Handke, Katlanılamazlık ve Deneyim Üzerine

“Kasabaya dönünce bir kafeye oturdu Bloch ve kâğıt oynayanları seyretmeye başladı. Arkasına oturduğu oyuncuyla arasında tartışma çıktı. Öbür oyuncular Bloch’tan çekip gitmesini istedi. Bloch arka odaya geçti. Diya gösterili bir konferans veriliyordu. Bir süre baktı. Güneydoğu Asya’daki misyoner hastaneleri üzerine bir konferanstı bu. Yüksek sesle lafa karışan Bloch, izleyicilerle atışmaya başladı gene. Arkasını dönüp çıktı.

Dönüp gene salona girmeyi düşündü; ama girerse söyleyebileceği hiçbir şey gelmiyordu aklına. İkinci kafeye gitti. Orada vantilatörün kapatılmasını istedi. “Ayrıca ışık da çok ölgün” dedi. Garson kız yanına oturmuştu, bir süre sonra konu kızın omzuna dolayacakmış gibi yaptı; kız Bloch’un niyetinin gerçek olmadığını anlayıp, daha kendisi niyetinin gerçek olmadığını belli etmeye fırsat bulmadan, geriye yaslandı. Bloch kolunu gerçekten kızın omzuna dolayarak hatasını düzeltmek istedi ama beriki kalkmıştı bile. Bloch da kalkmaya davranınca kız uzaklaştı. Şimdi Bloch’un, kızın arkasından gitmek ister gibi yapması gerekirdi. Ama bu kadarı fazlaydı artık; oradan ayrıldı.

Oteldeki odasında şafaktan az önce uyandı. Durup dururken çevresindeki her şey bir çırpıda katlanılmaz oluvermişti. Düşündü: Belli bir anda, şimdi, şafaktan az önce her şeyin bir çırpıda katlanılmaz olması mıydı uyanmasının asıl sebebi? Üzerinde yattığı şilte içine çökmüştü, dolaplar, şifonyer çok uzağındaki duvarların berisinde duruyordu, üzerindeki tavan katlanılmaz bir yükseklikteydi. Loş oda, dışarıda koridor ve hepsinden önce dışarısı, sokak o kadar sessizdi ki dayanılır gibi değildi. Şiddetli bir bulantı kapladı içini. Hemen lavaboya kustu. Bir süre sürdü kusması, rahatlama getirmeden. Gene yatağına uzandı. Başı dönmüş değildi, tersine, her şeyi katlanılmaz bir denge içinde görüyordu. Pencereden eğilip caddenin ucuna kadar bakması işe yaramadı. Bir branda bezi sakin sakin duruyordu park edilmiş arabanın üstünde. İçeride, odanın duvarındaki iki su borusunu gördü, paralel gidiyorlardı, yukarıda duvarla, aşağıda döşemeyle kesiliyorlardı. Gördüğü her şey en katlanılmaz biçimde kesilmiş ve sınırlanmıştı. Kusmak için ferahlatmamış, tersine daha da sıkıştırmıştı. Sanki bir levye kendisini gördüğü her şeyden kanırta kanırta ayırıyordu, daha doğrusu, çevresindeki nesneler kendisinde ayrılmış, havaya kaldırılmış gibiydi. Dolap, lavabo, seyahat çantası, kapı: Ancak şimdi farkında varıyordu; çılgınca bir zora uğramışçasına, gördüğü her nesneye uyan kelimeyi aklından geçirmeden edemiyordu. Her nesnenin görüntüsünü hemen nesnenin adı izliyordu. Sandalye, elbise askısı, anahtar. Ortalığa erkenden böyle bir sessizliğin çökmesi, gürültüler dikkatini artık dağıtmasın diyeydi; her yer bir yandan böyle, çevresindeki nesneleri görebileceği kadar aydınlık, öte yandan böyle, hiçbir gürültünün dikkatini dağıtamayacağı kadar sessiz olduğundan nesneleri sanki kendi reklamlarıymış gibi görüyordu. Gerçekten, bulantısı kimi zaman, uyuyana kadar tekrarlamadan ya da mırıldanmadan edemediği belli reklam spotlarından, moda melodilerden ya da milli marşlardan duyduğu iğrentiye benzer bir iğrentiydi. Hıçkırık tutmuş gibi nefesini tuttu. Sonra nefes alınca aynı şey gene başladı. Yeniden tuttu nefesini. Bir süre sonra işe yaradı bu, uykuya daldı.”

