boksi I

önümde sağ ayağı yanmış bir
üst kollarına che dövmesi yapmış, üç sivil
kapalı alanlarda mırıldanıyor mır mır
alerta alerta anti faşista
şok şok şok, duvar geçen güneş sokağında
şarkılarla yavaşça
almanca öğreniyoruz

haftalar geçmiş, yeni bir gün bu
vagabond gemisinde sessiz bir bahçedeyiz
greta’yla şarkılar dinliyoruz şimdi
zengin öldürüyoruz ama bir başlayamadık ki
burayı görmüş geçirmiş mutlu punk çiftler
bize bakıp o dövmeleriyle gülümsese
güneşin batışıyla tekrar kapalı alanlarda
ucuz ledlerle öylesine ışıklandırılmış
okuma lambasının etrafında buluşan mahalle sinekleriyle
bir gün yaklaşıp, sarılı veriyoruz

kenarından çizdiğimiz bir yolda çok yavaş adımlarla
sırtımızda kamp çantalarımız, çok yüksek bir bpm’de
x > 90, hesabı ödeyelim, gına yolda
bundan sonra çok demeyelim, abartma

they don’t know they are brainwashed
biliyorlar ama boş, yine yapıyorlar
sırtında büyük harflerle do you want to die (ah)
bir miktar beyaz pamuk üzerine kızıl kara verbatim
iki dakika yedi metre
uzaktan izledim
şairleri google’dan birkaç kelimeyle takipteyim
burada şiir kitabı yok ya
bookmark’larımda ‘ş’ klasörü hemen
arılar kovdular, hamam böcekleri de kovar
hırsızlar da kavgaya katılınca yerimden oldum
kendimi posta kutusunda buldum (yo)

elektronik sigara ikram ediyorsun, hem de bio
kundera’nın ölüşü ve ursula’nın daha önce
bunlara hetero pesimizmi de ekledik sonra
daha çok dövme, daha çok kayıtsız saçlar
succession’ın finali, cam kavanozun yuvarlanışı
emojiler
iki saat ses pornosu dinledikten sonra
sıcacık bir pazar gününde biz ne yapmalıyız
göl hariç
başkalarıyla, dostlarıyla çiçekli bir kahve fotoğrafı olup
inanmayarak tüm olan bitene
parklaşamamış bir meydandaki ağaca sorduk
n’aber diye

para kommt, angst yok
diz ağrılarını twitter’a nası’ yazıyorlar
from pakistan, with love, wa22ermann
benim de rakamlı bir adım olsun mu
ya da mavi ışıklar ve hidrasyonla
çilekli yoğurt yiyerek geçebilen sakin hayat

althusser mix

inanç sarar sizi
dua eder gibi kıpırdatın dudaklarınızı
inanç sarar sizi
diz çökün
dua eder gibi kıpırdatın dudaklarınızı
inanç sarar sizi
pascal aşağı yukarı şöyle der
diz çökün
dua eder gibi kıpırdatın dudaklarınızı
inanç sarar sizi

pascal aşağı yukarı şöyle der
diz çökün
dua eder gibi kıpırdatın dudaklarınızı
inanç sarar sizi
bir rezalete imza atıp
düzeni altüst eder
isa gibi barışa değil de
ayrılığa çağrıda bulunur

üç arkadaşımız

Mart ayının sonlarına doğru bir perşembe akşamı saat sekizde üç arkadaş bir büfede buluştu. Yarın iş var. Her zaman olduğu gibi L. muhabbeti toparladı, siparişleri aldı, siparişleri getirenlere “o bu arkadaşın” diye yol gösterdi, hesabı ödedi, çay istedi. Grubun ebeveyni. Ama o gün döküldü, arkadaşlıklarını bir arada tutmaya çalışmaktan yorulduğunu duyurdu. Yemekleri gelesiye sessizleştiler, yerken de sadece tabaklarına baktılar. Sonrasında temiz hava kendilerine getirdi. S. başka bir konu açtı, trende tanıştığı biriyle ettikleri muhabbete dair çok uzun süren bir anısını anlattı. O sırada yürüyüş yaptılar, minibüsle beş altı durak gittiler, sonra tekrar bir yürüyüş, merdivenlerden çıkış derken bir saati geçti. Yer yer başka konulara saptılar, dallandı budaklandı ama bir şekilde sonu geldi, komik bir hikaye olabilir. Bir daha sessizleşmediler o akşam.

