Huxley, Ne Yapsak

Şaşkınlık içinde, “Öyleyse zaman ne işe yarar ki?” diye sormuştu Lenina.

Göller Bölgesi’nde yürüyüşe çıkmaya yaradığı anlaşıldı; çünkü Bernard’ın şimdi teklif ettiği buydu. Skiddaw’un tepesine inip birkaç saat fundalıkta yürüyüş. “Seninle baş başa, Lenina.”

“Ama Bernard, bütün gece başbaşa olacağız.”

Bernard kızardı ve başka tarafa baktı. “Konuşmak için baş başa kalırız, demek istemiştim,” diye mırıldandı.

“Konuşmak mı, ne hakkında?” Yürüyüp konuşmak tuhaf bir öğleden sonrayı geçirme yöntemine benziyordu.

Sonunda, isteksizce de olsa Bernard’ı Amsterdam’a uçup Kadınlar Ağırsiklet Güreş Şampiyonası’nın Yarı Yarı Finalleri’ni seyretmeye ikna etti.

“Kalabalığın arasında,” diye homurdandı. “Her zamanki gibi.” Bütün öğleden sonra inatla surat asıp oturdu; Lenina’nın arkadaşlarıyla konuşmadı (güreş aralarında dondurmalı soma barında düzinelerce arkadaşına rastladılar); tüm ıstırabına rağmen Lenina’nın ısrarla verdiği yarım gramlı ahududu dondurmasını geri çevirdi. “Kendim olmayı yeğlerim,” dedi. “Suratsız da olsa kendim olayım. Ne kadar neşeliyse de başka biri olmak istemem.”

Lenina, uykuda öğretilmiş parlak bilgeliğini konuşturarak, “Zamanında alınmış bir gram, dokuzundan tasarruftur,” dedi.

Bernard sunulan bardağı tahammülsüzce eliyle itti.

“Sinirlenme şimdi,” dedi Lenina. “Unutma, bir santimetreküpü bin musibet savuşturur.”

“Ah, Ford aşkına, sus!” diye bağırdı.

Lenina omuzlarını silkti. Asil bir tarzda, “Her zaman bir gramı, lanet okumaktan hayırlıdır,” diye başladı ve dondurmayı kendisi bitirdi.

Kanal üzerinden uçarak dönerlerken Bernard, ileri motoru durdurup dönen pervalelerle dalgaların otuz metre üzerinde asılı durma konusunda ısrar etti. Hava bozmaya başlamıştı; güneybatıdan esen rüzgâr kuvvetlenmiş, gökyüzü bulutlanmıştı.

“Bak,” dedi emir verircesine.

“Ama korkunç,” dedi Lenina pencereden uzaklaşarak. Gecenin hızla çöken boşluğundan, altlarında köpük köpük beneklenen karanlık sulardan, telaşlı bulutların arasında beti benzi sararmış ve çıldırmış duran ayın soluk çehresinden dehşete kapılmıştı. “Radyoyu açalım. Çabuk!” Kontrol panelindeki çevirme koluna uzandı ve rastgele çevirdi.

“…içindeki gökler mavi,” diye ilahi okuyordu titrek ve tiz erkek sesleri, “hava daima güzel…”

Sonra bir cızırtı ve sessizlik oldu. Bernard akımı kesmişti.

“Denizi huzur içinde izlemek istiyorum,” dedi. “O barbarca gürültü sürerken izlemek ne mümkün.”

“Ama güzeldi. Ayrıca ben izlemek istemiyorum.”

“Ama ben istiyorum,” diyerek ısrar etti. “Kendimi sanki…” tereddüt etti, kendini ifade edecek sözcükleri arıyordu, “demek istediğim, daha çok kendim oluyorum sanki. Daha çok kendi başıma, tamamen başka bir şeyin parçası olmaktan çıkıyorum. Salt toplumsal gövdenin bir hücresi olmaktan kurtuluyorum. Sana da böyle hissettirmiyor mu, Lenina?”

Ama Lenina ağlıyordu. “Korkunç, korkunç,” diye tekrarlıyordu. “Nasıl böyle toplumsal gövdenin bir parçası olmamayı istemekten söz edebiliyorsun? Sonuçta, herkes herkes için çalışır. Hiç kimseden vazgeçemeyiz. Epsilonlar bile…”

“Evet, biliyorum,” dedi Bernard alaycı bir tonla. “Epsilonlar bile faydalıdır! Ben bile faydalıyım. Keşke olmasaydım!”