Peter Handke, Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, çev. Tevfik Duran, Ayrıntı Yayınları, 2016 [1970], 4. basım, s. 50-2.

Gürbüz, Durgunluk ve Keder Üzerine

“Babam gençliğinde ve öğrencilik yıllarında, kendi tabiri ile “Hayat onun içine damlarken”, bu damlayışta yine kendi tabiri ile “paslı bir tat” bulmuş. Bütün bunları nasıl bulmuş bilemiyorum. Babamın yaşına ben de geldim, gezdiği ülkeleri ben de gezdim ama onun gördüğünü ve baktığını ve o hep sözünü ettiği pas izini göremedim. Ve babamın bana bazen dediği uzay gemisi görmüş de kimseyi inandıramamış bir meczup gibi kendi gördüğü ile kendi sırlanmış hali bana muammalı bir tuhaflıktan öte gelemedi. Aramızdaki dağ da sanırım buydu. Rüzgâra, ota ve yağmura müthiş bir kederle bakardı, güneşe ve alacakaranlığa yine kederle bakardı, kar yağdığında ayrı bir keder, bahar geldiğinde canı yanmış gibi ayrı bir keder duyardı. Bütün bunlar vardı da o mu duyardı, öyle mi hissederdi bilemiyorum. Bir keresinde Çemberlitaş Sineması’nın bulunduğu pasajda bir muhallebicide otururken babam, canlı cansız, aslında hepsi canlı, her şeyin havada yüzdüğünü ve o sahiplenir sahiplenmez, onları tanır tanımaz bu tanıdıklarının hemen üzerine konduğunu ve artık onun olduğunu anlatmıştı. Demesine göre kâinatta her şey kendini tanıyanı ve kabule hazır olanı arıyordu. O bunları tanıyor, tanınanlar da bir aile ferdi gibi ona konup onun oluyorlardı. Tanıyan ve kabul eden, buyur eden az olduğu için bir tanıyan görünce en uzak yerdeki bile gelip artık yerleşiyordu. “Zor duygular uzaktan sevilir, hürmet edilir ama kabul görmez, yaklaştırılamaz,” derdi babam. Zor duygularla yaşamak anlaşılan hafif ve uçucuların da varsa taşınmasına, göçüne, değilse hiç gelmemesine sebep oluyordu. Babamın tüm bakışı onları tanımaya, ayırmaya ve keşfe yönelikti. Acı çektiği halde diğer acı çekenleri ayırıyor ve kendine alıyordu, artık onlarla beraber yaşıyordu.

Yetişme çağında anlaşılan rahat bir ortamda ve haldeymiş. Didinme ve yaşama gailesi üstüne yapışık olmadığından o da gözlerini etrafa çevirmiş. Çeviriş de o çeviriş olmuş ve bakışın içine hapsolmuş. Kadıköy’de ve Moda’da bakacak fazla bir şey göremememiş, yolu Üsküdar’a varınca o zamanki harap Fethi Paşa Korusu, Vaniköy sırtları, Beylerbeyi bostanları, Beykoz… derken Üsküdar’ın içleri onu kendine çekmiş. Günlerini buralarda dolaşarak geçirmiş. Giderek cami avluları, medrese eskileri, kubbeler, yazılar, mezarlıklar ve mezar taşları… Uzun vaktini buralarda ve bunları seyrederek geçirmeye başlamış. Tam emin olmamakla birlikte bir vakit hafızlığa çalıştığını, bir vakit kudüm vurmaya devam ettiğini, uzun yaz ve sonbahar gecelerini hep camilerde, daha da ziyade çevre ve avlularında sabahlayarak geçirdiğini biliyorum. Eşi dostu tuhaftır, vardı. Arayanı soranı, ona derin bir bağla bağlı olanlar vardı. Bunlar ne vakit ya da ne şekil oluşmuş, o da malumum değil. Babamın başkalarına hitabında ve olayları karşılayışında vakarlı ve yüksek bir tavrı hep vardı. Bunun mihengi belki de hiç kendinde taraf olmayışıydı. Vicdanını rahatlatmanın tek yolunu her türlü haklılık paylarından feragatte bulmuştu. Başka türlü müsterih olunmaz diyordu. Alacaklı olmak, onu sanırım vakarlı ve kendince güçlü diyemeyeceğim ama dünyanın bu kıstırmasında kapanlara basa basa yürüyebilen birisi yapıyordu. Ama en büyük dert bu kapanlardan birisine olsun tutulmamak değil miydi? Sonraları çok düşündüm, hiçbir şeye bağlı ve rağbette olmamak onu başka her şeyle rabıtalı mı yaptı diye. Ama aslında şunu söylemekle yanlışa düşsem de bu yanlış bir doğruya açılır ki o da söylenecek her şeyin izlenimci bir tavırla söylenebileceğidir. Babam hiçbir şeyi sevk-i tabiisi dışında yapmadı. Otların kederi için de birisi lazımdı, ağlamak için de, sadece bakmak için de birisi lazımdı, sadece duracak birisi de, bu da galiba benim babamdı.”

Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek, İletişim Yayınları, 2015 [2012], 4. baskı, s. 98-100.

Parnet & Deleuze, Yazmak ve Yazanın (-)Oluşu Üzerine

(Çeviride bazı kısımlar -ilk cümleden itibaren ve kitap boyunca- hatalı gibi görünüyor fakat belki de metnin kendisi dilbilgisi kurallarından kaçış amacındadır, benim dilbilgim doğruyu söylemeye ne yazık ki yetmiyor -muhattap Ali Akay. Olduğu gibi aktarıyorum.)

“Öyle ki yazmak için kaçış çizgileriyle, özünde, bir ilişki kurmaktır. Yazmak; hayalgücünün ürünü olmayan ve yazı’nın bizi ittiğinden dolayı, bize orada gerçeği yüklediğinden takip etmek zorunda kaldığımız kaçış çizgileri çizmektir. Yazmak oluştur, ama yazar olmak değildir. Başka bir şey olmaktır. Meslekten bir yazar geçmişine veya geleceğine göre, kişisel geleceğine yahut ölümünden sonrasına göre kendini yargılar (yüz sene sonra iki yüz sene sonra beni anlayacaklar). Bütün diğerleri kendi kendine kaçış çizgisi çizip, kurulu sözcükleri edinmediği zaman yazı’nın içindeki oluş olurlar. Yazı resmî olmadığında, yazı’nın zorunlu olarak kendi hesaplarına, yazmayan “azınlıklara” kavuştuğu söylenebilir. Bu azınlıklar üzerine de yazılmaktadır zaten, yani onları nesne olarak kabul etmek anlamında değildir bu; ama tam tersine, ister istemez yazıldığına göre onların içinde kalınır. Bir azınlık baştan yapılmış bir şey değildir, azınlık saldıran ve ilerleyen kaçış çizgileri üzerinde meydana gelir. Yazıda bir kadın oluş vardır, ama bu bir kadın gibi yazmak değildir. Madam Bovary, “o benim”, histerik sahtekâr bir cümledir. Kadınların kendileri bile, bir kadının geleceği üzerine yazıldığında, kadın gibi yazmaya çalıştıkları vakit bile bunu başaramamaktadırlar, Kadın zorunlu olarak yazar değildir, ama yazısının minör oluşudur; bu da ister kadın olsun, ister erkek. Virginia Woolf kendi kendine “kadınca konuşmayı” yasaklamıştı: Daha fazla Yazının kadın oluşunu kapmaktaydı. Lawrence ve Miller birer kadın düşmanı olarak tanınmaktadırlar; ama bunun yanında yazı onları dayanılmaz bir kadın-oluşa sürükledi. İngiltere, kadınlarında erkekler kadar güç sarettiği bu oluş ile birçok kadın romancı üretmiştir. Yazıda bir Hintli-oluş, bir zenci-oluş vardır; ama bunların Kızılderili veya küçük zencilerin konuşmasıyla bir ilgisi yoktur. Yazıda hayvanı taklit etmeyi içermeyen, hayvan gibi yapmak anlamını atşımayan bir kuş-oluşa girse de kuşları taklit etmeyen Mozart’ın müziğinden daha fazla bir şey olmayan hayvan-oluşlar vardır. Kaptan Ahab’ın balinayı taklit etmesiyle ilgisi olmayan bir hayvan-oluşu vardır. O harika şiirlerinde Lawrence ve kaplumbağa-oluş. Yazıda kedisinden veya köpeğinden bahsetmeyi içermeyen hayvan-oluşlar vardır. Bu aslında, iki saltanat arası, kısa bir devre, her birinin yersizyurdsuzlaştığı bir kapma kodu olan bir karşılaşmadır. Yazarken yazıdan, yazamayanlara verilir, ama bu yazıya, onsuz olmayacağı, onsuz sadece kurulu güçlerin hizmetinde bir tekrar etme olabileceği bir oluş verir. Yazarın minör oluşu okuyucudan çok yazar var anlamını taşımaz. Bugün bu doğru bile değildir: bu daima yazmayan bir azınlığın yazı ile rastlantısını belirtir ve yazı ne bu azınlıklar için ne onların yerine, ne onların adına yazmakla görevlidir, ama öyle bir karşılaşma vardır ki, her biri diğerini iter ve onu kendi kaçış çizgisine doğru sürükler; bu birleştirilmiş bir yersizyurdsuzlaşmaktır. Yazı, kendi oluşu olan daima başka bir şeyle kendini birleştirir. Tek bir akım üzerinde işleyen bir düzenleme yoktur. Bu bir taklit sorunu değildir, ama bir birleştirme sorunudur.Yazar çok derinden bir yazar olmama oluşuna girmiştir. Hofmannsthal (kendisine bir İngiliz takma adı edinmişti) bir fare isyanının sıkıntısını gördüğü vakit, hiçbir şey yazamamaktadır; çünkü hayvanın kendi içinde dişlerini gösterdiğini hissetmektedir. Çok güzel bir İngiliz filmi Willard, kahramanın dayanılmaz bir fare-oluşunu göstermektedir, bu kahraman her insancıl elverişli durumda buna asılsa da her seferinde alınyazısındaki birleşmede kendini bulmaktadır bu. Yazarlar bunca sükuneti ve bunca intiharı, bunca doğaya karşı düğünler yüzünden olayları açığa kavuşturabilirler. Kendi saltanatlarına hıyanet etmek, kendi sınıfına, kendi cinsiyetine, kendi çoğunluğuna hıyanet etmek – bundan başka hangi sebep yazmak için bir neden olabilir? Ve yazıya hıyanet etmek. Çok kişi hain olmayı düşler. Orada buna inanırlar, hem de hain olduklarını zannederler. Ama bunlar ufak hilebazlardan başka bir şey değildirler. Fransız edebiyatında Maurice Sachs’ın patetik durumu. Hangi hilebaz demedi ki; eh, sonunda gerçek bir hain oldum! Ama hangi hilebaz da akşamına şöyle söylemez: Herşeyden [sic] sonra ufak bir hilebazdan başka bir şey değilim. Hain olmak zordur, bu yaratmak demektir. Orada kendi benliğini kaybetmek lazımdır, kendi yüzünü kaybetmek. Kaybolmak gerekir, meçhul oluş gerekir.”

Gilles Deleuze & Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, 2016 [1977] s. 60-2.

Melville, Yazıcı ve Acısı Üzerine

“Birden Bartleby’nin masası ilgimi çekti. Çekmecesinin anahtarı üstündeydi.

Kötü bir niyetim yok, öyle kalpsiz bir meraki dindirmek değil derdim, diye düşündüm. Hem ayrıca masa benim malım, içindekiler de öyle olmalı, onun için bakabilirim. Her şey düzenli bir biçimde yerleştirilmişti, kâğıtlar güzelce istiflenmişti. Gözler derindi; evrak dosyalarını kaldırınca içlerini yokladım. Az sonra elime bir şey geldi, çekip çıkardım. Eski bir mendil, ağır, düğümlü. Düğümü açınca bunun bir tasarruf bankası olduğunu anladım.

O zaman bu adamda rastladığım esrarengiz taraflar geçti aklımda, sıra sıra. Bir şeye cevap vermedikçe hiç konuşmaz; iş aralarında epey zamanı olduğu halde hiç okurken görmemişimdir – hayır, gazete bile. Uzun uzun durur ayakta, paravanının arkasındaki o solgun penceresinden karşısındaki ölü tuğla duvara bakar; hiçbir lokantaya, aşevine gitmediğinden şüphem yok; solgun yüzüne bakınca hiçbir zaman Hindi gibi bira içmediğini, başka insanlar gibi çay ya da kahve içmediğini hemen anlardınız; özellikle herhangi bir yere gitmediğini, bir yürüyüşe bile çıkmadığını, ama belki şimdi bunu yapıyordu; kim olduğunu, nereden geldiğini ya da bu dünyada bir akrabası olup olmadığını söylemekten kaçınmıştı; bu kadar zayıf ve solgun olduğu halde, sağlılığından da hiç yakınmamıştı. Bunların hepsinden fazla da, bilinçdışı soluk -ne diyeyim ki?- soluk bir kibirlilik geliyordu hatırıma; buydu zaten o eksantrik anlarında beni ona uymaya zorlayan şey. Benim için en basit bir şeyi yapmasını bile istemekten korkmama yol açan şey. Ama zaten uzun sürmüş hareketsizliğinden anlamam gerekiyordu, paravananın arkasında, ayakta, ölü duvar dalıp gitmelerinden birine girdiğini.

Bütün bu şeyleri aklımda dolandırırken, henüz yeni keşfettiğim olguyla, yani büromu sürekli barınağı ve evi haline getirmesiyle bunları birleştirerek, o marazî karanlık halini de unutmadan, yani bütün bunlar zihnimde, daha bir ayar gibi oldum. İlk duygularım melankoli, çok içten bir acıma olmuştu; ama Bartleby’nin yalnızlığı zihnimde büyüdükçe büyürken o melankoli korkuya, o merhamet de tiksintiye karışmaya başlamıştı. Bir noktaya kadar bir sefalet düşüncesi ya da görünüşünün içimizdeki en temiz duyguları kendine çektiği çok doğru, çok da korkunç; ama bazı özel durumlarda, o noktayı geçince böyle olmuyor. Bunun her zaman insan yüreğinin doğuştan gelme bencilliğinden ötürü böyle olduğunu söyleyenler yanılıyorlar. Aşırı ve organik bir kötülüğü, hastalığı tedavi etmenin umutsuz olmasından ileri geliyor bu. Duyarlı biri için acıma çok zaman acı demektir. Böyle bir acımanın herhangi bir işe yaramadığı sonunda anlaşılınca, sağduyu insana bundan kurtulması gerektiğini söylüyor, uyarıyor. O sabah gördüklerim karşısında, yazıcının doğuştan gelen ve tedavisi olmayan birtakım marazların kurbanı olduğunu anladım. Bedenine sadaka verebilirdim, ama bedeni değildi ona acı veren -ruhuydu acıyı çeken, ama ruhuna erişemiyordum.”

Herman Melville, Yazıcı Bartleby, İletişim Yayınları, çev. Murat Belge, 2013 [1853], 4. basım, s. 60-1.

 

Coetzee, Hayvanlar Konuşabilir mi?

“Hayvanların dilsiz ve geri zekâlı oldukları için kendi adlarına konuşamayacakları tezine gelince; şunu bir dinleyin: Albert Camus gençliğinde henüz Cezayir’deyken, büyükannesi ona evin arka bahçesindeki kümesten bir tavuk alıp getirmesini söyler. Camus söyleneni yapar, sonra büyükannesinin tavuğun boyununu bir mutfak bıçağıyla kesmesini, yerler kirlenmesin diye tavuğun kanını bir kâseye akıtmasını seyreder.

Tavuğun ölüm çığlığı genç adamın hafızasında öyle derin bir iz bırakır ki, aynı genç adam 1958’de, giyotine karşı oldukça ateşli bir saldırıya girişir. Sonuçta, bir ölçüde bu polemik sayesinde, Fransa’da giyotinle idam cezası kaldırılmıştır. Şimdi, kim hikâyedeki tavuğun konuşmadığını iddia edebilir?””

J. M. Coetzee, Romancının Romanı, Can Yayınları, çev. E. Efe Çakmak, 2013 [2003], 2. basım, s. 131.