1880’lerden bu yana bakteriyolojideki uzmanlaşmış fiziksel uygulamanın, “virüs kültürü”, birebir sürekliliğine dayalı olan anlamı artık kolayca ayırt edebiliyoruz. Fakat bir kez fiziksel göndergenin ötesine geçtik mi, üç geniş, etkin kullanım kategorisi kabul etmemiz gerekir. Bunların ikisinin kaynağını zaten ele aldık: (i) 18. yüzyıldan itibaren zihinsel, manevi ve estetik gelişime ilişkin genel bir süreci anlatan bağımsız ve soyut ad; (ii) ister özgül ister genel biçimde kullanılsın, Herder’den Klemm’e dek, gerek bir halkın, dönemin, grubun gerekse genel olarak insanlığın belli bir yaşama biçimini anlatan bağımsız ad. Fakat entelektüel ve özellikle sanatsal etkinliğin ürünleri ve uygulamalarını anlatan bağımsız ve soyut adı da (iii) olarak kabul etmemiz gerekir. Şu anda en yaygın kullanım bu gibi görünmektedir: culture müzik, edebiyat, resim ve heykel, tiyatro ve filmdir. Ministry of Culture [Kültür Bakanlığı], bazen felsefe, akademi ve tarihi de katarak, bu özgül etkinliklere gönderme yapar. Bu kullanım, (iii), aslında görece geç ortaya çıkmıştır. Tam olarak tarihini belirlemek güç, çünkü kökeni itibariyle anlam (i)’in bir uygulamasıdır: zihinsel, manevi ve estetik gelişime ilişkin genel bir süreç düşüncesi, bunu temsil eden ve destekleyen ürünler ve uygulamalara yöneltilir ve aslında aktarılır. Fakat aynı zamanda daha önceki süreç anlamından gelişmiştir; krşl. “progressive culture of fine arts” [güzel sanatların ilerici kültürü], Millar, Historical View of the English Government, IV, 314 (1812). İngilizce’de (i) ve (iii) hâlâ yakındır; bazen, iç nedenlerle, Arnold’ın Culture and Anarchy‘sinde (1867) olduğu üzere birbirinden ayrılamaz ; oysa anlam (ii) çok açık biçimde Tylor tarafından, Primitive Culture (1870), Klemm’in izinden giderek İngilizce’ye sokuldu. (iii)’ün İngilizce’deki belirleyici gelişimi 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarındaydı.

Sözcüğün bu karmaşık ve hala etkin tarihi karşısında, kolay olanı bir tek “doğru”, “uygun” ya da “bilimsel” anlam seçip diğerlerini belirsiz ya da karışık diye bir yana bırakarak tepki göstermektir. Bu tepkinin bir örneği Kroeber ve Kluckhohn’un çok başarılı çalışmalarında bile görülür: Culture: a Critical Review of Concepts and Definitions, burada Kuzey Amerika antropolojisindeki kullanım aslında ölçü olarak alınmıştır. Belli bir çalışma alanında, kavramsal kullanımın açıklığa kavuşturulması gerektiği açıktır. Fakat genel olarak anlam çakışması ve yelpazesidir önemli olan. Anlam karmaşası genel insan gelişimi ile belli bir aşama biçimi arasındaki, her ikisiyle sanat ve zihin ürünleri ve uygulamaları arasındaki ilişkilere değgin karmaşık bir savunuyu gösterir. Arkeoloji ve cultural anthropology‘deki culture veya culture‘a yapılan göndermelerin öncelikle material [maddi] üretimi anlatıyorken, tarih ve cultural studies‘de göndermenin öncelikle göstergesel ya da simgesel dizgelere olması özellikle ilginçtir. Son zamanlardaki bazı tartışmalarda -krşl. benim Culture– karşıtlaştırılması değil de ilişkilendirilmesi gerektiği öne sürülen “maddi” ve “simgesel” üretim arasındaki ilişkiler gibi merkezi bir sorunu çoğu zaman karıştırır, ama daha çok da gizler. Bu karmaşık savunu içinde, çakışan konumların yanı sıra özünde karşıt konumlar da var; tahmin edileceği üzere çözülmemiş sorular ve karma karışık yanıtlar da bulunuyor. Fakat bu tartışmalar ve sorular sözcüğün var olan kullanımına indirgeyerek çözülemez. İngilizce’den başka dillerde, ki önemli ölçüde değişkenlik vardır, sözcüğün değişik biçimlerinin kullanımlarıyla da ilgilidir bu nokta. Antropolojik kullanım Alman, İskandinav ve Slav dil gruplarında yaygındır, fakat belirgin biçimde sanat ve bilgi anlamlarına, İtalyanca ve Fransızca’da genel bir insan gelişimi sürecine bağlıdır. Tek bir dilin içinde olduğu kadar diller arasında da, anlam ve gönderim yelpazesi ve karmaşıklığı hem entelektüel konum farklılığı hem de kimi bulanıklık ya da çakışmaları gösterir. Hangi türden olursa olsun bu değişkenlikler, bu karmaşık sözcüğün imlediği etkinlikler, ilişkiler ve süreçlere ilişkin alternatif bakışlar içeriyorlar hiç kuşkusuz. Yani karmaşıklık, sonuçta sözcükte değil kullanım değişkenliklerinin gösterdiği sorunlardadır.