Kutsal şeylere saygısızlığı Lenina’yı çok şaşırtmıştı. “Bernard!” diyerek şaşkınlık ve ıstırap dolu bir sesle kınadı. “Nasıl böyle yaparsın?”

Değişik bir tonla, “Nasıl yaparım?” diye tekrarladı düşünce içinde. “Hayır, asıl sorun şu: Nasıl olur da yapamam ya da daha doğrusu -çünkü sonuçta, niye yapamayacağımı biliyorum- yapabilseydim ne olurdu, özgür olsaydım; şartlandırılmam beni köleleştirmeseydi.”

“Fakat, Bernard, sen korkunç şeyler söylüyorsun.”

“Özgür olmak istemez miydin, Lenina?”

“Ne demek istediğini anlamıyorum. Ben özgürüm. Zamanımı keyifli geçirmek konusunda özgürüm. Şimdilerde herkes mutlu.”

Bernard güldü, “Evet, ‘Şimdilerde herkes mutlu.’ Çocuklara beş yaşında öğretiyoruz bunu. Ama başka bir şekilde mutlu olmak istemez miydin, Lenina? Başkaları gibi değil, kendi istediğin gibi.”

“Ne demek istediğini anlamıyorum,” dedi. Sonra ona dönerek, “Ah, geri dönelim, Bernard,” diye yalvardı: “Buradan gerçekten nefret ediyorum.”

“Benimle olmaktan hoşlanmıyor musun?”

“Tabii hoşlanıyorum, Bernard! Sebebi bu korkunç yer.”

“Burada… burada daha çok baş başa oluruz diye düşünmüştüm; sadece deniz ve ay. O kalabalıkta ve hatta dairemde olabileceğimizden daha baş başa kalırız, diye düşünmüştüm. Bunu anlamıyor musun?”

“Hiçbir şey anlamıyorum,” dedi kararlılıkla, tamamen anlamaz kalmakta kararlıydı. “Hiçbir şey. Hiç anlamadığım bir şey daha var,” diye farklı bir tonla devam etti, “bu dehşet verici düşüncelerine kapıldığında niye soma almıyorsun? Hepsini unutursun. Istırap çekeceğine neşelenirsin. Öyle neşelenirsin ki,” diyerek gülümsedi, gözlerindeki şaşkın endişeye rağmen söylediklerinde davetkâr ve şehvetli bir kandırma amacı vardı.

Sessizlik içinde kıza baktı, yüzü tepkisiz ve son derece ciddiydi, ona dikkatle baktı. Birkaç saniye sonra Lenina, gözlerini kırpıştırarak kaçırdı; küçük, sinirli bir kahkaha attı, söyleyecek bir düşünmeye çalıştı, bulamadı. Sessizlik daha da uzadı.

Sonunda Bernard konuştuğunda, sesi alçak ve yorgundu. “Peki öyleyse,” dedi, “dönelim.” Gazı kökleyerek makineyi füze gibi gökyüzüne tırmandırdı. Dört binde ileri motora çalıştırdı. Bir iki dakika sessiz uçtular. Sonra Bernard aninden gülmeye başladı. Biraz tuhaf, dize düşündü Lenina; ama yine de kahkahaydı işte.

Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, çev. Ümit Tosun, İthaki Yayınları, 2017 [1932-1946], 21. basım, s. 104-7.

The Square, Sefaletin Monoloğu

“Merhaba… Muhtemelen kim olduğumu biliyorsunuz. Az önce merdiven boşluğunda tanıştık. Aramayı denedim ama sana ulaşamadım. Bu yüzden bu videoyu yapıyorum. Çünkü kesinlikle haklısın. Yaptığım iğrenç şey için özür dilerim. Seni hırsızlıkla suçladım. Lütfen bunu ailene göster, böylece hırsız olmadığını anlasınlar. Notta telefonumu ve cüzdanımı çaldığın yazıyordu ama bu doğru değil. Bunun kesinlikle doğru olmadığını vurguluyorum. Kısaca özür dilerim, yaptığım çok kötü bir şeydi. Çok bencilce bir şeydi. Umursamaz ve ön yargılıydı. Ve ben dönüp bakıyorum da, yaşadığınız binaya gitmeli ve kapıları tek tek çalıp basit bir soru sormalıydım. Ama bu hiç aklıma gelmedi çünkü dürüst olmak gerekirse korktum. Orada yaşayanlardan korktum. Sizinki gibi bir binada yaşayan insanlardan korktum. Bu olumsuz yaklaşımlar bana dair bir şeyler söylüyor. Toplumumuza dair bir şeyler söylüyor. Çünkü ön yargılı tek bireyin ben olmadığını biliyorum. Sizlerin de bize yönelik ön yargıları var. Yaşam farklarımızdan dolayıdır muhtemelen. Yani olay bir anda siyasete ve adil varlık paylaşımına gidiyor. Çünkü bu sorunları bireyler tek başlarına çözemez. Toplumun da el uzatması gerekir. Hata yaptığımı söylemem ve bir video ile özür dilememin yeterli olmadığını biliyorum. Toplumda çözülmesi gereken daha büyük ve yapısal sorunlar var. Dünyadaki varlıkların %50’den fazlasını 291 kişinin elinde tuttuğunu biliyorum. Böyle birisi tüm bunları bir anda çözebilir mesela.”

