Adorno & Horkheimer, Tarihsel İmkân, Çalışma, Boş Zaman ve Özgürlük – I

“(12 Mart, öğleden önce)

HORKHEIMER— Teddie köhnemiş bir çift kavramı kurtarmak istiyor: teori ve pratik.

ADORNO— Yahudilerin katledilmeleri, bir kurşun daha harca­maya değmeyecekleri için canlı canlı gömülmeleriyle, dünya­yı değiştirmesi beklenen teori arasındaki uçurum.

HORKHEIMER— Taban tabana zıt iki inanç: ilerlemeye duyu­lan inanç -ki bu Marksizm için de geçerli- ve tarihin bunu ba­şaramayacağı görüşü.

ADORNO— Ama bizim anlaşamadığımız nokta esasen bu de­ğil.

HORKHEIMER— Sana göre bir yüzyıl kadar sonra her şey daha iyi olacakmış gibi yaşamamız gerekiyor. Rahipler de aşağı yu­karı aynı şeyi söylüyor.

ADORNO— Bizim anlaşamadığımız nokta tarihin bunu başarıp başaramayacağı. Burada “-ebilmeyi” nasıl yorumlayacağız? Bir taraftan, dünya bunu başarma imkânlarını barındırıyor, diğer taraftan, her şey afsunlu, bir büyünün etkisi altında adeta. Bu büyü bozulabilseydi, başarı mümkün olurdu. Bizi insanın koşullara bağlı oluşunun ütopyayı sınırladığına inandırmak istiyorlarsa eğer, bu kesinlikle doğru değil. Zincirlerden bütü­nüyle kurtulma olanağı var. Anlamsız ızdırabın ortadan kalktı­ğı bir dünyada, Schopenhauer haksızdır.

HORKHEIMER— Dünya uzun vadede değişemez. Gerileme olasılığı her zaman bakidir. Bu da hem Marksizmi hem de on­tolojiyi terk etmemiz gerektiği anlamına gelir. Geriye ne iyi kalır ne de kötü, ama kötünün ayakta kalması daha olasıdır. Eleştirel akıl, sosyalist olursanız her şeyin yoluna gireceğini söyleyen bir Marksizmden özgürleştirmeli kendini. Amerikan sisteminin az çok yontulmuş bir versiyonundan daha fazlasını bekleyemeyiz insanlıktan. Aramızdaki fark şurada: Teddie ko­nuşurken bir miktar teoloji de giriyor işin içine; bense iyilerin neslinin tükenmekte olduğunu söyleme eğilimindeyim. En iyisi yine planlama olacaktır.

ADORNO— Planlamanın neticesinde artık dilenciler olmasa, planlama o ölüm katılığını kaybeder ve sonuçta da belirleyici önemde bir şeyler değişirdi.

HORKHEIMER— Belki, ama barbarlığa geri düşmek de müm­kün.

ADORNO— Geri düşme ihtimali her zaman var. Yapılan her şe­yin şeffaf bir biçimde toplumun tamamına hizmet edecek şe­kilde planlandığı ve anlamsız işlerin yapılmadığı bir dünyada, seve seve günde iki saat asansör operatörü olarak çalışırdım.

HORKHEIMER— Bu iddia bizi doğruca reformculuğa götürür.

ADORNO— Yönetim barışçı yollarla devrilemez.

HORKHEIMER— Bu o kadar da önemli değil. Devrimden sonra tekrar geriye dönülmeyeceğinin garantisi yok. Çalışma kavra­mı. Bizi uygarlıktan önceki, insanın çalışmaktan çocukluğuna kaçmayı bir ölçüde başardığı evreye dönmemizin mümkün ol­madığına ikna etmek için Marksizm de burjuva dünyası da elinden geleni yaptı.

ADORNO— Boş zaman faaliyetleri.

HORKHEIMER— İnsan ancak çalıştığı kadar değerlidir. Özgür­lük kavramı tam da bu noktada devreye girer.

ADORNO— İşten azade olmak.

HORKHEIMER— Özgürlük birikim yapabilmek değil, bilakis biriktirmeye ihtiyacımın olmamasıdır.

ADORNO— Marx da söylemişti bunu. Marx, çalışmaktan kur­tulmayı tahayyül ediyordu bir yandan. Diğer yandan, toplum­sal emeğin üzerine muazzam bir parıltı kondurdu. Bu iki moment doğru dürüst formülleştirilmiyor Marx’ta. Marx emeğin ideolojisini eleştirmedi, burjuvaziyle hesaplaşabilmek için emek kavramına ihtiyacı vardı çünkü.

HORKHEIMER— Burada bir diyalektiğe ihtiyacımız var. İnsan­lar kendilerini işten uzaklaştırabilecek kaotik dürtülerini bastı­rıyorlar ve böylece çalışma onlar için kutsal bir şey haline ge­liyor.

ADORNO— Çalışmaktan azade olma fikrinin yerini insanın kendi işini seçme olanağı alıyor. Kendi kaderini tayin etmek, kendi kendini belirlemek, çoktan belirlenmiş olan işbölümü dahilinde bana en büyük mükâfatı vaat eden sektöre girmemin mümkün olduğu anlamına geliyor.

HORKHEIMER— Özgürlüğün kendi kendini belirlemekten iba­ret olduğu fikri aslında epey zavallıca, özellikle de evvelce efendinin buyurduğu bir işi şimdi kişinin kendisinin seçtiği dışında bir anlama gelmiyorsa; kaldı ki efendi de kendi kendisi­ni belirlemiş değildir.

ADORNO— Kendi kendini belirleme kavramının özgürlükle bir ilgisi yok. Kant’a göre, özerklik kendine itaat etmektir.

HORKHEIMER— Feodalizmin yanlış anlaşılması.

ADORNO— Zorunlu yanlış bilinç, ideoloji.

HORKHEIMER— Alman idealizmi, burjuva ideolojisi: feoda­lizmdeki kendi kendini belirleme yanılsamasının, burjuvazi­nin bakış açısından, mutlak olarak konumlandırılması.