Bazı ilişkili ve türemiş sözcüklere de bakmak gerekir. Cultivation [tarım, kültür] ve cultivated [işlenmiş, kültürlü ] 17. yüzyılda fiziksel olandan toplumsal veya eğitimsel olana doğru aynı eğretilemeli genişlemeyi yaşadılar ve 18. yüzyılda özellikle önemliydiler. Coleridge, uygarlıkla kültür arasında 19. yüzyılın başlarına özgü klasik bir ayrım yaparak, şöyle yazmıştı (1830): “the permanent distinction, and occasional contrast, between cultivation and civilization” [kültürle uygarlık arasındaki sürekli ayrım ve zaman zaman ortaya çıkan karşıtlık]. Bu anlamıyla isim, aslında ortadan kalktı, fakat sıfat biçimi hala bir hayli yaygın, özellikle davranışlar ve beğeniler konusunda. Önemli bir sıfat olan cultural 1870’lere kadar gider; 1890’lardan sonra yaygınlaşmış gibidir. Ancak sanatsal, entelektüel veya antropolojik anlamlarıyla bağımsız adın aşina olmasıyla birlikte, sözcük modern anlamıyla kullanılabilmiştir. İngilizce’de culture sözcüğüne düşmanlık Amold’ın görüşleri çevresindeki tartışmaya kadar gider. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, aesthete ve AESTHETIC’e (bkz. bu madde) duyulan benzer bir düşmanlıkla ilişki içinde güç kazanmıştır. Sınıf ayrımıyla ilişkisi culchah gibi taklit bir sözcük üretmiştir. Kultur propagandasına bağlı olarak 1914-18 savaşı sırasında ve sonrasında Almanya karşıtı duygularla kesişen bir düşmanlık alanı da vardı. Merkezî düşmanlık alanı varlığını korumuş ve bunun bir öğesi son zamanlardaki Amerikan İngilizcesi’ne özgü culturevulture [kültür düşkünü] ifadesiyle vurgulanmıştır. Neredeyse bütün düşmanlığın (tek istisnası geçici Almanya karşıtı çağrışımdır) daha üstün bilgi (krşl. INTELLECTUAL adı), incelik iddiaları, “yüksek” sanat (culture) ile popüler sanat ve eğlence arasındaki ayrımları kapsayan kullanımlarla bağlantılı olması anlamlıdır. Böylece gerçek bir toplumsal tarihi ve çok güç, karmaşık bir toplumsal ve kültürel gelişim aşamasını kayda geçirir. Culture, cultural ve sub-culture [altkültür] (ayırt edilebilen daha küçük bir grubun kültürü) gibi oluşumların gitgide genişleyen toplumsal ve antropolojik kullanımının, belli alanlar dışında (özelikle popüler eğlence) ya düşmanlığı ve ona bağlı tedirginlik ve utancı ortadan kaldırmış ya da aslında azaltmış olması ilginçtir. Culturalism‘in son zamanlarda, toplumsal çözümlemede structuralism‘e [yapısalcılık] yöntemsel bir karşıtlığı anlatmak üzere kullanılması önceki güçlüklerin bir kısmını sürdürür, düşmanlığı da her zaman ortadan kaldırmaz.