Yaz geçti, Eylül’de L. yaşadıkları şehirden ayrıldı. Diğerleri araba kiralayıp bu gidişi bir hafta sonu seyahatine çevirdiler. Yolda Agatha Christie’nin briç masası başında geçen cinayetleri tartışan, meşhur oyuncuların seslendirdiği radyo tiyatrosunu dinlediler, neden daha sık radyo tiyatrosu dinlemiyoruz diye konuştular, ama metni sürekli durdurup sekteye uğrattıklarından katil ortaya çıkmadan vardılar. O gece yatağa yatınca hepsi merak etti Bay Shaitana’yı kimin bıçakladığını. Ertesi gün kahvaltıda tartıştılar, iddialarını ortaya attılar, her biri bir Hercule Poirot kesildi. Öğleden sonra üçü de koltuklardan bacaklarını sarkıtarak uzanıp hikayenin sonunu dinlediler. Hiçbirinin bilemediği ortaya çıktı, hepsi kazanmış gibi hissetti, birazcık mutlu oldular. Sonra ayrılık vakti geldi, üç kişi birbirilerine sarıldılar. Filmlerdeki üç kişilik sarılma sahnelerini yeniden oynadılar kafalarında.

Geçen hafta L. şehre ziyarete geldi birkaç günlüğüne. İki yıldır pek sesi soluğu çıkmamıştı. Bu kez mevsim yaz, her şey olduğundan daha hafif. Bir gece kalmalı bir tatil ayarlamışlar deniz kıyısına yakın bir yerde. S.’nin plandan bir gün önce iptal edemeyeceğini söylediği bir işi çıktı, gelemedi. Öyle olunca adını unuttuğum üçüncü arkadaşla birlikte dolaştılar. İlk defa S.’nin yokluğunda muhabbet ediyorlar, vakit geçiriyorlardı. L. vegan olmuş; kabak, patlıcan, patates, biber ve kapanış için mısır alıp sahilde mangal yaktılar. Ayrılık günlerinden sonra ikisi de birkaç radyo tiyatrosu dinlemişler, ama ortak dinledikleri bir kayıt çıkmadı soruşturunca. Gece boyunca nostaljiye kaydılar sık sık, birlikte yaşadıkları anıları birbirilerine anlatıp durdular. Gülüp ağladılar, ara ara da öksürdüler. İki kere görüntülü aramayla S.’ye ulaşmaya çalıştılar ama açmadı. Onun yokluğu hem bir hüzün ve eksiklik yaratmış, hem de daha önce keşfetmedikleri bir alana doğru yol almalarını sağlamış, onları özgürleştirmişti. Farklı anlarda, “bu da güzel oldu aslında, baş başa muhabbet etmek” diye düşünüp, sonra utandılar, mısırlarla fotoğraf çekilip S.’ye yolladılar. Biri ötekine değersizlik hissini, diğeri de dayanılmaz bel ağrılarını açtı. Doktor numaraları değiş tokuş edildi. Ertesi gün otogarda güneşin altında bu kez abartılı neşeli tatilci sarılması yapıp ayrıldılar.

Blog üzerine II

Bugün burada blog tutmanın bana verdiği zevke dair bir şey keşfettim. Şimdi pek yapmıyorum ama eskiden sık sık okuduğum kitaplardan hoşuma giden parçaları biraz da hatıra niyetine buraya geçiriyordum. Türkçe basılmış kitaplarla aramıza mesafe girmesi bırakmamda etkili oldu. Epeydir bir kitabı önüme açıp, klavyemin altıma kıstırıp, sesli okuyarak yazıya geçirmedim.

