Handke, Katlanılamazlık ve Deneyim Üzerine

“Kasabaya dönünce bir kafeye oturdu Bloch ve kâğıt oynayanları seyretmeye başladı. Arkasına oturduğu oyuncuyla arasında tartışma çıktı. Öbür oyuncular Bloch’tan çekip gitmesini istedi. Bloch arka odaya geçti. Diya gösterili bir konferans veriliyordu. Bir süre baktı. Güneydoğu Asya’daki misyoner hastaneleri üzerine bir konferanstı bu. Yüksek sesle lafa karışan Bloch, izleyicilerle atışmaya başladı gene. Arkasını dönüp çıktı.

Dönüp gene salona girmeyi düşündü; ama girerse söyleyebileceği hiçbir şey gelmiyordu aklına. İkinci kafeye gitti. Orada vantilatörün kapatılmasını istedi. “Ayrıca ışık da çok ölgün” dedi. Garson kız yanına oturmuştu, bir süre sonra konu kızın omzuna dolayacakmış gibi yaptı; kız Bloch’un niyetinin gerçek olmadığını anlayıp, daha kendisi niyetinin gerçek olmadığını belli etmeye fırsat bulmadan, geriye yaslandı. Bloch kolunu gerçekten kızın omzuna dolayarak hatasını düzeltmek istedi ama beriki kalkmıştı bile. Bloch da kalkmaya davranınca kız uzaklaştı. Şimdi Bloch’un, kızın arkasından gitmek ister gibi yapması gerekirdi. Ama bu kadarı fazlaydı artık; oradan ayrıldı.

Oteldeki odasında şafaktan az önce uyandı. Durup dururken çevresindeki her şey bir çırpıda katlanılmaz oluvermişti. Düşündü: Belli bir anda, şimdi, şafaktan az önce her şeyin bir çırpıda katlanılmaz olması mıydı uyanmasının asıl sebebi? Üzerinde yattığı şilte içine çökmüştü, dolaplar, şifonyer çok uzağındaki duvarların berisinde duruyordu, üzerindeki tavan katlanılmaz bir yükseklikteydi. Loş oda, dışarıda koridor ve hepsinden önce dışarısı, sokak o kadar sessizdi ki dayanılır gibi değildi. Şiddetli bir bulantı kapladı içini. Hemen lavaboya kustu. Bir süre sürdü kusması, rahatlama getirmeden. Gene yatağına uzandı. Başı dönmüş değildi, tersine, her şeyi katlanılmaz bir denge içinde görüyordu. Pencereden eğilip caddenin ucuna kadar bakması işe yaramadı. Bir branda bezi sakin sakin duruyordu park edilmiş arabanın üstünde. İçeride, odanın duvarındaki iki su borusunu gördü, paralel gidiyorlardı, yukarıda duvarla, aşağıda döşemeyle kesiliyorlardı. Gördüğü her şey en katlanılmaz biçimde kesilmiş ve sınırlanmıştı. Kusmak için ferahlatmamış, tersine daha da sıkıştırmıştı. Sanki bir levye kendisini gördüğü her şeyden kanırta kanırta ayırıyordu, daha doğrusu, çevresindeki nesneler kendisinde ayrılmış, havaya kaldırılmış gibiydi. Dolap, lavabo, seyahat çantası, kapı: Ancak şimdi farkında varıyordu; çılgınca bir zora uğramışçasına, gördüğü her nesneye uyan kelimeyi aklından geçirmeden edemiyordu. Her nesnenin görüntüsünü hemen nesnenin adı izliyordu. Sandalye, elbise askısı, anahtar. Ortalığa erkenden böyle bir sessizliğin çökmesi, gürültüler dikkatini artık dağıtmasın diyeydi; her yer bir yandan böyle, çevresindeki nesneleri görebileceği kadar aydınlık, öte yandan böyle, hiçbir gürültünün dikkatini dağıtamayacağı kadar sessiz olduğundan nesneleri sanki kendi reklamlarıymış gibi görüyordu. Gerçekten, bulantısı kimi zaman, uyuyana kadar tekrarlamadan ya da mırıldanmadan edemediği belli reklam spotlarından, moda melodilerden ya da milli marşlardan duyduğu iğrentiye benzer bir iğrentiydi. Hıçkırık tutmuş gibi nefesini tuttu. Sonra nefes alınca aynı şey gene başladı. Yeniden tuttu nefesini. Bir süre sonra işe yaradı bu, uykuya daldı.”