Raymond Williams, Anahtar Sözcükler: Kültür ve Toplumun Sözcarlığı, çev. Savaş Kılıç, İletişim Yayınları, 2012 [1976], 5. basım, s. 105-12.

Bloom, Edebiyat Çalışmaları ve Okumanın Bugünü

Şimdiye dek edebiyat eleştirileri, kültürel çalışmalar, kültürel sermaye tartışmaları, post-marksist veya post-yapısalcı düşünürler vb. kanallarından aşina olduğum görüşlerin büyük kısmına bir karşı çıkış Harold Bloom’unki. “İngiliz/Amerikan Edebiyatı” eğitiminde paylaşılan bazı görüşler olsa gerek, ben oraya çok aşina olmadığımdan şaşırdım. Bir karşı görüş çetelesi olarak hatırda tutmak için buraya geçirdim. Neil Postman (ya da diğer distopik pesimistler/elitistler) benzeri bir “görsel kültüre geçiş” ve bununla beraber güncel kültürün daha çok dikkat, özen ve yalnızlık gerektirdiğini iddia ettiği yazılı kültürden uzaklaşma tespiti var. 1994’de yazmış, üniversitelerin neoliberal dönüşümüyle ve sektör profesyonelleri yetiştirme niyetinin başatlaşmasıyla birlikte büyük ölçüde tutan bir “Edebiyat bölümlerinde küçülme ve butikleşme” kehaneti var. Shakespeare’de olanın öncelleri ve ardıllarında asla olmadığına dair övgüleri var. Bir de edebi üretimin “bağlama alınması” üstünden postmodernizm eleştirisi var.

Her ne kadar bu hoş, antika bir anlam taşısa da burada sunduğum şey bir “hayat boyu okuma planı” değildir. İlgimizi çekecek yeni teknolojilerin hızla çoğalmasına rağmen (umuyoruz ki) okumaya devam edecek inatçı okuyucular daima olacaktır. Bazen Dr. Johnson ya da George Eliot’ı MTV Rap müziğiyle karşılaşmış ya da sanal gerçekliği deneyimlerken hayal ederim be onların bu türden sini bozucu eğlenceleri şiddetle reddeceklerine inanarak kendimi cesaretlendiririm. Büyük üniversitelerimizden birinde bütün hayatımı edebiyat öğretmek için harcadıktan sonra, edebiyat eğitiminin şu anda içinde bulunduğu hastalığı atlatabileceği konusunda pek de inancım yok.

Eğitimcilik kariyerime 40 yıl önce T.S. Eliot’un fikirlerinin baskın olduğu bir akademik bağlamda başladım; bunlara karşı elimden geldiğince savaştım. Şimdi etrafımdaki hip-hop profesörlerini, Gallik-Germanik teorinin klonlarını, toplumsal cinsiyetin ve her çeşit cinsel tercihin ideologlarını, sınırsız çokkültürcüleri gördükçe edebi çalışmaların Balkanlaşmasını geri çevirmenin mümkün olmadığını anlıyorum. Edebiyatın estetik değerine karşı olan bütün bu kırgınlar hiçbir yere gitmeyecekler ve arkalarından gelecek kurumsal kırgınlar yetiştirecekler. Eski bir kurumsal Romantik olarak hâlâ Eliot’ın Teokratik ideolojiye karşı nostaljisini reddediyorum ama edebi tercihler konusunda kimseyle tartışmak için de bir neden göremiyorum. Bu kitap akademisyenlere yönelik değildir çünkü onların sadece çok küçük bir kısmı hâlâ okuma aşkı için okur. Johnson’ın ve ardından Woolf’un sıradan okur dediği şey hâlâ var olmaya devam eder ve büyük ihtimalle hangi kitapların okunabileceği konusunda önerilere açıktır.