Ara sıra bu not defteri gibi kullanmaya çalıştığım blog’a girip bir isim yazıp ya da rastgele bir post açıp bir kitap alıntısı okuyorum. Bu alıntıyı okumak bana genelde yeni bir şey gibi geliyor çünkü okuduğum şeyi hatırlamıyor oluyorum. Bazen kitabı bile unutmuş oluyorum. Durumun beni şaşırtmasının sebebi bana sanki daha önce sevip unuttuğum bir şeyi tekrar karşıma getiriyor oluşu. Belki şimdi okuduğumda saçma bulacağım, belki anlamayacağım, belki yine etkileneceğim. Hepsi de oluyor. Bazen o notu buraya geçiren kendimi küçümsüyorum, bazen neden o alıntıyı geçirdiğimi anlamıyor ya da anlamadan geçirdiğimi düşünüyor, bazen de ah be ne güzel metinmiş diyip tekrar keşfediyorum.

Bunun bir örneğini geçenlerde blogdaki Bayazoğlu, Ergüder Yoldaş ve Normalleşme Üzerine yazısına denk gelip okurken yaşadım. Hayal meyal hatırlıyordum bu pasajı ama detayları kalmamış aklımda. Okuyunca Bayazoğlu ne yapıyor diye merak ettim, epeydir bakmamıştım, yeni bir kitap yazmış Arap Kızı Camdan Bakıyor diye, merak ettim. İyi de bir söyleşisi varmış, şansıma, onu dinledim biraz fikir edinebildim.

Böyle bir not alma pratiği okuyup geçmişte kalan bir kitabın hatırlanmasına dair aşındırıcı bir etki de yapıyor, her şey toz pembe değil. Hiç akademik ya da sistemli bir okur olmadığım için, okuduğum metinlerin ana fikirleri, hipotezleri, soruları pek aklımda kalmıyor. Böyle bir iki uzun pasajı da ayırıp kitabı temsil eden bir şekilde kayda geçirdiğimde sanki kitap bu alıntıdan ibaretmiş gibi bir izlenime mahkum ediyorum kendimi. Neredeyse hiçbir zaman alıntının kendisi kitabı temsil edebilecek kapsamda olmuyor. Daha ziyade kitabın çok sapa bir noktası oluyor hatırlamayı seçtiğim kısım. Örneğin Bauman’ın Küreselleşme kitabından taşıdığım Turistler ve Aylaklar bölümü gibi. Kitabın genel tezlerine katkı yapmak için verilen örneklerden belki de en minör olanlarından. Ama sanki başka bir estetik değer taşıyor gibi hissediyorum. Belki de tekrar baka baka o değeri ben kafamda kurup atfettim. Uzun süre bir diziyi izleyince artık dizi iyi de olsa kötü de olsa karakterlere yapılan duygusal yatırımın sonucu olarak o diziyi hiç izlememiş birine göre farklı bir hisle izlemek gibi.

Bunun adına Blog Üzerine II dedim, geçmişte bir blog alıntısı yapmışım çünkü birincisini birkaç yıl önce Crary’nin 7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu kitabından yapmışım.

Merkez İstasyon’da Münakaşa

2008’de burada birkaç gün geçirmiştim. En güçlü hatıram çok geniş bir caddedeki uzun yürüyüşümüz sırasında televizyon kulesini kendimize nirengi noktası alışımız ve yanımdaki arkadaşımın sürekli olarak bu kulenin ve etrafının ne denli turistik bir muhit olduğunu, asıl Berlin’in ise hiç buralarla alakası olmadığını uzun uzun anlattığı anlara dair buğulu bir fotoğraftan ibaret. Belki güneşten kaçınmak için başımızı sürekli yana eğdiğimizden dolayı, bu fotoğraf eğri bir görüntüye sahip, aynı zamanda da bir gün batımı hissi var. Bu cadde imgesi (şimdi onun Karl-Marx-Allee ya da Frankfurter Allee olduğunu düşünüyorum) dışında kalan diğer iki anıysa Yahudi Anıtı ziyaretimiz ve belki de yolculukta muhtemelen bira içtiğimiz için çarpıttığım, hafızamda bir uzay istasyonu etkisi bırakan, kente vardığım tren istasyonuydu. O zaman bana çok metalik ve dijital gelmişti. Buraya geldiğimden beri o istasyonun hangisini olduğunu anlamamıştım. Görüntüleri net hatırlamıyorum, sadece bir renk ve doku hatıramda kalmış. Bugün içinde biraz vakit geçirince neresi olduğunun farkına vardım.