The Square (2017)
Yönetmen: Ruben Östlund
Oyuncu: Claes Bang
Çevirmen: MeKsA

Zeldin, Yalnızlık ve Saçmalık

“Yalnızlığa tahammül etmenin üçüncü yolu, hayatınıza bir doz saçmalık şırınga etmektir. İngiliz eksantrikler, yalnızlığı mizahla birleştirip bu karışımdan cesaret tedarik etmişlerdir. Ciddiyetin ne olduğu konusunda yanılgılı bir fikre sahip olan tarih kitapları ne yazık ki eksantrikleri yok sayma eğilimindedir, oysa bu kişisel, yalnızlık korkusunu tanımayan birer anıttır. John Stuart Mill’in düşüncesi, insanlığın kusursuz olmadığını bildiğimze göre kişilik çeşitlemelerine fırsat tanımamız ve bunları yaşama sanatına ilişkin deneyler olarak görmemiz gerektiğiydi; asıl hayıflandığı, insanların “neyin alışılagelmiş sayılacağını kendi eğilimlerine uygun düşecek şekilde belirlemeleri” değil, “alışılagelmiş olanın dışında bir eğilim sergilemeyi asla akıllarına getirmemeleri” idi.

Eksantriklerin ilk zaferi, tehlikeli olmaktan çok eğlenceli sayılmaları oldu. Bunun nedeni belki de, insanların ne düşüneceği konusunda endişelenmesi gerekmeyen, iktidar sahibi birtakım aristokratların eksantrikliği seçmiş olmasıydı. Bir diplomat olan on dördüncü Berners Baronu, eksantrikliği, bundan ürken kişilerle dalga geçmek için kullanırdı: Tren yolculuklarında kendisine özel bir kompartman ayırtır, kafasına siyah bir takke, gözlerine de koyu renk gözlük takıp geleni geçeni yanına davet ederdi. İçlerinden biri davete icabet edecek olursa, ortaya koca bir termometre çıkarıp her beş dakikada bir derin iç geçirmeler eşliğinde ateşini ölçerek misafirini çok geçmeden kaçırırdı. Özel hayatının gizliliğine manyaklık derecesinde düşkün olan Beşinci Portland Dükü yatak odasına doktorunu bile sokmazdı. Doktorun muayeneyi kapının dışında yapmasını ister, soru-cevap alışverişi ve ateşinin ölçülmesi bir uşak aracılığıyla gerçekleştirilirdi. Buna karşılık Dük şenlikli bir dünyanın hayalini kuruyor, özel hayatı başka bir şeye hazırlık olarak görüyordu. Evine, iki bin kişiyi alacak büyüklükte bir balo salonu, yirmi kişilik bir asansör ve yirmi bilardo masası içeren bir kitaplık yaptırmış, hiçbiri asla kullanılmayan bu bölümlerin yapımında on beş bin işçi çalıştırmıştı. Buna rağmen, ancak tanınmadığı sürece özgür olabileceğinde inandığından tebdil-i kıyafet dolaşmayı tercih ediyordu.

Glyndebourne’da resmi gece elbisesiyle girilebilen bir opera binası yaptıran John Christie, kendi elbisesinin altına eski lastik pabuçlar giyme alışkanlığındaydı. Müşterilerine misafir ağırlar gibi davranır, ama onları birbirlerine yanlış isimlerle takdim etmekten hoşlanırdı. Christie, ziyaretçilerin yanlarında getirdiği köpekler için bir kafeterya yaptırma fikrini gerçekleştiremeden öldü. Hayvanları insanın eşiti olarak görmek eksantriklikti – bu tutum, yalnızca türler arasındaki ilişkide değil, her türlü hiyerarşi ilişkisinde kartların karışmasına yol açabilirdi.

