Gürbüz, Kıyamet Emeklisi | Notlar 1

İki ciltlik, 1000 sayfaya yakınsayan Kıyamet Emeklisi‘ni okurken okuduğum yerleri unutmamak için ara ara notlar almaya çalışacağım. Belki tadına daha da çok varırım böylece. Hevesim baki kalır, intihalden de mail almazsam umarım devam edebilirim. Sayfa numarası yazdığım alıntıların hepsi şuradan:

Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi – Birinci Cilt, İletişim Yayınları, 2022.


[1-113]

Makastar Sokak: Üsküdar

Adil’in babası Aziz herkesin kendine göre bir delilik peşinde hayatı geçirdiğini durup düşünür, oğluna sorarken: “İnsan sevk-tabisi ile kitap okumalı, sen nasıl seçiyorsun, kimden ne duyup peşine düşüyorsun kim bilir? Sana diyorum Adil, bak, yetmiş çeşit delilik varmış, duydun mu, bunlardan birini bile beğenmeyip önüne konanlarla bir şey olacağım, okuduklarıma iltica edeceğim, onlar da beni kurtarıp besleyecek sanma. Düşman düşmana mevlit okumaz” (s. 6). Babanın büyük sözleri karşında tıkanan Adil.

Hemen sonra, daha kitabın üçüncü sayfasında bir Şule Gürbüz imza diyaloğu:

“Ne yapayım baba, okumayayım mı, ne kitap, ne üniversite, okumayayım mı?”
“Oku tabii, ne yapacaksın ama iğrene iğrene, utana utana oku, bunlar mihrabın olmasın. Dünyanın gelmişi geçmişi, en iyisi bile ne orta adammış diye oku. Herkesin sonu ne yavanmış diye oku. Okutan okuttuğundan, okunan nerede kimin eline kalacağından ne habersizmiş diye oku.” (s. 7)

Adil üniversiteye başlayacak gibi. Aileye yakınlaşıyoruz. Aziz’in eşi Tevhide ve kızı Alev de evde. Gözler ve ışıltılardan söz ediliyor.

Geçmişe sıçrama, Aziz’le Tevhide’nin tanışması: “Manisalıydı Tevhide”. Liseyi bitirip İstanbul’a geldiğinde akrabalarının onu “azmış kabak” gibi görmesiyle evlilik meselesi gündeme gelmiş. İlk aday olan pilotla iş olmamış, pilotun misafirlikteki tavırlarının yerin dibine sokan eleştirisi: “Konuşulanları da dinliyora benzemiyordu, sadece makbul bulunmanın, beğenilmenin yolunun söz söyleyene arada hafiften yönelip şık bir tavırla gülümsemek olduğunu nasıl öğrenmişse öğrenmiş, birkaç dakikada bir tekrarlıyordu”. (s. 11)

Tevhide’nin dayısı bu ve diğer başarısızlıklar sonucu paniğe kapılmış.

Bir ahbabın tanıdığı, iki yıl önce Erzurum’dan gelmiş, annesi ve babası hayatta olmayan, dini bütün Aziz yeni kısmet olabilirmiş. Evkafta çalışıyor ne de olsa.

Dayı bir çay bahçesinde bir ahbabı ve Aziz’le buluşmaya gitmiş. Onlar gelmeden sallanan masayı gazoz kapağı ve başka çöplerle düzeltmeye çalışması (s. 14) ve ellerini kirletip misafirlerini selamlayamayışı… Çayını kıtlama şekerle içen Aziz, hep çok tepeden konuşuyor, ama bunu da kendinde tespit ettiğinde vahlanıyor: “… bir değerli şeyi hafiften gizleyerek sözde tevazu edecek halde olmadığına göre daha iyiyi bilip istiyor da isteyişinin olmayışını da hafife alıp bir kademe daha tırmanıyor gibiydi” (s. 17). Evlenmek isteyip istemediklerini sorduklarındaysa, “Efendim insanın kendinden biraz olsun ümidi varsa evlenir mi?” (s. 17) diye soruyor, evliliğin kıymetini doğasından “belalı” olan insanın bu belasını başkalarına bulaştırmaktansa bir çatının altına sokup başkalarına zararı dokunmadan yaşamasında buluyor. Anlatıcının iğnesi hazır: “Kendi ile ilgilenildiğini, anlaşılmaya çalışıldığını gören de azdıkça azar, kimseye edemediğini bu safderuna ederdi” (s. 18).

Aziz uzun uzun konuşuyor ama bu sürekli kendine dönen bir bakışla bu sözlerini ciddiye almamalarını da rica ediyor. Dayı biraz rahatsız, “Gayri memnunluğun, yadırgamanın ve yadırganmanın, bu başa nasıl geldi, bu iş buraya, bir bir araya nasıl geldik sıkıntısının kavgasız gürültüsüz, kat’ı alaka edilen vedalarını, görmüş bilmişti” (s. 20). O yüzden kibarca ayrılıyor.

Dayının bu damat adayı görüşmesini Tevhide’nin annesi Nuriye Hanım ve baldızı görmüş, Aziz’i uzaktan beğenmişler, dayıyı epeyce darlarmışlar, dayı da -anlatıcının yüküyle- düşüncelere dalmış: “Hayatı sözde ve söz ile istenildiği, beklenildiği gibi yaşayarak ne ufak bir alana razı olduğunu, bu suretle bir kulübede ömrünü geçirdiğini, ruhunun da yine arada verilen bir bardak çeşme suyu ile kapalı küçük bir saksıda ölmeden, kurumadan, boy atmadan öylece durduğunu gözü ile gördü, ruhuna kendi öz benliğinden şahitlik etti. Ölmek ile bu şekil yaşamanın neden bu denli yakın ve kolay olduğunu anladı” (s. 24).

Dayı (Fevzi) karısıyla konuştuktan sonra Aziz’i eve davet etmeye karar veriyorlar. Üsküdar’a, Aziz’in çalıştığı Evkaf Müdürlüğü’ne gidiliyor. Artık niyetler açık, “Tabii tabii hem lafımızla oynar gibi olmasın, elden kalan elli gün kalır, müsait iseniz cumartesi yine öğleüstü olur muydu?” (s. 27).

Aziz’in geleceği gün ev derlenip toplanmış, yağmur yağıyor, hava birden kararıyor, gündüz gündüz ışıkları yakıyorlar. Evin bu halinin tasvirinde bir melankolik bir görsellik ve dokunsallık, “Gündüz yakılan her ışık gibi ziyanın, nurun, zulmetten kurtuluşun rahatlığını değil de belayı yakından görecek olmanın fenerini bir tedirgin yaktılar. Işığa da göz alıştı, alışırsın alışırsın denildiğinden de kolay alıştı. Hatta gündüz ışığı, evde belli eşyaları seçip onları ziyade parlatan ziyası ile gözlerine bir lüks gibi görünmeye başladı” (s. 28).

Tevhide’nin anası bilge, iç dünyası zengin, dünyadan pek kimseye dokunmadan kendi halinde gelip geçen birisi olarak takdim olunuyor. Aziz’in bu ziyaretteki tavırlarınıysa anlatıcı yine bir denge arayışıyla çiziyor, kendini açmakla kendini bırakmak arasında yer bulmaya çalışmakla: “Aziz oturur konuşurken de kendini izleyen ve dinleyenleri gözden geçirirken de birden dalgınlıkla anlattığına ve anlatışına kapılıp kendinden habersiz hale düşmekten korkuyordu. Başarılı denen konuşmalardan sonra insanı kendinden utandıran yön bu olurdu zaten. Kendinden bir şeyleri kaybederek doğrulurdu insan, her şeyini vermiş olurdu yani. Bu kendini ele hatta yele vermekti, kaybetmekti. … Gözleyecek kadar gözü dışarıda, kendinden haberdar olacak kadar da içeride kalmak en iyisiydi” (s. 30).

Konu evlenmeye gelince Aziz bir küçümsemeyle tam tabi olma halini karıştırarak cevaplıyor, “nasıl uygun görürseniz” (s. 32). Sanki herkesin söylediği bu cümleyi ille de kendine has bir şekilde, kendi kişiliğini de dillendirecek şekilde söylemek zorunda hissediyor kendini. Hep bir kibirli tevazu peşinde gibi.

