Parnet & Deleuze, Spinoza ve Kederle Beslenen İktidar

“Bir beden ne yapabilir? Deneyiniz, ama denemek için daha nice sakıncalar vardır. Yalnızca insanların değil, yerleşik iktidarların da bize keder bulaştırdığı tatsız bir dünyada yaşamaktayız. Keder, hüzünlü etkiler eylem gücümüzü en aza indirenlerdir. Yerleşik iktidarların bizi köleliğe indirgemen için bizim kederlenmemize ihtiyaçları vardır. Tiran, papaz ve tin alıcılarının hayatın ağır ve zor olduğunu bize ispatlamaları gereklidir. İktidarlar bizi eskisinden daha az baskı altında tutmakta ama bize daha fazla bunalım vermek zorundadırlar, yahut Virilio’nun dediği gibi içten küçük terörlerimizi örgütlemek ve yönetmek ihtiyacındadırlar. Yaşam üzerine uzun ve evrensel şikayet: Yaşam olan varlığın eksikliği… İstediğimiz kadar dans edelim denilsin, çok hoş değiliz. “Ölüm ne kötü” diyelim, kaybedecek bir şeyimiz olması için yaşamımız gereklidir. Tinin olduğu kadar bedenin hastalıkları da bizi bırakmayacaklar, vampirler bize nevrozlarını ve sıkıntılarını, o çok bayıldıkları iğdişliklerini, yaşama karşı hınçlarını, o çirkin bulaştırıcılıklarını iletmedikçe bizi rahat bırakmayacaklar. Bütün iş kan sorunudur. Özgür insan olmak kolay değil: vebadan kaçmak, rastlantıları örgütlemek, eylem gücünü artırmak, neşeyi etkiye koymak en azami olumluluğu ifade eden ve kapsayan etkileri çoğaltmak. Bedenden organizmaya indirgenmeyen bir güç meydana getirmek, bilince indirgenmeden bir düşünce yapmak. Spinoza’nın ilk meşhur ilkesi bu düzenlemeye bağlıdır; bunun tersi olamaz. Bir Spinoza düzenlemesi vardır: tin, beden, ilişki, rastlantı, etkileme gücü ve bu iktidarı dolduran etkiler, bu etkileri nicelikleyen keder ve neşe. Burada felsefe bir düzenlemenin, işlevliliğin bir sanatı olmaktadır. Oluşların ve rastlantıların adamı Spinoza, sakırgamsı filozof, ayırt edilmez Spinoza, daima ortada, fazla oynamasa bile daima bir kaçış içinde, Yahudi topluluğundan, iktidarlardan, hastalardan ve zehirlerden kaçış. Onun kendisi hasta olabilir ve ölebilir; ölümün ne amacı ne de sonu olduğunu bilir, tam tersine yaşamı başka birine geçirmeye kalkmanın öneminin farkındadır. Lawrence’ın Whitman hakkında söylediği ne kadar Spinoza’ya uygun düşmektedir. Sanki onun yaşamının bir devamıdır: Beden ve tin, tin bedenin ne içindedir ne de altındadır, o bedenle birliktedir; o yolun üstündeki bütün ilişkilere, aynı yolu izleyenlere, rastlaşmalara açıktır. “onlarla birlikte hissetmek, geçişte onların tinlerinin ve etlerinin titreşimlerini yakalamak” ruhuna fatiha törenlerinin tersidir, tine yaşamını sürdürmeyi öğretmek, onu kurtarmak değildir.”

Gilles Deleuze & Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, 2016 [1977] s. 79-81.

Parnet & Deleuze, Yazmak ve Yazanın (-)Oluşu Üzerine

(Çeviride bazı kısımlar -ilk cümleden itibaren ve kitap boyunca- hatalı gibi görünüyor fakat belki de metnin kendisi dilbilgisi kurallarından kaçış amacındadır, benim dilbilgim doğruyu söylemeye ne yazık ki yetmiyor -muhattap Ali Akay. Olduğu gibi aktarıyorum.)

