Ulrich Köhler, Neden Politik Filmler Yapmıyorum (Çeviri)

ifs internationale filmschule köln gmbh

Ulrich Köhler’in 2007’de yazdığı Neden Politik Filmler Yapmıyorum yazısını çevirdim. İngilizce çevirisinden çevirdiğim için iki kat anlam kayması olabilir. Yazıyla Marco Abel’in The Counter-Cinema of the Berlin School kitabında karşılaşmıştım. Köhler, metni bu sınıflandırmanın pejoratif kullanımına dair de bir serzenişle kapatıyor.

***

Ken Loach – Family Life – High on Films

Neden Politik Filmler Yapmıyorum | Ulrich Köhler

Ken Loach’un Family Life (1971) filmi sadece şizofren genç bir kadın hakkında değil, filmin kendisi de şizofren: yönetmenin doğal dehası ile politik olarak güdümlenmiş senaryonun dayattıklarının arasında kalmış. Loach’un oyuncularına sağladığı özgürlükten doğan eşsiz bir psikolojik derinlik ve karmaşıklığa sahip sahneler var, özellikle terapist ve aile arasındaki danışma sahneleri… Fakat ne yazık ki senaryo, bu sahnelere içkin güzelliği politik sömürüsüyle yok ediyor. Açıklığa, müphemliğe ve karmaşıklığa yer bırakmıyor, sonunda iyi ve kötüyü net bir şekilde ayırıyor. Bütününde, filmin kahramanının bireysel kaderine ilgi duymuyor. Kadın tipik bir vaka, dramaturjik yapının içindeki bir vekil. Filmin sonlarına doğru, sağlık durumunun toplumsal sebeplerini araştıran ilerici terapinin ustalıklı başarılarının geleneksel terapistlerin elektroşok tedavileriyle mahvedilmeleriyle yetkin terapist işini kaybediyor. Kadın, kaçma çabasının hemen ardından yakalanıyor ve akıl hastanesine kapatılıyor. Son plan bize kırılmış ve iradesini yitirmiş bir insanın artık ailesi için bir sorun teşkil etmediğini fakat haysiyetini geri dönülemez bir biçimde kaybettiğini gösteriyor.

Filmin sorunu inandırıcı olmamasıyla ilgili değil —böylesi bir durum elbette gerçekleşebilirdi— fakat bir mesajı iletmek için gönderildiğimiz duygusal yolculuğun küflenmiş hissiyatıyla ilgili: Psikozlar baskıcı aile yapılarının ve teknokratik psikiyatrinin ürünleridir. Film didaktik niyetlerini natüralist yüzeyinin altında gizlemeye çalışıyor. Bir izleyici olarak kandırılmış hissediyorum. Film bir Brecht dramı gibi apaçık bir şekilde didaktik olsa ya da Bresson’un L’Argent’ı (1983) gibi kendi nedensel dramatik örgüsünü açık etmeyi seçse daha farklı hissedebilirdim. L’Argent Bresson’un en iyi filmi değil. Toplumsal mekanizmaları, kapitalizmin insanlığı önce yoksulluğa sonrasında da kademe kademe adi suçlardan cinayete itişi üzerinden örneklemesi fazla basite indirgemeci. Fakat film tek nedene bağlı iddiasını sözde-belgesel bir cepheye saklamıyor ve beni niyetlerine dair bir aldatmaya tabi tutmuyor. Biçimin kendisi politik: yönetmenin karakterlere ve seyirciye yaklaşımına dair birçok noktayı açığa vuruyor.

Loach söz konusu olduğunda ruhsal bozuklukların toplumsal koşullarla nasıl bir ilişkisi olduğu sorusu ve bunu değiştirmek için ne yapabileceğimizden çok imajdaki gerçekliğin “olasılığı” ya da derecesi beni çok daha fazla alakadar ediyor. Böylece, film sadece sanatsal değil politik olarak da başarısız oluyor. Loach gibi müthiş dramatik bir yönetmenin sürekli olarak dünyanın karmaşıklığını siyasal programının hatrına nasıl gözden çıkardığını görmek üzücü. Kendi ahlaki tutumunun kapanına kısılmış. Family Life’ın son sahnesinin sistemin geldiği noktayı ihbar etmesi gerekiyor fakat film aslında bu ihbarı kendine doğru çeviriyor: Ana karakter psikiyatrinin kurbanı değil, bizzat filmin kurbanı.

Bana göre film, politik ve sanatsal niyetlerin karışımından hasar görmüş. Hem politik hem sanatsal açıdan. Her şeyin politik olduğu belki de doğru ama sanatsal ve siyasal pratiğin ayrımını koymak faydalı. Siyaset toplumsal hayatı şekillendirir. Siyasal eylem toplumu değiştirmek ya da değişmesini önlemek için yapılır. Sanatın tanımlanmış bir toplumsal işlevi yoktur. Her sanatçı soruyu kendisi için yanıtlamalıdır.