Kadınlar, fantezi ve adap kurallarını yıkarak giyinmeyi tiyatroya dönüştürmüş olmakla tarihteki en pervasız eksantrikler arasında yerlerini almıştır. Modacı Worth, eksantrikliği evrenselleştirme girişiminde bulunan kişi olarak hatırlanmayı hak eder. Onun kavrayışına göre moda her kadına başka kimseninkine benzemeyen, apayrı giysiler sunmayı vaat ediyordu. Worth başarılı olabilseydi, moda dediğimiz şey taklitçiliğe indirgenmemiş olsaydı, belki de yalnızlık bu sıklıkta korkuya dönüşmeyebilirdi.

Son bağışıklık türü, dünyanın uçsuz bucaksız, ürkütücü bir sahradan ibaret olmadığı, ayırt edilebilir bir tür düzen içerdiği ve ne kadar önemsiz olursa olsun bireyin, bu tutarlı bütünden yankılar taşıdığı düşüncesine dayanarak kazanılmıştır. Bir çeşit doğaüstü güce inanan insanlar, yalnızlıklarını, altında ezildikleri tüm dertlere rağmen içlerinde belli belirsiz bir ilahi kıvılcım taşıdıkları duygusuyla hafifletirler; bu kişilerin bağışıklık edinme yöntemi bundan ibarettir. Böyle bir inanç taşımayan kişi başkalarına yararlı olma duygusunu geliştirebilir ve kendisiyle başkaları arasında bir cömertlik bağı sezinliyebilir, ne gibi sırlar ve nasıl bir vahşet içerdiğini tam olarak çözemese de, daha kapsamlı bir bütünün parçası olduğuna işaret eden rasyonel ve duygusal bağlantıların ayırdına varabilir. Gelişme olarak adlandırdığımız şeylerin büyük bölümü, bu nedenle zulme uğramış olsalar bile, bir gerçeğe, ele geçirilmesi mümkün olmayan devasa bir bütünün küçücük bir parçasına vâkıf oldukları inancı sayesinde kendilerini bütünüyle yalnız hissetmekten kurtulmuş yalnız insanlar eliyle gerçekleşmiştir. Ama yalnızlık duygusunun bu yolla savuşturulması yalnızlığın her çeşidini ortadan kaldırmaz, tıpkı tek bir aşının insanı her türlü hastalıktan korumaya yetmemesi gibi.

İnsanların özel düşüncelerine gömülmeleri sık sık acayip sonuçlar doğurmuştur: Rus zoolog Meçnikof (1845-1916), yoğurt yiyerek olağanüstü uzun yaşanabileceğine inanıyordu ve gülünç derecede başarısız yöntemler kullanarak iki kez intihara teşebbüs etmişti; ama yine de, bağışıklık bilimini ayakları üzerinde doğrultarak yalnızlığın yepyeni bir perspektife oturtulmasını sağlamıştır. Bağışıklık sisteminin nasıl işlediğinin ortaya çıkarılması, her bireyin dışarıdaki düşmanca dünyaya karşı durmaksızın direnç oluşturduğunu ve her birinin bu hem bağımsız olarak hem de başkalarıyla uyum içinde yapması gerektiğini gösterdi. İnsan bedenleri birbirinin eşi olmadığı gibi, etraflarını saran mikroplar karşısındaki çaresizlikleri de aynı değildir. Tıp bilimleri her hastalık için bir suçlu bulup ona savaş açarak insanları hastalıklardan koruyamaz. İlgi odağı bu nedenle, hastalıkları fethetmek yerine bedenler arasındaki uyumluluk ve uyumsuzlukları, insan vücudunun kabul etme ve reddetme mekanizmaları arasındaki esnek sınırları anlamaya kaymıştır. Yaşamın bir bağışıklık sistemi tarafından yönetildiğini kabul etmek, her bireyin benzersiz olduğunu, başkalarında da bulunan, ama iki ayrı insanda tıpatıp aynı bileşimle ortaya çıkması hemen hemen imkânsız olan çok sayıda özelliğin bir bileşiminden oluştuğunu da kabul etmeyi gerektirir. Alerjilerin keşfi in­sanların duyarlılık bakımından birbirinden nasıl farklılaştığını gös­termiş, kan gruplarının ortaya çıkarılması insanlığı ulus, din ve renk­lerinden bağımsız sınıflara ayırmış, stresin sağlık üzerindeki etkisinin anlaşılması bedenlerimizin vereceği tepkiyi bütünüyle öngörmenin im­kânsızlığını açıkça ortaya koymuş ve AIDS, bağışıklık sisteminin ken ­dini başkalarından ayırt etme çabasında başarısız olmasının nasıl ciddi sonuçlara yol açtığını gözler önüne sermiştir. Tıbbın insanları, katı ku­rallara şaşmaz biçimde itaat eden makineler olarak ele alması artık mümkün değildir. Tanrı’nın adı, Çeşitlilik Üreticisi olarak değiş­miştir.