“Öyle ki yazmak için kaçış çizgileriyle, özünde, bir ilişki kurmaktır. Yazmak; hayalgücünün ürünü olmayan ve yazı’nın bizi ittiğinden dolayı, bize orada gerçeği yüklediğinden takip etmek zorunda kaldığımız kaçış çizgileri çizmektir. Yazmak oluştur, ama yazar olmak değildir. Başka bir şey olmaktır. Meslekten bir yazar geçmişine veya geleceğine göre, kişisel geleceğine yahut ölümünden sonrasına göre kendini yargılar (yüz sene sonra iki yüz sene sonra beni anlayacaklar). Bütün diğerleri kendi kendine kaçış çizgisi çizip, kurulu sözcükleri edinmediği zaman yazı’nın içindeki oluş olurlar. Yazı resmî olmadığında, yazı’nın zorunlu olarak kendi hesaplarına, yazmayan “azınlıklara” kavuştuğu söylenebilir. Bu azınlıklar üzerine de yazılmaktadır zaten, yani onları nesne olarak kabul etmek anlamında değildir bu; ama tam tersine, ister istemez yazıldığına göre onların içinde kalınır. Bir azınlık baştan yapılmış bir şey değildir, azınlık saldıran ve ilerleyen kaçış çizgileri üzerinde meydana gelir. Yazıda bir kadın oluş vardır, ama bu bir kadın gibi yazmak değildir. Madam Bovary, “o benim”, histerik sahtekâr bir cümledir. Kadınların kendileri bile, bir kadının geleceği üzerine yazıldığında, kadın gibi yazmaya çalıştıkları vakit bile bunu başaramamaktadırlar, Kadın zorunlu olarak yazar değildir, ama yazısının minör oluşudur; bu da ister kadın olsun, ister erkek. Virginia Woolf kendi kendine “kadınca konuşmayı” yasaklamıştı: Daha fazla Yazının kadın oluşunu kapmaktaydı. Lawrence ve Miller birer kadın düşmanı olarak tanınmaktadırlar; ama bunun yanında yazı onları dayanılmaz bir kadın-oluşa sürükledi. İngiltere, kadınlarında erkekler kadar güç sarettiği bu oluş ile birçok kadın romancı üretmiştir. Yazıda bir Hintli-oluş, bir zenci-oluş vardır; ama bunların Kızılderili veya küçük zencilerin konuşmasıyla bir ilgisi yoktur. Yazıda hayvanı taklit etmeyi içermeyen, hayvan gibi yapmak anlamını atşımayan bir kuş-oluşa girse de kuşları taklit etmeyen Mozart’ın müziğinden daha fazla bir şey olmayan hayvan-oluşlar vardır. Kaptan Ahab’ın balinayı taklit etmesiyle ilgisi olmayan bir hayvan-oluşu vardır. O harika şiirlerinde Lawrence ve kaplumbağa-oluş. Yazıda kedisinden veya köpeğinden bahsetmeyi içermeyen hayvan-oluşlar vardır. Bu aslında, iki saltanat arası, kısa bir devre, her birinin yersizyurdsuzlaştığı bir kapma kodu olan bir karşılaşmadır. Yazarken yazıdan, yazamayanlara verilir, ama bu yazıya, onsuz olmayacağı, onsuz sadece kurulu güçlerin hizmetinde bir tekrar etme olabileceği bir oluş verir. Yazarın minör oluşu okuyucudan çok yazar var anlamını taşımaz. Bugün bu doğru bile değildir: bu daima yazmayan bir azınlığın yazı ile rastlantısını belirtir ve yazı ne bu azınlıklar için ne onların yerine, ne onların adına yazmakla görevlidir, ama öyle bir karşılaşma vardır ki, her biri diğerini iter ve onu kendi kaçış çizgisine doğru sürükler; bu birleştirilmiş bir yersizyurdsuzlaşmaktır. Yazı, kendi oluşu olan daima başka bir şeyle kendini birleştirir. Tek bir akım üzerinde işleyen bir düzenleme yoktur. Bu bir taklit sorunu değildir, ama bir birleştirme sorunudur.Yazar çok derinden bir yazar olmama oluşuna girmiştir. Hofmannsthal (kendisine bir İngiliz takma adı edinmişti) bir fare isyanının sıkıntısını gördüğü vakit, hiçbir şey yazamamaktadır; çünkü hayvanın kendi içinde dişlerini gösterdiğini hissetmektedir. Çok güzel bir İngiliz filmi Willard, kahramanın dayanılmaz bir fare-oluşunu göstermektedir, bu kahraman her insancıl elverişli durumda buna asılsa da her seferinde alınyazısındaki birleşmede kendini bulmaktadır bu. Yazarlar bunca sükuneti ve bunca intiharı, bunca doğaya karşı düğünler yüzünden olayları açığa kavuşturabilirler. Kendi saltanatlarına hıyanet etmek, kendi sınıfına, kendi cinsiyetine, kendi çoğunluğuna hıyanet etmek – bundan başka hangi sebep yazmak için bir neden olabilir? Ve yazıya hıyanet etmek. Çok kişi hain olmayı düşler. Orada buna inanırlar, hem de hain olduklarını zannederler. Ama bunlar ufak hilebazlardan başka bir şey değildirler. Fransız edebiyatında Maurice Sachs’ın patetik durumu. Hangi hilebaz demedi ki; eh, sonunda gerçek bir hain oldum! Ama hangi hilebaz da akşamına şöyle söylemez: Herşeyden [sic] sonra ufak bir hilebazdan başka bir şey değilim. Hain olmak zordur, bu yaratmak demektir. Orada kendi benliğini kaybetmek lazımdır, kendi yüzünü kaybetmek. Kaybolmak gerekir, meçhul oluş gerekir.”

Gilles Deleuze & Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, 2016 [1977] s. 60-2.

Gürbilek, Taşra ve İsteğin Krizi Üzerine

“Ben de vaatten söz ederek başlamıştım bu kitaba. Piyasanın taşraya doğru genişlediği, taşranın kültürel alanda yükseldiği yıllardan söz ediyordum. Kırda olsun şehirde olsun üvey evlat muamelesi görmüş, taşradan ibaret bırakılmış her şeyin sonunda piyasanın imkânlarıyla buluşmasının; uzun yıllar bastırılmak zorunda kalınan bir iştahın, yabancı topraklarda kendine güvenmeyi öğrenmiş bir sesin şarkısı olarak yorumlamayı denemiştim “Ben de İsterem”i. Taşrayla imkânlar dünyası arasında sanki mutlu sonla biten bahtiyar bir ilişki kurulmuş gibiydi. Çok değil, dört beş yıl önce millet bu şarkıyla kendinden geçerken, bu toplumun kısa bir süre içinde nasıl da bir arzu toplumuna dönüştüğünün kanıtları vardı sanki her yerde.