Peter Handke, Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, çev. Tevfik Duran, Ayrıntı Yayınları, 2016 [1970], 4. basım, s. 50-2.

Gürbüz, Durgunluk ve Keder Üzerine

“Babam gençliğinde ve öğrencilik yıllarında, kendi tabiri ile “Hayat onun içine damlarken”, bu damlayışta yine kendi tabiri ile “paslı bir tat” bulmuş. Bütün bunları nasıl bulmuş bilemiyorum. Babamın yaşına ben de geldim, gezdiği ülkeleri ben de gezdim ama onun gördüğünü ve baktığını ve o hep sözünü ettiği pas izini göremedim. Ve babamın bana bazen dediği uzay gemisi görmüş de kimseyi inandıramamış bir meczup gibi kendi gördüğü ile kendi sırlanmış hali bana muammalı bir tuhaflıktan öte gelemedi. Aramızdaki dağ da sanırım buydu. Rüzgâra, ota ve yağmura müthiş bir kederle bakardı, güneşe ve alacakaranlığa yine kederle bakardı, kar yağdığında ayrı bir keder, bahar geldiğinde canı yanmış gibi ayrı bir keder duyardı. Bütün bunlar vardı da o mu duyardı, öyle mi hissederdi bilemiyorum. Bir keresinde Çemberlitaş Sineması’nın bulunduğu pasajda bir muhallebicide otururken babam, canlı cansız, aslında hepsi canlı, her şeyin havada yüzdüğünü ve o sahiplenir sahiplenmez, onları tanır tanımaz bu tanıdıklarının hemen üzerine konduğunu ve artık onun olduğunu anlatmıştı. Demesine göre kâinatta her şey kendini tanıyanı ve kabule hazır olanı arıyordu. O bunları tanıyor, tanınanlar da bir aile ferdi gibi ona konup onun oluyorlardı. Tanıyan ve kabul eden, buyur eden az olduğu için bir tanıyan görünce en uzak yerdeki bile gelip artık yerleşiyordu. “Zor duygular uzaktan sevilir, hürmet edilir ama kabul görmez, yaklaştırılamaz,” derdi babam. Zor duygularla yaşamak anlaşılan hafif ve uçucuların da varsa taşınmasına, göçüne, değilse hiç gelmemesine sebep oluyordu. Babamın tüm bakışı onları tanımaya, ayırmaya ve keşfe yönelikti. Acı çektiği halde diğer acı çekenleri ayırıyor ve kendine alıyordu, artık onlarla beraber yaşıyordu.

Yetişme çağında anlaşılan rahat bir ortamda ve haldeymiş. Didinme ve yaşama gailesi üstüne yapışık olmadığından o da gözlerini etrafa çevirmiş. Çeviriş de o çeviriş olmuş ve bakışın içine hapsolmuş. Kadıköy’de ve Moda’da bakacak fazla bir şey göremememiş, yolu Üsküdar’a varınca o zamanki harap Fethi Paşa Korusu, Vaniköy sırtları, Beylerbeyi bostanları, Beykoz… derken Üsküdar’ın içleri onu kendine çekmiş. Günlerini buralarda dolaşarak geçirmiş. Giderek cami avluları, medrese eskileri, kubbeler, yazılar, mezarlıklar ve mezar taşları… Uzun vaktini buralarda ve bunları seyrederek geçirmeye başlamış. Tam emin olmamakla birlikte bir vakit hafızlığa çalıştığını, bir vakit kudüm vurmaya devam ettiğini, uzun yaz ve sonbahar gecelerini hep camilerde, daha da ziyade çevre ve avlularında sabahlayarak geçirdiğini biliyorum. Eşi dostu tuhaftır, vardı. Arayanı soranı, ona derin bir bağla bağlı olanlar vardı. Bunlar ne vakit ya da ne şekil oluşmuş, o da malumum değil. Babamın başkalarına hitabında ve olayları karşılayışında vakarlı ve yüksek bir tavrı hep vardı. Bunun mihengi belki de hiç kendinde taraf olmayışıydı. Vicdanını rahatlatmanın tek yolunu her türlü haklılık paylarından feragatte bulmuştu. Başka türlü müsterih olunmaz diyordu. Alacaklı olmak, onu sanırım vakarlı ve kendince güçlü diyemeyeceğim ama dünyanın bu kıstırmasında kapanlara basa basa yürüyebilen birisi yapıyordu. Ama en büyük dert bu kapanlardan birisine olsun tutulmamak değil miydi? Sonraları çok düşündüm, hiçbir şeye bağlı ve rağbette olmamak onu başka her şeyle rabıtalı mı yaptı diye. Ama aslında şunu söylemekle yanlışa düşsem de bu yanlış bir doğruya açılır ki o da söylenecek her şeyin izlenimci bir tavırla söylenebileceğidir. Babam hiçbir şeyi sevk-i tabiisi dışında yapmadı. Otların kederi için de birisi lazımdı, ağlamak için de, sadece bakmak için de birisi lazımdı, sadece duracak birisi de, bu da galiba benim babamdı.”

Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek, İletişim Yayınları, 2015 [2012], 4. baskı, s. 98-100.

Parnet & Deleuze, Spinoza ve Kederle Beslenen İktidar

“Bir beden ne yapabilir? Deneyiniz, ama denemek için daha nice sakıncalar vardır. Yalnızca insanların değil, yerleşik iktidarların da bize keder bulaştırdığı tatsız bir dünyada yaşamaktayız. Keder, hüzünlü etkiler eylem gücümüzü en aza indirenlerdir. Yerleşik iktidarların bizi köleliğe indirgemen için bizim kederlenmemize ihtiyaçları vardır. Tiran, papaz ve tin alıcılarının hayatın ağır ve zor olduğunu bize ispatlamaları gereklidir. İktidarlar bizi eskisinden daha az baskı altında tutmakta ama bize daha fazla bunalım vermek zorundadırlar, yahut Virilio’nun dediği gibi içten küçük terörlerimizi örgütlemek ve yönetmek ihtiyacındadırlar. Yaşam üzerine uzun ve evrensel şikayet: Yaşam olan varlığın eksikliği… İstediğimiz kadar dans edelim denilsin, çok hoş değiliz. “Ölüm ne kötü” diyelim, kaybedecek bir şeyimiz olması için yaşamımız gereklidir. Tinin olduğu kadar bedenin hastalıkları da bizi bırakmayacaklar, vampirler bize nevrozlarını ve sıkıntılarını, o çok bayıldıkları iğdişliklerini, yaşama karşı hınçlarını, o çirkin bulaştırıcılıklarını iletmedikçe bizi rahat bırakmayacaklar. Bütün iş kan sorunudur. Özgür insan olmak kolay değil: vebadan kaçmak, rastlantıları örgütlemek, eylem gücünü artırmak, neşeyi etkiye koymak en azami olumluluğu ifade eden ve kapsayan etkileri çoğaltmak. Bedenden organizmaya indirgenmeyen bir güç meydana getirmek, bilince indirgenmeden bir düşünce yapmak. Spinoza’nın ilk meşhur ilkesi bu düzenlemeye bağlıdır; bunun tersi olamaz. Bir Spinoza düzenlemesi vardır: tin, beden, ilişki, rastlantı, etkileme gücü ve bu iktidarı dolduran etkiler, bu etkileri nicelikleyen keder ve neşe. Burada felsefe bir düzenlemenin, işlevliliğin bir sanatı olmaktadır. Oluşların ve rastlantıların adamı Spinoza, sakırgamsı filozof, ayırt edilmez Spinoza, daima ortada, fazla oynamasa bile daima bir kaçış içinde, Yahudi topluluğundan, iktidarlardan, hastalardan ve zehirlerden kaçış. Onun kendisi hasta olabilir ve ölebilir; ölümün ne amacı ne de sonu olduğunu bilir, tam tersine yaşamı başka birine geçirmeye kalkmanın öneminin farkındadır. Lawrence’ın Whitman hakkında söylediği ne kadar Spinoza’ya uygun düşmektedir. Sanki onun yaşamının bir devamıdır: Beden ve tin, tin bedenin ne içindedir ne de altındadır, o bedenle birliktedir; o yolun üstündeki bütün ilişkilere, aynı yolu izleyenlere, rastlaşmalara açıktır. “onlarla birlikte hissetmek, geçişte onların tinlerinin ve etlerinin titreşimlerini yakalamak” ruhuna fatiha törenlerinin tersidir, tine yaşamını sürdürmeyi öğretmek, onu kurtarmak değildir.”

Gilles Deleuze & Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, 2016 [1977] s. 79-81.

Parnet & Deleuze, Yazmak ve Yazanın (-)Oluşu Üzerine

(Çeviride bazı kısımlar -ilk cümleden itibaren ve kitap boyunca- hatalı gibi görünüyor fakat belki de metnin kendisi dilbilgisi kurallarından kaçış amacındadır, benim dilbilgim doğruyu söylemeye ne yazık ki yetmiyor -muhattap Ali Akay. Olduğu gibi aktarıyorum.)

“Öyle ki yazmak için kaçış çizgileriyle, özünde, bir ilişki kurmaktır. Yazmak; hayalgücünün ürünü olmayan ve yazı’nın bizi ittiğinden dolayı, bize orada gerçeği yüklediğinden takip etmek zorunda kaldığımız kaçış çizgileri çizmektir. Yazmak oluştur, ama yazar olmak değildir. Başka bir şey olmaktır. Meslekten bir yazar geçmişine veya geleceğine göre, kişisel geleceğine yahut ölümünden sonrasına göre kendini yargılar (yüz sene sonra iki yüz sene sonra beni anlayacaklar). Bütün diğerleri kendi kendine kaçış çizgisi çizip, kurulu sözcükleri edinmediği zaman yazı’nın içindeki oluş olurlar. Yazı resmî olmadığında, yazı’nın zorunlu olarak kendi hesaplarına, yazmayan “azınlıklara” kavuştuğu söylenebilir. Bu azınlıklar üzerine de yazılmaktadır zaten, yani onları nesne olarak kabul etmek anlamında değildir bu; ama tam tersine, ister istemez yazıldığına göre onların içinde kalınır. Bir azınlık baştan yapılmış bir şey değildir, azınlık saldıran ve ilerleyen kaçış çizgileri üzerinde meydana gelir. Yazıda bir kadın oluş vardır, ama bu bir kadın gibi yazmak değildir. Madam Bovary, “o benim”, histerik sahtekâr bir cümledir. Kadınların kendileri bile, bir kadının geleceği üzerine yazıldığında, kadın gibi yazmaya çalıştıkları vakit bile bunu başaramamaktadırlar, Kadın zorunlu olarak yazar değildir, ama yazısının minör oluşudur; bu da ister kadın olsun, ister erkek. Virginia Woolf kendi kendine “kadınca konuşmayı” yasaklamıştı: Daha fazla Yazının kadın oluşunu kapmaktaydı. Lawrence ve Miller birer kadın düşmanı olarak tanınmaktadırlar; ama bunun yanında yazı onları dayanılmaz bir kadın-oluşa sürükledi. İngiltere, kadınlarında erkekler kadar güç sarettiği bu oluş ile birçok kadın romancı üretmiştir. Yazıda bir Hintli-oluş, bir zenci-oluş vardır; ama bunların Kızılderili veya küçük zencilerin konuşmasıyla bir ilgisi yoktur. Yazıda hayvanı taklit etmeyi içermeyen, hayvan gibi yapmak anlamını atşımayan bir kuş-oluşa girse de kuşları taklit etmeyen Mozart’ın müziğinden daha fazla bir şey olmayan hayvan-oluşlar vardır. Kaptan Ahab’ın balinayı taklit etmesiyle ilgisi olmayan bir hayvan-oluşu vardır. O harika şiirlerinde Lawrence ve kaplumbağa-oluş. Yazıda kedisinden veya köpeğinden bahsetmeyi içermeyen hayvan-oluşlar vardır. Bu aslında, iki saltanat arası, kısa bir devre, her birinin yersizyurdsuzlaştığı bir kapma kodu olan bir karşılaşmadır. Yazarken yazıdan, yazamayanlara verilir, ama bu yazıya, onsuz olmayacağı, onsuz sadece kurulu güçlerin hizmetinde bir tekrar etme olabileceği bir oluş verir. Yazarın minör oluşu okuyucudan çok yazar var anlamını taşımaz. Bugün bu doğru bile değildir: bu daima yazmayan bir azınlığın yazı ile rastlantısını belirtir ve yazı ne bu azınlıklar için ne onların yerine, ne onların adına yazmakla görevlidir, ama öyle bir karşılaşma vardır ki, her biri diğerini iter ve onu kendi kaçış çizgisine doğru sürükler; bu birleştirilmiş bir yersizyurdsuzlaşmaktır. Yazı, kendi oluşu olan daima başka bir şeyle kendini birleştirir. Tek bir akım üzerinde işleyen bir düzenleme yoktur. Bu bir taklit sorunu değildir, ama bir birleştirme sorunudur.Yazar çok derinden bir yazar olmama oluşuna girmiştir. Hofmannsthal (kendisine bir İngiliz takma adı edinmişti) bir fare isyanının sıkıntısını gördüğü vakit, hiçbir şey yazamamaktadır; çünkü hayvanın kendi içinde dişlerini gösterdiğini hissetmektedir. Çok güzel bir İngiliz filmi Willard, kahramanın dayanılmaz bir fare-oluşunu göstermektedir, bu kahraman her insancıl elverişli durumda buna asılsa da her seferinde alınyazısındaki birleşmede kendini bulmaktadır bu. Yazarlar bunca sükuneti ve bunca intiharı, bunca doğaya karşı düğünler yüzünden olayları açığa kavuşturabilirler. Kendi saltanatlarına hıyanet etmek, kendi sınıfına, kendi cinsiyetine, kendi çoğunluğuna hıyanet etmek – bundan başka hangi sebep yazmak için bir neden olabilir? Ve yazıya hıyanet etmek. Çok kişi hain olmayı düşler. Orada buna inanırlar, hem de hain olduklarını zannederler. Ama bunlar ufak hilebazlardan başka bir şey değildirler. Fransız edebiyatında Maurice Sachs’ın patetik durumu. Hangi hilebaz demedi ki; eh, sonunda gerçek bir hain oldum! Ama hangi hilebaz da akşamına şöyle söylemez: Herşeyden [sic] sonra ufak bir hilebazdan başka bir şey değilim. Hain olmak zordur, bu yaratmak demektir. Orada kendi benliğini kaybetmek lazımdır, kendi yüzünü kaybetmek. Kaybolmak gerekir, meçhul oluş gerekir.”