Hauptbahnhof’ta arkadaşlarımı beklerken tam olarak anlamasam da belki önyargılarımla beni bir yerlere götüren bir olaya tanık oldum. Onlarca kişi birlikte tanık olduk. Yarım yamalak anladığım, kalan yarısını da zihnimde bir şekilde tamamladığım bu olayı unutmamak için not etmek istedim. Belki de not ederken içine çeşitlemeler yaparım, gerçeklikten iyice uzaklaştırırım.

Bu gerçeklikten uzaklaştırma fikri az önce Ali Smith’in adlarını mevsimlerden alan roman dörtlemesinin ikinci kitabı olan Winter’ı okurken aklıma geldi. Romanda Art, ailesiyle buluşacağı bir Noel öncesinde sevgilisi Charlotte tarafından terk edildiği için başka bir kadınla (Lux) onu terk eden sevgilinin yerine geçmesi için anlaşıyor. Lux, bir süreliğine ailenin henüz görmediği fakat haberdar olduğu Charlotte rolünü oynuyor. Bir noktada Art, yazdığı doğa temalı blog yazılarından Lux’a bahsediyor. Bir deneyimin aktarımı şeklinde kayda geçirilen yazıları okuyan Lux, onu henüz tanımış olsa da, yazıdaki kişinin onun gerçekte olduğu gibi birisi olmadığını düşünüyor. Anlattığı arabayı soruyor, Art’ın hiç arabası olmamış. Köyü soruyor, Google Maps’ten bakmış. Sonuçta hiçbir deneyimi yaşamdan gelmiyor, tamamı kurulmuş. Roman olsa garipsemeyiz. Ama blog metni tamamen kişisel bir deneyim gibi yazılmış. Lux sonunda gerçekten deneyimlediği bir şeyi anlatmasını istiyor Art’tan. Art çok iyi olmasa da idare eder denebilecek bir hatırasını anlattıktan sonra Lux işte tam da bunu yazmasını istiyor. Fakat Art asla böyle bir şeyi yazamayacağını, üstüne üstlük bir de insanların erişimine kesinlikle açamayacağını söylüyor.

“Neden olmasın?”, diyor Lux.
“Fazla gerçek”, diyor Art.

İstasyonun Spree’ye bakan kapısından dışarı çıkıyorum. Hava kapalı. Bir süre içeri mi girsem dışarı mı çıksam diye gidip geliyorum. Karnım biraz aç, istasyonun içinde yemek satan yerlerin vitrinlerine bakıyorum. Seyahat mekanlarının pahalı olduğuna dair bir bilgim olduğu için vitrinlere şüpheli yaklaşıyorum. Fiyatlardan ikna olamadım, bulutların çekilmesiyle dışarı çıkmaya karar veriyorum. Çıkışın önünde orta ölçekli bir meydan var, orada bekliyorum. Kapının önünde onlarca başka insan duruyor, kimisi yemek yiyor, kimisi bir şeyler içiyor, kimisi öylece salınıyor. Yoga yapan birisi de var, sanki “birkaç dakikam var, şu trene binmeden son bir akış yapabilirim” dercesine kendiliğinden uyumsuz bir yere atmış matını, süzülüyor. Her tren istasyonunun önünde kontenjanları ayrılmış hayranlık duyduğum gündüz sarhoşları yerlerini almış. Etrafı izlerken, kulaklıklarım olmasına rağmen ya bir şeyler duyuyorum ya da görüş alanımdaki hareketin şiddetini fark ediyor ve dip dibe duran üç adama dikkat kesiliyorum.

Ellerinde yeşil bira şişeleri olan (yeşiller ayrı çöpe, kahverengi olanlar ayrı), birisi zayıf diğeri oldukça boylu poslu ve yapılı, vücutlarının yerleşiminden ve etkileşimlerinden arkadaş oldukları belli olan iki adam yanlarına sokulmuş bir başkasıyla bağırışıyorlar. Başkası, zayıf olandan bile en az yirmi santimetre kısa, sırtında çantasıyla daha çok bir yolcu izlenimi veriyor. İkiye tek ve fiziken dezavantajlı görünmesine rağmen aynı horozlanmayla cevap veriyor bağırışlara. Bağrışmalarının sebebini uzunca bir süre anlayamıyorum. Kulaklıklarımı boynuma asıp sözcükleri yakalamaya çalışıyorum. Neyse ki uzun cümlelerle değil de kısa kelime gruplarıyla iletişim kuruyorlar. “Hier” (burada) ve “bleiben” (kalmak) sözcüklerini seçebiliyorum. Bir mevcudiyet ve kendini ötekine kabul ettirme mücadelesi, diye düşünüyorum.