Bugünse aynı şarkının, yakın zamana kadar pek görünmeyen karanlık tarafını yaşıyoruz daha çok. Gazetelerde ya da televizyon ekranlarında, sonunda tutunmayı başarmış iştahlı taşralıların, şehirli kızları tavlamayı başarmış arzulu delikanlıların, kıyıda kalmış içeriklerin merkeze ilerleyebileceğini gösteren pozlarından çok, istek mekânlarının önünde hevesi kursağında birikmiş kara kalabalığın, şehri şehir olmaktan çıkaran öfkeli taşralıların; arzının hasete, iştahın hınca, isteğin suça dönüştüğü anın fotoğrafları var. Ama bildik bir işbölümü de var burada: Kendi iştahını taşranınkine eklemekte, oradan neredeyse milli bir arzu çıkarmakta gecikmemişti şehirli, ama sıra aynı duygunun arka yüzüne gelince, onu şehre sızmış öfkeli taşralının karanlık tabiatına, memleketi çaktırmadan ele geçirmiş bu kara yabancının giderilmez hasetine devrediyor. Kısa bir süre önce iştahına ortak olduğu taşrayı şimdi yalnızca mekânsal olarak değil, zamansal olarak da olduğundan geriye itip ondan tümüyle yabancı, uğursuz, tehlikeli derin taşra yaratacağı açık.

Türkiye’nin, bir toplumun tarihi açısından çok kısa sayılabilecek bir süre içinde hızla bir mal, imge, istek akışına sahne olduğu doğru. Bütün bu sürecin ortada imkândan çok istek biriktirdiği de doğru. Evet, başkasının imkânlılığına duyduğumuz kızgınlıktır haset. Ama her geçen gün daha da fazlasına maruz kaldığımız vahşi taşralı görüntülerinin bize söylediği gibi yalnızca yalnızca yokluktan değil vaatten, iktidarsız bir nefret kadar bir kudret vaadinden, acz kadar kışkırtılmışlıktan da yapılmıştır. Bugün ortada bir haset fazlası olduğundan söz ediliyorsa eğer, bunun nedenini taşranın karanlık tabiatında, eksik doğasında, doğası gereği giderilemez olan bu yetersizlikte değil; zaten her zaman her yerde kendine bir yaratarak var olan, kendi imkânlarını ancak başkasınınkileri sönük, bayağı ve güdük kılarak var eden, kırda olsun şehirde olsun hepimizin en yetersiz tarafına seslenen, geniş toprakları olduğu kadar tek tek insanları da bir anda çorak bir taşradan ibaret bırakan, nihayet girdiği her krizden daha da derin bir taşra yaratarak çıkan kapitalizmin kendi doğasında aramak gerekir.

Kudretsiz babalar, mağdur ama gururlu yetimler, yabancı ideallere kapılmış züppeler, acıların çocukları, nihayet kötü çocuklarla ilgili bu kitabın bu son yazısında bütün bu figürlerin yanında, her geçen gün biraz daha daralan imkânlar dünyasında bu kez hüsranın, isteyip de alamamanın göstergesi olabilecek yeni bir kötü çocuğa, yetersizlik duygusu kadar kapılmışlıktan da yapılmış bir hasetoğlana yer açmak gerektiği doğru. İç dünya denen yerin biraz da bunlardan yapıldığı doğru. Ama aynı pazarın bir zamanlar iyi yürekliliğinden ve gururundan söz ettiği, şehri arındıracak erdemlerin taşıyıcısı olduğuna inandığı, isteme kudretine özenip bağrına bastığı taşralıyı şimdi karanlığın, hasetin ve huncun simgesi olarak bir daha dışarıya (bu kez kaba saba ama çocuksu bir taşraya değil, arzusuyla bizim de iştahımızı kabartan istekli bir taşraya da değil, bu kez vahşi ve tehlikeli bir derin taşraya) itmesinin nedenleri üzerinde de düşünmek gerekir. İsteğin neden hep cömertçe dağıtıldığı, imkânınsa neden hep bir yerde toplandığından, yani yalnızca hasetten değil, aynı zamanda epeydir sözlüklerden çıkardığımız haksızlık ve adaletsizlikten de söz etmek gerekir. “Haset toplumu” gibi bir laf en çok da bunu görmemizi engellediği; karanlık duyguları hep öte tarafa, uzaktaki yabancının karanlık tabiatına yükleyip içinde yaşadığımız kültürün karanlıkltan beslenen tabiatını akladığı için yanlış bence.

En iyisi biz uzaktan değil, yakından; lanetli ötekinden değil, kendimizden; en yakınımızdaki taşradan, kendi taşralaştırılmış yanlarımızdan yola çıkalım. Karanlık günler yaşıyoruz yaşamasına, ama baktığımız her yerde hep karanlığı, hep kötüyü görme isteğimizde yalnızca karanlığa bakma cesareti değil, aynı zamanda başka hiçbir şeyden o kadar zevk alamıyor olduğumuz gerçeği de var. Işığını bizden esirgemiş bir dünyada yalnızca kötü şeyleri görme isteği. Şimdi düşünüyorum da bana bu toplumun giderilmez defosundan, iflah olmaz bir haset toplumu olduğumuzdan söz eden arkadaşım aslında pek de kederli görünmüyordu. Gazete küpürlerinden, orda burda çıkmış yazılardan, defolardan oluşturulmuş bir kötülük arşivi yaptığını anlatırken baktım, gözleri ışıl ışıl parlıyordu.”

Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, Metis Yayınları, 2012 [2001], 4. basım, s. 137-9.

