Hong Sang-soo | Tactile Not I

Yöntemi Tan Tolga Demirci’den çalıyorum, onun da Švankmajer’den esinlendiğini düşünüyorum. Blogunda en sevdiğim kısımdı Tactile Deneyler. Ben de kendime göre yaparım. Deneye deneye belki öğrenirim. Hong Sang-soo için tactile not.


gör: sonradan eklenmiş dijital gren efekti
kokla: içki dökülmüş masa örtüsü
dokun: tiftik yün atkı
duy: asfalt ve çiseleyen yağmur
tat: küflü zarf

boksi I

önümde sağ ayağı yanmış bir
üst kollarına che dövmesi yapmış, üç sivil
kapalı alanlarda mırıldanıyor mır mır
alerta alerta anti faşista
şok şok şok, duvar geçen güneş sokağında
şarkılarla yavaşça
almanca öğreniyoruz

haftalar geçmiş, yeni bir gün bu
vagabond gemisinde sessiz bir bahçedeyiz
greta’yla şarkılar dinliyoruz şimdi
zengin öldürüyoruz ama bir başlayamadık ki
burayı görmüş geçirmiş mutlu punk çiftler
bize bakıp o dövmeleriyle gülümsese
güneşin batışıyla tekrar kapalı alanlarda
ucuz ledlerle öylesine ışıklandırılmış
okuma lambasının etrafında buluşan mahalle sinekleriyle
bir gün yaklaşıp, sarılı veriyoruz

kenarından çizdiğimiz bir yolda çok yavaş adımlarla
sırtımızda kamp çantalarımız, çok yüksek bir bpm’de
x > 90, hesabı ödeyelim, gına yolda
bundan sonra çok demeyelim, abartma

they don’t know they are brainwashed
biliyorlar ama boş, yine yapıyorlar
sırtında büyük harflerle do you want to die (ah)
bir miktar beyaz pamuk üzerine kızıl kara verbatim
iki dakika yedi metre
uzaktan izledim
şairleri google’dan birkaç kelimeyle takipteyim
burada şiir kitabı yok ya
bookmark’larımda ‘ş’ klasörü hemen
arılar kovdular, hamam böcekleri de kovar
hırsızlar da kavgaya katılınca yerimden oldum
kendimi posta kutusunda buldum (yo)

elektronik sigara ikram ediyorsun, hem de bio
kundera’nın ölüşü ve ursula’nın daha önce
bunlara hetero pesimizmi de ekledik sonra
daha çok dövme, daha çok kayıtsız saçlar
succession’ın finali, cam kavanozun yuvarlanışı
emojiler
iki saat ses pornosu dinledikten sonra
sıcacık bir pazar gününde biz ne yapmalıyız
göl hariç
başkalarıyla, dostlarıyla çiçekli bir kahve fotoğrafı olup
inanmayarak tüm olan bitene
parklaşamamış bir meydandaki ağaca sorduk
n’aber diye

para kommt, angst yok
diz ağrılarını twitter’a nası’ yazıyorlar
from pakistan, with love, wa22ermann
benim de rakamlı bir adım olsun mu
ya da mavi ışıklar ve hidrasyonla
çilekli yoğurt yiyerek geçebilen sakin hayat

Saatleri Ayarlama Enstitüsü I (Alıntı)

Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları, 64. baskı, 2022 [1961].


Başlıyoruz, ilk cümle: “Beni tanıyanlar, öyle okuma yazma işleriyle büyük bir ilgim olmadığını bilirler.” (s. 7).

Pre-Halit Ayarcı dönemi, hala baştayız, umarım ilerleyebiliriz, kendine acıyan hayat: “Halit Ayarcı’yı tanımadan evvelki hayatım, dedim. Fakat gerçekten buna bir hayat denebilir mi? Eğer yaşamak kelimesinin mânası her şeyden mahrum olmak ve ıstırap çekmekse, her an küçülmek ve bunu nefsinde her lâhza duymaksa, bir türlü aşamayacağı bir çemberin içinde durmadan çırpınmaksa, şüphesiz ben de, benimkiler de en derin şekilde yaşıyorduk.” (s. 9)

Eşyadan anılara ve kişiliğe: “… eski bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki aksaklıkları, hatta ıstıraplarının çeşidini görmek mümkündür.” (s. 16)

Bir ileri, bir geri, çekişme duygusu: “İnsan yaradılışı tam bir eşitliğe razı olamaz. Ufak tefek imtiyazların teşvikine de muhtaçtır. Diyebilirim ki, bizzat iyilik dahi, ancak ceza görmesi ve ayıplanması icap eden bir kötülüğün bulunmasıyla kabildir.” (s. 18)

Yoksulluk ve özgürlük pasajı, tam buradan sonra gelen paragraf YouTube’da SAE üzerine konuşan birkaç kişide gördüğüm ortak bir referans. Özgürlük ve siyaset bölümü. Bana biraz yüzeysel geldi dinlediğim kayıtlar. O yüzden o kısmı atlayarak, daha kişisel olanı anlattığı bölümleri kaydediyorum. Bu kitapta Berna Moran’ın ifadesiyle bir gözlemci karakter seçerek onun gözlemleriyle yapılan bir hicivcilik varsa, ben hicivden çok karakterin kendisine ilgi duydum. Burada da arka sıralardaki öğrencinin gözü üzerinden bir gözlemcilik bölümü var. On beş yıldan fazla bir süre neredeyse her gün sınıflara girip çıkıp böylesi bir şeyi asla düşünememiş olmamı garipsedim: “Fakir düşmüş bir ailede büyüdüm. Buna rağmen çocukluğum epeyce mesut geçti. Fakirlik, içimizde etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla –ve şüphesiz muayyen bir derecesinde– zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti.

Fatih Rüştiyesi’ndeki sınıfımızın kalabalık mevcudu bana, etrafımdaki yarışı en geri sıralardan, isterseniz buna kıral locası deyin, seyretmek imkânını verdi. İnsan işlerine uzaktan bakmayı oradan öğrendim.

Arkadaşlarımın çoğu gibi mektebe lalalarla, uşaklarla gitmedim. Ne yeni, süslü elbiselerim, ne su geçmez potinim, ne sıcak paltom vardı. Daima düz kapaklarım yamalı, daima dirseklerim biraz dışarıya fırlamış gezdim. Hiç kimse mektebe giderken bin türlü sıkı tembihle beni öpmedi, ne de akşamüstü yolumu dört gözle beklediler. Hatta eve ne kadar geç gelirsem etrafımdakiler o kadar rahattı. Bununla beraber mesuttum. Bütün bu şeylerin yokluğuna karşılık hayatı ve sokağı kazanmıştım. Mevsimler, insanlar, hayvanlar, eşya en munis, en değişik yüzleriyle benimdiler.” (s. 21-3)

Pakize filmleri gündelik hayatla karıştırıyordu. Hayri’nin radyo ilgisini de kendi YouTube, kitap, film ilgimden doğru düşündüm, budalalıkçılık. Dışarıdan bir hikâye aramak üzerine: “Bence radyo, aklımın erdiği kadarını söyleyeceğim tabiî, –aziz okuyucum bu fikirleri dinlerken, muntazam bir tahsil görmemiş, ömrü kahve peykelerinde geçmiş, ihtiyar bir adamdan geldiklerini hiçbir zaman unutma!– insanoğullarına lüzumsuz meraklar aşılamaktan aşılamaktan başka bir şeye yaramaz. Bazen düşünürüm, ne kadar garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız? Ben bile bu yaşta işimle gücümle meşgul olacağım yerde radyo başına oturup saatlerce, bir kere bile gidip görmediğim, –tabiî sinemalardaki havadis filmleri hariç– futbol maçlarının, boks güreşlerinin hikâyesini dinliyorum.” (s. 29)