ADORNO— Transandantal tam-algı(6): mutlaklaştırılmış emek. Esasen toplum içinde tayin edilmiş bir ilişki olan emek, sanki bizatihi özgürlükmüş gibi yorumlanıyor.

HORKHEIMER— Doğu Bölgesi’nde*, yükümlülüklerini yerine getiremeyen insanların çarptırıldığı korkunç cezalar. Dünya­nın iki yansında da hakim olan tüketim ideolojisi doğrudan bununla bağlantılı. Çalışmanın karşıtının ancak tüketim olabi­leceği düşünülüyor.

ADORNO— Karl Kraus insanın tüketici ya da üretici olarak ya­ratılmadığını, insan olarak yaratıldığını söylüyordu. (6)

HORKHEIMER— Bugünlerde daha ziyade işçi-işveren birlikle­rinden bahsediliyor.

ADORNO— Bütün karşıtlıklar aynı kefeye konuyor.

HORKHEIMER— Biz kaotik olanın tarafındayız, henüz dahil edilmemiş olanın.

ADORNO— Kaotik olanı savunamazsın. Misal: Engels’in bo­ğuculuğu.

HORKHEIMER— Birinin bir kadın bedenine şehvetle dokun­masının burjuva dünyasında, ta Roma’dan beri, neden dehşet verici bir şey sayıldığını hâlâ anlamış değiliz. En kötü ve en iyi olanla bağlantılı bir şey bu. Mübadele dünyasma duyulan tik­sinti burada kendine bir sığmak buldu. Burjuva olmayanın, kendisini aşkta muhafaza ettiği varsayılıyor.

ADORNO—Burjuva cinsel tabuları “ilk gece hakkı”yla bağlan­tılı muhtemelen. Kadınlar bedenlerini kendi tasarrufları altına almalı. İnsanların kendisi bizzat mülk haline geliyor. Cinsellik bunu tehlikeye atıyor ve dolayısıyla da cinsiyetler arasında uzun süredir devam eden savaşa ortam hazırlıyor.

HORKHEIMER— Kant’ın evlilik tanımı. (8) Aşk muhtemelen bur­juva toplumunun yanlış olumsuzlanmasını içeriyor.

ADORNO— Aşk burjuva toplumunu yetersiz bir şekilde olumsuzluyor ve bu olumsuzlamasıyla da onu sürekli kılıyor.

HORKHEIMER— Dünyada çalışmaya adanan tek bir ilahi hü­küm sürüyor, ama o da tümüyle negatif değil. Machiavelli.

ADORNO— Mutluluk çalışmaya bağlı.

HORKHEIMER— Çalışmayı mutlulukla karıştırmaktan daha beter bir şey yok.

ADORNO— Çaba sarf etmek cinsel mutluluğun ayrılmaz bir parçası. Çalışmanın aynı zamanda mutluluk olduğu doğrudur doğru olmasına, ama bunu [yazacağımız kitapta] söyleyeme­yiz. Mutluluğu çalışmakta bulmamızın sebebi, bizim de burju­va olmamız mı yoksa?

HORKHEIMER— Freud. Ölüm dürtüsü.”

* Almanya’nın, 1945’ten II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Sovyetler Birliği’nin işgali altında olan doğu bölgesi. 8 Ekim 1949’da bu bölge Demokratik Almanya Cumhuriyeti oldu. -ç.n.
(6) Kant’ta saf biçimsel, orijinal, değişmez olan, bütün fikir ve kavramların  gerekli koşulunu oluşturan özbilinç.
(7) Karl Kraus, Die Fackel, no. 406-412, 5 Ekim 1915, s. 96.
(8) Kant’a göre evlilik, “farklı cinsiyetlerden iki kişinin, cinsiyet özellikleri­nin yaşam boyu karşılıklı mülkiyeti için birleşmesi”dir (Metaphysik der Sitten. Rechtslehre, § 24, Kants Werke, Cilt VI içinde, Akademieausgabe, Berlin 1968, s. 277).

Theodor W. Adorno & Max Horkheimer, Teori ve Pratik Üzerine Bir Tartışma (1956), Metis Yayınları, çev. Orhan Kılıç, 2013, s. 19-24.

Colebrook, Deleuze, Post-yapısalcılık ve Zor Yazı Üzerine

Kitabın açılışından, Deleuze’ün 20. yy Avrupa düşüncesi içindeki konumu ve post-yapısalcılık ile ilişkisine dair giriş seviyesi genel bir perspektif sunması açısından faydalı bir pasaj. Post-yapısalcı düşünceyi fenomenoloji ve yapısalcılıktan ayrılan, onlara karşıtlaşan yönlerini sunuyor Colebrook. Felsefede, “varlık” ve “kimlik” kavramlarının başatlığından “oluş” ve “fark”ı ön plana çeken Deleuze’ün, hakikate ve bir yaratma eylemi olarak felsefeye yaklaşımına giriş yapıyor. Pasajın son paragrafında ise Deleuze okumanın neden zor olduğuna dair zarif bir bakış var. Bence tek sebebi bu değil ama bu da güzel bir sebep.