Fuchs, Stuart Hall, İdeoloji & İnternet

“Stuart Hall vd. (1978) sokak soygunu (“saldırıp soyma”) ile ilgili ahlaki paniğin 1970’lerde İngiltere’de nasıl geliştiğini betimlediler. Onlar, bu paniğin 1970’lerin ortasının krizi bağlamında görülmesi gerektiğini öne sürüyorlar. Bu kriz, kapitalizmin küresel bir krizi (durgunluk), siyasal aygıtlar krizi (örneğin egemen sınıfın ve işçi sınıfı partilerinin), devlet krizi, hegemonya ve siyasal meşruiyet kriziydi (Hall vd. 1978, 317-319). Krizlerde insanlar nedenleri ve yanıtları ararlar. Sistemi sürdürmek isteyen ideoloji, krizin sistematik nedenleri ile ilgilenmez, daha çok nedenleri ideolojik olarak değiştirir. Bir “değiştirme etkisi” vardır: “kriz ve çoğunluğun sosyal deneyimi içerisine mal edilme biçimi arasındaki bağlantı -sosyal anksiyete- bir dizi yanlış ‘çözüm’ün içinden geçer” (Hall vd. 1978, 322). Teknolojik ve çözümcülük ve İnternet merkezcilik günümüzde küresel kriz durumlarında ideolojik olarak yanlış çözümlerdir.

Teknolojik çözümcülük ve İnternet/sosyal medya fetişizmi, Hall vd.’nin (1978) anlamlandırma sarmalları adını verdiklerinin kalıcı bir biçimini oluşturur. Bir anlamlandırma sarmalında, bir tehdit tanımlanır ve “önlem alınmadığı takdirde” “emin adımlar çağrısı” ile sonuçlanan “daha çok rahatsız edici zamanların” geleceği iddia edilir (Hall vd. 1978, 223). Eğer harekete geçmez ve en yeni İnternet platformlarını ve uygulamalarını kullanmazsak, günümüz ideolojileri bize, toplumun korunamayacağı ve suçluların, teröristlerin, sübyancıların, sapkınların, aşırılık yanlılarının kurbanı olacağımızı söylerler ve bilgisizliğimiz eşsizce, bize söylemek istedikleri gibi, denetlenebilir. Bugün İnternet’in dünyanın kötülüklerinin nedeni ve/veya çözümü olarak görüldüğü çok sayıda İnternet anlamlandırma sarmalı vardır.

Ahlaki panik içerisinde, “denetim kültürü” (örneğin suç ve terörizm ile ilgili polis söylemleri) ve “anlamlandırma kültürü” (magazin medya tarafından oluşturulan suçlu abartısı gibi) sık sık birlikte hareket eder (Hall vd. 1978, 76). Medya, polis gibi, “denetim sürecinin kendisinin bir aygıtı, ‘ideolojik devlet aygıtı’ olarak hareket eder” (Hall vd. 1978, 76). İnternet nispeten yeni bir enformasyon, iletişim ve işbirliği ortamı olarak (Fuchs 2008a), adeta ideolojik denetim kurumları olarak hareket etme eğiliminde olan ana akım medyadan farklı bir şekilde günümüzün ahlaki paniği içine sokulur. İnternet ve sosyal medya ahlaki panik ile ilişkili korkuların ve umutların ideolojik tasarımlarının sahneleri olarak hareket eder; bazıları, teröristler, isyancılar, vandallar ve suçlular tarafından kullanılan tehlikeli alanlar olmaları nedeniyle İnternet gözetimi yardımıyla denetlenmeleri gerektiğini iddia ederken, mallar, protestolar ve devrimlerin merkezinde olan siyasal umudun yeni bir mekânı olduğunu iddia eder. İki söylem de toplumdan bağımsız olarak teknolojinin gücüne olan yüksek inancı paylaşır. Toplumsal olaylara (suç, terör, krizler, siyasal dönüşümler) teknolojinin neden olduğu ve toplumsal olayların teknoloji tarafından denetlendiğinde yanılırlar. Ancak toplumsal fenomenler sadece iletişimsel ve teknolojik mekânlarda kendilerini ifade eder; teknolojiler onlara neden olmaz. Teknolojik determinizm, gücü teknolojiye atfeder; gücü teknolojik olarak yönetilebilir olgulara indirger ve böylece teknoloji ve toplum etkileşimini göz ardı eder. İnternet, ana akım kitlesel medyanın ideolojik bir aktöründen ziyade, ahlaki panikler ve ahlaki coşku içinde ideolojik anlamlandırmaların bir nesnesi gibidir.

Google sadece insanların gerçeklik algısını denetlemeye, bu algıları kâra dönüştürmeye odaklanan bir denetim makinesi değildir, aynı zamanda denetim fetişizminin bir simgesidir ve teknolojik determinizm, ideolojiler olarak, üçüncü milenyumun kriz içinde olan ilk yıllarına eşlik etmiştir.”

  • Fuchs, Christian. 2008a. Internet and society: Social theory in the information age. New York: Routledge
  • Hall, Stuart, Chas Critcher, Tony Jefferson, John Clarke and Brian Roberts. 1978. Policing the crisis: Mugging, the state and law and order. London: Macmillan.

Christian Fuchs, Sosyal Medya: Eleştirel Bir Giriş, Nota Bene, çev. Diyar Saraçoğlu & İlker Kalaycı, 2016 [2014], s. 188-90

Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu (Okuma Notları)

Pierre Clastres, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu: Siyasal Antropoloji Çalışmaları, Ayrıntı Yayınları, çev. Alev Türker & Mehmet Sert, 1992 [1980].