“Efendiye nasılsınız desene Tevhide, bir sesini duysunlar” (s. 33). Aziz nasıl olduğu sorusunu uzun, çalışılmış gibi görünen, içinde bir ‘Tevhide Hanım’ın tekkede söylenen bir ilahiyi kendine aşık bir şeyh efendiye yorduğu gereksiz bir hikaye anlatıyor. Bir South Park sessizliğinden sonra Aziz toparlanıp çıkıyor.

Neticede ev ahalisi Aziz’i beğeniyor, baldız “Ablam da ben de bu devrin adamı gibi değil, dedik,” (35) diyor. Dayı kibirini sorgulasa da Tevhide’nin anası tevazusuna ikna olmuş. Aziz’e bir büyüğüyle Manisa’ya gelip Tevhide’yi istemesini söylüyorlar.

Aziz, İstanbul’a ilk geldiğinde ona yol gösteren, işe sokan, evkaf emeklisi, “İstanbul’da aklı eren hemen herkesin önünde diz çöküp ders göreceği türden bir adam” (s. 37) denilen hemşerisi ve büyüğü Nuhu’yu düşünüyor.

Bir keresinde bana “Alp” diye hitap eden bir arkadaşım, küçükken annem babam bana kızdığında falan nasıl bağırdıklarını sormuştu. İnsan adı “Alp” olan birine içi dolu dolu bağıramaz, tek hecede nefesi kesilir diye “sana doyasıya bağıramamışlardır” demişti. Anlatıcı bana bunu hatırlattı: “Memlekette Nuh, dut… gibi tek heceli kelimeleri arkasına bir uygununu getirerek ya da değiştirerek duta tud deyip aslında daha zorlaştıran ahali Nuh ismine de bu ani, adeta fren yapmışçasına bitmeyi yakıştıramayıp Nuhu diyerek çözmüşler, isim o isim kalmıştı” (s. 38). Bana da çocuklar “Alpi” falan diyorlar.

Aziz ve Nuhu Manisaya gidiyorlar, bir otelde kalıyorlar. Nuhu’nun yaşam görüsü Aziz’inkine benziyor, başka bir şey olmayı istemenin namümkünlüğüne emin olmuş, olmaya çalışmaktan el çekmişlik anlatısı aynı tonda devam ediyor: “İnsan nerede aman arasa aynı adamı farklı kılıkta görüyordu, nerede derman var deseler aynı adamı farklı aksanla konuşur buluyordu, bu da daha önce gittiği gördüğüydü de sade elbisesini değiştirmişti. Nuhu dünyadan başka bir duyuşla yaşayan, başka bir baş tutan hatta kendi başını başka türlü taşıyan insan olmadığına neredeyse vehmetmiş, sonra sonra artık iyiden iyiye fehmetmişti. Başkalık arayan başkalığın para ve değer edeceği zannındaydı, öyle olmadığı anlaşılınca daha otuzuna gelmeden mezardaki dedesinin kemiğinin üstüne kendi etini sarıyor onun üzerinden devam ediyordu” (s. 41).

Nuhu, Aziz’i “Sizin oradan bir genç geliyor, okuması çok değil ama çok yere girdi çıktı” diyerek ilk yanına yolladıklarında aslında bu durumdan pek hoşlanmamış. Yine de kendinisini görünce “Aziz’in tabına uyarlığı”na şaşırmış. Burada anlatıcı insanın kendine ya da başkalarına dair sürekli bir hikaye kurma istencini deşiyor. Anlamaktan bile öne koyuyor. Ben de hep insanların hayatlarını hep kendi sonradan ekledikleri bir anlatı etrafında kurduklarını düşünürüm. Yani yaptıkları şeyleri anlattıkları sebeplerle ya da planlarla yaptıklarını değil, aksine öylesine sürekli bir şeyler yaparken sonra anlattıklarında o yaptıklarını bir şekilde nedenselleştirdiklerini. “İnsana nasıl girecek ama aslen yabancı bir beden lazımsa bir de geçmiş lazımdı ve tutarlı bir hikaye. Beğenilecek olmasa da anlatılınca, “Anlat,” denince dinleyenin bir şeyleri hatta mümkünse her şeyi uç uca ekleyeceği bir geçmiş, şu şunun yüzünden, bu bundan, o oradan yürüme, öteki berikinden türeme, ya işte böyle, diyeceği bir şeyler lazımdı. İnsan çünkü anlamadan değil ama uydurmadan duramıyordu. İnsan, uyduracak ki varlığına inanılsın, uyduracak ki bir mindere olsun oturtulsun, bilemiyorum, ne nasıl oldu, ben nasıl oldum bilemiyorum, demek olmaz. Kendi sebepleriyle bilecek başkasına da anlatacaksın, başkası da ikna olacak, bazen senin sende atladığını o hemen bulup yerine koyacak.” (s. 42)

Hikaye biraz daha geri sarıyor, Aziz’in çocukluğuna gidiyoruz. 1960’ta Yakutiye‘de doğmuş. Bir abisi var. Çocukluğu diyince ilk bahsedilen çayırlar, otlaklar ve hayvanlar,  15 yaşına kadar çobanlıkla büyümüş, “Dünya o vakit otla otla bitmez bir çemenistandı” (s. 43).

Evde terbiye, alçak sesle konuşma ya da hiç konuşmama hakim. Güzellik ve temizlik üzerine: “Temizliğe büyük gayret vardı ama yine her şey köhne, kurşun rengi, boz ve toz rengiydi. Temizlik dışında bir şey yapılmazdı çünkü süs diye bir şey akla gelmezdi, çiçek, akla gelmezdi, güzelleştirmek zaten akla gelmezdi …” (s. 45).

Doğaya, bitkilere ve hayvanlara ayrı bir ilgisi var Aziz’in. Bu çocukluk bana Kaplanoğlu’nun üçlemesindeki şair çocuğun özellikle çocukluk (Bal) ve ergenlik (Süt) yıllarını hatırlattı biraz. Babası dilsiz orucunda, annesi de hep babasına tabi, o açıdan şairden farklı. Annesi neredeyse kendi kişiliği olmayan bir yardımcı olarak anlatılıyor: “Bazı insanlar yardımcı olarak yaratılmışlardır, bunlara şefik soyu denir. Aziz’in annesi de kendini tüm vücut ve ruhu ile bir insan değil de sanki bir kol addediyordu ve kol olmaya çalışıyordu” (s. 46-7). Yazıcı babanın ritmiyse kendine has -bu deftere çekme hali çok tanıdık: “Babası her gece üç civarında kalkar, okuyacaklarını okur, namaz kılar, sonra yere oturarak iki saate yakın konuşmadan birtakım defterlerdeki el yazılarını başka defterlere yazar, yazardı. Sonra saat yedi olmadan dükkanı açmaya gider, akşam beşte de muhakkak kapatırdı. Kendisi gibi bazı defterleri yazarak çoğaltan birkaç tanıdığı ile de dükkanına gelip giden ahbapları ile de hep dışarıda görüşür, ne eve kabul eder, ne kendisi kimsenin evine varırdı. Evler tamamı ile mahrem, dışarı kapalı yerlerdi” (s. 47)

Ailenin genel rutini ve geçen günler üzerine: “Kendilerini toprak bir testi gibi her gün doldurur boşaltır ama taşıyacağını kafi miktarda taşımadan hele testiyi kırıp çatlatarak bu mahfazayı bozmaktan son derece korkar, kırılmadan gitmeye tüm gayretlerini verirlerdi. Ne denli söz az olur olsun istikamet ve gaye anlaşılan birdi. Bu birlik nasıl temin edilmişse edilmiş hiç kaydı, anlaşması, mührü olmadan üzerlerine giydirilmişti. Annesi belli ki kendini babasına taşımıştı; ona terk etmişti” (s. 47).