Böyle bir okuyucu kolay bir haz için ya da sosyal suçluluk duygusunu yatıştırmak için değil yalnız başına bir var olma halini genişletmek için okur. Akademi öylesine fantastik bir hal aldı ki saygıdeğer bir eleştirmenin bu türden okuyucuyu kınadığını duydum. Bu eleştirmen bana yapıcı sosyal bir amaç olmadan okumanın etik olmadığını söylemişti ve Birmingham (İngiltere) kültürel materyalizm ekolünün lideri Abdul Jan Muhammed’in yazdıklarını okuyarak kendimi yeniden eğitmemi istemişti. Her şeyi okumaya hazır bir okuma bağımlısı olarak onun sözünü dinledim ama onun müridi olmadım ve size neyi nasıl okumanız gerektiğini söylemeye gelmedim. Sadece kendi okuduklarımı ve tekrar okumaya layık olduğunu düşündüklerimi söyleyeceğim. Bu da kanonsal olanın pragmatik tek testidir.

Sanırım bir “kültürel eleştiri” ve “kültürel materyalizm”e sahip olunca “kültürel sermaye” nosyonuyla da ilgilenmek zorunda kalırsınız. Ancak “kültürel sermaye”yi biriktirmek için sömürülen “artı değer” nedir? Bir bilimden çok bir acı çığlığı olan Marksizim şairleri olmuştur ama bu bütün diğer önde gelen dine karşı çıkışlar için böyledir. “Kültürel Sermaye” ya bir metafordur ya da ilginç olmayan bir düz anlamdır. Eğer ikincisiyse, basit bir şekilde yayıncılar, ajanslar ve kitap kulüpleriyle alakalıdır. Mecazi bir kullanım olarak ise, kısmen bir acı çığlığı kısmen ise Fransız üst orta sınıftan ortaya çıkmış entelektüellere ait suçluluk duygusunun çığlığıdır ya da hangi ülkede yaşadıklarını ve ders verdiklerini unutup Fransız kuramcılarıyla özdeşleşen kendi akademisyenlerimizin suçluluk duygusunun çığlığıdır. ABD’de “kültürel sermaye” var mıdır ya da olduğu zaman olmuş mudur? Biz Kaos Çağı’nda hüküm süreriz çünkü Demokratik Çağ’da bile kaotik olmuşuzdur. Çimen Yaprakları “kültürel sermaye” midir? Ya Moby Dick? Asla resmi bir Amerikan edebi kanonu olmamıştır ve olamaz da çünkü Amerika’da estetik daima yalnız, eşsiz ve izole bir halde var olur. “Amerikan Klasisizmi” bir oksimorondur, “Fransız Klasisizmi” ise tutarlı bir gelenektir.

Edebiyat çalışmalarının bir geleceği olduğuna inanmıyorum ama bu edebiyat eleştirisinin öleceği anlamına gelmez. Edebiyatın bir kolu olarak eleştiri ayakta kalacaktır fakat büyük olasılıkla bizim eğitim kurumlarımızda değil. Batı edebiyatı çalışmaları da devam edecektir ama günümüzdeki Klasik Edebiyat bölümlerinde olduğu gibi alçakgönüllü boyutlarda olacaktır. Şu andaki “İngiliz edebiyatı Bölümleri”nin adları “Kültürel Çalışmalar Bölümleri” olacak ve Batman çizgi romanları, Mormon temalı parklar, televizyon, sinema ve rock müzikle ilgili çalışmalar, Chaucer, Shakespeare, Milton, Wordsworth ve Wallace Stevens’ın yerini alacak. Bir zamanlar elitist olan, önde gelen üniversiteler ve kolejler hâlâ Shakespeare, Milton ve diğerleri üzerine birkaç ders açacaklar ama bunlar antik Yunanca ve Latince hocaları gibi üç ya da dört akademisyenin olduğu bölümlerde öğretilecek. Bu gelişmelere üzülmeye gerek yok; şimdilerde Yale Üniversitesi’ne sadece bir avuç öğrenci gerçek bir okuma tutkusu ile gelir. Böyle bir aşk içlerinde yoksa kimseye şiiri sevmeyi öğretemezsiniz. Yalnızlığı nasıl öğretebilirsiniz? Gerçek okuma yalnız bir etkinliktir ve kimseye daha iyi bir vatandaş olmayı öğretmez. Belki de okumanın çağları (Aristokratik, demokratik, kaotik) artık sona erecektir ve yeni doğan Teokrati Çağ sadece sözel ve görsel bir kültür olacaktır.