“Neden Deleuze? Birçok bakımdan bu, Gilles Deleuze’ün (1925-1995) kendisinin de sormuş olabileceği bir soru. Deleuze hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmezdi ve hayatın gücünün -ama yalnızca insan hayatı değil, her türlü hayatın gücünün- sorunlar geliştirme gücü olduğunda ısrar ederdi. Hayat sorunlar ortaya koyar -yalnızca düşünen varlıklar için değil her türlü hayat için. Organizmalar, hücreler, makineler ve ses dalgaları… Hepsi de hayatın karmaşıklığına, hayat sorununa veya hayatın “sorunsallaştırıcı” gücüne verilen karşılıklardır. Felsefenin, sanatın ve bilimin soruları hayatın sorun geliştirme gücünün uzantılarıdır; küçük organizmalarda ve onların evrimleşme, değişime uğrama ve oluş eğilimlerinde bile ifade edilen bir güçtür bu. Deleuze’ün oluş konusundaki ısrarı düşünce tarihinde yirminci yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan post-yapısalcı eğilimin tipik bir özelliğidir. Post-yapısalcı felsefeciler ve düşünürler, örneğin Jacques Derrida ve Michel Foucault, bilinçli bir grup teşkil etmiyorlardı. Hepsi de yirminci yüzyılın fenomenoloji ve yapısalcılık akımlarına farklı şekillerde karşılık vermişlerdi. Alman felsefeciler Edmund Husserl (1859-1938) ve Martin Heidegger (1889-1976) ile birlikte anılan fenomenoloji eski bilgi sistemlerini reddedip hayatı aynen göründüğü gibi (fenomenler olarak) incelemeye çalışan bir akımdı. Genellikle Ferdinand de Saussure’le (1857-1913) birlikte anılan yapısalcılık ise, toplumsal sistemleri ve dilleri bilimsel ve titiz bir şekilde incelemeye çalışan bir diğer yirminci yüzyıl akımıydı. Her iki akım da bilginin merkezine “insan” ve bilen insanın yerleştirilebileceği düşüncesini reddediyordu; her iki akım da daha güvenilir bir temel arayışındaydı. Fenomenoloji için deneyim böyle bir temeldi; kimin veya neyin deneyimlendiği konusunda ön-varsayımlara gerek yoktu. Yapısalcılığa göre ise bilginin deneyime değil ama deneyimi mümkün kılan yapılara dayandırılması gerekiyordu: kavram yapıları, dil veya göstergeler. Yapısalcılar hiçbir şeyin kendi içinde, tek başına anlamlı olmadığında ısrar ediyordu: Anlam bir sistemin diğer bileşenleriyle bağlantılı olarak belirlenir, öyle ki, bir sözcüğün ait olduğu dil dışında hiçbir anlamı yoktur. Post-yapısalcılık bilginin ne saf deneyim temelinde (fenomenoloji) ne sistematik yapılar temelinde (yapısalcılık) inşa edilebileceği fikrini ortaya attı. Diğer birçok post-yapısalcı gibi Deleuze için de, hayatın kapalı yapılar içerisinde örgütlenmesinin mümkün olmayışının kabul edilmesi bir hata veya kayıp değil ama bir kutsayış ve özgürleşme vesilesiydi. Bilgi için de temel bulamayacağımız gerçeği, bize icat etme, yaratma ve deneme fırsatının verilmiş olduğu anlamına gelir. Deleuze bu fırsatı yakalamamızı, hayatı dönüştürme davetini kabul etmemizi ister bizden.

Peki ama bilgi için bir temele sahip olamayışımızın nedeni nedir? Deneyimin (fenomenoloji) ya da dilin (yapısalcılık) bize bir tür temel sağlayamayışının nedeni nedir? Deleuze’e göre deneyimle ilgili sorun, normatif veya standart bir deneyim modeli (örneğin insanın bir dış dünyayı deneyimlemesi) varsayma eğilimimizle bağlantılıdır. İnsani-olmayan deneyimi göz ardı etmek zorundayızdır (örneğin, hayvanların, organik-olmayanın deneyimini, hattâ halihazırda hiçbir imgesine sahip olmadığımız geleceğin deneyimini). Bilginin yapılara dayandırılmasıyla ilgili sorun ise, bu tür bir yapıyı tanımlama girişimlerinin yapılar dışı veya yapılar üstü olmak iddiasını taşımak zorunda olmasından kaynaklanır. (Yapısalcı antropologlar ise yalnızca diğer kültürleri yapılarını betimlemek üzere inceliyor ama kendi konumlarının nasıl yapılandığını asla sorgulamıyorlardı.) Eğer dilimizin yapısını anlamak istersek onu açıklamak için yine bir dil kullanmak zorundayızdır. Hattâ “dil” terimi bile zaten bir ayrımlar yapısına dayanır: dil için hiçbir genel terimi olmayan bir kültür tahayyül edebiliriz ama gene de “göstergeler”e veya “simgeler”e başvurmamız gerekir. Deleuze’ün büyük sorunu ve katkısı, yapısalcılığın tersine, farklılık ve oluş konusundaki ısrarıdır.

Yalnızca yapısalcılık değil, Batı düşüncesinin tarihi de varlık ve kimlik üzerinde temellenmiştir. Başlangıçta bir varlık tahayyül ederiz daima ve bu varlığın ancak daha sonra oluş aşamasına geçtiğini veya farklılaştığını varsayarız. Hem yapısalcılık he de fenomenoloji farklılık ve oluşu bir temel veya kuruluş içine yerleştirdi; ya dilin yapısına ya da deneyimin bakış açısına. Post-yapısalcılar genelde, bize dünyayı bilme açısından bir kırılış, bir temel noktası verebilecek statik bir farklılıklar yapısını inceleyecebileceğimiz fikrini reddederler. Post-yapısalcılık yapıların ortaya çıkışını (türeyişini), oluşunu veya kökenini açıklamaya çalışıyordu: sistemler, örneğin dil, nasıl varlık kazanır ve zaman içinde nasıl değişim geçirir. Bu nedenle, Deleuze ve kuşağının diğer düşünürleri hem farklılığı hem de oluşu kavramsallaştırmaya çalıştılar, ama bir varlığın oluşu olamayacak bir farklılık ve oluştu bu. Başlıca hedefleri fenomenolojinin ve yapısalcılığın yakın tarihli akımları değildi yalnızca, Batı düşüncesinin tüm tarihini de hedeflemişlerdi. 1940’larda ve 1950’lerde Fransız felsefi sahnesi, hayatın ve tarihil oluşu ve farklılığının, tinin tek bir hareketinde kavranabileceğini (ve kavranması gerektiğini) öne süren Alman felsefeci G. W. F. Hegel’in (1770-1831) yeniden-okunmasının etkisindeydi. Hegel ayrıca modern felsefenin tarihin son-noktası olduğu görüşünü de öne sürmüştü; bilincin veya tinin farklılık ve oluşun tamamen gelebileceği bir evreydi bu. Post-yapısalcıların çoğu Hegel’i, Batı düşüncesinin farklılığı baskı altına alışının, farklılığı temel teşkil eden bir kimliğe indirgeme eğiliminin tipik bir örneği olarak görüyordu. Deleuze, Batı düşüncesinin bütünlüğü konusunda çağdaşlarından ayrılmıştır. Batının nihai bir varlık ve mevcudiyete bağlanımına karşı çıkan birçok felsefeci ve düşünür olduğunu öne sürmüştür. Dolayısıyla Deleuze’ün uğraşı felsefi geleneğin yeniden-okunmasıyla başlar. Son derece geleneksel figürleri ele almış ve yapıtlarının çok daha radikal bir potansiyel barındırdığını öne sürmüştür. İskoç Aydınlanma felsefecisi David Hume’e ilişkin ilk kitabı -1953’te Deleuze henüz 28 yaşındayken yayımlanmıştır- insan öznesi ve onun değişmez dış dünyasının deneyim akışı içinde üretilen bir kurmaca olduğu görüşünü ileri sürer: “dünya (süreklilik ve ayrımlaşma) bütünüyle imgelemin bir kurmacasıdır” (Deleuze, 1953). Deleuze özne imgesi ile dünyanın imgelemin ürünleri olduğunu ileri sürerken, felsefeyi yaratıcı olarak yorumlama ve bizatihi hayatın kendisinde bir yaratma eğilimi barındırdığını öne sürmeye yönelmiştir çoktan: hayatın bu eğilimi, insan hayatının kendi imgelerini oluşturma eğilimidir, örneğin rasyonel akıl veya “özne” imgesi.