Bütün bu nedenlerle, hepimizin küçük dozlarda yabancı maddelere ihtiyaç duyduğunu, başkalarıyla yan yana yaşayabilmek için onların minicik bir parçasını özümsememiz gerektiğini bugün açıkça bi­liyoruz. İnsanın kendini başkalarından çekip koparması ya da düşmanlarını sonsuza kadar ortadan kaldırması mümkün değil. Baş­kalarına duyduğumuz merakı artık bir çeşit lüks ya da oyalanma bi­çimi olarak göremeyiz: Bu merak, insanın varoluşu açısından vazgeçilmez önemdedir.

Bu dört yöntemin hiçbiri yalnızlığa karşı garantili bir çözüm de­ğildir. Bunlarla yaptığımız şey yalnızlığı ortadan kaldırmak değil, ona yönelik korkumuzu yatıştırmaktır ki bu, başkalarıyla karşılıklı saygı çerçevesinde ilişki kurabilmemiz için elzemdir.

Çince’de yalnız kelimesinin karşılığı Tu’dur. Burada hoş bir tesadüf gizlidir. Tu kelimesi Çince’de bazen, yerleşik ilkelerin dışına çıkan, başıbozuk davranan kişiler için kullanıldığında bir tür zayıflık halini belirtir; ama aynı kelime, Taocu bilgeye ve ne yaptığını bilen bir kişi olarak sahip olduğu bağımsız davranma ve yalnız olma hakkına övgü mahiyetinde de kullanılır: “Ancak insanları ve ruhları iyi tanıyan kişi yalnızlığıyla başa çıkmayı başarabilir.”

Böyle de olsa, düşüncelerimizi berraklaştırmak ve hayattaki yo­lumuzu seçebilmek için başkalarının teşvik edici etkisine muhtacız. İn­sanı hayal kırıklığına saplanmaktan kurtaracak tek şey, insanlığın geçmiş deneyimine ilişkin bilgidir. Yalnız olma ve genellemelere uy­mama (ki genellemeler özgürlük için generallerden bile daha tehlikeli olabilir) hakkını elde etmiş; insanın, yalnızlığın acısıyla kıvranmaya mahkûm olduğu genellemesinden kendini kurtarmış olan kişi, yal­nızlık denen şeyi tepe taklak edebilecek güçte demektir. Yalnızlığı baş aşağı çevirdiğinizde karşınızda bir macera bulursunuz. İnsanların ma­ceralarında onlara eşlik edecek yol arkadaşlarını nasıl buldukları, son­raki bölümün ve daha birkaçının konusunu oluşturuyor.”

Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi, çev. Elif Özsayar, Ayrıntı Yayınları, 2010 [1994], 4. basım, s. 74-7.

Blanchot, Yabancı-Sürgün-Kamp

“Camus onu “bildik” kılacağı için hemen tanıdığım izlektir bu; yani onun imlediği şeyin karşıtı, birkaç yıl sonra, ilk sözcüklerden itibaren gösterilir: “Yabancı.” Yabancı kimdir? Burada yeterli bir tanım yoktur. Dışarıdan gelir. İyi karşılanır, ama tabi olamayacağı ve onu her şekilde -ölümün eşiğinde- sınava çeken kurallara göre. Kendisi, bundan “ahlak”ı çıkaracak ve yeni gelenlere sergileyecektir: “Bu evde yabancı olmanın zor olacağını öğreneceksiniz. Yabancı olmaktan kurtulmanın kolay olmadığını da öğreneceksiniz. Ülkenizi özlüyorsanız, burada onu özlemek için her gün daha çok neden bulacaksınız; ama eğer onu unutmayı ve yeni yerinizi sevmeyi başarırsanız, sizi bir kez daha yersiz yurtsuz olarak yeni bir sürgüne başlayacağınız evinize gönderecekler.” Sürgün ne psikolojiktir ne de varlıkbilimseldir. Sürgün kişi onu olmaya razı olmaz ve ondan vazgeçmeye, sürgünden kendine bir ikamet etme tarzı yapmaya da daha fazla yanaşmaz. Göç eden kişi, bir evlilik yoluyla yurttaşlığa geçmeye kışkırtılır, ama her zaman göç eden biri olarak kalır. Çıkışın olmadığı yerde kaçmak, dışarının çağrısını yeniden dirilten taleptir. Boşuna bir girişim midir bu? Hapishane bir hapishane değildir. İhmalleri ayartma ve yanılsama olacak bir özgürlüğün aldatıcı görünüşüne ait olmadıkça, muhafızların zaafları vardır. Aynı şekilde yasayı istemeye istemeye aşırı kibarlıkları, hatta içten canayakınlıkları, sessiz ve bükülmez “inceliğe” benzemez; bu incelik ki, birkaç yıl sonra, kendilerini anlık olarak güven verici bir düzen içinde yaşatan maskeli barbarlığı tanımaktan aciz olan gönüllü köleleri sahte insanlıklarının tuzağına düşürecektir.