Aziz bu sözün neredeyse olmadığı, birinin gıkı çıkarsa da ancak alçak sesle çıkabildiği evde kediyi kendine dost belliyor, kimliğini kedi üzerinden kuracak raddeye geliyor. Kedi ve kedinin ışık saçan gözleri (s. 48-9).

Abisi Adem, Aziz’den 2 yaş büyük, uyumlu bir çocuk. Aziz’e de deneyimsizliğinden büyüklük taslıyor ama destek de oluyor, köftesini onun tabağına atıyordu gizliden sanki. Durağan, kimseye başka bir şeyin vaadolunmadığı, başı sonlu bir yaşam görünüyor ileride Aziz için (s. 51).

Bir gün Adem’le birlikte dükkana gidiyor Aziz. Dükkandaki tavırları, çekingenliği ve rahatsızlığıyla abisini utandırıyor. Bundan bir şey olmaz diye yelleniyor abisi, “bu kediylen oynasın, yazın dağa gitsin” (s. 56). Süt’te de anne “sabah kalkıyorsun, kitap elinde, çık dışarı, havaya bak dur, toprağa bak dur, çiçekti böcekti” diyordu. Fakat Aziz için bu akşam, ‘ben’ olmanın ilk parıltısını gördüğü gün oluveriyor. 15 yaşında.

“Hayatında ilk kez kendi ile baş başa kaldı … Bir hayatı olduğunun çok da farkında değildi” (s. 59). Bu farkındalıkla kendi kendine yaptığı konuşmadaki ilk sözleri: “Ben Aziz, çalışkan değilim, faydalı değilim, kediyi seviyorum sahiden, ölse çok üzülürüm, burada oturuyorum, arkadaşlarım arasında bariz biri değilim, etraftakilere bazen beni nasıl seveceklerini bildiğim şekilde davranıyorum, idare ediyorum, kendi miktarımla mı, başkalarının olduğuna yetişememekten mi idare ediyorum, idare ederken feragat mi üçkağıtçılık mı ediyorum, onlar mı haklı ben mi bilmeden ediyorum, aslında kendimle ilgili söyleyecek pek bir şey bulamıyorum, bu azlık mı, bilmemekten mi, acaba neyim?” (s. 60).

Belki tesadüftür belki değil, Aziz, Benjamin’in evden kaçamadığı yaşta evden kaçmayı deniyor: “Dolayısıyla hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: “Dolayısıyla hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.” (Son Bakışta Aşk, s. 53). Biraz daha uzun kalıyor sokakta, ya da başka evlerde, en azından şimdiye dek okuduğum yere kadarki kısımda.

Kümese girip cebine bir yumurta alıyor ve onu yoklayarak evden çıkıyor: “‘Eve girmeyi canım hiç istemediğinde yapmak istediklerimi yaparım,’ diye düşünmüş, ‘gitmek istediğim yerlere giderim, demişti. Sabahın ayazı da inadına çok sertti. Çarşıya doğru yürüdü …” (s. 61).

İlk yürüyüş İhmal Camii‘nin sokağından başlıyor. Bir çaycıda oturduktan sonra yürümeye devam ediyor Aziz, tanıdıklıktan uzaklaşmaya çalışıyor. Bir camide soluklanıp durmuşken, çocuklarını bir hocaya okutmaya getirmiş kadınlara yol göstermesi için seçiliyor ve onları Sarılık Tekkesi’ne götürmeye yola koyuluyor. Oğlanı taşıyor gidiyorlar. Aile Aziz’e minnet duyuyor. Çocuk okunuyor, Aziz’i lavaş almaya yollamalarıyla karınlar da doyuyor, “İçinde tekrar bir benlik duymaya, “ben” demeye, bir bene kavuşmaya başladı” (s. 69).

Tekkede bir ayı da var, sırt çiğniyor. Aziz at arabasıyla kadınları evlerine bırakıp geri geliyor, tekkede yaşlı adam da orada kalmasına izin veriyor. Ayıyla yatıyorlar, “Bir ayıyla bir evde, Sarılık Tekkesi’nde yatacak olmasını düşünmeye çalışıyor ama düşüncelerine sığdıramıyordu” (s. 75). Evden kaçış yirmi dört saat dolmadan başka bir dünya açtı.

Sabah kendini sahipsiz hissediyor. Pazar sabahı, adamın adı Hasan Efendi, Aziz lise birde. İnsanlarla birlikte yemek yerken çok çekiniyor, her şeyden yiyenleri şaşkınlıkla izliyor, “Rahatsızlıkları biriktirerek yaşıyor, bunlardan gizli bir huzursuzluk serveti biriktiriyordu” (s. 78).

Ayıyla birlikte dabazlı birine okumaya gidiyorlar. Dabaz kurdeşenmiş, yıllarca ürtiker dedim ben de. Yolda yürürken çocuklar ayıya ve Aziz’e tükürüyor, taş atıyor. Hasan Efendi’den sonra bu kez Baba’yla, Erenler Babasıyla tanışıyor Aziz, “Okumak istiyorsan, biz seni okuturuz, öğrenmek istersen öğretiriz, görmek istersen gösteririz” (s. 80). Hasan Efendi elinde bendir, tespih, okuyor Baba’yı sırtını ayıya çiğnetiyor. Baba Aziz’i tutuyor, ahaliye övüyor: “Bakın şu çocuğa, nasıl iki günde anasının yanından çıkıp ayıya hem – zeban olmuş, yaa, hanginiz bunu yapabilir, hiç. İstersiniz ki burda söz dinleyin, yalandan azıcık sözde hizmet edin, hizmet dediğim de çay doldurup soba yakmak, ha bir de baş eğip etrafımın aslında kalabalık olduğuyla ilgili beni kandırmak, sonra da zırt diye kendi evinize, yatağınıza karılarınızın beline yapışın. Sizden bir halt olmaz, aha yüzünüze söylüyorum …” (s. 83) ya da “şeytan fukaradır derler amma iş öyle değil, insan fukara, bak şuncağız çocuktan bile umuyorum, görüyor musun, her yeniyi Hızır zannediyorum, vallahi ben eskilere ağlıyorum” (s. 85). Aziz bu iki farklı “baba” figüründen kendi babasının yanına koyup karşılaştırarak etkileniyor. “Çocukluğundan beri nedense her başkalığa kaykılırdı zaten, hemen içi geçer, dişi kamaşırdı” (s. 86). Baba’nın evinde kalmaya karar veriyor.

Okul eşyalarını ve kıyafetlerini almak için eve uğrayan Aziz kapıda abisi ve annesinin hiddetli bakışlarını görünce hiç içeri girmeden geri Baba’nın yanına gidiyor. Kendini çok kötü hissediyor ama derdini anlatmaya da çekiniyor: “Onun acısı fiziksel değil, bakış acısıydı, anasının ona bakarken verdiği acıydı, babasının bakmama acısıydı, bunu nasıl anlatacaktı” (s. 89). Anlattığında Baba onun derdini çok seviyor – dert seçen Baba. Buradaki dertlilik pasajı ilginç geldi bana: “Başına felaket geldikten sonra üzülmeye dertli olmak denmez zaten, böyle ince ve sürekli bir sızı duymaktır dertli olmak, başkasının aldırmayacağı şeye küsmektir, kaburgası kalın 33 kaburgalı olmamaktır. Canın dert istiyor ona susuyor, ihtiyaç duyuyor ki ananın suratı sana dokunuyor, yoksa kim bilir kadının asıl derdi ne, olsun, yeter ki sana dert olsun” (s. 90-1).