ABD’de “edebiyat çalışmalarında bir kriz”in, dini bir yeniden doğuş (ya da Büyük Uyanış) ve bir suç dalgasıyla ortak bir özelliği vardır. Bunların hepsi habercilik olaylarıdır. Bizim ülkemiz iki yüz yıldan beri daimi bir dini yeniden doğuşun içindedir; sivil ve domestik şiddete bağımlılığıa artık daha çok saygı görür, daha baskındır ve kendimi edebiyata adadığım neredeyse yarım yüzyıl içinde bu türden faaliyetler toplum tarafından biteviye sorgulanmış ve genel olarak ilgisiz bulunmuştur. İngiliz edebiyatı ve benzer bölümler kendilerini tanımlamakta hep güçlük çektiler ve yutulmaya hazır gördükleri her şeyi midelerine indirerek akıllıca davranmadılar.

Böyle bir açgözlülükle kendilerine zarar vermelerinde korkunç bir adalet vardır; şiir, tiyatro, hikâye ve romanların öğretimi yerine şimdi çeşitli sosyal ve politik amaçların desteklenmesi geçmiştir. Popüler kültürün ürünleri, eğitim aracı olarak büyük yazarların zor eserlerinin yerine geçecektir. Tekrar tanımlanması gereken şey “edebiyat” değildir; eğer onu okuduğumuzda edebiyat olduğunu anlamıyorsanız, o zaman hiç kimse size edebiyatı ve onu sevmeyi öğretemez. Post-Marksist idealistler “kriz”e çare olarak evrensel erişimli bir kültürü sunmuşlardır ama Kayıp Cennet ya da Faust İkinci Bölüm nasil olur da evrensel erişimli olabilir? En güçlü şiirler her sosyal sınıftan, toplumsal cinsiyetten, ırktan ya da etnik kökenden gelen insanların sadece çok azının derinlemesine okuyabileceği kadar bilişsel ve hayal gücü açısından zordur.

Küçük bir çocukken, neredeyse evrensel bir şekilde okul müfredatlarının bir parçası olan Shakespeare’in Julius Ceasar adlı eseri, Shakespeare trajedilerine oldukça uygun bir başlangıçtır. Şimdi ise öğretmenler, bana birçok okulda bu oyunun artık baştan sona okunamadığını çünkü öğrencilerin dikkatlerini toparlayamadıklarını söylüyorlar. Bana söylediklerine göre iki ayrı yerde kartondan kılıçlar ve kalkanlar yapmak, oyunu okuma ve tarıtşmanın yerini almış. Erken dönem eğitiminin bu hale gelmesini, edebiyatın üretim ve tüketim araçlarının hiçbir sosyalleşmesi telafi edemez. Araştırmacının etiği, şu anda uygulandığı haliyle, herkesi kolay oldukları için evrensel bir şekilde ulaşılabilen hazları, daha zor hazların yerine koymaya cesaretlendirmektedir. Troçki, Marksist arkadaşlarını Dante’yi okumaya yönlendirdi ama günümüzde üniversitelerde ona yer olmadığını görüyoruz.