Nuri Efendi’nin Hayri’ye bakışı; mütevazı dinleyici: “Nuri Efendi bana fazla iş vermez, verdiği işin de behemehâl yapılmasını istemezdi. Aceleye lüzum yoktu. O, zamanın sahibi idi. Ona istediği gibi tasarruf eder, yanındakilere de az çok bu hakkı tanırdı. Zaten o beni daha ziyade bir dinleyici olarak kabul etmişti. Ara sıra, “Oğlum Hayri! derdi. İyi bir saatçi olup olmayacağını bilmiyorum. Doğrusu, bunu senin hayrın için çok isterdim. Sen erken yaşta iş tutup ona kendini vermezsen büyük sıkıntılara uğrayabilirsin. Yaradılışın mütevazı insan yaradılışı… Hayata ve etrafa karşı yeter derecede dayanıklı değilsin. Seni ancak iş kurtarabilir. Yazık ki bu iş için lazım olan dikkat sende yok. Fakat saatleri seviyorsun, onlara acıyorsun! Bu mühim bir şeydir. Sonra ayrıca dinlemek gibi bir hasletin var. Burası muhakkak. Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir şeye yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır!” diye iltifat ederdi.” (s. 37)

Merkezi bir paragraf, ilk elli sayfada lafı neden uzattığını anlatıyor Tanpınar. Ben de burayı görünce SAE’ye bağlayacak sanmıştım ama birkaç yüz sayfa daha gerekti bağlaması için, olsun. Burada diğer karakterleri ‘içine almasıyla’ edebi bir teknik mi uyguluyor yoksa yine daha ziyade karakteri mi kuruyor, tam anlayamadım. Ama ilk sayfalardan başlayan “Ben Hayri, korkuyorum” cümlesi bu güzel paragrafı kesme noktasını verdi bana: “Niçin, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün hikâyesini bu uzak hatırlarla ağırlaştırdım? Neden bu mazi gölgeleri yüzünden yolum birdenbire değişti? Bunlar o cins şeylerdi ki, ne hakikatini, ne de gülünç tarafını bugünün insanı anlayamaz. Bana gelince, yaşı, geçmiş şeyleri tahayyülden ve hatırlamadan artık lezzet almayacak kadar ileri. Böyle de olmasa, Halit Ayarcı’nın hayatıma girdiği andan itibaren ben büsbütün başka bir insan oldum. Realitenin içinde yaşamağa, onunla mücadeleye alıştım. Even o bana yeni bir hayat buldu. Bu eski şeylerden şimdi çok uzaktayım. İçimde, kendi mazim olsa bile o günlere karşı katılaşmış bir taraf var. Ne yazık ki, bu mazi dönüşünü yapmadan kendimi anlatamam. Ben yıllarca bu adamların arasında, onların rüyaları için yaşadım. Zaman zaman onlarin kiliklarina g’rd’m\ mizaçlarını benimsedim. Hiç farkında olmadan bazen Nuri Efendi, bazen Lûtfullah veya Abdüsselâm Bey oldum. Onlar benim örneklerim, farkında olmadan yüzümde bulduğum maskelerimdi. Zaman zaman insanların arasına onlardan birisini benimseyerek çıktım. Hâlâ bile bazen aynaya baktığım zaman, kendi çehremde onlardan birini tanır gibi oluyorum. Şu anda Nuri Efendi’nin kendini yenmiş tebessümünü yüzümde dolaşıyor sanıyorum, biraz sonra Lûtfullah’ın yalanı benimsemiş bakışlarını kendimde bularak yaptığım işten ürküyorum.” (s. 53)

Geri çekilme, dışarıya açılma, seyircilik, Scott’çu taktikler, hak göremeyiş: “İtiraf edeyim ki, bu garip hadise benim üzerimde babama yaptığı tesiri yapmadı. Halam şüphesiz bize karşı çok büyük bir haksızlık etmişti. Fakat ben hiçbir zaman hak diye kendime ait bir şeye inanmadım. Bütün mazlûm doğmuşlar gibi başıma geleb talihsizliğin neresinden ve ne pahasına kurtulursam kâr sayardım. Mesele yalnız bir hak anlayışı değildir. Daha karışıktır. Hayatımı düşündükçe –yaşım buna müsaittir– daima kendimde seyirci hâletiruhiyesinin hâkim olduğunu gördüm. Başkalarının hâlini, tavırlarını görmek, onlar üzerinde düşünmek, bana kendi vaziyetimi daima unutturdu.” (s. 67)

Hayri korkmaya devam ediyor; bu sefer gelecekten: “Gelecek hakkında korkularımı anlatmağa kalktıkça sözümü kesiyor, “Hiç olur mu? Senin gibi adam! İşsiz kalır mısın hiç?” diyordu. Ben de yavaş yavaş buna inanmağa başladım.” (s. 80)