Genel Tartışmalar

Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu, Clastres’in 1970’lerde Les Temps Modernes, l’Homme, Interrogations, Libre vb. dergiler ile kitap bölümleri olarak yazdığı 12 yazının derlenmesinden oluşuyor. Ansiklopedik metinlerden monograflara ve polemik metinlere yayılan bir üslup çeşitliliği içinde, tüm yazılara temel oluşturan ana izleği şöyle ifade edebiliriz: İlkel toplumların “devletsiz” toplumlar oluşundan yola çıkarak, iktidarın ayrı bir siyasal organa devredilmediği bu “bölünmemiş” toplumlarda sosyal, politik, ekonomik yaşam nasıl işler? Clastres, hem –Guayaki ve Guayani yerlileriyle yaptığı– kendi etnografik deneyimleri hem de bu alanda yapılan diğer çalışmalar üzerinden, Dünya’nın dört bir yanındaki ilkellere dair üretilen antropolojik söylemleri tartışarak bu toplulukların politik ve ekonomik örgütlenmelerine dair klasikleşmiş ve popülerleşmiş bir çok etnolojik teze radikal eleştirilerde bulunuyor.

Clastres’in karşısına aldığı söylemlerin başında, ilkellere dair Avrupa merkezli üretilen evrimci okumalar vardır. Bu okumalar uyarınca ilkel topluluklar bir toplum olmamakla, yasasız, hiyerarşisiz, vahşi olmakla addedilir. Kısaca, Thomas Hobbes’un Leviathan’da “doğal durum” olarak kavramsallaştırdığı, devlet öncesi durumdur bu. Clastres ise bu toplumsal yapıyı, ilkellerin gelişememiş olmaktan değil de bilinçli olarak verdikleri bir karar sonucunda kurdukları siyasal örgütlenme olarak değerlendirir. Toplumdan ayrılmış bir iktidarı, yani devlet aygıtını reddeden, bunun yerine kendilerinden önce yaşamış atalarının ve mitlerin ortaya koyduğu yasaları değişmez olarak kabul eden, iktidarın topluluktan ayrılmadığı bir sosyo-politik bir yapının varlığını öne sürer. Bu bakış, Clastres’e göre Batı’da –sıkça andığı üzere Boétie ve Montaigne’i ayırarak– sürekli olarak yadsınmış ve yoksayılmış bir perspektiftir. Batı, Yeni Dünya’nın keşfiyle karşılaştığı vahşi toplulukları kendi dini, siyasal ve ekonomik kabullerine göre yontmaya çalışmış, ilkel topluluklarda henüz bu düşüncelerin ve toplumsal yapıların yeşermemiş olduğunu varsaymıştır. Fakat Clastres’in ilkellere dair analizleri bu görüşleri ayyuka çıkarır.

Mevcut önkabullerin yıkımı açısından ilkellere dair en çarpıcı gözlemlerin başında Clastres’in “geçim toplumu”na karşı “bolluk toplumu” önermesi sayılabilir. Antropoloji literatüründe sıkça ilkellerin geçim toplumları, yani ancak geçinebilecek kadar üretim yapabildikleri, sıkça da gelişmemiş tekno-ekonomik yapıları sebebiyle birbirileriyle savaşa girdikleri öne sürülmüştür. Clastres ise etnografik veriler ve Marshall Sahlins’in analizlerinden yola çıkarak, ilkellerin olağanüstü durumlar haricinde günde yaklaşık 5 saatlik bir işgücü ile geçimlerini sağlayabildikleri, artı değer üreterek stok yapmaktan kaçındıkları, bolluk ve boş zaman toplumları olduklarını ortaya koyar. Ev tipi üretim tarzı (ETÜT) ile kavramsallaştırılan bu üretim, liberal ve Marksist perspektiften değerlendirilen girişimcilik ve üretim ilişkilerinin kapsadığı alanın dışına düşmesi sebebiyle ilkellerin ekonomik yapılanmalarındaki özgüllüğün altını çizer. ­Clastres’e göre bu üretim ilişkileri toplumu kuran şey değil, ilkellerin kendi seçtikleri politik örgütlenmenin bir sonucudur.

Bu politik örgütlenme ise ilkellerdeki “şef” sorununu çağırır. Yeni Dünya’yı keşfeden Batı’lıların bir diğer şaşkınlığının temelini oluşturan, ilkel toplumlarda “iktidar sahibi olmayan şef” ile ilgili olarak Clastres, bu toplumlarda şefin kabile üzerinde bir iktidarı olmadığını, onun sadece toplumun kendi kararlarının bir aktarıcısı olduğunu, genel hükmedici/hükmeden şemasının bu toplumsal yapıda tersine dönerek toplumun şef üzerinde bir iktidar kurduğunu gösterir. Aynı şekilde ekonomik sömürü de şefin topluluğu sömürmesinden, topluluğun şefi sömürmesine doğru yer değiştirmiştir. Şefin konumu her daim tehdit altındadır, hatalı kararları toplumdan dışlanmak veya öldürülmekle sonuçlanır.