Ve yine de, sonradan, bunu düşlememek zordur. Toplama kamplarında mahkûm edilenler, bir yerden bir başka yere taş dağlarını taşıdıklarında ve sonra onları başlangıç noktalarına geri getirdiklerinde ve bunu bir piramidin şanı için değil de, işin ve hüzünlü işçilerin yıkımı için yaptıklarında, toplama kamplarının bu saçma çalışmalarını akla getirmemek olanaksızdır. Bu Auschwitz’de olmuştur, Gulag’da olmuştur. Bu olgu şunu gösterme eğilimindedir: Eğer düşsel olan bir gün gerçek olma riskini taşıyorsa, kendisinin sıkı denebilecek sınırları olmasından ve en kötüyü kolaylıkla öngörmesinden ötürüdür, çünkü en kötü her zaman en kolay olandır ve her zaman kendini yineler.”

Maurice Blanchot, Sonradan – Sonsuz Yineleme, çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, Kabalcı Yayınları, 1999 [1983], s. 86-7.

Jenks, Altkültür, Chicago Okulu & Kaybedenler

Kendi altkültür ilgimi sorgulamama yol açan, soğukkanlı bir genel perspektif eleştirisi. Pek de farkında olmadan, (basitleşmiş bir) Chicago Okulu bakışından doğru romantik bir ilgi duyuyorum altkültürlere. Birçoklarına hem çok yakın hissederim, ortalarına düşmekten de korkarım. Böylesine net tanımlayınca, kategorileştirince o romantizm de yara alıyor. Yine de belki akademinin anlayamayacağı, onun bilgi alanına giremeyen bir şeyler vardır, belki de yoktur.

“Chicago perspektifinin ekolojik unsurları zaman içerisinde azaldı, ve 1960’ların gelişiyle altkültür vurgusu çok daha belirgin hale geldi. Eğer 1960’lar, halk protestosu, karşı-kültür, beat şiiri*, toplum dışına itilenler, yol kültürü, hippi hareketi, eğlence için uyuşturucu kullanımı ve Vietnam Savaşı karşıtı duygulara hitap etmişse, o zaman özellikle ABD’deki akademisyenlerin bir kısmı da, bunu, liberalizm ve felsefi bir kültürel görecilik eğilimiyle karşıladı. Genç Chicago (veya yeni Chicago) akademisyenleri, bu popülist dalgaya hız kazandıracak bir konumdaydılar ve sombolik etkileşimciliğin sunduğu bireycilik, koşul özgüllüğü ve göreli anlamlar, bu kavram ve analitik kurmalara yol açtı. Aynı şekilde, şimdiki hareketli altkültü fikr, özgüllük ve “durum tanımı”nın her anlamda mekâna oturtulması fikrini anlatıyordu. Chicago akademisyenlerinin daha önceki bir kuşağına ait olmasına rağmen, Everett C. Hughes, bu yeni inceleme dalgasını harekete geçiren başlıca kişiydi. Onun doktora öğrencileri, hepsi de beklenti içindeki popülist bir hitap kitlesine sahip, ateşli, yeni, aktif liberal özgürlükçülerdi. Hughes, ayrıca, bu çoğunlukla zengin, beyaz, orta sınıf (çoğunlukla erkek) öğrenci grubunun kendilerini dışarıya, bu için için kaynayan kente atıp, hayatı, ötekilerin gözünden “kaybeden”in tarafından deneyimlemesi gerektiğini düşünüyordu. Böylece, bu konuda çeşitli şekillerde yayımlanan, saygı kazanıp gözden düşen bir yığın küçük-orta ölçekli ampirik etnografiye girişildi. (Başka hangi sosyolog grubu doktorlar arasında yetişkin toplumsallaşması özerine bir çalışma yapıp adını Boys ın White [Beyaz Giyen Oğlanlar] koyardı ki?) Bu dönemde ortaya çıkan enerji öyle bir boyuttaydı ki, zavallı Julius Roth (Howard Becker’in çağdaşı) tüberkülozdan hastanede yatarken, danışmanı olan Hughes onu ziyaret etti ve ona sadece “çalışmaya devam et” dedi, sonuç, Timetables [Vizite Defteri], adlı etnografik, altkültürel bir Tüberküloz Koğuşu incelemesi oldu.