Meta-korku, yakında Hayri’nin de başına gelecek: “Bütün hayatım boyunca dikkat ettim. İnsanın daima en çok korktuğu şeyler başına geliyor.” (s. 86)

Ardiye ve ölüm üzerine: “Yavaş yavaş herkes evin kaybolmuş hayatının orada toplandığına inanmıştı. Orası birikmiş ayrılıkların, üst üste yığılmış ölümlerin, hatıra ve unutulmaların odasıydı. Yaşayanlar bile orada kendi çocukluklarının, ilk gençliklerinin ölümünü seyrediyorlardı.” (s. 87)

Buranın estetik değeri çok yok ama hikayede bir ağırlığı var, yanlış isim konusu dikkatimi çekti, Hayri’nin psikanalizinde de buna geri dönüyorlar: “Tabiî Abdüsselâm Bey daha ilk günden itibaren başının ucundan ayrılmadı. Konağın eski âdeti üzerine çocuğa benim yerime o ad verdi. Ve yanlışlıkla benim annemin adı olan Zahide adını vereceği yerde kendi annesinin adı olan Zehra’yı verdi.” (s. 89)

Kästner, on rejection and renounce

I read Erich Kästner’s Going to the Dogs: The Story of a Moralist after watching the movie Fabian: Going to the Dogs (2021). This quote is from a letter from Stephan, Fabian’s close friend. Some novelists have a deep understanding of the present, and they foresee the future. Not only the near future. Maybe hundred years ahead. Spoiler alert.

going to the dogs = deteriorate shockingly

‘Dear Jacob, I went to the University at midday today to ask about my research thesis, but the Professor was away again. Weckherlin, his assistant, was there, however, and he told me that my thesis had been turned down. The Professor had described it as totally inadequate, and said that if he passed it on to the faculty, it would only be imposing on them. He also said that there was nothing to be gained by advertising my failure. This work has taken me five years. I’ve been working for five years on something which they wish to bury in secret out of consideration for my feelings.

‘I thought of telephoning you, but I was too ashamed. I have no talent for receiving sympathy – even at that I’m no good. I realized it a short time ago, after the talk we had about Leda. You would have shown me that my misfortune was microscopically small. I should have appeared to agree with you, and we should each have been deceiving the other.

‘The rejection of my work means my ruin, materially and psychologically, but especially the latter. Leda repulsed me, and now the University does the same. On all sides I am repudiated and inadequate. That is more than my ambition can stand. That breaks me, Jacob, mind and body. It is no good citing statistics of how many great men have been unsuccessful in their studies and unhappy in their love affairs.

‘Politically, my trip to Frankfurt was a sickening failure. It ended in a free fight. When I got back yesterday, Selow was lying in bed and Ruth Reiter was here and several other women were lending a hand. And now, as I write, they are throwing tumblers and vases at each other in the next room. When I survey my present situation, I can only say that everything about it is distasteful for me. I have been expelled from the circles where I belong, and those that would accept me I do not wish to enter. Do not be angry with me, dear friend; I am leaving it all. Europe does not need me. It will survive or go under without my assistence. We live in a time when economic horse-trading can alter nothing; it can only hasten or delay the final breakdown. We stand at one of those rare turning points of history, where a new way must be found of looking at life: all else is useless. I have no longer the courage to allow myself to be made fun of by political experts who let the continent die under their hands, while they potter about with their petty remedies. I know I am right, but that is no longer enough. I have become ridiculous, a candidate for manhood who has failed in both subjects, love and work. Let me get rid of myself! The revolver I took from the Communist the other day, by the Märkisches Museum, shall reap fresh laurels. I took it so that no harm should be done. I ought to have been a teacher, for children are the only persons ripe for ideals.

‘Well, good-bye, Jacob. I had almost written, in all seriousness, I shall often think of you. But that is all over now. Do not blame me for disappointing us so. You are the only person I ever knew and yet love. Remember me to my father and mother, and especially to your mother. If you should happen to meet Leda, do not tell her that I was so hard hit by her unfaithfulness. Let her think I was only hurt for the moment. There is no need for everyone to know everything.

Kästner, E. (2012). Going to the dogs: The story of a moralist (C. H. Brooks, Trans.). New York Review Books. p. 136-7.