Clastres, ilk sömürgeci akınların ilkellere bakışlarını eleştirdiği ölçüde yapısalcı ve Marksist etnolojiye de eleştiriler getirir. Alanı kuruculuğu ve çalışmalarının yetkinliği üzerinden kendisine duyduğu saygıyı ileterek Claude Lévi-Strauss’un yapısalcı ­analizlerini “yaşam”a dair bir şey söylememekle eleştirir. Marksist etnolojiye getirdiği eleştirilerde ise çok daha serttir: üretimi ve üretim ilişkilerinin çizgisel ilerlemeci gelişimini toplumsal yaşamın ve kuramlarının merkezine koyan Marksist’lerin devletin ve ekonomik sömürünün bulunmadığı ilkel toplumlar üzerine söyleyecekleri sözlerinin bulunmadığını öne sürer. Clastres’e göre, Marksistler modern toplumlara dair analizlerinde kullandıkları üretim ilişkileri, emek sömürüsü vb. kavramları ilkel topluluklar üzerine yerleştirmeye çalıştıkları ölçüde başarısızlığa mahkum olurlar.

“Kavimkırım” kavramı üzerinden ilkellerin yaşamlarını keşfettikten sonra onların dini inançlarını ve toplumsal yapılarını dönüştürmeye çalışan sömürgeci devletlerin ve misyonerlerin yaklaşımlarını eleştiren Clastres, Batı’nın ilkellere bu yaklaşımında da ilkellerin kendi politik yapılarının yok edilmesini eleştirir. Bir önceki kitabı Devlete Karşı Toplum’da ilkellere dair soykırımı yeterince ortaya koymuş olduğundan ve de bu yazıları yazdığı dönemde Amerika, Afrika, Avusturalya ve Gine gibi yerlilerin yaşadığı yerlerde bu toplulukların keşfedilme ertesinde sömürgeci güçlerce katledilmelerine dair gerçekler artık kabullenildiğinden olsa gerek, Clastres ilgisini kültürel sömürgecilik üzerine yoğunlaştırır. Kendi toplumlarını ve fikirlerini mutlak gerçek ve ilerlemeci düşüncenin vardığı nokta olarak gören sömürgeci keşifçilerin ilkelleri de kendi gerçekliklerine adapte olmaya zorlayan pratiklerini ve bu yaklaşımlarında seçici olarak dışladıkları ve yok saydıkları ilkel toplumsal örgütlenme biçiminin incelemesini yapar.

İlkel topluluklarda Clastres’in tartışma konusu ettiği başlıca sosyolojik olgular, bu topluluklarda devletsiz yaşamın hangi dinamiklerle mümkün kılındığı; üretim ve değiş tokuşun işleyiş tarzı; mitik yasadan uzaklaşmama ve muhafazakarlık olarak kendini gösteren korumacı politik önlemler; atomik örgütlenen ilkellerin bağımsızlık talepleri; şef, savaşçılar, kadınlar ve erkeklerin toplum içindeki konumlarıdır. Bu problemlerin doğru analizlerinin hem ilkelleri hem de günümüzdeki ihtimalleri anlamak açısından kilit bir önemi olduğu düşünür Clastres.

Son Çember

Kitaptaki ilk ve tek monografik metin olan Son Çember, Clastres’in Jacques Lizot ile birlikte Venezüella’nın güneyindeki Yanomano yerlileriyle geçirdiği birkaç günlük deneyimi anlatır. Bir süredir bu yerlilerle kalan Lizot’a yeni katılan Clastres, Yanomano yerlileriyle bir dizi yolculuk yaparak farklı kabilelerle karşılaşır ve bu süreçteki gözlemlerini belgeler. Metinde en çok öne çıkan tema Yanomanoların “çok büyük tüketiciler” (s. 8) oldukları ve sürekli olarak değiş tokuş yapma hevesi güttükleridir. Aynı zamanda yerlilerin yaşamındaki mizah öğelerini, sıklıkla birbiriyle dalga geçme pratikleri üzerinden örnekleyen Clastres, toplu kalınan evler olan chabuno’lardaki gündelik yaşamı da aktarır. İlk cinsel deneyimini yaşamak üzere akrabalarının yanına giden Hebeve ile çıktığı yolculukta her an başlayabilecek savaş halini, savaşa hazırlıktaki tiyatrovari ayin pratiklerini anlatır. Özdüşünümsel bir bakışla Yanomano yerlilerini inceleyen Clastres, kendisine dönen “kıllı, beyaz adam” bakışını ve yerlilerin onu podyumdaki bir manken olarak incelemelerini da mizahi bir şekilde konu eder. Ebena adı verilen uyuşturucuların da yerlilerin yaşamındaki merkezi yerini bu metinde tespit etmek mümkündür. Şamanların ayinlerinde kullandıkları bu uyuşturucu değiş tokuş süreçlerinde de birincil önemdedir.

Clastres bu pasajda aynı zamanda erkek çocukların ergenlikten itibaren ailelerinin de izniyle evrildikleri sert ve saldırgan karakterler ve bunların kabileler arası savaşlarla ilintilerine dair gözlemlerine yer verir. Kendisinin kaldığı sürede de deneyimlediği bir baskın üzerinden savaş dinamiklerini gözlemler. Savaşmanın ilkel toplumlara içkinliği bu monografın üst temasını oluşturur. Saldırıya uğranıldığında karşılık vermemenin mümkün olmaması, her ne kadar ilkellerde teknolojik olarak çok gelişmiş kıyım silahları olmasa da sıklıkla ölümlere kapı açan bir sosyalliği imler. Her an olası savaş halinin öte yanında ise Yanomano’ların günde üç saat çalışarak bir bolluk toplumu ve boş zaman uygarlığı olarak yaşadıklarını iddia eder yazar. Hristiyanlar’ın tembel olarak niteledikleri bu yerliler beslenmelerini sağlayacak kadar üretip, birikim yapmayı önemsemeyerek gündelik yaşamlarını sürdürür.