Çoğunlukla, örgüt sosyolojisi, ayrıklık sosyolojisi ve kimlik oluşum kuramı alanlarındaki daha erken gelişmelerden doğan “kariyer”, “etiketleme”, “toplumsal tepki”, “tipleştirme” ve “mübadele” gibi yeni bir kavram ve tarz grubu ortaya çıktı. Bunların hepsi, devasa ironiler ve çarpıtmalardan ibaretti. Bir kariyer, bir avukat olmak veya bir akıl hastası olmak anlamına gelebilirdi. Etiketleme, örneğin, çocukların sadece düşünsel yeteneklerinden dolayı değil, ayrıca öğretmenin onları, sınıf geçmişi, kendini sunma ve davranıştan oluşan ahlâki bir karışıma dayanarak değerlendirmesine neden olan tipleştirme kurmalarından dolayı başarısız oldukları anlamına gelmekteydi. Öğretmenlerin öğrencilerle etkileşimleri ve ödül ve cezalarının, bu durumda, doğrudan doğruya performanstan ziyade bu gibi seçici algılara dayandığı düşünüldü. Toplumsal tepki, esasen, cezai adaletin nesnel veya kapsamlı etik mütaalaların sonu olmadığını, daha ziyade, bir edimin yerel çoğunlukta neden olduğu ahlâki öfkenin büyüklüğüyle ilgili olduğunu bildirdi; örneğin orta sınıfın işyerinden ufak tefek şeyler yürütmesi veya iş telefonunu kullanması, dükkân hırsızlığı veya adi hırsızlıkla aynı edim kategorisinde yer almıyordu. Tipleştirmeler, nasıl bir taksi şoförü iyi bir bahşişi garantileyecek bir ücret belirlerse, o kadar sıradan veya nasıl aynı polis memuru, aynı edimi, şehrin hangi kısmında bulunduğuna veya belki de failin etnisitesine göre, suç veya gençlik ateşi olarak değerlendirebilirse, o kadar ciddi olabilirdi.

Bunun için, Chicago Okulu, kentin kısımlarını ve kendilerinin ve akademinin daha kalabalık hitap kitlesinin başka türlü ortak bir odada karşılaşmayacakları bölge sakinlerinin yaşamlarını, tek tek, altkültür altkültür ifşa etmek üzere görev yerine yeni bir sözcük dağarcığıyla geri döndü. Bu palazlar arasında muhtemelen en ünlüsü olan Howard Becker, bize, içinde bir caz müzisyeninin alternatif yaşamını ve nasıl marihuana kullanıcısı olunacağını öğrendiğimiz Outsiders‘ı [Dıştakiler] verdi. O, duvardaki sinek gibi fark edilmeyen veya katılımcı bir gözlemci değildi: Becker’in içgörüleri ilk eldendi. Becker, yaşanmış duru tanımının doğrudan bilgisini sundu; o, can ciğer toplulukları ve destekleyici anlam yapısını biliyordu ve bize de anlattı. Onun çalışması, hem Sosyoloji Bölümü için bir şok, hem de 1960’ların öğrencileri için bir hazdı. Fakat, o, meslektaşlarının çoğu gibi, toplumsal yapıyı unutmuş görünüyordu (ki bu da altkültür incelemelerindeki sorundu). Bütün dünya bir seçimden ibaretse, ortada hiç iktidar veya daha ziyade iktidar analizi yokmuş görünür. Bu nedenle, birçok yönden, Becker ve onun kuşağı Cooley ve onun toplumsal patoloji grubunun daha erken toplumsal patoloji çalışmasında yaşadıkları aynı problem kümesiyle karşı karşıya geldi:

“İstikrar”, “düzen” veya “dayanışma”nın temeli, tipik olarak bu kitaplarda incelenmez, fakat böyle bir temel anlayışı, örtük olarak kullanılır ve kabul edilir, çünkü toplumsal olarak “sağlıklı” ve istikrarlı bir örgüte işaret eden normatik bir kavram “patolojik” durumların belirlenmesinde kullanılır. “Patolojik” davranış, yapısal anlamlda (yani, var olan yapısal bir tiple uyuşmayan olarak) veya istatistiki anlamda (yani, merkezi eğilimlerden sapmalar olarak) ayırt edilmezler. Patolojik durumların kentte bol bulunduğu iddiası da bunu ortaya koyar. Eğer onlar orada bol bulunursa, istatistiki anlamda “anormal” olamazlar ve yapısal anlamda yaygın olmaları da muhtemel değildir. “Patolojik” durumların belirlenmesini sağlayan normların “hümaniter idealler” olduğu ileri sürülebilir. Fakat, biz bu durumda, bu gibi ideallerin toplumsal yönelimini talep etmeliyiz. Bu literatürde, patolojiğin işleme kriterleri, yönelim ve köken olarak tipik olarak kırsaldır. (Wright Mills, 1943: 97)

Bu kapsamlı altkültür sosyolojisi külliyatının diğer bir eleştirisi, Alvin Gouldner’in şahsında, sol siyasetten çıkar. Neo-Chicagocu aykırılık kuramcısına gönderme yaparak, şöyle der:

Onlarınki, hippiler, ilaç bağımlıları, caz müzisyenleri, taksi şöförleri, orospular, gece insanları, evsizler, dolandırıcılar ve kaykaycıların dünyasında kendisini evde hisseden bir okuldur. Onların özdeşleşmeleri, saygı değer toplumdan ziyade aykırı olanladır. Onlara göre, yeraltı dünyasına alışmak, 1930’lar esnasında bazı entelektüellerin proleterle özdeşleşme hislerinin eşdeğeri olmuştur. Çünkü sadece onu incelemekle kalmaz, bir şekilde onun yaşam tarzının sahiciliğini doğrulayarak, onun adına da konuşurlar. (Gouldner, 1973: 29-30)

Gouldner, ayrıca, benim 7. Bölüm’de bahsedeceğim temalar olan onların sınır kolculuğuna ve sömürgeciliğine de saldırır.

Bu şekilde, Chicago Okulu’nda elde ettiğimiz şey, yaratıcılık ve verimlilik açısından, ayrıca kuramsallaştırma ve araştırma pratiğinin uyumlu bütünlüğü açısından güçlü, bir asırı aşkın sosyolojik bir çalışmadır. Dahası, analitik bakışın bilerek belli alanlara odaklanması da vardır; Chicago, genel olarak toplumsal yaşam için bir metafor haline gelmiştir. Son olarak da, ahlâki bir tını, toplum dışına atılanların, muhtaçların, marjinallerin ve dışlananların dünya görüşüyle eşleşme vardır; yine de bu bile maskelenmiştir. Asil gerekçelerle yabani bir veçhenin yan yana var olmasından ortaya çıkan bulanıklık, sosyoloğun kendini onların yerinde zannedip şehvete (bu sosyolog grubuna özgü olmayan kafa karışıklığına) kapıldığı şüphesi doğurur. Yoğunluk, yoğunlaşma ve odağın bileşimleri, kolayca, bir çeşit kavramsal dar görüşlülük şekline girebilir ve böyle bir zihniyete yakışan da bir “altkültür” fikridir.”

(*) Adları uyuşturucu, caz müziği, cinsellik ve Zen Budacılığıyla birlikte anılan Beat’ler ya da beatnikler (kötülüklerden arınmış, mutlu anlamında) bütün bunlar aracılığıyla kişisel uyanışı, kurtuluşu, arınmayı, aydınlanmayı savunuyorlardı. Bu hareketin içinde isim babası Jack Kerouac’ın yanı sıra, şairler Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso, Gary Snider, romancı William Burroughs ve birçok müzisyen, ressam yer aldı. Türkiye’de bu kuşak, bazılarınca, sokak şairleri olarak biliniyor, çünkü amaçları şiiri akademik ortamlardan kurtarıp ait olduğu yere, yani sokağa iade etmekti. (ç.n.)

Chris Jenks, Altkültür: Toplumsalın Parçalanışı, çev. Nihan Demirkol, 2007 [2005], s. 98-101.