Kaynağını aradım fakat bulamadım.

Post-yapısalcılar hayatı yapısalcıların yapmış olduğu gibi kapalı sistemlerde incelemek yerine sistemlerin açılımına, aşırılığına veya değişkenliğine bakmışlardır: dillerin, organizmaların, kültürlerin ve politik sistemlerin kaçınılmaz olan değişim geçirme ve oluş şekline. Aslında Deleuze için düşüncenin ve yazının meydan okuyuculuğu oluşun çeşitliliğidir; sözgelimi, bir dilin oluşu diğer oluş tarzlarından, örneğin organizmaların veya toplumsal sistemlerin oluşundan etkilenebilir. (Bilimin buluşlarına bağlı olarak dilimizin değişme şeklini düşünün; beyini betimlemek için bilgisayar biliminden terimler ödünç alırız [örneğin donanım] ya da bilgisayarı tanımlamak için genetik biliminden terimler ödünç alırız [örneğin virüs].) Oluş Deleuzecü bir kavramdır: yalnızca bir sözcük değil ama bir sorundur; bu nedenle Deleuze oluşa mümkün olduğunca çok nüans ve anlam katmaya çalışacaktır. Bu kitapta gerek farklılık gerek oluş değişik ve ilgili kullanımlarla yinelenecektir. Deleuze’ün yaklaşımı açısından bu çok önemli. Deleuze yeni bir terimler ve fikirler sistemi oluşturmak yerine düşüncenin dinamizmini ve değişkenliğini ifade etmek istiyordu. Giriştiği her yeni projede üslubunu ve söz dağarını yeniden icat etti. Yapıtlarında kendi içinde tanımlanabilir hiçbir terim yoktur; tek başına her terim yaratılmasına yardımcı olduğu bütünle ilişkisinde anlamlıdır. Bu nedenle, Deleuze’ü okumak kolay bir iş değildir; kesinlikle bir önermenin diğer bir önermeye eklenmesi meselesi değildir bu. Daha çok, Deleuze’ün yapıtının sorununu anlayarak başlamanız gerekir: farklılığı ve oluşu kimlik, akıl, insan öznesi ve hattâ “varlık” gibi sağduyuya dayalı kavramlara başvurmadan düşünebilir miyiz düşünemez miyiz. Deleuzecü her terimi ve fikri farklı düşünmeye yönelik bir kışkırtma olarak yorumlamamız gerekir. Deleuze’ün “zorluğu” taktikseldir; yapıtları hayatın karmaşıklığını (bütünüyle olmasa da) kavramaya çalışır. Bu kitabın “sonu”na geldiğinizde başını anlayacaksınız, ama aynı zamanda başının ötesine geçmenin de üstesinden gelebileceksiniz. Çünkü hiçbir sistem veya söz dağarı hayatın akışını yeterince yansıtamaz. Aslında, yazmanın amacı yansıtmak (temsil etmek) değil icat etmek olmalıdır.”

Claire Colebrook, Gilles Deleuze, Doğu Batı, çev. Cem Soydemir, 2013 [2002], 3. basım, s. 9-13.

Hardt & Negri, Medyalaştırılanlar ve İfade Etmeme Hâli

Duyuru’nun temel meselesi aşağıda alıntıladığım kısım değil elbette. Bu pasaj sadece yazarların başta tespit ettikleri dörtlü öznellik figürü örnekleminden, “medyalaştırılanlar” kısmından bir bölüm -diğerleri borçlandırılanlar, güvenlikleştirilenler ve temsil edilenler. Sundukları toplumsal tipler için nihai demek oldukça zor, öznellik figürlerinin kendileri de yazarlarının öznelliğinden ileri geliyor. Başlarda bu kesişen kategorilere düşenleri anlattıktan sonra, 2018 itibariyle tozu tamamen kalkmış işgal ve kamp hareketlerine kavramsal çerçeve ve çıkış fikirleri devşirmeyi amaçlıyorlar metin boyunca. İlgili toplumsal hareketlerin kandaki nabzı düştükçe, metin e-pamphlet olarak yayımlandığı dönemdeki heyecanını yitiriyor fakat önerileri ve tespitlerinde can alıcı, dar zamana direnen noktalar var. “Su”ya dair kararlar almakla ilgili bölüm, yıllardan gelen ortaklık ve çokluk mefhumlarının devreye girdiği yerler, yönetimin temel unsurları olan yasama, yürütme ve yargı üzerine fragmanları ve enformasyon/iletişimin güncel önemine dair tartışmaları. Ben medya bölümünü, Deleuze referansı üzerinden, Zizek’in Don’t Act, Just Think konuşmasıyla rabıtasından, bu blog’a copy-paste değil alınteri yazılar geçirirken ya da sadece bir konuda konuşurken, söz söylemeyle “iyi” sözleri aktarma arasındaki ikilemi düşündüğümden, sosyal medyada içerik paylaşımında Kış Olimpiyatları’ndaki Kuzey Kore amigolarının arasında kalmış durağana bakma ilgimden doğru yol alırken kafama takıldığı için buraya taşıdım. Son not olarak, korsan alıntı: “Medyalaştırılan, bir yanlış bilinç figürü değildir; o daha çok, ağa takılmış, dikkat kesilmiş, büyülenmiş biridir” (s. 45).