Gilles Deleuze & Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, 2016 [1977] s. 60-2.

Gürbilek, Taşra ve İsteğin Krizi Üzerine

“Ben de vaatten söz ederek başlamıştım bu kitaba. Piyasanın taşraya doğru genişlediği, taşranın kültürel alanda yükseldiği yıllardan söz ediyordum. Kırda olsun şehirde olsun üvey evlat muamelesi görmüş, taşradan ibaret bırakılmış her şeyin sonunda piyasanın imkânlarıyla buluşmasının; uzun yıllar bastırılmak zorunda kalınan bir iştahın, yabancı topraklarda kendine güvenmeyi öğrenmiş bir sesin şarkısı olarak yorumlamayı denemiştim “Ben de İsterem”i. Taşrayla imkânlar dünyası arasında sanki mutlu sonla biten bahtiyar bir ilişki kurulmuş gibiydi. Çok değil, dört beş yıl önce millet bu şarkıyla kendinden geçerken, bu toplumun kısa bir süre içinde nasıl da bir arzu toplumuna dönüştüğünün kanıtları vardı sanki her yerde.

Bugünse aynı şarkının, yakın zamana kadar pek görünmeyen karanlık tarafını yaşıyoruz daha çok. Gazetelerde ya da televizyon ekranlarında, sonunda tutunmayı başarmış iştahlı taşralıların, şehirli kızları tavlamayı başarmış arzulu delikanlıların, kıyıda kalmış içeriklerin merkeze ilerleyebileceğini gösteren pozlarından çok, istek mekânlarının önünde hevesi kursağında birikmiş kara kalabalığın, şehri şehir olmaktan çıkaran öfkeli taşralıların; arzının hasete, iştahın hınca, isteğin suça dönüştüğü anın fotoğrafları var. Ama bildik bir işbölümü de var burada: Kendi iştahını taşranınkine eklemekte, oradan neredeyse milli bir arzu çıkarmakta gecikmemişti şehirli, ama sıra aynı duygunun arka yüzüne gelince, onu şehre sızmış öfkeli taşralının karanlık tabiatına, memleketi çaktırmadan ele geçirmiş bu kara yabancının giderilmez hasetine devrediyor. Kısa bir süre önce iştahına ortak olduğu taşrayı şimdi yalnızca mekânsal olarak değil, zamansal olarak da olduğundan geriye itip ondan tümüyle yabancı, uğursuz, tehlikeli derin taşra yaratacağı açık.