İlkellerin yaşamında doğa olayları toplumsal olaylar olarak yaşanır. Çatıları uçuran bir kasırga düşman kabilenin gönderdiği kötü ruhların saldırısı olarak görülür. Hastalıklar da aynı şekilde, hortlakların ruhu zapt etmesi olarak değerlendirilir. “Toplumların yalnızca tedavi edebildikleri hastalıklara el attıkları, patoloji alanının az çok egemenlik altına alındığı söylenebilir” (s. 25). Bu doğa durumları ve hastalıklarla mücadele etmek ve yarattıkları hasarları gidermek için ayinler ve şaman pratikleri devreye sokulur.

Metinde konu edilen ayinlerden birinde Clastres içyamyamlık pratiklerini de anar. Yakılan bir ölünün akrabaları tarafından küllerinin erimiş muz ile birlikte yenilmesinden bahseder. Hafifletilmiş yamyamlık olarak anılan bu cenaze töreninde danslar, yas şarkıları, misafir ağırlamaları ve değiş tokuş pratikleri hep bir arada yürütülür. Clastres’in makalesinin finalini yaptığı paragraf ise savaş ve bayramın iç içe geçişinden yerlilerin yüzyıllardır yaşadıkları bastırma ve sömürgeleştirmeyi, karanlık ve yakın görünen gelecekte bir sona erişe doğru yolculuklarını imgelere döker:

Bin yıl savaş, bin yıl bayram! İşte Yanomanolar için dileğim bu. Dinsel bir dilek mi bu? Korkarım öyle. Kuşatmaya direnen son yerliler onlar. Öldürücü bir karanlık her yerden yayılıyor… Ya sonra? Belki de hâlâ yaşayan bu son özgürlüğün son çemberi de kırıldıktan sonra kendimizi daha iyi hissedeceğiz. Belki de bir kez bile uyanmadan uyumak mümkün olacak. Chabuno’larda geçirdiğimiz birkaç gün içinde, petrolcülerin vinçleri, tepelerin yamaçlarında elmas arayıcılarının açtığı çukurlar, yollarda polisler, nehirlerin kıyısında dükkânlar… Her yerde uyum. (s. 30) 

Vahşi Bir Etnografi

On bir yaşında bir çocukken zehirli bir okla karnından yaralanılarak ilkel topluluklar tarafından kaçırılan, yerlilerle yaşadığı yirmi iki yılda iki evlilik yapıp dört çocuk doğuran Elena Valero, 1961’de kabilesini terk ederek beyazların dünyasına geri döner. Anlattıkları anılar Ettore Biocca tarafından kitaplaştırılır. Clastres bu nadir karşılaşılabilecek deneyimin detaylarını konu eder “Vahşi Bir Etnografi” metninde. Valero’nun pozisyonu ve deneyimi daha önceden rastlanmamış bir özellik arz eder. Okuma yazma bilen, modern dünyanın kültürünü tanımış bir çocuk olarak Valero’nun ilkellerin arasına karışması, onlarla ilişkisinde daima kendi dünyasına dair düşüncelerin ürettiği bir mesafeyi korumasını sağlar. Kadın olması sebebiyle daha iyi uyum sağlama şansı bulduğu –ilkeller bir erkeği Valero’yu karşıladıkları gibi karşılamayacaklardır– toplulukta içeriden gözlemler yapma fırsatı yakalar. Clastres için Valero’nun hem bir yerli haline gelebilmesi hem de bir süre sonrası yerliliği reddedebilmesi iki önemli soru işareti barındırır. Yerli oluşu şiddete dayalı bir kaçırma sonucu gerçekleşmişken, bu kimlikten çıkışıysa yaşı itibariyle geldiği yerin bilincine vakıf olması ve aslında hiçbir zaman tam anlamıyla bir yerli olmamasıyla açıklanabilir.

Valero’nun yerlilerin hayatındaki dışarlıklı konumu onun birçok pratiği sorunsallaştırması ve bunun sonucunda da şiddete mahkum olmaktan azad edilmesini sağlar. Örneğin, akraba olan ölülerin küllerinin yendiği iç-yamyamlık âdetlerine bir antipati besleyerek eleştirmiş fakat karşılığında yerliler de onu “Siz akrabalarınızı toprağın altına koyuyorsunuz ve kurtlar onları yiyorlar; siz sizinkileri sevmiyorsunuz.” (s. 35) diyerek yanıtlamışlar fakat cezalandırmamışlardır. Clastres, Valero’nun yerlilerle ilişkisinde bir özgürlük alanı üretebilmesine dikkat çeker. Bu özgürlük alanı, eve dönme fikrini de üretmiş, her ne kadar uzunca bir süre buna karar vermemiş olsa da bir noktada çıkıp gitmesinin yolunu açmıştır.