Okul için Aziz’in üstüne on beden büyük komik kıyafetler hazırlıyorlar. Öylece sabahı ediyor. Biraz ağlamaklı. Okulda Aziz’deki tuhaflığı hemen fark ediyorlar, bir hocası kenara çekiyor. Ayının bıraktığı çizikleri, kat kat katlanmış kıyafetlerini anlamaya çalışıyorlar. Okuldan bir arkadaşı Sıddık onu hafta sonu ayıyla görmüş, o da sinirini bozuyor. Aziz bu çocukları aptal görüyor. Muhattap olmamak için babası gibi dilsiz orucunu da denemiş bir kere ama iç sesini çok fazla duymuş, uzun süre yapılırsa ne sonuç verir kestirememiş. “Büyümeye çok ihtiyacı vardı, burada, bu halde, bu şehirde, bu insanların arasında çocuk ya da genç olmak felakete uğramaktı” (s. 97)

Yine Baba’nın evine gidiyor. İşsizlikten sıkılıyor, “kadınların en büyük derdinin yorgunluk, yardımsızlık olduğunu anlayarak” (s. 100) mutfakta bacılara yardım ediyor, işleri de titizlikle yapıyor, epey bir patates soyuyor. Baba ise onun bu davranışlarına sinirlenip bağırıyor. Aziz de çok kırılıyor, evden çıkıp gidiyor, öyle ki günlerdir taşıdığı yumurtasını da binanın camlarına atıyor. İkinci evden kaçış. Bu kez cebinde ilk yardım ettiği ailenin verdiği biraz para var. Bir süre bir şeyler yiyebilecek durumda. Dışarıda geçen birkaç saatin sonunda Sarılık Tekkesi’ne, Hasan Efendi’nin yanına dönmeye karar veriyor. Orada da sobaya patatesleri yeni atmışlar.

Hasan Efendi’yle biraz neden Baba’nın evinden ayrıldığını konuşuyorlar, orada istediği kadar kalabileceğini söylüyor Hasan Efendi. Gece huysuzlanan ayıya yardım etmeye çalışırken ayı Aziz’e bir pençe atıp kafasını yaralıyor, öyle yarasıyla sabahı ediyor, biraz ağlıyor. Tırnak izleri, kan, ilaç, gazete kağıdı ve kara merhem ile bir şekilde paketliyorlar yarasını. Utanıyor yarasından. Sabah, Baba bir adam yollamış Aziz’i geri eve getirmesi için. Biraz konuştuktan sonra ikna olup adamın peşinde Baba’nın evine geri gidiyor, belki bir daha denemek için.

Baba’nın evinde önce ayıyla macerasını konuşuyorlar. Baba, ayıyı seviyorsa burnundaki halkayı çıkarıp ona getirmesini istiyor.

“Söyleyin bakalım, yaşayan mı büyüktür ölü mü?” (s. 113)

Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi – Birinci Cilt, İletişim Yayınları, 2022.

Notlar: T. Singer | Dag Solstad

T. Singer’ın ilk adı romanda geçiyor muydu, hatırlamıyorum. Onun adı bilinse de bilinmese de roman otuzlarının ortalarında kütüphaneci olup Notodden kasabasına taşınan T. Singer’la açılıyor. Notodden’in nüfusu 1960’lardan kitabın yazıldığı döneme kadar pek dalgalanmamış, genelde 12-13 bin civarındaymış. Belki romandan sonra buraya göçen birkaç başka kütüphaneci olmuştur.

Böylesi bir romanla karşılaşan ve birkaç Bernhard kitabı okumuş herkes benzer şeyi hemen düşünür herhalde, bana biraz kolaycılık gibi de geliyor ama bir şekilde bu yazma biçiminin temelini atmış olarak bildiğimden -onun devraldığı miras varsa bilmiyorum-, özellikle açılıştaki bölümler Thomas Bernhard’ın yazım tarzını hatırlatıyor hemen. Camille Bordas bu Bernhard benzetmelerinden şikayet ediyordu: “Bu sıra Amerika’da pek çok genç yazar Thomas Bernhard’la kıyaslanıyor mesela, ben de büyük bir Bernhard hayranıyım, her seferinde buna düşüp bahis konusu kitapları heyecanla okuyor, sonrasında da aradaki bağlantıyı görmekte zorlanıyorum”. T. Singer’da da biraz ilerledikçe bu durum kırılıyor ve tekrar bu üsluba geri dönmüyor anlatıcı. Bu açıdan parça parça bir roman diye düşündüm. Açılışta T. Singer çocukluğunda yaşadığı utanç dolu bir anı hatırlıyor ve bunu kafasında çeşitli yerlerden dönüp dolaşarak tekrar tekrar kat ediyor. Benzer bir sarmalı romancı olmayı düşleyip bir cümle etrafında dönerken de yaşıyor. Fakat sonradan yaşadığı hiçbir deneyimde bu denli kılı kırk yaran sorgulamalara girişmiyor. O arada ne oluyor acaba… Yetişkin olmak diyebilir miyiz? Bu Bernhard’ın karakterlerini yetişkin olamayış girdabına çeker. Tabi buradaki yetişkinlik, genel geçer yetişkinlik. Neyse, böyle bir tarzdan başka tarza kolayca yol alabilen romanlar okuduğumda romancının kitabı bir bütün olarak tasarlayıp her parçayı yerli yerine oturttuğunu değil, bir noktadan başlayıp esinlenmelerle yol aldığını düşünüyorum. Belki de bu gözlem bir bütünü kavrama sorunudır.

Blog’a kopyaladığım gözlemci pasajında da bir giriş yapıldığı gibi, T. Singer hayatta faillikten çok seyirciliğiyle var olmaya çalışan karakterler soyundan. Otuzlarının ortasına kadar ne yapacağına karar veremiyor, geçici işlerle ve süründürdüğü eğitimiyle var oluyor. Çok matah olmasa da bir karar diyebileceğimiz bir sıçramayla birden bir kasabaya taşınıp orada kütüphanecilik yapmaya başlıyor. Ara ara ekonomik olarak hayatta kalmanın bu denli es geçilebilir ve tali bir şey olarak anılmasına şaşıyordum okurken ama hemen sonra bir Kuzey Avrupa romancısıyla baş başa olduğumu fark ediyor, bu kişisel beklenti ve kaygılarımı başka romancılara biriktirerek saklamaya karar veriyordum. Son yıllarda Türkiye’de de iyiden iyiye çevrilmeye ve okunmaya başlanan Norveç romancılarını derli toplu çalışan birilerini bulursam okuyacağım. Gerçi yarısının kendi kitaplarını henüz okumamışım: Knausgård, Solstad, Petterson, Loe, Fosse.

Hatırımda kalan ya da okurken altını çizdiğim fakat sonra geri dönünce neden çizdiğimi hatırlamadığım birkaç sayfayı not alayım sadece. Sonra da baktığım değerlendirme yazılarından kopyaladığım alıntıları bu yazının ucuna eklerim. Olur bana pastiş.

“Hem kendisini hem de başkalarını, kendi yerinin tam bir sıradanlık olduğuna inandırmıştı, orada rahat ediyordu ve orada başkalarıyla eşit düzlemde buluşabiliyordu.” (s. 19)

T. Singer gençliğinde bir dönem yazar olmaya heves ediyor. Yazarlık ilgisi ve çabası tek bir cümle etrafında dönüyor: “Güzel bir günde, unutulmaz bir tabloyla göz göze geldi”. Kahramanın bu cümleyle verdiği mücadele bize epeyce kitap yazmış başarılı bir yazarın kurguladığı bir anlatıcının ağzından anlatıldığı için pek incelikli. Sonuçta T. Singer yazar olamıyor. Bir cümleyle böylesine uzun bir mücadele veren birisi yazar olamaz mı yoksa zaten başarılı bir yazar bu mücadeleyi anlatırken aslında yazar olabilmiş birinin gözünden mü görür? Yani bir yazar yazar olamayışı anlatırken ne derece başarılı olabilir? Başarısı bir yana, bu cümlenin etrafında dönen sorular bir cümle yazmaya dair güzel bir yakın okuma çalışması. Incığını cıncığına kadar soruyor ve çeşitliyor güzel günü, unutulmazlığı ve tabloyu. Pamuk’un meşhur açılış cümlesi de bu tablonun kitap versiyonu gibiydi. Fakat T. Singer’in hayatı bu tablo fikriyle değişmiyor, cümlenin etrafında dolaşırken “amaçsız bir genç adam olarak başkalarının ‘en zengin yılları’ diye nitelendirdiği zamanını harcayıp dur[uyor]”. (s. 31) Zamanın geçtiğini fark etmiyor.

Kütüphaneci olarak çalışmaya başlayacağı Notodden’e trenle gidiyor. Yıllarca harcamalarına özen göstermiş olsa da birden o trenin yemekli vagonunda rahatça oturmaya ve sandviç yiyip kahve içmeye karar veriyor. İnsan böyle kararlar verdiğinde karşılaşmalara açılıyor. Orada zor zamanların yöneticisi, Norsk Hydro’nun müdürü Adam Eyde’yle tanışıyor ve okurlara 20. yüzyılın başlangıcından sonuna bir Notodden tarihinin kapısı aralanıyor.

Böyle sayfa sayfa gidip aldığım notları blog’a aktarmak beklediğim deneyimi yaratmadı. Burada kesip, daha önce kestiğim alıntıları yapıştırayım. Daha T. Singer kütüphanede hayatının aşkını bulacak, Oslo’ya taşınacak.


“Sloshing back vast quantities of booze, Singer listens as the boss delivers an epic lecture on the history of his company, the region and the relationship between philosophy and industry.”  [guardian]

Drifter characters – “Singer is very similar to Solstad’s other narrators and protagonists who drift through the novels” [guardian]

“Wherever they start, Solstad’s characters find a way to establish themselves in a low-key, middle-aged life in which melancholy and contentment are almost indistinguishable.” [guardian]

“The Solstadian long sentence feeds back into itself, meandering with the aimless inevitability of a river heading towards the sea.” [guardian]

Bernhard’ı latif bir yazar olarak görmeyiz, fakat Solstad’ta bu var. Tarzı bu kadar benzerken onu Bernhard’tan ayıran nokta nerede? Kitabın açılışı oldukça Bernhard-vari iken ilerledikçe o etki kayboluyor, süreksiz de olsa kendine has bir ritim buluyor. Sorgulayışlar azalıyor, yaşama kendini bırakma baskın hale geliyor.

İnsan temelde birkaç sorunu olan bir varlık mıdır? Bunu kendi üzerimden de anlamaya çalışıyorum. Yaşam binbir çeşitlilikle sürüp gidiyor, eninde sonunda yaşamdan geriye belirleyici güç olarak birkaç şey mi kalıyor yoksa bu insan yaşamını birkaç yüz sayfada anlatmaya çalışan romanın mecburen indirgemek zorunda kaldığı kümeden kaynaklanan bir illüzyon mu? Yine de insanların birkaç temel meseleyle uğraşarak bir ömür geçirmeleri fikrini trajik ve estetik buluyorum.

“At one point Singer notices how a certain couple “shared the same perception of reality”. Solstad’s construction of reality is uniquely his own. That may be why the writer Lydia Davis taught herself Norwegian solely by reading his work.” [guardian]

“Thus it is not surprising that in his book he tilts the question from “What makes a good writer?” to a different one: “What makes a good hero for a novel?” How can the account of the “man without qualities” be updated for a new generation?” [worldliteraturetoday]

“Solstad’s style of writing is deceptively simple and can best be described as “honest”: winding clauses of sentences, decidedly minimalistic in their vocabulary and devoid of any metaphoric digressions, designed solely to explain, as clearly as possible, the mechanisms of the strange and yet deeply human workings of Singer’s mind.” [worldliteraturetoday]

“To be sure, in this novel, the twenty-first century appears to be still light-years away.” [worldliteraturetoday]

Solstad repeatedly mentions this case but the reviewer only mentions a single instance: “Solstad breaks the fourth wall to tell us that he’s not going to tell us much more about Merete: “She is not the main character in this novel; it’s doubtful that she could have been the main character in any novel of a certain quality.” [kirkus]

Coping with life: “Singer is, let us say, not adept at coping; as Solstad writes, it’s hard to imagine that he, too, “can be the main character in any novel at all, regardless of quality.” [kirkus]

Protagonist’ self description – what would be the difference if the author wrote this: “As a stepfather, the trials he endures are wrestled with, at great length. Says Singer: ‘It’s certainly not easy being me.” [eurolitnetwork]

“Characteristically, Solstad gets hold of an idea and worries it like a dog with a bone…” [eurolitnetwork]

“This relaxed feeling – ‘he has air’, Peter Handke has said – is equally evident when Solstad the narrator wanders into postmodern territory.” [eurolitnetwork]

Handke & Davis likes Solstad: “Little wonder Peter Handke and Lydia Davis – tellingly, two authors whose own creations reward the reader for savouring and reading slowly, rather than succumbing to page-turning – have declared themselves enamoured with the books of Dag Solstad. I’d like to join them.” [eurolitnetwork]

Nonengagement – Bartleby: Also”Solstad’s unusual, entertaining novel of restrained humor follows its protagonist, T Singer, over a lifetime of nonengagement. Singer is something of a Bartleby whose neuroses compel him to retreat from life …” [publishersweekly]

“The novel brilliantly shows the humor and pain of obsessiveness, and the anxious, analytic Singer emerges as an enduring creation.” [publishersweekly]

“Passages are important to Solstad in this novel: he details travel-routes and possible alternative ones. There’s rarely just one way of getting there (wherever), and each possible route — from Oslo to Notodden; from Singer’s home to to his workplace; through the streets of Oslo; travelling by rail or road or foot — present alternatives, paths (and, implicitly also destinies) not taken, even if the apparent destination remains the same.” [complete-review]

“His life is straightforward and fairly bland, his major concerns limited to things like avoiding some of the library’s patrons who particularly appreciate his assistance, and figuring out how to ensure that he can catch the movies he wants at the local cinema.” [complete-review]

“In an interview with The Paris Review, Solstad stated that this novel had perfected the form he had been aiming for with the three previous novels, marking an end to that phase of his writing career. Although that in turn freed him to write different works, notably Armand V (2006), ‘Declaring that I was finished made me feel like I could do whatever I damn well pleased, which again opened up entirely new ways of thinking.'” [mookse and the gripes]

“And yet as the novel ends it is as if Singer has come full circle. He finds himself obsessively worried about a minor incident involving cinema tickets, an incident that the colleague involved likely didn’t even notice or remember, and he plans in detail the hypothetical conversation they might have the next day:” [mookse and the gripes]

“DAG SOLSTAD — After I had written T SINGER it struck me that I couldn’t write any better than that, and if I wanted to, I could write a book like that every year. And that I didn’t want.” [the-white-review]

“DAG SOLSTAD — Yes. See my earlier answer in which I said that I dignify the main character with the same pronoun that I have reserved for myself and only for myself. I’m careful to treat my main characters with respect, after all they are left to my ruthless power, and they do, one must admit, some quite questionable things.” [the-white-review]

“Solstad, who was born in 1941 in Sandefjord, is not a practicioner of Scandi-noir, as you might expect – he is rather the heir in some fashion to his illustrious countrymen, Henrik Ibsen and Knut Hamsun, teasing out a moral, observing human behaviour that in some ways looks fated or doomed.” [rte]

“It’s not just a slice of Norwegian life, and it would be indeed glib to suggest that T Singer was a novel that was just about skewering bourgeois pretensions, or portraying the fragility of man who wears masks to make himself feel right with the world.” [rte]

“Singer simply submits to the personality onslaught. It’s not that he takes it in his stride, exactly, but he hardly says a word, except (librarian that he is) to correct an anachronistic reference to Oslo in the time when the city was called Kristiania.” [lrb]

“Solstad’s protagonist is outwardly unremarkable, not even receiving a full name (and the ‘T’ appears only in the book’s title). Singer feels that “his place was to be found in total anonymity”; indeed that’s where he ‘thrives’.” [davids-book-world]

“In due course, Singer falls in love with and marries a ceramicist named Merete Særthe, moving in with her and her daughter Isabella. Even this does not disrupt Singer’s sense of self, because the role of the family man is what completes his anonymity.” [davids-book-world]

“Yet T Singer goes far beyond the typical, Camus-like portrait of existential alienation that clings to every corner of global literature like the odor of cigarette smoke in a supposedly clean hotel room. Solstad creates a truly singular character whose existence feels like nothing more than the sum of indentations left on him by the world. Except, this description implies that there are things Singer would call his own, when in reality there is a creeping sensation all throughout Singer’s life that nothing at all is really his. It is this fundamental sense of dispossession and anonymity that makes Singer incapable of ascribing meaning to any particular incident in his life—he is a man who endlessly broods without ever gaining any traction. He passes his time by simply pondering the incomprehensible texture of his life, never managing to figure out anything, and the pathos of Singer’s story comes from the many instances when he must confront the irrelevance of his brooding. He is a contemporary variant of the superfluous man, an individual for whom the consumer economy holds no joy or purpose, a person who performs the various familial and economic duties the world requires of him, but who feels that none of these roles pertain to who he is.” [lithub]

At the end of the novel, Singer is left wondering how he’ll respond to a colleague if she catches him loitering in a theater lobby with no intention of seeing a movie. He formulates a contingency plan, which unfolds in a single, 246-word sentence that closes the book.” [dissent-magazine]

Gözlemcilik ve Gençlik | Solstad

Ihlamurdere’nin her şeyi satan dükkanlarından aldığım bantlarla kitaplarımın bir kısmını kolilere kıstırıp ayrılabileceklerimi -ki kitap ayırmak bana güzel bir edebiyat eğitimi gibi gelmişti- sahaflara kendi ellerimle teslim ederek vedalaştığımdan ve okumaya alıştığım dilde yeni kitaplar edinmek zorlaştığından beri fiziksel kitaplarla arama mesafe girmişti. Aylarca tek bir kitap sayfası çevirmedim, bir daha asla kütüphanem olmaz diye düşündüm, hala da yok, yanımdaki sekiz on kitabı bir komodinde tutuyorum. Biraz e-kitap okuyorum, genelde sesli kitap dinliyorum. Sonra bir gün A. çok güzel kitaplar ve Notos’un Balkış/rap sayısını gönderdi. Kendim İstiklal’de kitapçı ve sahaf dolaşıp kitaplar seçsem hiç bu kadar isabetli seçemezmişim. Onları yavaş yavaş okumaya başladım. Meğer yeni Solstad çevirisi çıkmış, kapağı Scorsese’nin gençliğinde çektiği traş mizansenli kanlı kısa filmini hatırlatıyor. İçindeyse müthiş bir gözlemci pasajı varmış. Bugün ya da dün başlamıştım, henüz ellili sayfalardayım. Singer’in kafasına taktığı geçmişteki o garip hataları ve kabaca yaşam öyküsünü öğrendikten sonra onunla tren yolculuğuna çıktık. Yemekli vagonda da oturduk, Fars’taki tiyatro ekibi arka masamızda yüksek sesle konuşuyordu.

Bu ana dilde kitap okumaktan uzaklaşma sebebiyle uzun süredir kitaptan bakarak sayfaları blog’a geçirmiyordum. T. Singer’da birden bir gözlemciyle karşılaşınca nostaljik bir heyecan duydum, bunu kopyalamak istedim.

Bunun içinde neler yoktu ki? Gençliğini, kendisinden utanma korkusuyla bir mitolojiye çevirmişti. Gençliğine değer katan şey özgür seçimlerin sonuçları değil, gizemli kaynaklardan ortaya çıkan utanç verici durumlarda yakalanmaya karşı kendisini korumak için gerekli bir önlemdi. Gençliğinde takındığı yıkıcı bir yaşam gözlemcisi pozunun tümüyle bağımsız bir seçimi olduğuna inanmıştı. Başkaları onu böyle görmüştü. Ve bu açıdan farklı olmak hoşuna gitmişti, çünkü genç adamlardan gözlemci olmalarından başka her şey beklenir. Yaşamın yürek parçalayıcı bir reddiyesi gibi görünür bu. Çünkü insan, güzelim gençlik yıllarında yaşamın katılımcısı olamazsa başka ne zaman olabilir? Bir insanın gençlik yıllarının sunduğu armağanları alıp kullanmayı reddetmesi, kendilerinden sonra gelen genliği gözleyenleri isyan ettirir. “Edilgen genç adam” itici bir manzaradır ve öyle kalır; Singer de böyle biri olmayı bilerek seçmişti. Umurunda değildi. Hiçbir şey umurunda değildi. Yaşamını gözetleyerek harcıyor, bu sırada zaman ve onunla birlikte gençlik akıp gidiyor, Singer kıskanılası gençlik anlarını yakalamak, bu anların tadını çıkarmak için kılını bile kıpırdatmıyordu. Kişiliksiz bir sorgulayıcı, benliksiz bir yaşam reddiyecisi, tümüyle olumsuz bir ruh olarak her şeyi neredeyse kendisini silerek gözlemliyordu. Bunun verebileceği rahatlatıcı bir özgürlük ya da bağımsızlık duygusunu hiç umursamadan kendisini akıntıya bırakmıştı. Yaşamın uzun yolunda kişiliksiz, eylemsiz bir gezgindi; ömrünün baharında yıllar boyunca kambur, gözleri yere çivili yürümüştü.

Ne olacağına karar vermeyi başaramamıştı ve bu kararsızlığı ona belli bir zevk veriyordu. Dış görünüşünde olduğu gibi, bir gelecek yaratma konusunda da belirsizdi. Ancak otuz bir yaşına geldiğinde bir karar verme zamanı geldiğini hissetti. O zaman onca şey arasında kütüphanecilik okuluna başladı. Gençliği geri dönülmezcesine geride kalmıştı, çünkü her geçen gün Singer’i genç bir adam olmaktan daha çok uzaklaştırıyordu; geçen her günle bir gün daha yaşlanıyordu, evet, aynada kendi yüzünü incelediğinde sakalında ince, gri bir çizgi görebiliyordu ve bir tür karar verme zamanı gelmişti, bunun üzerine kütüphanecilik okuluna başvurdu, erkek kontenjanından kabul edildi. Ondan önce şurada burada bir şeyler yapmıştı. Kuzey Norveç’te NATO askeri olarak askerliğini yapıp 20 yaşında Oslo’ya geldiğinden beri resmi olarak öğrenci statüsündeydi, üniversiteye yazılmıştı. O sonbahar hazırlık derslerini almış, kararlı bir şekilde sosyal antropolojiye başlamıştı. 1971’in ilkbaharıydı. Bu kadar geç kalmasının nedeni ’70’ler denilen yıllarda kendi zamanına duyduğu yoğun ve ateşli ilgi değildi. Böyle bir ilgisi yoktu. Politik çekişmelere kendisini kaptırmamıştı; her kesimden arkadaşı vardı, kendisi ise bir görüşe eğilim göstermiyordu. Çünkü yeterince ilgi duymuyordu. Geç kalmasının nedeni, ekonomik açıdan kendisini bağlamak ve öğrenci kredisi almak istememesiydi. Kendine özgü yaşam görüşüyle Devlet’e karşı böyle bir yükümlülüğün altına girmemesi gerektiğini biliyordu, çünkü o zaman bağımsızlığını yitirirdi. Üstelik eğitiminin bir hedefi yoktu ve Devlet’in ta kendisiyle ekonomik açıdan bağlayıcı bir sözleşmeye girmek için insanın bir hedefi olmalıydı. Bu yüzden ara sıra çalışması gerekiyordu. Hedefsiz eğitimin giderlerini karşılamak için. Her işi yapmıştı. Otelde gece bekçiliği, ardından aynı otelde resepsiyonistlik. Dagbladet gazetesinde son okuma. Uzun zaman western romanı çevirmeni olarak karnını doyurdu. Tekelde satıcılık bile yaptı ve yirmi üç yaşından otuz dört yaşına kadar haftada iki akşam Bjerke Hipodromu’nda bahis gişesinde çalıştı. Bu işleri onu işverenleriyle tanıştıran öğrenci aracılığıyla bulmuştu. Bütün bu yan işler öğrenciler arasında çok tutuluyordu ve başka öğrencilerin Singer’i önermeleri, onun çevresine yönelik -kendisini geride tutan anlamında- arkadaşça tavrıyla ilgili çok şey anlatıyor.

Solstad, D. (2021) [1999], T. Singer, Jaguar Kitap, s. 21-3.

Glossary: The Weird and the Eerie by Mark Fisher

Mark Fisher’s 2016 book The Weird and the Eerie traces these two concepts in popular literature and film with the help of other popular psychological and literary concepts. If one wants to read a more theoretical and hard-to-read book that focuses on a similar terrain that has examples from deeper cultural works, they can take a look at Julia Kristeva’s Powers of Horror: An Essay on Abjection, I haven’t been able to read all of it yet.

Fisher, while giving references to the cultural content, likes to wander around the plots in couple of pages instead of briefly mentioning the content and building around it, an approach that Žižek aces. These long passages retelling the books and films that I haven’t read or seen made the book a bit less catchy for me. Nonetheless, since I know I will forget all these details in couple of days, I thought I can take notes for some of the mentioned works in their contexts so that I can come back in a distant time in the future.

The Weird and the Eerie (Beyond the Unheimlich)

  • Freud’s concept of the unheimlich
  • Displacement of the unheimlich by the eerie in D.M. Thomas’ novel The White Hotel
  • The soothsaying witches in Macbeth

THE WEIRD

The Out of Place and the Out of Time: Lovecraft and the Weird

  • Lovecraft, The Shadow over Innsmouth
  • Lovecraft’s work does not fit the structuralist definition of fantasy offered by Tzvetan Todorov
  • Arguing why Lovecraft doesn’t fit to fantastic, against the book Lovecraft: A Study in the Fantastic by Maurice Lévy
  • Notes on Writing Weird Fiction by Lovecraft
  • Other examples of egress: C.S. Lewis’ Narnia books, Baum’s Oz, Stephen Donaldson’s Thomas Covenant trilogy
  • The Colour Out of Space and The Shadow Out of Time: being out of
  • China Miéville’s introduction to At the Mountains of Madness
  • Erich von Däniken and Graham Hancock
  • Freud, Beyond the Pleasure Principle & Civilization and its Discontents
  • Call of Cthulhu by Lovecraft: abnormal, non-Euclidean, and loathsomely redolent of spheres and dimensions apart from ours
  • The Unnameable by Lovecraft
  • Similarities with Tolkien
  • Postmodernist fictions of Robbe-Grillet, Pynchon and Borges
  • Necronomicon
  • Cthulhu mythos authors: August Derleth, Clark Ashton Smith, Robert E. Howard, Brian Lumley, Ramsey Campbell and many others have written tales of the Cthulhu mythos

The Weird Against the Worldly: H.G. Wells

  • H.G. Wells’ short story The Door in the Wall
  • a surrealist painting by Delvaux or Ernst
  • Randolph Carter Silver Key stories
  • Gateways: Lovecraftian stories of the Marvel Comics character Doctor Strange, David Lynch, Richard Matheson’s The Incredible Shrinking Man, Narnia in C.S. Lewis’ stories
  • Freud’s essay on Screen Memory
  • Michel Houellebecq on Lovecraft: Against the World, Against Life

Body a tentacle mess: The Grotesque and The Weird: The Fall

  • A quote from Patrick Parrinder on James Joyce
  • post-punk group The Fall, City Hobgoblins (1980), Grotesque (After the Gramme) (1980), Impression of J Temperance, alluding to Jarry’s Ubu Roi, Hex Enduction Hour (1982)
    • The N.W.R.A.: like Lovecraft’s “Call of Cthulhu” re-written by the Joyce of Ulysses and compressed into ten minutes
    • Jawbone and the Air Rifle:  a tissue of allusions to texts such as M.R. James’ tales “A Warning to the Curious” and “Oh, Whistle, and I’ll Come to You, My Lad”, to Lovecraft’s The Shadow over Innsmouth, to Hammer Horror, and to The Wicker Man — culminating in a psychedelic/psychotic breakdown, complete with a torch-wielding mob of villagers
    • Iceland: Nico’s The Marble Index, Twilight of the Idols for the retreating hobgoblins, cobolds and trolls of Europe’s receding weird culture

Caught in the Coils of Ouroboros: Tim Powers

  • The Anubis Gates by Tim Powers
    • rhizomic under-London that is part Oliver Twist, part Burroughs’ The Western Lands
    • fictional poet Ashbless
    • Like his unhappier time-displaced fellow, Jack Torrance in The Shining

Simulations and Unworlding: Rainer Werner Fassbinder and Philip K. Dick

  • Welt am Draht (World on a Wire)
  • Daniel F. Galouye’s science fiction novel Simulacron-3
  • Tarkovsky’s take on SF in Solaris and Stalker
  • Philip K. Dick adaptations
  • Inception
  • Philip K. Dick’s Time Out of Joint
    • a scene in which Edward Hopper seems to devolve into Beckett

Curtains and Holes: David Lynch

  • Mulholland Drive, Inland Empire, Blue Velvet, Twin Peaks
  • Magritte’s This Is Not a Pipe

THE EERIE

Approaching the Eerie

  • abandoned ship the Marie Celeste
  • Planet of the Apes (1968)

Something Where There Should Be Nothing: Nothing Where There Should Be Something: Daphne du Maurier and Christopher Priest

  • Daphne du Maurier’s The Birds (1952), Hitchcock’s adaptation (1963)
  • George Romero’s Night of the Living Dead (1968)
  • Daphne du Maurier’s Don’t Look Now (1971) Nicolas Roeg’s adaptation (1973)
  • Christopher Priest’s novels The Affirmation (1981) and The Glamour (1984)

On Vanishing Land: M.R. James and Eno

  • Fisher’s work with Justin Barton, On Vanishing Land
  • H.G. Wells’ Martian Tripods (The War of the Worlds)
  • Philip Kaufman’s 1978 version of Invasion of the Body Snatchers
  • Another way of marking the beginning and ending of our journey into the eerie is by thinking about two figures: M.R. James and Brian Eno
    • James:  “Oh, Whistle, and I’ll Come to You, My Lad” (1904), “A Warning to the Curious” (1925)
    • Eno: Ambient 4: On Land (1982) – an “aural counterpart” to Fellini’s Amarcord (1973)
  • Jonathan Miller’s adaptation: Oh, Whistle, and I’ll Come to You, My Lad (1968)

Eerie Thanatos: Nigel Kneale and Alan Garner

  • Kneale’s Quatermass and the Pit (1958-1959) and The Stone Tape (1972)
    • Kubrick’s 2001: A Space Odyssey, J.G. Ballard’s The Drowned World (1962)
  • Kneale’s Quatermass serial (1979)
    • Tubeway Army’s Replicas, Joy Division’s Unknown Pleasures instead of Star Wars and Close Encounters of the Third Kind
    • barricaded streets inspired by Baader Meinhof and the Red and Angry Brigades
    • Jeff Nuttall’s Bomb Culture (1968)
    • Eerie children’s programme from 1976, Children of the Stones
  • Alan Garner’s Red Shift (1973)
  • Garner’s own earlier novels, Elidor (1965) and The Owl Service (1967)

Inside Out: Outside In: Margaret Atwood and Jonathan Glazer

  • Margaret Atwood’s 1972 novel Surfacing
    • Luce Irigaray’s Speculum: Of the Other Woman, and Gilles Deleuze and Felix Guattari’s Anti-Oedipus
    • something in common with the “bitches brew” that Miles Davis plunges into in 1969, emerging, catatonic, only six years later; it approaches the deep sea terrains John Martyn sounds out on Solid Air and One World
    • Oryx and Crake (2003)
  • Jonathan Glazer’s 2013 film Under the Skin
    • source material, the novel by Michael Faber

Alien Traces: Stanley Kubrick, Andrei Tarkovsky, Christopher Nolan

  • Nicolas Roeg’s The Man Who Fell to Earth (1976)
  • Kubrick’s 2001, The Shining
  • Poe’s Masque of the Red Death
  • Ligeti’s Lontano
  • Solaris (1972) and Stalker (1979)
    • Stanislaw Lem’s Solaris (1961) and Boris and Arkady Strugatsky’s Roadside Picnic (1971)
  • Nolan’s Interstellar (2014)

…The Eeriness Remains: Joan Lindsay

  • Joan Lindsay’s 1967 novel, Picnic at Hanging Rock
    • Peter Weir’s faithful 1975 film adaptation

Kundera, Roman ve İroni

Kundera ironiyi roman türüne içkin bir özellik olarak görüyor. İroniden bahsederken onu bir söz sanatı olarak değil, genel bir yaklaşım olarak anıyor genelde. Her ne kadar ironi dese de, bahsettiği yaklaşım benim kafamda keskin hâliyle bir ironidense muğlak bir ironi gibi çınlıyor. Söylemek istediğini o kadar kolay açık etmeyen tevriye’de (çift anlamlılık) olduğu gibi. Ama ironi de basit sözlük anlamının ötesinde bunu kapsıyordur belki. Apaçık bir şekilde karşıtı imâ etmek için değil, okurun dikkatini karşıt gibi görünen, aslında birebir karşıt da olmayan çelişkili olguların birlikteliğine, bunlara dair yargılarda bulunmanın imkânsızlığına doğru çekmek için ironiyi kullanıyor. Kaynağını yıllardır hatırlamasam da aklıma getirdiği şöyle bir durum: “Ben kendimi hep eli açık biri olarak bilirdim. Herkese yardım ederdim. Bir gün fark ettim ki aslında bencilin tekiyim. Meğer bunu saklamak için bir bonkör gibi davranıyormuşum.” Biri böyle dediğinde ona dair ne düşünürüz?

Başka yerlerde daha sık rastladığım ikilikteki gibi samimiyetle karşıt yönleri üzerinden düşünmüyor kavramı. Werther için sorduğu böyle bir soru: “Duyarlı ve soylu mu? Yoksa saldırgan, kendine âşık, hassas biri mi?” Bunu bilemeyeceğimizi düşünüyor, her ne kadar eleştirmenleri, okurları ve analizcileri genelde metinleri belli bir sabitleme üzerinden okusa da. Sabitlemek zorundayız bir noktada ki tutabilelim. Kundera da “her şey olur” diyen bir yazar değil tabi ama herhalde bir muğlaklık ve irrasyonalite çizgisi çekiyor çok iyi bildiğimizi sandığımız gerçekliğe.

Romanın işlevine dair sürekli altını çizdiği şey: yalnızca romanla anlatılabilecek olanı ifade etmek. Bu özel türde edebiyatın diğer alanlarının, felsefenin, sanat ve bilimin söyleyemeyeceği bir şey olduğu iddiasında. İroniye yaklaşımının bu gözüpek iddiayı destekleyen bir yanı var. Roman çelişkili gibi görünen o halleri veya olayları sadece sunmakla kalmayıp, o duruma nasıl gelindiğinin dökümünü en ince ve önemli ayrıntısına kadar yapmakla yükümlü. Biraz da bu dökümün doğru yolunu bulabilme sanatı. Tarihsel, psikolojik, denemeci veya başka yöntemlerden faydalanarak yapabilir işini. Fakat tamamladığında onların toplamı değil de onları aşan bir yanı ortaya çıkıyor, Kundera’dan anlayabildiğim.

p.s. Kafka’ya dair ufkumu açan tartışmaları, gününün düşünce dünyası ve kitle iletişim araçlarının iletişimi getirdiği nokta üzerinden romanın mevcut varoluşunu sorgulaması, kendi romanlarını yazarken ve çevirileriyle karşılaştığında yaptıkları, herkesin tamamen paylaşmayabileceği kişisel büyük-roman tarihi ve onlar üzerinden detay okumalarıyla özel kitaplarımdan oldu Roman Sanatı.

Bütün büyük eserlerde tamamlanmamış bir yan (tam da büyük olmaları yüzünden) vardır. Broch bizi sadece sonuna kadar götürdüğü şeylerle değil, hedefleyip ulaşamadığı şeylerle de esinlendiriyor. Eserlerindeki tamamlanmamışlık bize şu noktaların gerekli olduğunu anlatır: 1. Köklü bir yalınlık getirecek yeni bir sanat (yapısal açıklığı kaybetmeden modern dünyada varoluşun karmaşıklığının kucaklanmasını sağlayacak); 2. Yeni bir romanesk kontrpuan sanatı (felsefeyi, hikâyeyi ve hayali tek bir müzik halinde kaynaştırabilecek); 3. Sadece romana ait bir deneme sanatı (yani apaçık bir mesaj taşıma iddiasında olmayan ama varsayımlara dayalı, oyun gibi ya da ironik olarak kalabilen). (s. 69)

Zaman zaman yazar olarak, kendim olarak müdahale etmeyi severim. Böyle durumlarda, her şey tona bağlı. Daha ilk sözcükten itibaren, düşüncelerim bir oyun havasındadır, ironiktir, alaycıdır, kışkırtıcıdır, deneysel ya da sorgulayıcıdır. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin bütün bir altıncı bölümü (Büyük Yürüyüş), kitsch üzerine bir denemedir ve temel ilke de şudur: Kitsch pisliğin mutlak inkârıdır.” Kitsch üzerine bütün bu fikir yürütmelerin benim için çok büyük önemi vardır, bunun arkasında pek çok düşünce, deneyim, inceleme, hatta tutku yatar ama ton asla ciddi değil, kışkırtıcı­dır. Bu deneme romanın dışında düşünülemez; benim “sadece romana özgü deneme” dediğim de budur işte. (s. 82)

İroni (ironie) Kim haklı, kim haksız? Emma Bovary dayanılmaz mıydı? Yoksa cesur ve etkileyici mi? Ya Werther? Duyarlı ve soylu mu? Yoksa saldırgan, kendine âşık, hassas biri mi? Roman ne kadar dikkatli okunursa cevap da o kadar olanaksızlaşıyor; çünkü zaten roman tanım olarak ironik bir sanat: Romanın “gerçeği” gizlidir, telaffuz edilmemiştir, telaffuz edilemez. Joseph Conrad Batılı Gözler Altında adlı eserinde, bir Rus devrimcisine şunları söyletir: “Kadınların, çocukların ve devrimcilerin, bütün cömert içgüdülerin, her türlü inancın, her türlü fedakarlığın, bütün eylemlerin inkarı demek olan ironiden tiksindiklerini hatırlayın, Razumov!” İroni insanı sinirlendirir. Alay ettiği ya da saldırdığı için değil ama dünyanın anlaşılmazlığını gözler önüne sererek bizi kesin inançlardan yoksun bıraktığı için. Leonardo Sciascia, “İroni kadar anlaması zor, çözülmesi olanaksız bir şey yoktur,” der. Bir romanı üslup zorlamalarıyla “zorlaştırmayı istemek” boşunadır; bu sözcüğe layık her roman, ne kadar şeffaf olsa da alttan alta barındırdığı ironiyle zaten yeterince zordur. (s. 126-7)

Roman (ve şiir) (roman [et poésie]) 1857. Yüzyılın en önemli yılı. Kötülük Çiçekleri: lirik şiir kendi alanını, kendi özünü keşfediyor. Madame Bovary: İlk defa bir roman şiirin en yüksek taleplerini (“her şeyin üzerinde güzelliği arama isteği; her bir sözcüğün önem taşıması; metindeki yoğun melodi; her ayrıntıda özgünlük arayışı”) karşılamaya hazır. 1857’den itibaren romanın tarihi, şiire dönüşen roman’ın tarihi olacaktır. Ama şiirin taleplerini üstlenmek, romanı lirikleştirmekten (özündeki ironiden vazgeçmek, dış dünyaya sırtını dönmek, romanı kişisel itiraflara dönüştürmek, onu söz oyunları ve süslerle doldurmak) başka bir şeydir. Şair olmuş romancılann en büyükleri şiddetle antiliriktir: Flaubert, Joyce, Kafka, Gombrowicz. Roman: antilirik şiir. (s. 137)

Milan Kundera, Roman Sanatı, çev. Aysel Bora, Can Yayınları, 2017 [1986], 7. basım.