“Eski çağlarda, medyayla ilgili olarak, genellikle ortaya çıkan durum, insanlar yeterli enformasyona sahip olmadığı ya da kendi görüşlerini ifade etme araçlarından yoksun olduğu için politik eylemin tıkanmasıydı. Aslında bugün de baskıcı hükümetler web sitelerine erişimi sınırlamaya, blog ve Facebook sayfalarını kapatmaya, gazetecilere saldırmaya ve genel olarak enformasyona erişimi engellemeye çalışıyor. Bu tür baskılara karşı çıkmak kesinlikle önemli bir kavga ve biz tekrar tekrar, medyanın nasıl ağlarını kurduğuna, sonunda ve kaçınılmaz olarak bütün engelleri aşarak buralara erişimi sağladığına, bütün kapatma ve susturma çabalarını boşa çıkardığına tanık oluyoruz.

Biz burada daha çok başka bir soruna; bugünün medyalaştırılan öznelerinin nasıl tam tersine enformasyon, iletişim ve ifade fazlalığından mustarip olduğuna değinmek istiyoruz. “Sorun artık insanların kendilerini ifade etmelerini sağlamak değil” diyor Gilles Deleuze, “sonunda söyleyecek bir şeyler bulabilecekleri küçük inziva ve sükûnet araları yaratmaktır. Baskıcı güçler insanların kendilerine ifade etmelerine engel olmuyor, tam tersine onları kendilerini ifade etmeye zorluyor. Söylenecek hiçbir şeyin olmaması, hiçbir şey söylememe hakkı ne büyük bir nimet; çünkü ancak o zaman nadir olanı ve daha da nadir olanı, söylenmeye değer olan şeyi yakalama şansı doğar.” Gelgelelim, fazla sorunu yokluk sorununa benzemez, hatta bu bir miktar meselesi bile değildir. Anlaşıldığı kadarıyla, Deleuze burada Étienne de La Boétie ve Baruch Spinoza’nın altını çizdiği politik paradoksa işaret ediyor: Bazen insanlar sanki kurtuluşlarıymış gibi kölelikleri için çabalar. Gönüllü iletişim ve ifadelerine, blog yazarken, web’te arama yaparken, sosyal medyada yazışırken, insanlar baskıcı güçlere karşı koymak yerine yoksa onlara destek mi çıkıyor? Bu mümkün mü? Enformasyon ve iletişim yerine, Deleuze’a bakılırsa, bizim genellikle, düşünmek için zorunlu olan sükûnete ihtiyacımız var. Bu gerçek anlamda bir paradoks değil. Deleuze için, amaç gerçekte sessizlik değil, tam tersine söylemeye değer bir şeyimin olmasıdır. Diğer bir ifadeyle, politik eylem ve özgürlük mücadelesinde asıl önemli olan enformasyonun, iletişimin ve ifadenin niceliği değil, niteliğidir.

“Baskıcı aygıtlarda (ya da özgürlük projelerinde) enformasyon ve iletişim, emek süreçlerinin ve ekonomik üretimin her geçen gün giderek daha fazla medyalaştırılıyor oluşuyla önemini artırıyor. Medya ve iletişim teknolojileri giderek daha fazla, her tür üretici pratik için merkezi önem kazanırken, günümüzün biyo-politik üretimi için zorunlu olan işbirliği türleri açısında da vazgeçilmez bir hal alıyor. Dahası, özellikle, egemen ülkelerdeki birçok işçi için, sosyal medya onları aynı zamanda hem işlerinden özgür kılıyor hem de işlerine zincirliyor. Akıllı telefonunuz ve kablosuz bağlantınızla, her yere gidebiliyorken aynı zamanda da işinizin başında kalabiliyorsunuz. Sizin de hemen anladığınız üzere bu şu anlama geliyor: Nereye giderseniz gidin yine de çalışıyorsunuz! Medyalaştırılma, iş ile yaşam arasındaki ayrımın giderek belirsizleşmesinde ana etkendir.

Bu yüzden, böylesi işçilerin yabancılaşmasından değil medyalaştırılmasından söz etmek daha doğrudur. Yabancılaşmış işçinin bilinci ayrılmış ya da bölünmüşken, medyalaştırılan işçinin bilinci ağ ortamına tabi kılınmış ya da özümsenmiştir. Medyalaştırılanın bilinci gerçekte yarılmamıştır; parçalanmış ve dağılmıştır. Daha da önemlisi, medya aslında sizi edilgen kılmaz. Tam tersine, medya sürekli olarak sizi katılıma, neyi istiyorsanız seçmeye, fikirlerinizle katkıda bulunmaya, hayatınızı yorumlamaya davet eder. Medya sizin sevdiğiniz ve sevmediğiniz şeylere karşı hep duyarlıdır ve buna karşılık siz de sürekli dikkat kesilmiş bir halde olursunuz. Medyalaştırılanın öznelliği bu yüzden paradoksal olarak ne aktif ne de pasiftir, sürekli olarak dikkat kesilmiş bir halde bekler.”

Michael Hardt & Antonio Negri, Duyuru, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2012 [2012], s. 22-3.