Türkiye’nin, bir toplumun tarihi açısından çok kısa sayılabilecek bir süre içinde hızla bir mal, imge, istek akışına sahne olduğu doğru. Bütün bu sürecin ortada imkândan çok istek biriktirdiği de doğru. Evet, başkasının imkânlılığına duyduğumuz kızgınlıktır haset. Ama her geçen gün daha da fazlasına maruz kaldığımız vahşi taşralı görüntülerinin bize söylediği gibi yalnızca yalnızca yokluktan değil vaatten, iktidarsız bir nefret kadar bir kudret vaadinden, acz kadar kışkırtılmışlıktan da yapılmıştır. Bugün ortada bir haset fazlası olduğundan söz ediliyorsa eğer, bunun nedenini taşranın karanlık tabiatında, eksik doğasında, doğası gereği giderilemez olan bu yetersizlikte değil; zaten her zaman her yerde kendine bir yaratarak var olan, kendi imkânlarını ancak başkasınınkileri sönük, bayağı ve güdük kılarak var eden, kırda olsun şehirde olsun hepimizin en yetersiz tarafına seslenen, geniş toprakları olduğu kadar tek tek insanları da bir anda çorak bir taşradan ibaret bırakan, nihayet girdiği her krizden daha da derin bir taşra yaratarak çıkan kapitalizmin kendi doğasında aramak gerekir.

Kudretsiz babalar, mağdur ama gururlu yetimler, yabancı ideallere kapılmış züppeler, acıların çocukları, nihayet kötü çocuklarla ilgili bu kitabın bu son yazısında bütün bu figürlerin yanında, her geçen gün biraz daha daralan imkânlar dünyasında bu kez hüsranın, isteyip de alamamanın göstergesi olabilecek yeni bir kötü çocuğa, yetersizlik duygusu kadar kapılmışlıktan da yapılmış bir hasetoğlana yer açmak gerektiği doğru. İç dünya denen yerin biraz da bunlardan yapıldığı doğru. Ama aynı pazarın bir zamanlar iyi yürekliliğinden ve gururundan söz ettiği, şehri arındıracak erdemlerin taşıyıcısı olduğuna inandığı, isteme kudretine özenip bağrına bastığı taşralıyı şimdi karanlığın, hasetin ve huncun simgesi olarak bir daha dışarıya (bu kez kaba saba ama çocuksu bir taşraya değil, arzusuyla bizim de iştahımızı kabartan istekli bir taşraya da değil, bu kez vahşi ve tehlikeli bir derin taşraya) itmesinin nedenleri üzerinde de düşünmek gerekir. İsteğin neden hep cömertçe dağıtıldığı, imkânınsa neden hep bir yerde toplandığından, yani yalnızca hasetten değil, aynı zamanda epeydir sözlüklerden çıkardığımız haksızlık ve adaletsizlikten de söz etmek gerekir. “Haset toplumu” gibi bir laf en çok da bunu görmemizi engellediği; karanlık duyguları hep öte tarafa, uzaktaki yabancının karanlık tabiatına yükleyip içinde yaşadığımız kültürün karanlıkltan beslenen tabiatını akladığı için yanlış bence.

En iyisi biz uzaktan değil, yakından; lanetli ötekinden değil, kendimizden; en yakınımızdaki taşradan, kendi taşralaştırılmış yanlarımızdan yola çıkalım. Karanlık günler yaşıyoruz yaşamasına, ama baktığımız her yerde hep karanlığı, hep kötüyü görme isteğimizde yalnızca karanlığa bakma cesareti değil, aynı zamanda başka hiçbir şeyden o kadar zevk alamıyor olduğumuz gerçeği de var. Işığını bizden esirgemiş bir dünyada yalnızca kötü şeyleri görme isteği. Şimdi düşünüyorum da bana bu toplumun giderilmez defosundan, iflah olmaz bir haset toplumu olduğumuzdan söz eden arkadaşım aslında pek de kederli görünmüyordu. Gazete küpürlerinden, orda burda çıkmış yazılardan, defolardan oluşturulmuş bir kötülük arşivi yaptığını anlatırken baktım, gözleri ışıl ışıl parlıyordu.”

Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, Metis Yayınları, 2012 [2001], 4. basım, s. 137-9.