Ben gerçek bir Marksist eleştirmenim, Karl’dan ziyade Groucho Marx’ın izinden giderim ve düsturum da Groucho’nun ünlü sözüdür: “O her neyse ben ona karşıyım!” Ben de sırasıyla T.S. Eliot’ın Neo-Hristiyan Yeni Eleştirisi’ne ve onun akademik takipçilerine; Paul De Man ve klonlarının yapı bozumculuğuna; edebi Kanon’un sözde eşitsizlikleri ve daha da şüpheli ahlakı üzerine Yeni Sol’un ve Eski Sağ’ın atıp tutmalarına hep karşı çıktım. Çok nadir görülen güçlü eleştirmenler, her ne kadar buna teşebbüs etseler de Kanon’u genişletme, revize etme ve değiştirme işini yapmazlar. Ancak bilerek ya da bilmeyerek sadece geçmiş ve şimdiki zamanın bitmeyen kavgasında şekillenen kanonlaşmanın hakiki görevini tasdik ederler. John Ashberry ve James Merrill’i ya da Thomas Pynchon’u belirsiz, var olmayan ama yine de Amerikan Kanonu’nun etkileyici bir nosyonuna dahil edecek sosyo-ekonomik bir süreç yoktur. Wallace Stevens ve Elizabeth Bishop’un şiiri mirasçıları olarak Ashbery ve Merrill’i, Emily Dickinson’ın şiiri ise Stevens ve Bishop’u seçmiştir. Pynchon’un en iyi eserleri S.J. Perelman ve Nathanael West’in bir birleşimidr denebilir ama 49 Numaralı Parçanın Nidası romanının kanonsal potansiyeli, daha çok onun Miss Lonelyhearts tarafından taklit edildiğine dair tekinsiz duygumuza bağlıdır.

Shakespeare ve Dante daima, kanonsallığın düşüşüne istisna olurlar. Bu, kitap boyunca söylediğim şeyi bir kez daha tekrarlamanın bir şeklidir: Batı Kanonu Shakespeare ve Dante’dir. Onlardan sonra ise onlar neyi iç­lerine aldıysa ve ne onları içine aldıysa, Kanon odur. Edebiyat”ı yeniden tanımlamak boşuna bir uğraştır çünkü Shakespeare ve Dante’yi kavrayacak kadar bilişsel gücü toparlamak imkânsızdır ve onlar edebiyatın ta kendisi­dir. Shakespeare ve Dante’yi yeniden tanımlamaya gelince, size iyi şanslar dilerim. Bu girişim şimdilerde “Yeni Tarihselcilik” yani Fransız Shakespea­re Michel Foucault’nun gölgesindeki Hamlet ile oldukça ilerlemiş durum­da. Fransız Freud ya da Lacan’dan hoşlandık, Fransız Joyce ya da Derrida’yı da sevdik. Yahudi Freud ve İrlandalı Joyce benim zevkime daha uygundur, aynı şekilde İngiliz Shakespeare ya da evrensel Shakespeare de öyle. Fransız Shakespeare öylesine enfes bir saçmalıktır ki böyle komik bir yaratıyı takdir etmemek nankörlüktür.

Öğrencilerin tam olarak neden amatör siyaset bilimciler, bilgisiz sos­yologlar, yeteneksiz antropologlar, vasat filozoflar ve şartlanmış kültürel tarihçiler haline geldikleri sorusu kafamızı karıştırır ama cevabı tahmin edebiliriz. Edebiyattan nefret ederler ya da ondan utanırlar ya da okumak­tan o kadar da hoşlanmazlar. Bir şiiri, romanı ya da Shakespeare trajedisini okumak onlar için bağlama yerleştirme alıştırmasıdır ama bunu yeterli arka plan bilgisi bulmanın mantıklı bir şekliyle yapmazlar. Her ne kadar seçilmiş de olsalar, bağlamlara bir Milton şiirinden, Dickens romanından ya da Macbeth‘ten daha fazla değer ve güç verilir. “Toplumsal enerjiler” me­taforunun ne için kullanıldığı konusunda pek emin değilim ama Freud’un itkileri gibi bu enerjiler de yazıp okuyamaz ve hatta hiçbir şey yapamaz. Libido bir mittir, “toplumsal enerjiler” de aynı şekilde. Skandal derecesin­de usta olan Shakespeare, Hamlet ve Kral Lear‘ı yazmayı başarmış gerçek bir insandı. Bu skandal şimdilerde edebi kuram dedikleri şey için kabul edilemez bir şeydir.

Harold Bloom, Batı Kanonu: Çağların Ekolleri ve Kitapları, çev. Çiğdem Pala Mull, İthaki Yayınları, 2014 [1994], s. 469-73.