Sebald, Casement ve Sömürü ile Mücadele

“Kongo’nun ticarete açılması çerçevesinde yerli halka uygulanan zorbalıkların tarzı ve boyutlarıyla ilgili haberler kamuoyuna ilk kez 1903 yılında, o sıralarda Boma’daki İngiliz Konsolosluğu’na atanan Roger Casement tarafından duyuruldu. Dışişleri Bakanlığı Sekreteri Lord Landsdowne’a sunduğu raporda Casement, -Korzeniovski Londralı bir tanıdığına, kendisinin uzun zamandır unutmaya çalıştığı şeyleri Casement’ın anlatabileceğini söylemişti- siyahların acımasızca sömürülmesi hakkında kesin bilgiler veriyordu. Sömürgedeki çeşitli inşaatlarda hiçbir ücret almadan, sırf boğaz tokluğuna çalışmaya zorlanıyorlardı; çoğunlukla birbirlerine zincirlenmiş oluyor ve aynı tempoyla sabahtan akşama kadar, kelimenin tam anlamıyla ölene dek çalıştırılıyorlardı. Gözünü para hırsı bürümemiş biri Kongo’nun yukarı havzasından geçerse, diye yazıyordu Casement, bütün bir halkın, İsa’nın çektiği çileleri bile gölgede bırakan eziyetler yüzünden nasıl yürek parçalayıcı bir biçimde can çekiştiğini görecektir. Her yıl çalışmaya zorlanan yüz binlerce kölenin, kendilerine gözcülük yapan beyazlar tarafından ölüme sürüklendiğine ve Kongo’da disiplini sağlamak adına her gün insanların sakat bırakıldığına, elleri ve ayaklarının baltayla kesildiğine ve vurulduklarına dair hiçbir kuşkuya yer bırakmıyordu Casement. Kral Léopold, Casement’ın ortaya çıkan durumu yumuşatmaya ve Casement’ın kışkırtmaları yüzünden Belçika’nın Kongo’yu sömürgeleştirme girişiminin karşı karşıya kaldığı tehlikeleri değerlendirmeye faydası olabilir düşüncesiyle, özel bir görüşme yapmak üzere onu Brüksel’e çağırdı. Ben, diyordu Léopold, siyahların yaptığı işi, tamamen yasal bir vergi ödeme yolu olarak görüyorum, siyahların gözetiminden sorumlu beyazlar zaman zaman kaygı uyandırıcı müdahalelerde bulunuyor -gerçi bundan bile söz etmek istemiyordu; bu üzücü fakat değiştirilmesi mümkün olmayan gerçeğin nedenleri, Kongo ikliminin bazı beyazlarda bir tür bunaklığa yol açmasında aranmalıdır ki, maalesef zamanında önleyemediğimiz durumlar da olabiliyor. Casement öne sürülen bu nedenlerle ikna olmayınca, Léopold Londra’daki ayrıcalıklarını kullandı ve oynanan diplomatik oyunlar sonucunda, Casement’ın raporu bir yandan örnek gösterilip övüldü, raporun yazarına da Saint Michael and Saint George Tarikatı’nın Commander unvanı verildi; ama diğer yandan Belçika’nın çıkarlarına zarar verilebilecek hiçbir girişimde bulunulmadı. Birkaç yıl sonra Casement -herhalde sürekli huzursuzluk yaratan bu insanı bir süreliğine uzaklaştırmak gibi gizli bir niyetle- Güney Amerika’ya gönderildi ve Peru, Kolombiya ve Brezilya’nın ormanlık bölgelerinde de koşulların pek çok açıdan Kongo’ya benzediğini keşfetti. Tek fark, burada Belçikalı ticari şirketlerin değil, merkezi Londra’da olan Amazon Company’nin (Amazon Şirketi) faaliyette olmasıydı. Aynı dönemde Güney Amerika’daki kabilelerin de kökü kurutulmuş ve bütün bölge yakılıp kül edilmişti. Casement’ın raporu ve onun her türlü haktan mahrum olan bu insanları koşulsuzca savunması Dışişleri Bakanlığı’nda saygı uyandırmasına uyandırdı, ama bir yandan da bu hevesli Don Kişot’un yaptıklarının onun aslında gelecek vaat eden kariyeri açısından hiç de iyi olmayacağını düşünen üst düzey yetkililer de kaygıyla başlarını salladılar. Sonra Casement’a, dünyadaki köleleştirilmiş halklar için yaptığı yararlı çalışmalar karşılığında asiller sınıfına girebileceği söylenerek bu sorun çözülmek istendi. Ama Casement iktidarın tarafına geçmeye niyetli değildi; aksine doğa ve bu iktidarın kaynağı ve de bu iktidardan kaynaklanan emperyalist anlayış onu gittikçe daha da çok ilgilendirir olmuştu. Tüm bunların sonucunda İrlandalılığı, dolayısıyla kendisini sorunsallaştırması da son derece doğaldır. Casement, County Antrim’de Protestan bir baba ile Katolik bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi ve bütün eğitim dönemi boyunca, İrlanda üzerindeki İngiliz hâkimiyetini korumayı yaşamının en önemli ödevi olarak görenler arasında yer aldı. Ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde İrlanda sorunu patlak verdiğinde, Casement “İrlanda’nın beyaz Kızılderilileri” meselesiyle ilgilenmeye başladı. Yüzyıllardır İrlandalılara yapılan haksızlık, vicdanını giderek her şeyden daha çok rahatsız eder hale gelmişti. İrlanda halkının neredeyse yarısının Cromwell’in askerleri tarafından öldürülmüş olması, binlerce kadın ve erkeğin beyaz köleler olarak Batı Hint Adaları’na gönderilmesi, yakın zamanda bir milyondan fazla İrlandalının açlıktan ölmesi ve yeni nesil gençlerin büyük çoğunluğunun kendi vatanlarından göç etmeye zorlanması, tüm bunlar aklından bir türlü çıkmıyordu. 1914 yılında, liberal yönetimin İrlanda sorununa çözüm olarak önerdiği Home Rule sistemi, çeşitli İngiliz çıkar gruplarının açıkça ya da gizliden gizliye desteklediği fanatik Kuzey İrlandalı Protestanların karşı çıkışıyla başarısızlığa uğrayınca, Casement için nihai karşı çıkışıyla başarısızlığa uğrayınca, Casement için nihai karar ânı gelmiş oldu. İngiliz Milletler Topluluğu şiddetle şiddetle sarsılsa bile, İrlanda için Home Rule uğruna, Ulster’ın direnişinden ödün vermeyeceğiz, diye ilan etti Protestan azınlığın önde gelen temsilcilerinden olan Frederick Smith; Protestan azınlık, hükümetin askerî birlikliklerine karşı gerekirse silah yoluyla mücadele ederek ayrıcalıklarını korumaya hazırdı. Yüz bin insan gücündeki Ulster Gönüllüleri kuruldu ve güneyde de bir gönüllüler ordusu oluşturuldu. Casement asker toplama ve silahlandırma çalışmalarında da rol oynadı. Nişanlarını Londra’ya geri gönderdi. Kendisine teklif edilen emekli maaşını reddetti. 1915’in başında gizli bir görev için Berlin’e gitti. Amacı, Alman İmparatorluğu’nun İrlanda’nın bağımsızlık ordusuna silah temin etmesini sağlamak ve Almanya’daki İrlandalı savaş tutsaklarını bir tugay oluşturmaya ikna etmekti. Ancak iki girişim de sonuçsuz kaldı ve Casement bir Alman denizaltısıyla İrlanda’ya geri götürüldü. Casement, ölesiye yorgun ve buz gibi su yüzünden neredeyse donmuş bir halde, Tralee Koyu’nda, Banna sahilinde karaya çıktı. Artık elli bir yaşındaydı. Kısa bir süre içinde tutuklanacaktı. Yine de bir rahibe, “Almanlar yardıma hazır değil” mesajını göndermeyi başararak, 1916 Paskalya Yortusu’nda başlatılması tasarlanan ayaklanmayı engelledi; çünkü tüm İrlanda için düşünülen ayaklanmanın bu durumda başarısız olacağı zaten belliydi. Buna karşın idealistlerin, yazarlar, sendikacılar ve Dublin’deki sorumlu öğretmenlerin kendilerini ve kendilerine kulak verenleri yedi günlük bir sokak kavgasına kurban etmeleri ise ayrı bir konudur. Ayaklanma bastırıldığı sırada Casement hâlâ Londra Kulesi’ndeki hücredeydi. Avukatı yoktu. O sıralarda başsavcılığa yükselen Frederick Smith savcı olarak atanınca, davanın seyri de aşağı yukarı belli oldu. Etkili makamlardan gelebilecek her türlü af dilekçesini engellemek amacıyla, Casement’ın evinde yapılan aramada bulunan ve suçluların eşcinsel kaydını içeren “Kara Günlük”, İngiltere kralına, Birleşmiş Milletler başkanına ve Papa’ya gönderildi. Yakın zamana kadar Londra’nın güneybatısındaki Kew’da, İngiliz Devlet Arşivi’nde kilit altında tutulan Casement’ın “Kara Günlük”ünün gerçek olup olmadığından uzun süre kuşku duyuldu. Bunun en önemli nedenlerinden biri, sözde İrlandalı teröristlere karşı yürütülen davada, kanıtların toplanması ve iddianamenin hazırlanmasıyla ilgilenen yürütme ve yargı organlarının yakın zamana kadar tahmin ve suçlamalarında defalarca ihmalkâr davranmış, dahası gerçekleri kasten de değiştirerek suç işlemiş olmasıydı. İrlanda özgürlük hareketinin eski muharipleri için, şehitlerinden birinin İngiltere tarafından ahlaksızlık suçlamasıyla tutuklanmış olduğunu düşünmek bile imkânsızdı. Buna karşılık 1994 baharında günlüklerin üzerindeki yasağın kalkmasıyla birlikte, bunların bizzat Casement’ın elinden çıktığına da hiç kuşku kalmadı. Buradan çıkarılabilecek tek sonuç şuydu: Casement’ın iktidar odaklarına en uzak olan insanlara uygulanan ve toplumsal sınıflar ve ırkların sınırlarını aşan baskı, sömürü, köleleştirme hareketinin farkına varmasını sağlayan, tam da onun eşcinselliğiydi belki de. Tahmin edilebileceği üzere, Casement, Old Bailey’de görülen davalar sonucunda vatana ihanetten suçlu bulundu. Mahkemeye başkanlık eden Yargıç Lord Reading, eski adıyla Rufus Isaacs, mahkemenin kararını açıkladı. Önce hapishaneye, sonra da idam edileceğiniz yere gideceksiniz, dedi, ve orada da asılarak idam edileceksiniz. Roger Casement’ın Pentonville Hapishanesi’nin avlusundaki kireç kuyusuna atılan cesedi artık kimliği belirlenmeyecek hale gelmişti ve İngiltere yönetimi cesedin oradan çıkarılmasına ancak 1965’de izin verdi.”

W. G. Sebald, Satürn’ün Halkaları: İngiltere’de bir Hac Yolculuğu, çev. Yeşim Tükel Kılıç, Can Yayınları, 2006 [1992], s. 122-8.

Pamuk, Kendi Hikâyesi Üzerine Düşünen Yazar

“Hikâyemdeki gibi tuhaf ve şaşırtıcı olanı aramalıyımışız; evet, dünyanın bu bıkkınlık verici sıkıcılığına karşı yapabileceğimiz belki de tek şey buymuş; bunu, hep aynı şeylerin tekrarlandığı o çocukluk ve okul yıllarından beri bildiği için, hayatta dört duvar arasına kapanmayı aklına bile getirmemiş; bu yüzden bütün ömrünü gezilerde, bitip tükenmeyen yollarda hikâyeler arayarak geçirmiş. Ama, tuhaf ve şaşırtıcı olanı, dünyada aramalıymışız, kendi içimizde değil! Kendi içimizdekini aramak, kendi üzerimizde o kadar uzun boylu düşünmek mutsuz edermiş bizleri. Benim hikâyemde insanların başına gelen de buymuş işte: Bu yüzden kahramanlar kendileri olmaya bir türlü katlanamıyor, bu yüzden hep bir başkası olmak istiyorlarmış. Sonra, sordu bana: “Bu hikâyede olup bitenin gerçek olduğunu düşünelim,” dedi. “Birbirlerinin yerine geçen o insanların yeni hayatlarında mutlu olabileceklerine, ben, inanıyor muymuşum? Sustum. Sonra, nedense bana hikâyemdeki bir ayrıntıyı hatırlattı: Kolu kopuk bir İspanyol kölesinin umutlarına kendimizi fazla kaptırmamalıymışız! O zaman, o tür hikâyeleri yaza yaza, tuhaflığı kendi içimizde araya araya, bizler de başka biri olurmuşuz, Allah korusun, okuyucularımız da. İnsanların hep kendilerinden, kendi tuhaflıklarından söz ettiği, kitapların ve hikâyelerin de hep bunu anlattığı o korkunç dünyayı düşünmek bile istemiyormuş.

Ben istiyordum! Bu yüzden, bir günde seviverdiğim bu ufak tefek ihtiyar, Mekke’ye gitmek için, gün doğarken adamlarını toplayıp, tüy gibi, yola çıkınca, hemen oturup kitabımı yazdım. Belki de, geleceğin o korkunç dünyasının insanlarını daha iyi düşleyebilmek için, kitabıma kendimi ve kendimden ayıramadığım O’nu elimden geldiği kadar çok koydum. Ama elimden çok da gelmediğini, on altı yıl önce bir kenara atıverdiğim bu kitabı, bugünlerde yeniden okurken düşündüm. Bunun için, insanın kendisinden -hele duygu taşkınlıklarına kapılarak- söz etmesinden hoşlanmayan okuyucularımdan özür dileyerek bu sayfayı kitabıma ekliyorum:

Seviyordum O’nu, O’nu rüyamda gördüğüm kendi çaresiz, acınası görüntümü sevdiğim gibi, bu görüntünün utancı, öfkesi, suçu ve hüznüyle boğulur gibi kederle ölen yabani bir hayvan karşısında utanca kapılır gibi, kendi oğlumun arsızlığına öfkelenir gibi, kendimi aptalca bir tiksinti ve aptalca bir sevinçle tanır gibi seviyordum; belki de, en çok böyle: Elimin kolumun bir böcek gibi boşu boşuna kıpırdanışına alıştığım, aklımın duvarlarında her gün yankılanarak sönen düşüncelerimi bildiğim, acınası gövdemden çıkan nemin benzersiz kokusunu, bitkin saçlarımı, çirkin ağzımı, kalemimi tutan pembe elimi tanıdığım gibi: Bunun için aldatamadılar beni. Kitabımı yazıp O’nu unutmak için bir kenara attıktan sonra, çıkan bütün o söylentilere, ünümüzü duyup, bundan yararlanmak isteyenlerin oyunlarına kanmadım hiç! Kahire’de bir paşanın koruyucu kanatları altında yeni bir silahın tasarılarını yapıyormuş! Viyana bozgununda şehrin içindeymiş, bir an önce yenilmemiz için düşmana akıl veriyormuş! Edirne’de dilenci kılığı içinde görmüşler O’nu, kendi kışkırttığı bir esnaf kavgasında bir yorgancıyı bıçaklayıp kayıplara karışmış! Uzak bir Anadolu kasabasında mahalle camiinde imamlık yapıyormuş, bir muvakkithane kurmuş, bunu anlatan yeminler ediyordu; bir de saat kulesi için para toplamaya başlamış! Vebanın peşinden gittiği İspanya’da kitaplar yazarak zengin olmuş! Zavallı Padişahımızı tahttan indiren siyasi dolapları O’nun çevirdiğini bile söylediler! Slav köylerinde, en sonunda ulaşabildiği gerçek itirafları dinleye dinleye, saralı efsane bir papaz gibi el üstünde tutularak bunalımlı kitaplar yazıyormuş! Anadolu’da geziyormuş, budala padişahları alaşağı edeceğini söyleyerek, kehanetleri ve şiirleriyle büyülediği bir güruhu peşinden sürüklüyor, yanına beni de çağırıyormuş! O’nu unutmak, gelecekteki o korkunç insanların, o korkunç dünyalarıyla oyalanabilmek, hayallerimin tadını çıkarmak için hikâyeler yazdığım o on altı yılda bu söylentilerin daha başkalarını da duydum, ama hiçbirine inanmadım. Bilmiyorum, başkalarına da oluyor mu: Bazan, Haliç sırtlarındaki o dört duvarı birbirimize zindan ederken, bazan, bir konaktan, ya da saraydan bir türlü gelmeyen bir çağrıyı beklerken, bazan birbirimizden keyifle nefret ederken, bazan da karşılıklı gülüşerek Padişahımız için bir risale daha yazarken, günlük hayat içinde, bir an, ikimiz de, bir küçük ayrıntıya takılıverirdik. Sabah birlikte gördüğümüz ıslak bir köpek, iki ağaç arasına asılmış çamaşır dizisinin renk ve biçimlerindeki gizli geometri, hayatın simetrisini ortaya çıkarıveren bir dil sürçmesi! Şimdi en çok bunları özlüyorum işte! Ölümünden yıllar, belki de yüzyıllar sonra bir meraklının bizden çok kendi hayatını düşleyerek okuyacağını sandığım, aslında, kimse okumasa da pek fazla aldırmayacağım ve bunun için de O’nun adını çok da derine olmasa da gizleyerek gömdüğüm gölgemin kitabına bunun için döndüm: Veba gecelerini, Edirne’deki çocukluğumu, Padişah’ın bahçelerinde geçirdiğim güzel saatleri, O’nu o sakalsız haliyle Paşa’nın kapısında ilk gördüğüm zaman sırtımda duyduğumu sandığım ürpertiyi yeniden düşlemek için. Kaybettiğimiz hayatı ve düşleri yeniden ele geçirmek için, onları yeniden düşlemek gerektiğini herkes bilir: Ben hikâyeme inandım!”

Orhan Pamuk, Beyaz Kale, İletişim Yayınları, 2012 [1985], 39. Baskı, s. 173-6.