Clastres’in modern dünya ile karşılaştırıldığında yerlilerdeki iktidar ilişkilerinin farklılığının altını çizdiği ilk pasaj bu metnin içinde yer alır:

Yerlilerde politik otorite modelini, şeflik sistemini belirgin kılan özellikler bulunur: Hitap yeteneği ya da şarkıcılık yeteneği, cömertlik, çok kadınla evlilik, yüreklilik vb. Bu dağınık sıralama, bu özellikleri bütünleştiren hiçbir sistem ya da bunları anlamlı bir bütün içinde toplayan hiçbir mantığın bulunmadığını göstermez. Tam tersine. Bizim söylemek istediğimiz, Fusive’nin kişiliğinin, yerlilerin bizimkilerden kesinlikle farklı olan iktidar anlayışına tam anlamıyla uygun düştüğüdür; grubun bütün çabası, şefliği ve zorlayıcılığı kesin olarak birbirinden ayırmaya ve böylece bir anlamda iktidarı güçsüzleştirmeye yönelmiştir. . . Grup, iktidarın kötüye kullanıldığı yönünde en ufak bir şey sezerse, şefin prestiji bitti demektir. (s. 38-9)

Buradan yola çıkarak, Clastres ilkel ve modern arasındaki ayrımı politik otoritedeki değişim üzerinden açıklamanın öneminin altını çizer. Şeflik, modern toplumdaki hükümdarlıktan oldukça farklı bir politik pozisyondur, iktidar sahibi değildir şef. Hobbes’un insanın “toplumsallık önceki durumu” olarak adlandırdığı yerli hayatı, Clastres’e göre “toplumsallık öncesi” değil, farklı bir toplumsallığın kuruluşudur. İleriki metinlerde daha detaylı incelenecek olan bu toplumsal yapı ise beyazların gelişiyle tahribata uğrar. Kabileler arası düşmanlık artar, bu düşmanlık ise yerliler ve savaşa dair soruları üretir. Clastres’in yine diğer metinlerinde detaylandıracağı temel toplumsal ünitelerden olan müttefik gruplar kadın değiş tokuşunda bulunan, aslında düşman olmayan gruplardır. Clastres savaşların “öldürme” yerine öldürücü araçların tercih edilmediği “dövüşme” pratiklerinin uygulandığının altını çizerek bu dövüşlerin intikam duygusunu tüketmeyi amaçlayan pratikler olduğunu iddia eder. Bu tema sıçramaları büyük olasılıkla Valero’nun anılarına gönderme yapar fakat ilgili metni bilmeyen okuyucu için Clastres’in sözlerinden çıkarım yapmak biraz güçtür.

Bu ilintisiz görünen örnekleri Clastres, Valero’nun konumu üzerinden entolog’un pozisyonuna bağlayarak sonlandırır. Vahşiler üzerine araştırma yapmak hem onlardan olmak, hem de daima uzaklarında kalmak demektir. Bu araştırma sürecinde her yakınlaşma çabası beraberinde bir uzaklaşmayı da getirebilir. Fakat Clastres hem orada hem burada olma özgürlüğünün imkânsızlığını teslim ederek, çabalamanın sonucunda üretilecek bilgiyi sessizliğe yeğlediğini bildirir.

Turistik Gezi Hikâyesi

Bu kısa hikâyede Clastres yerli turizmini keskin bir dille eleştirir, fakat bunu tek taraflı bir turizm sektörü eleştirisiyle sınırlı tutmayarak aynı zamanda yerlilerin turistlere karşı tavırlarını da metnin konusu eder. Lüks otellerden çıkıp yerli yaşantısını keşfetmek isteyen turistlerden, Bay Brown’u konu ederek onun bir yerliyle fotoğraf çekilme üzerine yaptığı pazarlığı aktarır. İkili arasında oluşan iktidar mücadelesini Brown’un yerlinin sözlerine boyun eğme zorunluluğunun yarattığı gülünç durum üzerinden tartışır. Bay Brown’un iç sesiyle:

Ben, ırkların eşitliğine inanan, beyaz olma şansı olmayanlara karşı kardeşlik duyguları besleyen uygar beyaz adam, pis kokulu paçavralarını giymediği zaman çıplak dolaşan bir sefilin iki lafına boyun eğiyorum. Benden beş peso istiyor, ben ona beş bin de verebilir. O hiçbir şey değil, hatta bir hiç bile değil, ama gene de bitti dediğinde ben duruyorum. Neden? (s. 46)

Kısaca, bu metinde Clastres, bir sonraki metinde detaylı bir biçimde tartışacağı problem olan, beyaz adamın yerlilere kavimmerkezci ve aşağılayıcı bakış açısını masaya yatırır. Bu bakış tam da turistik bir gezintide krize girmeye mahkumdur. Her ne kadar Bay Brown bir müşteri olarak yerlileri seyretmeye ve poz verdirmeye gelmiş bir seyirciyse de yerliler direkt olarak bu yabancıya boyun eğmez, en azından pratik bir fotoğraf çektirme seansında bile yukarıdan gelen iktidarın meşruluğunu krize sokar. Kişisel olmasa da modern toplumun bir üyesi olarak yerlilere boyun eğdirdiğini düşünen, onlardan üstünlüğünü sorunsallaştırmayan turist de kendini soymaya çalıştığını düşündüğü bu “hırsız çetesi” ile pazarlık etmenin bir yolunu bulamayıp bu “tembeller”i aşağılayarak terk eder, kendi bakışını temize çeker.

(Buradan sonrası yalnızca “premium” üyeler.. şaka şaka, yetiştiremedim. Umarım bir gün tamamlayabilirim.)

Kavimkırım Üzerine
Güney Amerika Yerlilerinin Mitleri ve Ayinleri
İlkel Toplumlarda İktidar Sorunu
Özgürlük, Talihsizlik ve Adlandırılamazlık
İlkel Ekonomi
Aydınlanmacıların Dönüşü
Marksistler ve Antropolojileri
Şiddetin Arkeolojisi: İlkel Toplumlarda Savaş
Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu