Peter Stamm – Yedi Yıl (Okuma Notları)

(Yine dandik bir okuma notu yazma hevesini bile tamamlayamadım, asla tamamlayamayacağımı fark edince, yarım olarak bırakayım dedim.)

Kitabın kapak fotoğrafı: tertemiz, ütülü, beyaz yatak örtüsü ve yastığın üzerinde belli bir ağırlıkla çöküntü oluşturan kırmızı elma. Kusursuz gibi görünen düzenli bir yatak odasına sızan “ilk günah”ı imliyor olmalı. Dini ve mitik referanslarla örülü olmasa da, kitaba adını veren “Yedi Yıl” hikâyesi de, romanda da anıldığı üzere (s. 132), Yaratılış bölümünde Yakup’un Rahel ve Lea ile evliliklerine gönderiyor: Yakup Rahel’e aşık olur, Rahel’in babası Lavan bunun karşılığında Yakup’un yedi yıl kendisine hizmet etmesini ister. Yedi yılın sonunda Yakup’u, Rahel yerine, küçük kardeşi Lea ile evlendirir. Yakup’un itirazı üzerine, kendisine yedi yıl daha hizmet etmesi karşılığında Rahel’i de Yakup’a verir. Rahel uzun yıllar boyunca bir türlü çocuk sahibi olmaz fakat Lea’nın birçok çocuğu (doğru saydıysam, 7 çocuk) olur. İncil’deki şu cümleler, Stamm’ın romanının alt yapısını kurarken, üslup olarak da yazarın büyük olayları veya duyguları birkaç cümlede mesafeli ve soğuk bir şekilde anıp geçen üslubunu hatırlatıyor:

RAB Lea’nın sevilmediğini görünce, çocuk sahibi olmasını sağladı. Oysa Rahel kısırdı. Lea hamile kalıp bir erkek çocuk doğurdu. Adını Ruben koydu. “Çünkü RAB mutsuzluğumu gördü” dedi, “Kuşkusuz artık kocam beni sever.”

(Yaratılış 29:31-32)

Lea doğan her yeni çocuğu, sevilmemesi karşılığında Tanrı’nın ona verdiği bir hediye olarak görürken bu karakterin romandaki karşılığı Iwona oluyor. Yakup’un yerine Alexander, Rahel’in yerineyse Sonja yerleşiyor. İncil’in Yaratılış bölümünü okuyunca ve genel kutsal kitap hikâye anlatıcılığını düşününce, Stamm’ın üslup açısından bu metinlerden de ilhâm almış olma ihtimâli kafamı kurcaladı. İleride Camus bahsinde bu benzerliği tekrarlayacağım. Duygusal yoğunluğu yüksek pek çok deneyim, romanda birkaç cümleyle geçiştirilirken, deneyimin kişi üzerindeki etkileri o hızlı geçiş içinde kendini okurun zihnine dile dökülmesi güç bir şekilde bir his olarak işletmeyi başarıyor. Stamm’ın adaşı Handke de bana hep öyle gelir, oradan doğru da severim romanlarını.

ben bu romanı neden okudum

Hatırladığım kadarıyla ana temanın ikili ilişkiler olduğu romanları hele ki aşk üçgenlerini sevmiyor, okumuyordum. Bu romanı neden merak edip okudum? İyi bir tanıtım stratejisi uyguladı Nebula Kitap. Başta “İsviçre’nin yaşayan en büyük romancısı”, arka kapakta Zadie Smith ve Alain de Botton övgüleri, sosyal medya paylaşımları olmak üzere… Stamm’ın hâli hazırda “Böylesi Bir Günde” (roman) ve “Uçuyoruz” (öykü) kitapları 2009 ve 2010’da İthaki’den çevrilmiş, duymamışım. Bu romanla tanıdım. Böylesi Bir Günde’yi öylesine bir günde okuyup sevdim, sıra uçuşta.

 

Buna ek olarak, ilk yorumları okuyunca, Stamm’ın üslubuyla ve roman konularıyla ilgili olarak “varoluşçu, soğuk, mesafeli, duyguları eksiltili anlatan, okuması yanıltıcı derecede kolay, sıradanlıktan filizlenen” minvalindeki yorumlar merakımı uyandırdı. Son olarak da, günümüz gündelik yaşamına -elbet daha çok Avrupa’da, kısmen de Batılılaşmış ülkelerin orta sınıflarında yaşandığı kadarıyla- dair sezgilerinin olduğunu ya okudum ya da hissettim tanıtımlardan. Okudum, pişman değilim, devam ediyorum diğer romanlarına.

Romanlardan bir şeyler öğrenmeyi, beni ciddi bir biçimde dönüştürmelerini, okur hâlimi hayal bile edemediğim olaylarla karşılaştırmalarını, zekice kurgulanmış plot-twist’ler kurmalarını beklemiyorum. Büyük ihtimalle trajik bir hata sonucu edindiğim sorunlu ve kısıtlı edebiyat zevkim uyarınca, sahip olduğum düşünceleri, karşılaştığım ya da gözlemlediğim hisleri “edebi” üsluplarıyla bana tekrar anlatmalarını, hatırlatmalarını, altını çizmelerini, düşüncelerimden sapmalar yaptıklarında bu sapmaları fark etmeyi, yerkürede olup bitene dair ilgi alanıma yakın meselelere, çeşitli perspektiflerle, olaylarla ve karakterlerle bakmalarını bekliyorum. Belki de o yüzden bir gün belki kurtuluşum olur diye bir heyecanla açıp okuduğum romanlar hiçbir zaman kurtuluşum olamadı, her seferinde beni ya daha dibe çekti, ya da dibe yakınlığımın çok da fena olmadığını, o seviyede başka pek çok insanın da olduğunu bana göstererek bulunduğum eksi rakımı çok da dert etmememi sağladı.

Romanın evrenine bir giriş ya da kitap arkasından kopya

Yedi Yıl: yaşadığı günden geçmişteki önemli anılarına geri dönüşlerle ilerleyen roman, evli ve bir çocuklu mimar Alexander’ın üniversite yıllarından geç yetişkinlik yıllarına doğru ilerlerken, karakterin eşi Sonja ve garip-aşkı Iwona arasındaki gel-gitlerini kat ediyor. Kitap arkası tanıtımda yeterince iyi ifade edilmiş: “Bir yanda üniversitede tanıştığı, üst sınıf bir aileden gelen, güzel, iyi eğitimli, hırslı Sonja; diğer yanda silik, neredeyse çirkin, sessiz sedasız, ‘kendini birilerine, hatta kendine bile beğendirmeye dair her türlü umudunu yitirmiş’ gibi görünen Katolik, Polonyalı göçmen Iwona”. Bu tasvirdeki Iwona, büyük ölçüde Alexander’ın ağzından ve (o) kadına bakışından yapılmış, hemen romanın temel sorularından, böyle birisi neden Iwona’ya tutulur tartışmasını açıyor. Stamm bunun net yanıtını verebilecek durumda olmasa da bu problematik üzerine yaptığı çeşitlemeler roman boyunca çok çeşitli bağlamlarda yaşamı anlamaya, anlayamamaya, anlamaya çalışmadan yaşamaya, yaşamdan atılmaya, yaşama tutunmaya dair sorgulamalara dönüşüyor. Bunları kendimce ifade etmeye çalışmadan önce, roman hakkında çıkan popüler eleştiri/tanıtım metinlerinden bana ufuk açanlarını bir not etmek istiyorum.

Eleştirmenlerden doğru

Toby Litt’in (1) alt başlığı “mimarın kusursuzluk ile mücadelesini resmetmek” olan değerlendirmesi, mesleki olarak güzeli arayan Alexander’ın güzel ve çirkin arasındaki gerilimlerine ve iki ilişkilenme biçimi arasındaki farka odaklanıyor. Sonja için güzelden uzaklaşma gibi bir niyet yokken, Alexander hem tüm bu güzellik içinde bocalıyor hem de bu güzel eş-ev-yaşam çemberinin dışında kalan Iwona’ya tam da böylesi bir zıtlıktan beslenerek ilgi duymaya başlıyor. Iwona’ya dair ilk görüşmelerindeki düşünceleri “[ç]irkinliği ve zavallılığı beni tahrik ediyordu, onun aramıza katılma çabası bizi kışkırtıyor ve gülünç duruma düşürüyordu.” (s. 20) olarak anılıyor. Alexander ve Sonja’nın mesleği olarak mimarlık metaforu güzellik ve estetik tartışmalarına açılabiliyor.

Yedi Yıl’ın prolog cümlesi Le Corbusier’den: “Gölgeler ve ışık biçimleri ortaya çıkarır”. Le Corbusier aynı zamanda Sonja’nın çok sevdiği ve esinlendiği, Alexander’ın ise mesafeli olduğu bir mimar. Üniversite yıllarının sonunda, Sonja’nın Marsilya’daki Cité Radieuse binasını görme niyetiyle çıktığı kısa seyahatte yakınlaşıyorlar, Le Corbusier ise ikisinin yaşam görüşleri için açıklayıcı olarak kullanılıyor:

Gerçekten keyifli bir yolculuktu. Daha önce hiç bu kadar uzun süre bir arada olmamıştık ve çok iyi anlaşıyorduk. Sonja, Le Corbusier’yi anlatıyor, o ve eserleri hakkında her şeyi biliyordu. Onunla ne alıp veremediğin var, diye sordu. Hiç, dedim, hoşlanmıyorum, hepsi bu. Binalarında ukalaca bir hava var. Sanki benden ideal insan yaratmak istiyorlarmış hissine kapılıyorum. Binalarından birine girdin mi hiç? Hayır, dedim, ama yığınla fotoğraf gördüm. Sonja, fotoğrafların yetmediğini söyledi, çünkü Le Corbusier’nin niteliği dış cepheden ziyade iç mekândan anlaşılırdı. Ayrıca bir binanın, içinde yaşayanları olumlu yönde değiştirmesi kötü bir şey sayılmazdı. İnsanların dikkate alınması gereken hikâyeleri olduğunu belirttim. Yeni bir insan yaratma yolundaki bütün çabalar başarısızlığa uğramış, hatta tarifsiz sorunlara yol açtığı olmuştu. Le Corbusier savaşta ne yaptı ki? Sonja, bunun açıkça bilinmediğini ama Le Corbusier’nin kesinlikle faşist olmadığını söyledi. Yirmi yıl sonra kimse dekonstrüktivizmden söz etmeyecek, dedi, ama Le Corbusier hep var olacak.

(s. 52-3)

Alexander planlanmış hayatı yaşarken tökezliyor, Sonja ise onu sürdürmek için elinden geleni yapıyor.

Iwona karakteri için Stamm, röportajında ilettiği üzere (2), Witold Gombrowicz’in ‘Yvonne, the Princess of Burgundy’ oyunundan esinlenmiş, Türkçe çevirisi sanırım yok. “Gombrowicz’in absürdist oyununda, prens neredeyse dilsiz ve sıradan bir kadınla evleniyor ve kadının diğer insanlarda saldırganlık ve utanma duygularını tahrik ettiğini fark ediyor”muş (3). Stamm’ın romana dair problematiği:

İlgimi çeken soru, ben beni seven bir kadının ben onu sevmesem bile benim üzerimde bir gücü olup olmadığıydı. Sonuç olarak kitap her türlü şey hakkındaydı. Alex ve Sonja arasındaki kusursuz ilişkiyi bir noktada temelsiz bir evle karşılaştırdım. Her şeyin görünür, güzel ve sakin olduğu temiz, iyi ışıklandırılmış mekanlar. Iwona, çirkin kadın, Alex için bir mağara gibiydi, içinde saklanabileceği bir yer. Onun aşkı koşulsuzdu. Bir yanda, çekici olmadığı için, Alex’i sinirlendiriyordu, diğer yanda Alex onunlayken, rol yapması gerekmediğinden, Sonja’yla olduğunda göre daha çok evinde hissediyordu. Arzu ve iğrenmenin aynı madalyonun iki yüzü olup olmadığından emin değilim, ama şurası kesin ki, birinden diğerine geçmek işten bile değil. Seks, hayatta hayvani tarafımızın bize hükmettiği nadir anlardan birisi. Yemek yerken olduğu gibi diğer alanlarda bizi daha medeni hâle getirmeye çalışan kurallarımız var. Yemeğimizi tabaklara koyuyor, süslüyor ve çatal bıçak takımlarıyla yiyoruz, ellerimizle yemenin çok daha kolay olduğu zamanlarda bile. Seks yaptığımızda, bu kadar çok kural yok, çok özel bir an, kontrolü kaybediyoruz ve bu aynı zamanda hem çok güzel hem de biraz ürkütücü. [4]

Çeşitli yatak kitap kapakları (ortadakinden emin değilim)

Romanın çifti Alexander ve Sonja mimar: mimarlığa bakışlarında farklar olsa da mesleğin kendisi güzellik ve estetik odaklı tartışmaların altını çiziyor. Sonja Le Corbusier gibi daha modernist ve plancı mimarlara ilgi duyarken Alexander “planlanmış mekan ve hayat”a karşı biraz daha mesafeli. Zaten özyaşamöyküsü de bu planlanamayan ücralarda seyrediyor


Stamm’ın, Alexander’ın alkolizme düşüş aşamasını küçücük gibi ifade edilen olaylar ve karakterin kendisine adeta objektif bir perspektiften bakarak anlattığı değişimler üzerinden ifade ettiği kısa paragraf:

Bu arada alkol tüketimim artmıştı. Öğle tatillerimi uzatıyor, uyku bastırıp çalışamayacak duruma gelinceye kadar bira ve bazen de şarap içiyordum. Aptalca davrandığımı biliyordum ama alkol gerginliğimi alıyordu. İçki içince durumumuzun çaresizliği gözüme daha hafif görünüyor ve moralim biraz düzeliyordu. Paydostan sonra içmeye devam ediyordum. Bir gün Sophie otomobildeyken trafik ışıklarını görmediğim için az kalsın başka bir otomobile çarpıyordum. Ondan sonra gündüzleri içmeyi bırakmış ama akşamları daha çok içmeye başlamıştım. Bir süre sonra içmeden uyuyamaz oldum.

(s. 196-7)

Bu yorum hatrıma Şule Gürbüz’e her röportajda sorulan “antik saat uzmanı olmanız, romanınızdaki zaman algısını nasıl etkiliyor/etkiliyor mu/kurmada kurucu öğe mi?” minvalindeki soruları getirdi. Gürbüz her ropörtajda “yeter, hayır, tamam belki biraz!” diyordu, gözlerini deviriyordur belki bu sırada. Peter Stamm da muhasebecilik yapmış. O yüzden diyorlar ki “[h]er ne kadar kariyerini geride bırakmış olsa da, roman ve öykülerindeki karakterleri muhasebeci gibi hareket ediyor ve düşünüyorlar, deneyimlerinin hepsini oranlar ve maliyetler, kazanç ve kayıplar üzerinden hesaplıyorlar” [5].


Stamm’ı bana çeken yanlardan birisi de Türkiye’deki okuduğum yazarlarda da gördüğüm, hayattaki küçük anlar (İletişim ve Can Yayınları’ndan böyle epey kitap okumuş olmalıyım) ilgisi oldu. Roman boyu olup bitenler, gündelik ve sıradan yaşamın en temel meseleleri: arkadaşlar, birisiyle tanışma, aşık olma, evlenme, çocuk sahibi olma, aldatma, iflas etme, bağımlılık, ayrılma, tatile gitme, hava almaya çıkma, müze gezme, bir dostla dertleşme… Elbette herkesin her daim yaşadığı anlar olma raddesinde gündelik değil fakat bir tanıdığınızın size gelip anlattığında “birini öldürme, dedektif olma, büyü öğrenme, şizofren olma” gibi örneklere göre daha az şaşıracağınız, hayatın gidişatında olası tökezlemeler ve karşılaşmaları ifade eden anlar. Benim on cümleyle anlatamayacağım şekilde, bir eleştirmenin izahı: “Stamm katastrofik olaylara ilgili değil, bunun yerine, küçük incinmeler ve ihanetler, kaçılamaz güçsüzlükler ve derme çatma onarımlara ilgili” [6].

Bir “proje” olarak Alexander ve Sonja’nın evliliği:

Fay [7], Alexander’ın güzel ve hırslı mimar arkadaşı Sonja ile sakince yakınlaşıp evlenmesini bir proje olarak okuyor. Sonja’nin ideal bir eş olması ve Alexander’ın onunla evlenme niyetini temelde gereksinimleri ve amaçları ortaya konmuş bir proje gibi: iyi bir araba daha almak, her ne kadar mimariyle bakışları farklı yönlerde de olsa (Le Corbusier’e karşı Aldo Rossi) birlikte başarılı bir meslek hayatına yelken açmak, birkaç çocuk büyütmek…

Sonja, Iwona’nın tam tersiydi. Güzel ve zekiydi, söyleyecek çok sözü ve doğal bir özgüveni vardı, alımlıydı. Onun yanındayken cesaretim kırılırdı, olduğumdan daha iyi olmak zorunda hissederdim kendimi. Iwona’nın yanındayken ise zaman çok ağır ilerlemişti, aramızdaki sessizlikten rahatsızlık duymuştum. Sorularıma tek kelimelik yanıtlar vermişti, konuşmanın tıkanmaması için sürekli çabalamak zorunda kalmıştım. Sonja ise kusursuz bir arkadaştı. Varlıklı bir aileden geliyordu, davranışlarında ve sözlerinde bayağılık söz konusu olmazdı. Kariyer merdivenlerini hızla tırmanacaktı mutlaka. Muhtemelen sosyal konut tasarımına yönelir, encümenlerde yer alır, yanı sıra da kendisi gibi temiz, bakımlı ve iyi terbiye almış iki, üç çocuk büyütürdü. Ama Sonja bir erkeğe asla -Iwona’nın sanki başka bir seçeneği yokmuş gibi bana söylediği tarzda- onu sevdiğini söylemezdi. Iwona’nın ilanı aşkı beni rahatsız etmişti, aynı şekilde onunla birlikte görülme fikrinden de sıkıntı duymuştum ama onun sevgisini düşünmekte bile yüceltici bir şey vardı. Iwona beni ciddiye alan, kendisine bir şey ifade ettiğim tek insandı.

(s. 28-9)

Robson (8), Stamm’ın üslubunda, başka metinlerde de karşılaştığım, Camus esintilerinden söz ediyor. Bu esintileri, “kendine has bir soğukluk”, “takıntılı derecede bir eksiltili bir nesir olmamasına rağmen, çok fazla şeyi hızlıca geçen” ve Camus’de de olan fakat Stamm’da imza mahiyetinde olan “masum betimleyici cümlelerle zihinsel atmosferi veren” özelliklerle ifade ediyor. Yine Robson’un romanın ana karakteri üzerine söyledikleriyle bitiriş (bunu çevirmeye çalışmadım):


“In his own account of things, Alex emerges as part narcissist, part stick-in-the-mud – a man so joyless he can find nothing to like in either Rain Man or The Lives of Others. There can be no question of him truly loving either Sonia or Ivona since both relationships, though founded on a kind of trade, lack all trace of mutuality. His role is that of punisher in the lives of women who are looking for pain. (Sonia only started showing interest in him after hearing from his ex-girlfriend “what a son of a bitch I was”). In some ways, it’s an ideal set-up and one that Stamm renders with almost geometric precision. Alex can luxuriate in regret at the road not taken: the girl who wanted to be hurt, or at least knew she stood a chance of being hurt, ends up in a loveless marriage; and the girl lacking pride and self-respect is used, abandoned and then, seven years later, used again.”

Referanslar

1 https://www.theguardian.com/books/2012/may/04/seven-years-peter-stamm-review

2 http://www.thewhitereview.org/feature/interview-peter-stamm/

3 https://www.theguardian.com/books/2012/may/04/seven-years-peter-stamm-review1

4 http://www.thewhitereview.org/feature/interview-peter-stamm/

5 https://www.nytimes.com/2011/03/27/books/review/book-review-seven-years-by-peter-stamm.html

6 http://necessaryfiction.com/reviews/SevenYearsbyPeterStamm

7 https://www.nytimes.com/2011/03/27/books/review/book-review-seven-years-by-peter-stamm.html

8 https://www.newstatesman.com/culture/culture/2012/05/review-seven-years-peter-stamm

Céline, Kentin Çeperlerinde Gezinti

“… Annemle birlikte hastane yakınlarındaki sokaklarda büyük bir tur attık, bir öğleden sonramızı aylak aylak yürüyerek geçirdik o civarlardaki sokak müsveddelerinde, henüz boyanmamış sokak lambalı sokaklar, su sızdıran cepheler, sarkan yüzlerce küçük kumaş parçasıyla alacalanmış pencereler, yoksulların gömlekleri, bir yandan da öğle vaktinde cızırdayan yanık yağların çıkardığı hafif sesleri dinliyorduk, o kötü yağ fırtınasını. Kenti çevreleyen o koca laçkalığın bakımsızlığında, o şatafatının sahteliğinin dökülmeye başlayıp çürümüşlük olarak sona erdiği noktada, kent, görmesini bilenlere çöp kutusuna dönmüş poposunu gösterir. Dolaşırken uzak durduğunuz fabrikalar vardır, her tür kokuyu yayarlar, hatta kimileri öylesine inanılmazdır ki, çevredeki hava bundan daha pis kokmayı reddeder. Hemen yanı başında, eşit boyda olmayan iki yüksek baca arasına sıkışmış küçük panayır yeri küflenmektedir, boyası dökülmüş o atlıkarıncalar, onlara binmek için, hem de çoğu kez haftalar boyunca can o atan o iskelete dönmüş, terkedilmişlerinin, sefalet ve müziğin hem çektiği, hem ittiği, hem de alıkoyduğu, tüm parmaklarını burunlarına sokmuş sümüklü veletlerin ödeyemeyecekleri kadar pahalıdır.

Her şey, gerçeği bu yerlerden uzak tutma çabaları içinde sürüp gidiyor; oysa o yine bir yolunu bulup tek tek herkes için ağlamak üzere geri geliyor; yani ne yaparsak yapalım, içki de içsek, hem de hâlâ mürekkep kadar koyu kırmızı şarap bile içsek, gökyüzü orada hâlâ aynı gökyüzü, kenar mahallelerin dumanlarının üstüne bir büyük bataklık gibi iyice kapanmış.

Yerde, çamur yorgunluğunuzu çekiştirir, yaşamın yan yolları da oteller ve yine fabrikalar tarafından iyice kapatılmıştır. Bu tarafın duvarları daha şimdiden tabut gibidir. Lola, çekti gitti, Musyne de, kimsem kalmamıştı. İşte bu nedenle sonunda anama mektup yazmıştım, hiç olmazsa birilerini göreyim diye. Daha yirmi yaşındayken geçmişimden başka bir şeyim kalmamıştı. Annemle birlikte Pazar gününün sokaklarında dolanıp durduk. Bana işiyle ilgili sıradan şeyler anlatıyordu, onun çevresinde, kentte, savaşla ilgili söylenenleri, savaşın üzücü olduğunu, hatta “korkunç” olduğunu, ancak çok cesur olmak kaydıyla hepimizin er geç bunun üstesinden geleceğimizi; onun gözünde öldürülenler basit birer kazaydı, at yarışında olduğu gibi, sıkı tutunsalardı, düşmeyeceklerdi. Annem açısından savaş, fazla da kurcalamak istemediği yeni bir büyük üzüntü kaynağından ibaretti; bu üzüntü onu sanki korkutuyor gibiydi; anlayamadığı ürkütücü şeylerle doluydu. Aslında o, kendisi gibi sıradan insanların her şeyden acı çekmek için yaratıldıklarına inanıyordu, yeryüzündeki işlevlerinin bu olduğunu düşünüyordu, eğer işler son zamanlarda bu kadar kötüye gidiyorsa, bu yine, büyük ölçüde, sıradan insanların işlemiş oldukları birikmiş nice günahtan kaynaklanıyordu… Budalaca şeyler yapmış olsalar gerek, farkına varmadan, elbette, ancak bu yine de onları suçlu olmaktan kurtarmazdı, aslında şükretmeliydiler, çünkü onlara bu şekilde acı çekerek utanç verici davranışlarının kefaretini ödeme fırsatı verilmişti… Annem tam bir “parya”ydı.

Bu trajik ve kaderci iyimserlik onun için bir inanç işlevi görüyor, doğasının özünü oluşturuyordu.

Yağmur altında, ikimiz birlikte parsellenmeyi bekleyen sokaklarda ilerliyorduk; o tarafların kaldırımları gömülüp ayağın altından kayarlar, kışın, kenardaki dişbudaklar, rüzgârda sallanıp, su damlacıklarını dallarında uzun süre tutarlar, narin bir hoşluk. Hastanenin yolu bir dizi yeni inşa edilmiş pansiyonun önünden geçiyordu, kimisinin adları konmuştu, kimisi içinse bu zahmete bile katlanılmamıştı. “Haftalıktı” onlar, o kadar. Savaş, damdan düşer gibi, barındırdıkları taşeronlardan ve işçilerden mahrum bırakmıştı onları. Artık ölmeye yatmaya bile dönmüyordu kiracılar. Ölmek de başlı başına bir iştir, ama artık o işi dışarıda görmeleri gerekiyordu.

Annem beni hastaneye ağlaya ağlaya götürdü, bir kaza olarak ölümümü kabullenmişti, hatta buna razı olmakla kalmayıp, benim de onun gibi kaderime boyun eğip eğmediğimi merak ediyordu. Arts et Métiers’nin* o güzelim metresine inandığı kadar kadere de inanıyordu, o metreden de bana hep saygıyla söz ederdi, çünkü tuhafiyecilik mesleğinde kullandığı metrenin, bu muhteşem resmi ölçünün tıpatıp aynısı olduğunu öğrenmişti gençliğinde.

Bu düşkün kırsal bölgenin parselleri arasında hâlâ, orda burda, birkaç tarla ve ekin vardı, hatta yeni evlerin arasına sıkışmış, bu kalıntılara sıkıca sarılmış bir iki yaşlı köylü de vardı. Akşam dönüş saatinden önce zamanımız kalmışsa, annemle birlikte gidip bu tuhaf köylülerin, bir yandan ölülerin çürümeye atıldığı ama yine de ekmek veren, adına da toprak denen şu gevşek, kesekli nesneyi bir demir parçasıyla kurcalayışlarını izliyorduk. “Bayağı sert olsa gerek şu toprak!” diyordu annem her seferinde onları tedirginlikle izlerken. Sefaletin yalnızca kendisininkine benzeyen biçimini, yani kentli olanını biliyordu, kırdakinin nasıl olabileceğini düşlemeye çabalıyordu. Bildiğim kadarıyla tek merak konusu buydu, annemin, bir Parar günü oyalanmak için de bu ona yetiyordu. Bunu alıp kente dönüyordu.

Ne Lola’dan, ne de Musyne’den hiç ama hiç haber alamıyordum. Anlaşılan işin iyi tarafında, yani biz kurbanlık koyunlara yönelik, güler yüzlü olduğu kadar acımasız bir yok etme talimatının hüküm sürdüğü tarafta kalmıştı, kaltaklar. İkidir rehinelerin tıkıştırıldığı yerlere yönlendirilmiş oluyordum, böylece. Zaman ve sabır meselesi. Kaderimiz belliydi.”

(*) Arts et Métiers: Paris’teki bilim ve ölçüm müzesi, aynı zamanda meslek okulu. 1961’e kadar Fransa’nın resmi ölçüm şablonu platin metre bu müzede saklanırdı.

Louis-Ferdinand Céline, Gecenin Sonuna Yolculuk, çev. Yiğit Bener, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [1932], 20. basım, s. 118-20.

Kazuo Ishiguro – “Günden Kalanlar”ın Çıkış Fikri (Çeviri)

Kazuo Ishiguro 2017’de Toronto Film Festivali’nde söyleşi yapmış. Söyleşi temelde Günden Kalanlar’ın (1989) uyarlaması The Remains of the Day (1993) üzerinden bu romanın uyarlama süreci, sinema/edebiyat ilişkisi ve hafızanın kendi romancılığındaki merkezi rolü üzerine. Çevirdiğim kısım, konuşmanın başında (00:00 – 05:14) Ishiguro’nun romanın ana karakteri başuşak Stevens’ın temsil ettiği iki anlam üzerine açıklamasını içeriyor: duygulardan korkmak ve gerçek güçten uzak olmak. Ekonomik ve siyasi krizin kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladığı, herkesin bunu konuştuğu fakat herhangi bir etki göstermekten aciz olduğu günlerde Ishiguro ve Günden Kalanlar güncel.

Eleanor Wachtel: Günden Kalanlar’ı yazdığınızda, söylediklerinizi hatırlıyorum, her ne kadar İngiltere’de belli bir zaman ve mekâna bakıyor olsanız da, sizi ilgilendirenin örnek niteliğinde (quintessential) bir İngiliz romanı değil de, duygulanımın iflası olduğunu, romanın duygulanımın iflasına dair bir çalışma olduğunu söylemiştiniz. Neden, o zamanlarda, temanızın böyle bir şey olduğunu düşünüyordunuz?

Kazuo Ishiguro: Duygulanımın iflası romanın sadece bir kısmıydı. Sadece bu değildi. Bu romana iki şey hakkında düşünürken başladım. Başuşak figürünün bu ikisini de hissedebileceğini düşündüm. Birisi az önce söylediğiniz şeydi. Belki duygunun iflası değil ama duygulanımdan korkmaktı ya da duyguların sahnelenmesinden korkmaktı. Arketipik bir figür olarak, İngiliz başuşağı: ben şahsen bir böyle birini tanımıyorum, İngiliz başuşaklarına dair tarihsel bir ilgim yoktu. Ama, ben dâhil, hâlâ herkes İngiliz başuşak stereotipinin ne anlama geldiğini bilir: neredeyse karikatür bir figürdür, acılara katlanan (stoic), olup biteni sakinlikle karşılayan (stiff upper-lip) bir figür. Bu figürü filmler, oyunlar ve kitaplarda gördük, on yıllar boyunca… Ve de bu, dünyanın dört bir yanında tanınan birisi, hayatında İngiltere’ye adımını atmamış birisi İngiliz başuşağının nasıl birisi olduğuna dair bir fikir sahibidir. O yüzden ben de, bu iki şeye dalmak için böylesi uluslararası bilinirlikteki bir stereotipi kullanmaya karar verdim.

Bu figürün hepimizin içinde olan, devreye girmekten, kendimizi aşık olmaya veya olunmaya dair ihtimallere açmaktan, duygusal olarak bağlanmaktan korkan ve bunun yerine profesyonel bir rolün arkasına saklanan yanımızı gayet iyi ifade edebileceğini düşündüm. Bu, başuşak figürünün bana sunduğu şeylerden biriydi.

Ama aynı zamanda başuşak figürü, romanda yapmak istediğim, benim için mutlak surette merkezi olan başka bir şeyi yapmama izin veriyordu. Şunu öneriyordum: bir anlamda, politik bir anlamda, belki politik ve ahlâki bir anlamda, çoğumuz başuşağız. Bununla şunu kastediyorum, ülkeyi yönetenlere dair bir çeşit söz hakkımızın olduğu, demokratik ülkelerde bile tuhaf bir şekilde gerçek güçten çok uzaklaşmış durumdayız. Çoğumuzun yaptığı şey, işlerimiz. İyi işler, küçük işler yapıyoruz ama çoğumuz ülkeleri yönetmiyoruz. Çoğumuz çok uluslu şirketleri yönetmiyoruz. Eğer şanslıysak, bir yerlere yerleşiyoruz. Küçük bir işi yapmayı öğreniyoruz ve yeteneğimiz ölçüsünde o işi en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz ve katkımızı genelde bizden daha üstte bulunan birisine sunuyoruz. Katkımızın iyi bir şekilde kullanılacağını ümit ediyoruz. Ama çoğu zaman bundan emin olamıyoruz. Katkımızı bir şirkete, işverene, bir sebebe veya bir ülkeye sunuyoruz. Bu anlamda, çoğumuzun başuşaklar gibi olduğumuzu düşünüyorum.

Bu kişiden, figürden etkilenmemin sebebi, başuşak olma konusunda çok iyi olma dair isteğiydi. Eninde sonunda her şey işverenine hizmet etmek ile ilgiliydi, katkılarının nasıl kullanılacağını sorgulamanın onu aşacağını düşünüyordu. Ama bu durum hepimizi, belli bir noktada, katkılarımızın onaylamadığımız bir şekilde kullanılmış olduğunu fark etmeye açık hâle getiriyor. Ama çoğumuz için, bu kaderimiz. Küçük dünyalarda yaşıyoruz. Genelde seçme şansımız olmuyor. Yaptığımız katkıdan ne kadar gurur duysak da, ne kadar vakar ve gururla katkımızı sunmuş olsak da, bunu yukarıda birisine sunuyoruz ve orada oldukça gizemli bir şekilde kullanılıyor. Bizim, politik ve ahlâki olarak kontrolümüzden çıkıyor.

Başuşak figürünün metaforik olarak bu iki konuya çok başarılı bir şekilde hizmet ettiğini düşündüm. Başuşak olmaktaki politik ve ahlâki durum, hepimiz bir anlamda başuşağız. Ve hepimiz birer İngiliz başuşağız, çünkü hepimiz, az ya da çok, duyguların dünyasından, duyguların âleminden korkuyoruz. Eğer ilişkilerden doğan zenginliğe yaklaşmak istiyorsak, kendimizi duygusal anlamda incinmeye açık duruma getirmek zorundayız. Ama burası korkutucu bir alan.

Deleuze & Parnet, Küçük Hans: Psikanaliz Eleştirisi (II)

Totem ve Tabu’daki Küçük Hans pasajından sonra, Diyaloglar’da Deleuze’ün psikanaliz eleştirisinin bir özetini içeren “Ölü Psikanaliz, Çözümleyiniz” başlıklı bölümdeki Küçük Hans referanslarını içeren ikinci metni ekliyorum.

İlk iki paragrafta aslında henüz Küçük Hans’dan bahsedilmiyor fakat Deleuze’ün neden Freud’un Küçük Hans’ın asıl meselelerini yakalayamayacağını düşündüğünün altyapısını oluşturuyor bu kısımlar. Deleuze’ün ahlakçılıkla suçladığı psikanalize dair eleştirisinde: arzu nesnesi kavramı ve psikanalizdeki tasarımıyla bilinçdışı reddediliyor, psikanalizin arzu üretimini dinamitlediği iddia ediliyor, analistin konuşmayı dinleyen ve teşvik eden değil aksine o konuşmaya kulağını kapatan kendi kavram setini konuşana güç ilişkisi üzerinden dayatan bir pozisyonu olduğuna dair iddia dillendiriliyor. Küçük Hans hâlâ gerçek bir insan, kim bilir o ne derdi tüm bunlara?


Psikanalize karşı sadece iki şey söyledik: o bütün arzu üretimlerini kırmakta; tüm söylenen oluşumları ezmektedir. Böylece de arzunun makinasal düzenlemesini sözcelemin kolektif düzenlemesini iki yüzünü birden kırıp parçalamaktadır. Olgu şudur ki psikanaliz hep bilinçdışından bahseder; bilinçdışını bulan da odur. Ama bu pratikte hem bilinçdışını indirgemek hem de onu mahvetmek, onu önlemek içindir. Bilinçdışı olumsuz bir şey olarak kabul edilir, o bir düşmandır. “Wo est war, soll ich werden”. Çevirelim istediğimiz kadar: bu orada olandı, orada özne olarak mı meydana gelmeli miyim? daha da beteri (hem de “soll” da dahil olmak üzere “ahlaki anlamı ile bu tuhaf gereklilik). İşibitikler (rateler), uzlaşmalar, anlaşmalar veya kelime oyunları psikanalizdeki bilinçdışının oluşumu yahut üretimi olarak adlandırdığı şeylerdir. Psikanaliz için arzu daima gereğinden fazladır: “çok yönlü ahlaksızlıklar”. Bunlar size eksiği, kültürü ve kanunu öğretecekler. Burada konu olan kuram değildir, fakat söz konusu olan psikanalizin meşhur politik silahı olan yorumlama sanatıdır. Ve gösterenin bulunuşuna, gösterenin araştırılması için anlam yorumundan geçildiğinde durumun değiştiği pek söylenemez. Freud’ün en kaba sayfaları arasında “fellatio” ile ilgili olanları vardır: Penis bir öküz sidiği ile ve öküz sidiği bir ana memesi ile nasıl aynı değeri taşır. Fellatio‘nun “gerçek” bir arzu olmadığını gösterme biçimi, ama bu başka birşeyi de saklamakta ve başka anlama da gelmektedir. Bir şey daima başka bir şeyi anımsatmak zorundadır; metafor ve metonimi. Psikanaliz gittikçe Çiçerovari olmaktadır ve Freud zaten daima bir Romalı olmuştur. Gerçek arzu ile hayali arzu arasındaki eski ayrımı yenilemek için psikanalizin elinde mükemmel bir şifre vardır: arzunun gerçek içerikleri, arzunun gerçek anlatımı sanki Oedipustur veya iğdiş edilmedir veyahut ölümdür, her şeyi yapılanmaya yarayan bir bekinmedir (*). Arzu bir şeyle düzenlemeye, Dışarısı ile ilişkiye, oluş ile bağlantıya girer girmez, düzenleme kırılır. Böylece fellatio: Oedipuscu yapısal bir kaza + memenin emilişinin oral pülsiyonu olur. Geri kalanı için de aynı şeydir. Psikanalizden önce yaşlı insanların iğrenç manilerinden sık sık bahsedilmekteydi; psikanaliz ile çocuksu ahlaksız eylemlerden bahsedilir olundu.

Biz bunun tersini söylüyoruz: Bilinçdışınız yoktur ve asla bir bilinçdışına sahip olmadınız. O “Ben”in başına gelmesi gereken bir “böyleydi”nin yerini alan şey değildir. Freudcu formülün ters çevirilmesi gereklidir. Bilinçdışını üretmeniz gerekir. Bu ne fantasmaların ne de bastırılmış anıların işi değildir. Çocukluk anıları yeniden üretilmez, daima güncel çocukluk blokları ile çocuk-oluş blokları üretilir. Herkes düzenler ve üretir ama bu ne içinden çıkmış olduğu yumurta ile ne onu oraya bağlayan doğurucularla ne oradan edinmiş olduğu imgelerle ne de tohumun yapısıyla yapılmaktadır, ona deney hammadesi olacak şey daima güncel kılınan, çalmış olduğu placenta kısmı ile yapılmaktadır. Bilinçdışını üretiniz, bu öyle kolay değildir, bu bir dil sürçmesi ile, bir ruhani sözcük veyahut düş ile bile yapılmaz. Bilinçdışı üretilen, akıtılan, istila edilmesi gereken politik ve sosyal bir uzam, bir tözdür. Arzu öznesi diye bir şey olmadığı gibi nesne de yoktur. Ne de sözcelem öznesi vardır. Yalnızca akımlar arzunun kendisinin nesnelliğidir. Arzu imleyensiz göstergeler sistemidir ve onlarla sosyal bir alanda bilinçdışı akımları üretilir. Mahalle mektebi, küçük aile nerede olursa olsun kurulu yapıları sorgulamayan arzunun yumurtadan çıkması söz konusu değildir. Arzu daha çok düzenlemeleri ve kesişmeleri istediğinden dolayı devrimcidir. Ama psikanaliz bütün düzenleme ve kesişmeleri keser ve onların üzerine oturur arzudan nefret eder, politikadan tiksinir.

İkinci eleştiri sözcelerin oluşumunu engelleyen psikanalizin biçimidir. İçeriklerinde, düzenlemeler belirsiz çokluluklarla, şiddet dolu dolaşımlarla, şiddet ve oluşlarla doludur (sürü, kitle, cins, ırk, halklar, kabileler…) Ve ifadelerinde düzenlemeler, asla belirsiz olmayan belgisiz (**) zamirleri veya tanım edatlarını (“bir” karın, insan”lar”, “bir” çocuk dövü”lür”) – ayrıklaşmamış mastar fiilleri (yürümek, öldürmek, sevmek…) – kişi olmayan ve olay olan özel isimleri (gruplar, hayvanlar, kendilikler, tekillikler, kolektiflikler, büyük harf ile bütün yazılanlar AT-OLUŞ-BİR-HANS) çekip çevirir. Arzunun makinasal bir kolektif üretimi ne sözcenin ifadesel nedeni ne de maddi üretimdir: içerikleri görece olarak daha az çarpılmış dışavurumcu zincirlerin sözcelerin eklemlemesi. Bir özne temsil edilemeyeceği için sözcelem öznesi yoktur; ama bir düzenleme programlamak vardır. Sözcelemin üstünü kodlamak değil, gösteren adı verilen takım yıldızlarının tiranlığı altında, onların dengelerinin yitmesini önlemek. Fakat özel isimden ve mastar fiilden belirsiz tanım edatlarının mantığından hiçbir şey anlamayan, bunca mantık ile övünen psikanaliz çok tuhaf bir şeydir. Psikanaliz ne pahasına olursa olsun belirsizliklerin ardında daima saklı bir belirlenenin, bir kişinin, bir iyeliğin olmasını istemektedir. Melanie Klein’ın çocukları “insanlar nasıl büyür?”, “bir karın” dedikleri vakit, Melanie Klein “annenin karnı”, “babam gibi büyük olacak mıyım?” diye anlamaktadır. Onlar bir “Hitler”, “bir Churchill” dedikleri vakit, Melanie Klein orada annenin kötü posesifliğini ve iyi babayı görmektedir. Coğrafi bir süreci veya stratejik bir harekatı belirtmek için kullandıklarında askerler ve hava raporu verenler psikanalistlerden çok özel isme karşı duyarlıdırlar: Typhon harekatı. Jung, Freud’e rüyalarından birini anlatır bir gün: Jung kemik yığınını düşünde görür. Freud, Jung’un, birinin ölümünü şüphesiz karısının ölümünü arzuladığını düşünmektedir. “Jung hayretler içinde kalarak, ona bir değil, birçok kafatasını düşünde gördüğünü iyice belirtir”; (1) yine de, Freud, altı veya yedi kurt olmasını istemez: Babanın tek temsilcisi olmalıdır. Ya Freud’un küçük Hans üzerine yaptığı şey: Freud düzenlemeleri asla kaale almamaktadır (bine – sokak – komşu – ambar – atla çekilen otobüs – at düşüyor – at kamçılandı!) Durumları da hiç kaale almamaktadır (sokak çocuğa yasaklanmıştır vs.) Küçük Hans’ın (***) bu işe kalkışmasını da kaale almamaktadır (bütün çıkışlar dolu olduğuna göre at oluş, çocukluk bloku, Hans’ın hayvan-oluş bloğu, yersizyurdsuzlaşma hareketi yahut kaçış çizgisi, bir oluşu belirleyen mastar fiil). Freud’u sadece ilgilendiren atın baba olmasıdır ve gerisi işte hep böyle. Pratikte bir düzenleme verilmiş olduğuna göre çok simgesel (sokağa çıkmak = aşk yapmak) ilişkilerin yahut hayalürünü benzerlikleri (bir at – benim babam) yerine koymak harekette yapılacak oluşu ve arzunun bütününü kırmak için bir anı oradan soyutlamak, bir kısmı oradan çekip almak gereklidir. Gerçek arzunun tümü daha şimdiden yok olmuştur yerine kod sözcelerin simgesel bir üst kodlaması, hastalara hiç şans bırakmayan sözcelemin kurgusallığı yerleştirilir. Bu yüzden psikanalizde para ödemenin kabul edilmesine ve konuşmaya inanılır. Ama en ufak bir konuşma şansımız yoktur. Psikanaliz insanların konuşmalarını önlemek ve onlardan gerçek sözcelem şartlarının tümünü birden çekip almak için yapılmıştır. Bu görev için küçücük bir iş grubu kuruldu: Psikanalistlerin ve bilhassa çocuk psikanalistlerinin raporlarını okumak; bu raporlara sarılmak ve iki sütun yapmak, sol tarafta çocuğun ne dediği, tabii raporlara göre, sağ tarafta ise psikanalistin işittiği ve kaale aldığı (daima “zoraki seçenek”li kart oyunları). Bu açıdan iki ana metin, Freud’un küçük Hans’ı ve Melanie Klein’ın küçük Richard’ı. Ürküntü vericidir. Bu korkunç inanılmaz bir zorlamadır, tıpkı eşit olmayan sikletler arası bir boks maçı gibidir.

(*) Bekinme, direnme, ısrar etmedir. (ç.n.)
(**) Belgisiz, belirli olmayandır. (ç.n.)
(***) Küçük Hans karşı komşu kızına gitmek için evden dışarı çıkmak ister ve bu ona yasaklanır. Sokağa çıkarsa atın onu ısıracağını sanan küçük Hans’ın böyle bir at-oluşu vardır. (ç.n.)
(1) E. A. Bennett, Jung’ün gerçekten söylediği (Ceque Jung a vraiment dit), Ed. Stock s.80.

Gilles Deleuze & Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, 2016 [1977], s. 97-101.

Freud, Küçük Hans: Hayvan, Çocuk ve Totem (I)

Küçük Hans, okuduğum metinlerde ara ara karşıma çıkan metin aşırı bir roman kahramanı gibi. Birçok kişi onun üzerine farklı yönlerden konuşuyor. Aynı zamanda psikolojik veya felsefi farklı perspektifler kendilerini Hans vakası üzerinden ifade ediyorlar. Freud’un analizi ve onun sonrasında Hans’a dair anlatılanları toparlamak istedim, umarım kitaplardaki yerlerini arayarak bulabilirim.

Bu ilk pasajda Freud, Totem’de tespit ettiği “kaydırma” işlemini, Hans’ın baba korkusunu atlara kaydırmasına ve bu kaydırmada yaşanan dönüşüme dair psikanalitik örnekle analoji kurarak destekliyor.


Bir çocuğun hayvanla ilişkisiyle bir ilkelin ilişkisi arasında büyük bir benzerlik vardır. Uygar insanda bulunup, onun kendi doğasını diğer bütün hayvanlar doğasından kesin sınırlarla ayırmasına yol açan büyüklenmeden çocukta bir ize rastlanmaz. Hayvanlara kendisine düpedüz eşit varlıklar gözüyle bakar çocuk, gereksinimlerini hiç saklayıp gizlemeksizin açığa vurması bakımından hayvanı, belki bilmecemsi biri gözüyle baktığı büyük insandan daha yakın bulur kendisine.

Çocukla hayvan arasındaki bu kusursuz anlaşmanın, seyrek olmayarak tuhaf bir şekilde bozulduğu görülür. Ansızın çocuk belli bir hayvan türünden korkmaya, aynı türden bütün hayvanlara dokunmaktan ve onları görmekten çekinmeye başlar. Karşımızda bir hayvan fobisinin klinik tablosu, çocuk yaşlarında en sık görülen psikonevrotik hastalıklardan biri, belki de böyle bir hastalığın en erken formu vardır ve çocuğun o vakte kadar pek sıcak bir ilgi gösterdiği hayvanları konu almaktadır. Fobinin tek hayvanla ilgisi yoktur. Fobi objesi olabilecek hayvanlar arasından yapılacak seçki kent yaşamının koşullarında büyük sayılmaz. Atlar oluşturur ilgili objeleri, köpekler, kediler, seyrek durumlarda kuşlar, dikkati çekecek kadar sıklıkla da böcekler ve kelebekler gibi alabildiğine küçük hayvanlardır. Kimi zaman da çocuğun yalnızca resimli kitaplardan ya da masallardan bildiği hayvanlar bu tür fobilerde görülen saçma ve aşırı korkunun objesini oluşturur; hangi yollar izlenerek bir hayvanın umulmadık bir şekilde korku objesi seçildiğini öğrenmenin ancak seyrek durumlarda üstesinden gelinebilir. Bununla ilgili olarak beni bir vaka konusunda bilgilendiren K. Abraham‘a şükran borçluyum. Vakada bir çocuk, yabanarılarından korkusunun nedenini kendisi açıklamış, yaban arısının rengiyle üzerindeki çizgilerin o zamana kadar kendisine ilişkin işittiği onca şeyden sonra korkmadan duramayacağı kaplanı anımsattığını söylemiştir.

Çocuklardaki hayvan fobileri, aslında bunu fazlasıyla hak etmelerine karşın, şimdiye kadar titiz analitik incelemelere konu yapılmamıştır. Henüz pek körpe yaşta çocukların analizden geçirilmelerinin güçlükleri, konuya el atılmayışının nedenini oluştursa gerektir. Dolayısıyla, bu hastalığın genelde ne anlama geldiğinin bilindiği ileri sürülemez ve ben de bu anlamın bir tutarlılığı içerdiği görüşünde değilim. Ama objesi büyük hayvanlar olan fobilerin analize kapalı olmadığı ve araştırmacılara sırları buyur ettiği görülmüş ve hepsinde de aynı durumla karşılaşılmıştır: Analizden geçirilen çocukların oğlan olması durumunda, fobi korkusunun kaynağı aslında babadan başkası değildir; ne var ki, babadan duyulan korku hayvan üzerine kaydırılmıştır.

Psikanalizde deneyim sahibi herkes kuşkusuz böyle vakalar görmüş ve hepsinde de aynı izlenim uyanmıştır. Ama ben burada bir iki ayrıntılı yayından alıntılar yapmakla yetineceğim. Literatürde kötü bir şans eseri ilgili konuya ilişkin yeterli malzemenin bulunmayışı, bizleri savlarımızı az sayıdaki gözleme dayandırmak zorunda bırakıyor. Örneğin, çocuk yaşta görülen nevrozlar üzerinde büyük bir kavrayış gücüyle çalışmış bir araştırmacıdan, Odessalı M. Wulff‘tan söz edeceğim. Wulff, dokuz yaşındaki bir oğlanın hastalık öyküsüyle ilgili olarak, dört yaşındayken çocuğun bir köpek fobisine yakalandığını açıklayarak şöyle der: “Yolda önünden bir köpeği geçerken gördüğünde ağlıyor ve köpeğe şöyle sesleniyordu: Sevgili köpek, ısırma beni n’olur, söz veriyorum, bir daha yaramazlık yapmayacağım. Yaramazlık yapmamakla kastettiği şey, bundan böyle keman çalmamak, yani (mastürbasyon yapmamaktı). (57)

Daha sonra M. Wulff, şöyle bir özetlemede bulunur: “Oğlandaki köpek fobisi, aslında babadan köpeklere kaydırılmış bir korkuydu, çünkü oğlanın o tuhaf: Yaramazlık yapmayacağım -bir daha- yani masturbasyona başvurmayacağım- sözü, gerçekte masturbasyonu yasaklamış babayla ilgiliydi.” Sonra araştırmacı, bir dipnotta benim deneyimimle tastamam çakışan, ayrıca bu gibi deneyimlerdeki zenginliği kanıtlayan şunları dile getirir: “Atları, köpekleri, kedileri, tavukları ve diğer evcil hayvanları obje edinen fobiler, öyle sanıyorum ki çocuk yaşlarda en azından pavor nocturnus (karanlık korkusu) kadar yaygındır ve analizde bunlarından anne-babadan birine karşı duyulup, oradan hayvanlara kaydırılmış bir korku olduğu açığa çıkar. Ne var ki, yaygın fare ve sıçan fobisinde de aynı mekanizmanın söz konusu olduğunu ileri sürmek istemem.”

Psikanalitik ve psikopatolojik yıllığının ilk cildinde küçük hastamın babasının bana lütfedip verdiği beş yaşındaki bir oğlanda görülen bir fobinin analizine ilişkin belgeleri okuyuculara sunmuştum. Oğlan atlardan korkuyor, dolayısıyla sokağa çıkmaktan kaçınıyordu. Atın odadan içeri girip kendisini ısırmasından çekinmekteydi. Analiz sonunda bu korkunun atın yere yığılıp kalmasını (ölmesini) istemesine karşılık bir ceza olduğu anlaşılmıştı. Birtakım ikna edici sözlerle babadan duyduğu korkunun giderilmesinden sonra oğlan, babasının evden gitmesine (seyahate çıkmasına, ölmesine) yönelik olarak beslediği isteklere karşı savaşmaya başlamıştı. Sözlerinden açık seçik anlaşıldığına göre, içinde henüz karanlık sezgiler halinde filizlenen cinsel isteklerinin yöneldiği annesinin sevgisini kazanma konusunda babasını kendisine rakip görmekteydi. Bir başka deyişle, oğlan çocuklarının anne ve babalarına karşı takındığı, bizim “Oedipus Kompleksi” saydığımız tipik bir tutum sergilemekteydi. “Küçük Hans”ın analizinden öğrendiğimiz yeni bir şey varsa, çocuğun söz konusu durumda babasına beslediği duyguların bir bölümünü babasından hayvanlara kaydırması olmuştu, bu da totemizmi anlamakta bizim için hayli önemli bir gerçekti.

Analiz, böyle bir kaydırmanın gerçekleşmesinde izlenmiş, içerik bakımından tesadüfi olduğu kadar önemli çağrışımsal yolları, ayrıca kaydırmanın dayandığı nedenleri açığa çıkarmıştır. Annenin sevgisi uğruna kendisine rakip gördüğü babasına duyduğu hıncın ruh dünyasında sere serpe yayılma olanağı bulamadığı oğlan, öteden beri sevgi ve hayranlık duyduğu birine karşı kendini savunmak zorunda hissetmiş, dolayısıyla babasına karşı ikircikli -ambivalent- bir duygusal tutum takınmış, içindeki düşmanlık ve korku duygularını babasının yerine geçireceği bir nesneye kaydırarak, bu ambivalans çatışmasından kendini kurtarıp rahatlamak istemişti. Ne var ki, kaydırma düşmanlık duygularıyla sevenlik duygularını birbirinden tam olarak ayıramamıştı. Tersine çatışma kaydırma objesine aktarılmış, ikircikli duygu (ambivalans) bu objede etkinliğini sürdürmüştü.

Küçük Hans’ın atlardan yalnızca korkmayıp, aynı zamanda onlara saygı ve ilgi gösterdiği gözden kaçacak gibi değildi. Korkusu biraz yatışır gibi oldu mu, korku objesi hayvanla özdeşleşmekte, at gibi sağa sola hoplayıp sıçramakta, babasını ısırmaya kalkmaktaydı. (58) Tedavi sürecinin bir ileriki evresinde anne ve babasını diğer iri hayvanlarla da özdeşleştirmekte hiç sakınca görmemeye başlamıştı. (59)

(57) b. [Ges. Werke (Toplu Eserler)] c. VII.
(58) Zürafa fantezisi.
(59) s. Ferenczi, Ein kleiner Hahnemann (Küçük Horoz Adam), Intern. Zeetschrift für ärztliche Psychoanalyse (Uluslararası Tıbbi Psikanaliz Dergisi), 1913, I., sayı 2.

Sigmund Freud, Totem ve Tabu, çev. Kâmuran Şipal, Say Yayınları, 2017 [1913], 2. basım, s. 197-201.