Geçgin, Gece Üzerine

“Aylardır gecelerimi bu radyosuz, televizyonsuz, telefonsuz evde kanepeye uzanarak geçiriyordum. Eğer dışardaysam korkum daha trene biner binmez başlıyordu. Neredeyse boş gece treninde -elleri apışaralarında yorgun birkaç işçi, başı önüne düşen bir sarhoş, ileri geri gidip gelen, bir koltuktan kalkıp diğerine oturan evsiz bir ergen- deniz boyunca sahil yoluna yakınlaşıp uzaklaşarak takırtılarla ilerlerken ben geceyi düşünüp korkuyordum. Ama korkutucu gece yalnız gecede değildi, ışığın içinde de görüyordum onu, aydınlatan ışık aynı zamanda karartıyordu da. Kanepeye uzanıyor, bu çevresi geniş boş arazilerle kaplı birbirine benzer sitelerin çevresindeki katı sessizliği, demir gibi sert uğultulu ıssızlığı dinleyerek beyaz tavanı seyrediyordum.

İçeride hep aynı hava vardı, insanın üzerine abanmayı bekleyen tedirgin edici bir katılık. Nedense yalnızca tavan pürüzsüz, bembeyazdı, duvarların aksine üzerinde tek bir leke, karartı, bir gölge yoktu. Dışardaki havaysa değişip duruyordu. Güneş gider gitmez hava hızla soğuyordu. Bazen sert bir rüzgâr çıkıyor, çatıdaki kiremitleri, antenleri yerinden oynatıyor, balkonlardaki boş saksıları, kutuları, pencereleri zangırdatıp asılı çamaşırları, naylon poşetleri titretiyordu. Bir yerde bir şey, yerinden kurtulmuş bir sac gibi bir yere çarpıp duruyor, rüzgâra tutuldukça güçlü bir pat pat sesiyle havayı inletiyordu. Bazen birden bir sağanak başlıyor, kül rengi, bej, kirli bir siyah kütleyle kaplı gece göğünden kalın sicimler halinde iniyor, gecenin kara perdesini kirli sarımsı parıltılarla dalgalandırarak pervazları, camları, kiremitleri, olukları, duvarları, asfaltı, toprağı kamçılıyordu. Sonra birden başladığı gibi kesiliyordu. Yerini oluklardan, çatı kenarlarından, cadde kenarlarından akan, damlayan sakin, düzensiz seslere bırakıyordu. O zaman pencereyi açıyordum, bir serinlik sanki uzun süredir pencere önünde bekliyormuşçasına büyük bir plaj topu gibi içeriye yuvarlanıyordu.

İçerdeki tek değişiklik gece tam ikide çalan telefondu. Ama dediğim gibi burada telefon yok, çalan benim telefonum değil. Son bir aydır hep aynı saatte yakındaki bir evin telefonu çok uzun süre yanıtlanmadan çalıyor, beni uyandırıyordu. Alışmıştım, artık ben daha önce kalkıyor, sanki banaymış gibi çalacak telefonu bekliyordum.

Gecenin koyulaşmaya başladığı zamanda tavanda nem damlacıkları gibi asılı duran düşünceler de koyulaşmaya, kara, ince bir duman tabakası gibi belirginleşmeye başlıyordu. Kimin ya da neyin düşünceleriydi bunlar? Benden öncekinin mi? Orada duruyorlardı, koyu, kesif, yaşamakta, gitmemekte kararlı, inatçı kara düşünceler. Onlara bakıyor, izliyor, ama anlamıyordum, nereden gelmişlerdi, yoksa benim miydi bu düşünceler? Dumansı kıpırtıları içinde ağırdılar, öylece duruyorlardı. Belki benimdi, ama onları düşünenin ben olduğum kesin değildi. Ben öylece uzanmış onları seyrederken yalnızca ezilmemeye, dayanmaya çalışıyordum. İçlerinde ısrarcı bir düşünce vardı ki her gece inatla geliyor, hiç kaybolmamış gibi beliriyor, cisimsiz karanlık kütle içinde diğerlerinden fazla öne çıkıyordu. Burun direğime bastırırcasına tam üzerimde, gözümün önünde, düştü düşecek bir damla gibi asılı duruyordu. Ne olduğunu biliyor gibiydim onun, ama söyleyemiyor, dile getiremiyordum. Belki henüz dile getirmeye hazır değildim. Yalnış [sic] söylersem de o biçimde varolacağından korkuyordum, bir kez daha söyleyemeyeceğim için asla yakalanamamış olarak. Ama doğru bir biçimde de söylenebilir miydi, emin değildim. Belki henüz söylenemeyen, ya da belki hiç söylenemeyecek olandı. Yıllarca bir hazırlık gibi asıl ondan konuşabilmek için konuşulan ama yakınına dahi yanaşılamayan damlaydı. Asla söylenemeyen, itiraf edilemeyendi.

Gecenin bu en koyu anında zaman da donuyordu. Burada artık bir sonraki an yoktu. Zamanın art arta gelmesini, geçmesini sağlayan o içsel buyruk geçersizdi artık. Burada anlar tek bir anın içinde birbiri üzerine ekleniyordu, bir çamur birikintisi besler gibi. Ben de gizli gizli bir sonu bekliyor, onu arzuluyordum. Bir son, bu yarayı kesip atacak, başı gövdeden ayıran giyotin bıçağı keskinliğinde düşen kesin bir son. Bundan sonraki an, gelecek olan an, eğer gelecekse, gelmek için savaşmış, yokluğunun birikintisinden kendini çekip almayı başarmış, gelmeyi hak etmiş an olacaktı.”

Ayhan Geçgin, Gençlik Düşü, Metis Yayınları, 2013 [2006], 2. basım, s. 233-5.

Gürbüz, Sıkıntı ve Gezinti Üzerine

“Vakit geçirmek çok zor değil. Bazen bir taş midemi ayrı, başımı ayrı, tüm varlığımı ayrı eziyor olur, o taşı daha uzaktan bana doğru yuvarlanışından, daha gün içinde bana doğru yol alışından tanırım, kuvvetini bilirim. Ama yerimi değiştirsem de, bir yerlere kaçsam da beni bulacağını bilirim. Son yirmi-yirmi beş senedir onu görünce kaçmıyorum da sadece kasılıyorum. Bana yapacaklarını bilip sadece kasılıyorum. Bir de köpeğim vardır. Siyah bir köpek, cinsi minsi yok, sinirli, saldırgan bir sokak köpeği. Çocukluğumdan beri ne zaman sıkılsam, dehşete ya da üzüntüye düşsem bu köpek, bu aynı köpek, bu uzun ömürlü, siyah, hep cevval, hep hırslı, hep aynı öfkeyi yorulup bıkmaksızın taşıyan köpek rüyamda beni sabahlara kadar kovalar. Sonunda da kilidi açılmayan eski bir evin kapısında yakalar. Ben kapıyı müthiş bir telaş ve korku içinde, elimde şangırdayan anahtarlar, zangır zangır titreyen ellerimle açmaya çalışırken onun kesik kesik, iştahlı soluğu yaklaşır, ensemden o buz gibi ter boşalır, sırtımdan aşağı hızla kovayla dökülürcesine inişi ile beraber sağ ayağımın arkasına köpeğin dişleri geçer. Köpek önce bir iki dişini yerleştirirken en uygun yeri de bırakmadan arar ve hep topuğumun üstündeki o yeri dişine uygun bulup oraya bütün dişlerini var kuvvetiyle geçirir. Böyle uyanırım, sırtımda bir kova soğuk ter, köpeğin soluğu kulağımda, ayağımda birkaç gün sürecek, hatta beni topallatacak müthiş bir ısırılma ağrısıyla yatakta doğrulurum. Kendime baksam merhamet ve acıma duygusu beni o kadar kendi gözümde küçük düşürür ki bir daha bunu gören, bilen olarak nasıl neyle havalanırım bilemem. Kendimi görmezden gelirim. Kendimi gözümden kaçırırım. Ve birkaç gün soluk soluğa koşmanın, ısırığın verdiği ağrının topallığını sürüyerek pek zavallı gezerim. Yüzümde hiç bu kadar tahsilli, yabancı diller bilen, Avrupa, Amerika görmüş, her zencefilli içeceği içmiş, malt viskileri meleklerin payından sonra ilk yudumlamış bir adamda görülmeyecek bir melal, pantolonum üzerime yakışmayacarak, gömleklerimi doğru seçmeyerek eski semtlerde, camilerde, mütevazı esnaf lokantalarında, köhne pida salonlarında şifa ararım. Şifa her zaman ama her zaman bir mahzunluğun, eksikliğin yoksulluğun içindedir elbet. Kahve tonlarında kumaş pantolonuma hiç uymayan mavi ekoseli gömleğimle yürüye yürüye Saraçhane’ye geldiğimde beni daha az şeylerle yaşanan bir dünyanın ısısı sarar. Yürüdükçe yürüdükçe pantolonum ve gömleğimi daha az rahatsız edici bulmaya, çevreye gösterilen uyuma ve yadırganmamaya duyduğum güvenle kendimle arama bir ufak af girer. Belli etmeyen ama yüzündeki kas gevşekliğinden sonunun barışıklık olduğu müjdesi alınan bir anneyi görmüş gibi olurum. Bunu bir kere gördükten sonra artık fazla telaşa, korkuya mahal kalmaz, hatta ağırdan almaya başlarım. Evet, Saraçhane’nin yüzünde, pidenin elde bıraktığı unda, kocaman çay bardaklarında, esnaf lokantasında pilavın yanına boylu boyunca manasızca yatmış sivribiberin teslimiyetinde, yoğurt kâselerinde, tavuğun pörsümüş derisinde, ödenen hesabın insafında, başka ekose gömlekli bir efendinin uğurlayışında bir insaf ve merhamet bulurum. Çocukların avlusunda koşuştuğu, duvarında yeni doğum yapmış kedinin ince, meraklı suratında, kısa albenisiz tüylerinde, önüne atılmış sevemeyeceği yiyeceğe bakışında ve onu kabule çalışmasında bir insaf ve merhamet bulurum. Avluda ahşap sırada otururken konuşulan adamın durgun yüzünde, başkasına söylenemeyecek bir itirafınızı oracıkta duyduğunda dile getirdiği beşerliğin aczini diliyle sarf edişinde şifa bulurum. Bütün kalbi sıvayan mayide yabancı dillerde olmayan bir renk ve yirmi sene mağarada bekletilmekle övünmeyen, çıktığı koyunu hâlâ otlayan Caminin içinde, kandillerin damlasında, sessiz bir sütun arkasında, mahfilin iki yanında duran uzun boylu comtois saatlerin tıkırtısında ve renkli kadranlarında, akrep yelkovanın yer yer soluklaşmış menevişinde, ağırlıkların sarsılarak aşağı iniş sesinde, çekicin çalmaya hazırlanırkenki boşluğu duyup geri çekilişinde, genç, solgun yüzlü, öne arkaya sallanarak okuyan delikanlının büktüğü dizlerini hafifçe yer değiştirişinde, vücudunun rahatsızlık duymasından duyduğu rahatsızlık, yutkunmak için hep son anı bekleyişinde hastalığa sebep olanların bilmedikleri bir şifa bulurum. Bütün bu bulduklarım birkaç zaman içinde bana da tesir eder ve bunlardan sızan bir katre beni günler sonra tekrar iyi eder. Evimde şöyle bir durduğumda bütün gördüğüm, duyduğum, hissettiğim şeylerle camdan bakışımdaki hal bana tesir eder. Çok ama çok ağır bir şey beni ezerek iyi eder.”

Şule Gürbüz, Zamanın Farkında, İletişim Yayınları, 2015 [2011], 5. basım, s. 175-7.

Handke, Katlanılamazlık ve Deneyim Üzerine

“Kasabaya dönünce bir kafeye oturdu Bloch ve kâğıt oynayanları seyretmeye başladı. Arkasına oturduğu oyuncuyla arasında tartışma çıktı. Öbür oyuncular Bloch’tan çekip gitmesini istedi. Bloch arka odaya geçti. Diya gösterili bir konferans veriliyordu. Bir süre baktı. Güneydoğu Asya’daki misyoner hastaneleri üzerine bir konferanstı bu. Yüksek sesle lafa karışan Bloch, izleyicilerle atışmaya başladı gene. Arkasını dönüp çıktı.

Dönüp gene salona girmeyi düşündü; ama girerse söyleyebileceği hiçbir şey gelmiyordu aklına. İkinci kafeye gitti. Orada vantilatörün kapatılmasını istedi. “Ayrıca ışık da çok ölgün” dedi. Garson kız yanına oturmuştu, bir süre sonra konu kızın omzuna dolayacakmış gibi yaptı; kız Bloch’un niyetinin gerçek olmadığını anlayıp, daha kendisi niyetinin gerçek olmadığını belli etmeye fırsat bulmadan, geriye yaslandı. Bloch kolunu gerçekten kızın omzuna dolayarak hatasını düzeltmek istedi ama beriki kalkmıştı bile. Bloch da kalkmaya davranınca kız uzaklaştı. Şimdi Bloch’un, kızın arkasından gitmek ister gibi yapması gerekirdi. Ama bu kadarı fazlaydı artık; oradan ayrıldı.

Oteldeki odasında şafaktan az önce uyandı. Durup dururken çevresindeki her şey bir çırpıda katlanılmaz oluvermişti. Düşündü: Belli bir anda, şimdi, şafaktan az önce her şeyin bir çırpıda katlanılmaz olması mıydı uyanmasının asıl sebebi? Üzerinde yattığı şilte içine çökmüştü, dolaplar, şifonyer çok uzağındaki duvarların berisinde duruyordu, üzerindeki tavan katlanılmaz bir yükseklikteydi. Loş oda, dışarıda koridor ve hepsinden önce dışarısı, sokak o kadar sessizdi ki dayanılır gibi değildi. Şiddetli bir bulantı kapladı içini. Hemen lavaboya kustu. Bir süre sürdü kusması, rahatlama getirmeden. Gene yatağına uzandı. Başı dönmüş değildi, tersine, her şeyi katlanılmaz bir denge içinde görüyordu. Pencereden eğilip caddenin ucuna kadar bakması işe yaramadı. Bir branda bezi sakin sakin duruyordu park edilmiş arabanın üstünde. İçeride, odanın duvarındaki iki su borusunu gördü, paralel gidiyorlardı, yukarıda duvarla, aşağıda döşemeyle kesiliyorlardı. Gördüğü her şey en katlanılmaz biçimde kesilmiş ve sınırlanmıştı. Kusmak için ferahlatmamış, tersine daha da sıkıştırmıştı. Sanki bir levye kendisini gördüğü her şeyden kanırta kanırta ayırıyordu, daha doğrusu, çevresindeki nesneler kendisinde ayrılmış, havaya kaldırılmış gibiydi. Dolap, lavabo, seyahat çantası, kapı: Ancak şimdi farkında varıyordu; çılgınca bir zora uğramışçasına, gördüğü her nesneye uyan kelimeyi aklından geçirmeden edemiyordu. Her nesnenin görüntüsünü hemen nesnenin adı izliyordu. Sandalye, elbise askısı, anahtar. Ortalığa erkenden böyle bir sessizliğin çökmesi, gürültüler dikkatini artık dağıtmasın diyeydi; her yer bir yandan böyle, çevresindeki nesneleri görebileceği kadar aydınlık, öte yandan böyle, hiçbir gürültünün dikkatini dağıtamayacağı kadar sessiz olduğundan nesneleri sanki kendi reklamlarıymış gibi görüyordu. Gerçekten, bulantısı kimi zaman, uyuyana kadar tekrarlamadan ya da mırıldanmadan edemediği belli reklam spotlarından, moda melodilerden ya da milli marşlardan duyduğu iğrentiye benzer bir iğrentiydi. Hıçkırık tutmuş gibi nefesini tuttu. Sonra nefes alınca aynı şey gene başladı. Yeniden tuttu nefesini. Bir süre sonra işe yaradı bu, uykuya daldı.”

Peter Handke, Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, çev. Tevfik Duran, Ayrıntı Yayınları, 2016 [1970], 4. basım, s. 50-2.

Gürbüz, Durgunluk ve Keder Üzerine

“Babam gençliğinde ve öğrencilik yıllarında, kendi tabiri ile “Hayat onun içine damlarken”, bu damlayışta yine kendi tabiri ile “paslı bir tat” bulmuş. Bütün bunları nasıl bulmuş bilemiyorum. Babamın yaşına ben de geldim, gezdiği ülkeleri ben de gezdim ama onun gördüğünü ve baktığını ve o hep sözünü ettiği pas izini göremedim. Ve babamın bana bazen dediği uzay gemisi görmüş de kimseyi inandıramamış bir meczup gibi kendi gördüğü ile kendi sırlanmış hali bana muammalı bir tuhaflıktan öte gelemedi. Aramızdaki dağ da sanırım buydu. Rüzgâra, ota ve yağmura müthiş bir kederle bakardı, güneşe ve alacakaranlığa yine kederle bakardı, kar yağdığında ayrı bir keder, bahar geldiğinde canı yanmış gibi ayrı bir keder duyardı. Bütün bunlar vardı da o mu duyardı, öyle mi hissederdi bilemiyorum. Bir keresinde Çemberlitaş Sineması’nın bulunduğu pasajda bir muhallebicide otururken babam, canlı cansız, aslında hepsi canlı, her şeyin havada yüzdüğünü ve o sahiplenir sahiplenmez, onları tanır tanımaz bu tanıdıklarının hemen üzerine konduğunu ve artık onun olduğunu anlatmıştı. Demesine göre kâinatta her şey kendini tanıyanı ve kabule hazır olanı arıyordu. O bunları tanıyor, tanınanlar da bir aile ferdi gibi ona konup onun oluyorlardı. Tanıyan ve kabul eden, buyur eden az olduğu için bir tanıyan görünce en uzak yerdeki bile gelip artık yerleşiyordu. “Zor duygular uzaktan sevilir, hürmet edilir ama kabul görmez, yaklaştırılamaz,” derdi babam. Zor duygularla yaşamak anlaşılan hafif ve uçucuların da varsa taşınmasına, göçüne, değilse hiç gelmemesine sebep oluyordu. Babamın tüm bakışı onları tanımaya, ayırmaya ve keşfe yönelikti. Acı çektiği halde diğer acı çekenleri ayırıyor ve kendine alıyordu, artık onlarla beraber yaşıyordu.

Yetişme çağında anlaşılan rahat bir ortamda ve haldeymiş. Didinme ve yaşama gailesi üstüne yapışık olmadığından o da gözlerini etrafa çevirmiş. Çeviriş de o çeviriş olmuş ve bakışın içine hapsolmuş. Kadıköy’de ve Moda’da bakacak fazla bir şey göremememiş, yolu Üsküdar’a varınca o zamanki harap Fethi Paşa Korusu, Vaniköy sırtları, Beylerbeyi bostanları, Beykoz… derken Üsküdar’ın içleri onu kendine çekmiş. Günlerini buralarda dolaşarak geçirmiş. Giderek cami avluları, medrese eskileri, kubbeler, yazılar, mezarlıklar ve mezar taşları… Uzun vaktini buralarda ve bunları seyrederek geçirmeye başlamış. Tam emin olmamakla birlikte bir vakit hafızlığa çalıştığını, bir vakit kudüm vurmaya devam ettiğini, uzun yaz ve sonbahar gecelerini hep camilerde, daha da ziyade çevre ve avlularında sabahlayarak geçirdiğini biliyorum. Eşi dostu tuhaftır, vardı. Arayanı soranı, ona derin bir bağla bağlı olanlar vardı. Bunlar ne vakit ya da ne şekil oluşmuş, o da malumum değil. Babamın başkalarına hitabında ve olayları karşılayışında vakarlı ve yüksek bir tavrı hep vardı. Bunun mihengi belki de hiç kendinde taraf olmayışıydı. Vicdanını rahatlatmanın tek yolunu her türlü haklılık paylarından feragatte bulmuştu. Başka türlü müsterih olunmaz diyordu. Alacaklı olmak, onu sanırım vakarlı ve kendince güçlü diyemeyeceğim ama dünyanın bu kıstırmasında kapanlara basa basa yürüyebilen birisi yapıyordu. Ama en büyük dert bu kapanlardan birisine olsun tutulmamak değil miydi? Sonraları çok düşündüm, hiçbir şeye bağlı ve rağbette olmamak onu başka her şeyle rabıtalı mı yaptı diye. Ama aslında şunu söylemekle yanlışa düşsem de bu yanlış bir doğruya açılır ki o da söylenecek her şeyin izlenimci bir tavırla söylenebileceğidir. Babam hiçbir şeyi sevk-i tabiisi dışında yapmadı. Otların kederi için de birisi lazımdı, ağlamak için de, sadece bakmak için de birisi lazımdı, sadece duracak birisi de, bu da galiba benim babamdı.”

Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek, İletişim Yayınları, 2015 [2012], 4. baskı, s. 98-100.

Parnet & Deleuze, Yazmak ve Yazanın (-)Oluşu Üzerine

(Çeviride bazı kısımlar -ilk cümleden itibaren ve kitap boyunca- hatalı gibi görünüyor fakat belki de metnin kendisi dilbilgisi kurallarından kaçış amacındadır, benim dilbilgim doğruyu söylemeye ne yazık ki yetmiyor -muhattap Ali Akay. Olduğu gibi aktarıyorum.)

“Öyle ki yazmak için kaçış çizgileriyle, özünde, bir ilişki kurmaktır. Yazmak; hayalgücünün ürünü olmayan ve yazı’nın bizi ittiğinden dolayı, bize orada gerçeği yüklediğinden takip etmek zorunda kaldığımız kaçış çizgileri çizmektir. Yazmak oluştur, ama yazar olmak değildir. Başka bir şey olmaktır. Meslekten bir yazar geçmişine veya geleceğine göre, kişisel geleceğine yahut ölümünden sonrasına göre kendini yargılar (yüz sene sonra iki yüz sene sonra beni anlayacaklar). Bütün diğerleri kendi kendine kaçış çizgisi çizip, kurulu sözcükleri edinmediği zaman yazı’nın içindeki oluş olurlar. Yazı resmî olmadığında, yazı’nın zorunlu olarak kendi hesaplarına, yazmayan “azınlıklara” kavuştuğu söylenebilir. Bu azınlıklar üzerine de yazılmaktadır zaten, yani onları nesne olarak kabul etmek anlamında değildir bu; ama tam tersine, ister istemez yazıldığına göre onların içinde kalınır. Bir azınlık baştan yapılmış bir şey değildir, azınlık saldıran ve ilerleyen kaçış çizgileri üzerinde meydana gelir. Yazıda bir kadın oluş vardır, ama bu bir kadın gibi yazmak değildir. Madam Bovary, “o benim”, histerik sahtekâr bir cümledir. Kadınların kendileri bile, bir kadının geleceği üzerine yazıldığında, kadın gibi yazmaya çalıştıkları vakit bile bunu başaramamaktadırlar, Kadın zorunlu olarak yazar değildir, ama yazısının minör oluşudur; bu da ister kadın olsun, ister erkek. Virginia Woolf kendi kendine “kadınca konuşmayı” yasaklamıştı: Daha fazla Yazının kadın oluşunu kapmaktaydı. Lawrence ve Miller birer kadın düşmanı olarak tanınmaktadırlar; ama bunun yanında yazı onları dayanılmaz bir kadın-oluşa sürükledi. İngiltere, kadınlarında erkekler kadar güç sarettiği bu oluş ile birçok kadın romancı üretmiştir. Yazıda bir Hintli-oluş, bir zenci-oluş vardır; ama bunların Kızılderili veya küçük zencilerin konuşmasıyla bir ilgisi yoktur. Yazıda hayvanı taklit etmeyi içermeyen, hayvan gibi yapmak anlamını atşımayan bir kuş-oluşa girse de kuşları taklit etmeyen Mozart’ın müziğinden daha fazla bir şey olmayan hayvan-oluşlar vardır. Kaptan Ahab’ın balinayı taklit etmesiyle ilgisi olmayan bir hayvan-oluşu vardır. O harika şiirlerinde Lawrence ve kaplumbağa-oluş. Yazıda kedisinden veya köpeğinden bahsetmeyi içermeyen hayvan-oluşlar vardır. Bu aslında, iki saltanat arası, kısa bir devre, her birinin yersizyurdsuzlaştığı bir kapma kodu olan bir karşılaşmadır. Yazarken yazıdan, yazamayanlara verilir, ama bu yazıya, onsuz olmayacağı, onsuz sadece kurulu güçlerin hizmetinde bir tekrar etme olabileceği bir oluş verir. Yazarın minör oluşu okuyucudan çok yazar var anlamını taşımaz. Bugün bu doğru bile değildir: bu daima yazmayan bir azınlığın yazı ile rastlantısını belirtir ve yazı ne bu azınlıklar için ne onların yerine, ne onların adına yazmakla görevlidir, ama öyle bir karşılaşma vardır ki, her biri diğerini iter ve onu kendi kaçış çizgisine doğru sürükler; bu birleştirilmiş bir yersizyurdsuzlaşmaktır. Yazı, kendi oluşu olan daima başka bir şeyle kendini birleştirir. Tek bir akım üzerinde işleyen bir düzenleme yoktur. Bu bir taklit sorunu değildir, ama bir birleştirme sorunudur.Yazar çok derinden bir yazar olmama oluşuna girmiştir. Hofmannsthal (kendisine bir İngiliz takma adı edinmişti) bir fare isyanının sıkıntısını gördüğü vakit, hiçbir şey yazamamaktadır; çünkü hayvanın kendi içinde dişlerini gösterdiğini hissetmektedir. Çok güzel bir İngiliz filmi Willard, kahramanın dayanılmaz bir fare-oluşunu göstermektedir, bu kahraman her insancıl elverişli durumda buna asılsa da her seferinde alınyazısındaki birleşmede kendini bulmaktadır bu. Yazarlar bunca sükuneti ve bunca intiharı, bunca doğaya karşı düğünler yüzünden olayları açığa kavuşturabilirler. Kendi saltanatlarına hıyanet etmek, kendi sınıfına, kendi cinsiyetine, kendi çoğunluğuna hıyanet etmek – bundan başka hangi sebep yazmak için bir neden olabilir? Ve yazıya hıyanet etmek. Çok kişi hain olmayı düşler. Orada buna inanırlar, hem de hain olduklarını zannederler. Ama bunlar ufak hilebazlardan başka bir şey değildirler. Fransız edebiyatında Maurice Sachs’ın patetik durumu. Hangi hilebaz demedi ki; eh, sonunda gerçek bir hain oldum! Ama hangi hilebaz da akşamına şöyle söylemez: Herşeyden [sic] sonra ufak bir hilebazdan başka bir şey değilim. Hain olmak zordur, bu yaratmak demektir. Orada kendi benliğini kaybetmek lazımdır, kendi yüzünü kaybetmek. Kaybolmak gerekir, meçhul oluş gerekir.”

Gilles Deleuze & Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, 2016 [1977] s. 60-2.