Sözcükleri birbiri ucuna ekleyince ancak “Ich muss hier bleiben” (Burada durmam lazım) diye bir cümle elde edebiliyorum. Aslında hala “zorunda olmak” ile “istemek” sözcüklerini karıştırdığım için ilk duyduğum anda “burada durmak istiyorum (hesap mı vereceğim)” diye yorumlamıştım. Sonradan fark ettim. Sonuçta kimin nerede duracağı üzerinden itişen küçük çocuklar gibiler. Birbirilerine dikleniyorlar. Bir yükselti var. Önce birisi oraya ayağını koyuyor, sonra öteki de bir ayağını yanına koyuyor ve diğer ayağı ittirmeye çalışıyor. Bu yakınlığa rağmen maskeleri boyunlarında, yakınlıktan dolayı uyaracak birisi gelse anında çekebilirler burunlarına. İzleyen belki 100 kişi vardır. Söz dalaşı ve itişmeler çok düşük bir ivmeyle şiddetleniyor. Çok büyümeyeceği izlenimini veriyor, çocuksuluğunu koruyor. Neden hiç kimse karışmıyor? Ben en yakında konuşlandım, tek yapabildiğim gözümü dikip bakmak, “ben buradayım, sizi izliyorum” demek, anlaşamam diye düşünerek konuşmaya girmiyorum. Kimse girmiyor. Kimse mi Almanca bilmiyor?

Sonunda bir kadın sorumluluğu alıyor. Kolunu uzatarak aralarına giriyor. İki grup birbirini işaret ederek ve tükürüklerle kadına haklı olduklarını anlatmaya çalışıyorlar. Kadının ardından belki liseli olabilecek iki genç çocuk da yanlarına gidiyor. Bu uzlaştırıcı profilleri bana çok Avrupai geliyor. Şaşkınlıkla kadının birkaç dakika boyunca arabulucu görevini ifa edişini izliyorum. Sonunda olayın çözülebileceğine dair inancını yitirmiş olsa gerek omuzlarını silkerek alanı terk ediyor. Gençler de “bizlik bir olay değil” diyerekten uzaklaşıyorlar. Üçlü yine baş başa kaldı.

Bir süre daha hafif hafif bağırıştıktan ve itiştikten sonra tek başına olan adam diğerlerinden uzaklaşıyor. Vazgeçmiş olmalı. Önce bir süreliğine istasyonun giriş kapılarının hemen önünde diğerlerini uzaktan gözlüyor, sonra içeri girip orada beklemeye başlıyor. Tam o anda diğer ikili sanki bir eureka anı yaşıyorlar. Art arda “polis, polis, polis” diyorlar ve Polis’i arıyorlar. O anda sebebini anlamıyorum fakat ikili içeri doğru koşup diğer adamın uzaklaşmasını engelliyorlar. Yürüyen merdivenlerin çıkışında önüne geçip “gidemezsin, Polis geliyor” diye kıstırıyorlar ötekini. Öteki bu durumdan hoşnutsuz. Yanlarından sızarak uzaklaşmaya çalışıyor fakat göbeklerini, bacaklarını ve kollarını gererek uzaklaşmasına izin vermiyorlar.

Olup biteni izleyişim garip kaçmasın diye yakınlarındaki dezenfektan makinesine gidip ellerimi temizlemeye çalışıyorum. On civarı polis geliyor, kişi başı bölüşüyorlar şüphelileri. Kimlik istiyorlar. İlaç akmıyor musluktan. Uzun uzun deniyorum, bir onlara bir musluğa bakıyorum. Bir gerilim var, neden polis çağırdıklarını merak ediyorum, önyargılarım var. O sırada arkadaşlarım geliyor, ellerime birazcık alkollü sıvı damlıyor. Ötekinin polislere bir kimlik kartı değil de üzerinde imzalar olan bir kağıt gösterdiğini görebiliyorum sadece. Hava birden açıyor. Biraz sonra yine yağmur.