Siyasal eylem işlevseldir. Çöplerin ayırmanın faydaları konusunda insanları ikna etmek için el ilanları dağıtırım ya da iktidar yapısını tersine çevirmek için bombalar atarım. Siyasal eylemin enstrümanlarının kendi başlarına bir değerleri yoktur, değerlerini ulaşmak istedikleri hedefler oranında kazanırlar. Yoğurt kabını geri dönüşüm amacıyla yeşil plastik çöp kutusuna atmaları hususunda insanları argümanlarla ya da yumruklarla ikna edebilirim. Bu durumda ikisi de politik enstrüman olurlar.

Politik ve sanatsal eylemin arasındaki kritik fark işlevsellikte yatar. Sanat eserleri belli bir sonucu hedeflemezler. Sanat herhangi birinin siyasal bilincini teselli etmek için uygun bir araç değildir.

Frederick Wiseman – Titicut Follies

Family Life’a bir karşı örnek, adli bir akıl hastanesine dair yapılmış Amerikan belgeselinde, Frederick Wiseman’ın Titicut Follies (1967) filminde var. Kahramanına yakından bakan Wiseman, onun kaderini askıya alacak sahne dışı açıklamalardan ve dramaturjilerden feragat ediyor. Onun akıl hastanesi temsili iyiler ve kötülere dayanan bir anlatıya ihtiyaç duymuyor. Psikiyatristler ve bakıcılar çokça Loach’un filmindeki akıl hastanesi çalışanlarına göre daha vahşi ve insan dışı davranıyorlar fakat yine de bütün bu karakterlerin hepsi karmaşık birer insanlar. Yönetmen önceden belirlediği bir anlatı amacına doğru yol almıyor, her ne kadar bir akıl hastanesinden neler beklenebileceğini muhtemelen biliyor olsa da. Konusuna çalışmış. Filmi izlerken mekanı yönetmenle birlikte tanımakta olduğumu hissediyorum, önceden hazmedilmiş bir dersteymişim gibi hissetmiyorum. Wiseman benim yargılama kapasiteme güveniyor. Elbette film, sinemacının neyi gösterip neyi göstermeyeceğini seçtiği öznel bir eser. Ama burada sinemacı bulduklarıyla yol alıyor, ispat etmek istedikleriyle değil. İşte Wiseman’in filminin sanatsal mantığı ve siyasal etiği.

Wiseman’in eserinde siyasal ve sanatsal pratik arasındaki ayrımın bir anlam taşımadığı iddia edilebilir. Tartışmasız bir biçimde, Wiseman’in toplumsal koşulları belgelerkenki titizliği ve uzlaşmazlığı bu filmi bir sanat eseri yapıyor. Fakat bu filmi yapıyor oluşundaki saik bana tamamen politik geliyor. Film yarattığı akıl hastanesiyle toplumsal içgörüye kendisini açarak bir özdüşünüm ve potansiyel olarak bir değişim fırsatı yaratıyor. Eğer bir politik sinema varsa, bana göre böyle bir şey olmalı. Wiseman’in filminin bir etkisi vardı. Kapanış jeneriklerinde mahkemenin verdiği ifade, filmin adli tıp kurumunu betimleme biçiminin yarattığı toplumsal basıncı ve farkındalığı ispatlıyor.

İki filmi karşılaştırırken bazı meselelerin kurmaca sinemanın dramaturjik mantığıyla ilgili olup olmadığını kendime soruyorum. Yakın geçmişte Alman tarihine dair yapılan berbat filmlerin çokluğu bu şüphemi pekiştiriyor (1). Devletin fonlama ajansı siyasal eğitimin anlatılarla “paketlendiği” filmleri seviyor —vatandaşların kendilerini çok fazla zorlamamaları daha iyi. Bu pakette bulduğunuz şeyse, örneğin, Türk bir kadınla bir dazlağın dokunaklı aşk hikayesi. Kağıt katlama olarak film üretimi: Sosyal demokrat bir kültürel siyasetin estetik programı bu.

Yapımcılar ırkçılığa, Nazizme, azınlıkların baskılanmasına ya da uzak diyarlardaki yoksulluğa karşıt filmler yaparlarsa üzerlerine para yağdırılacağını biliyorlar: siyasal eğitim ve kültür aynı potada eritiyor. Fonlanan Alman filmlerinin listesine ya da günümüz sinema ve TV üretimindeki svastika sayısına bakmanız yeterli olur. Bu “ikisi bir arada” politikası sanattan çok fazla şey talep eder ve seyircilerinin zekasını hafife alır. Sanatçıyı kısıtlar, seyirciyi yoksun bırakır. Klişelerle dolu, politik olarak etkisiz, sanatsal olaraksa değersiz yığınlarca film üretimine neden olur. Ve daha da kötüsü, bu filmlerin bazılarının rövanşist olmasının yanı sıra, bu tarz işler seyircilerine “politik” filmleri ya da tiyatroyu tüketerek olumlu bir şey yapıyor hissi vermeleriyle toplumsal duraklamayı desteklerler. Marlen Haushofer, De Sica’nın Bisiklet Hırsızları’yla ilgili şöyle yazar: “Bayan Mueller’in gözündeki yaş hiçbir yoksul şeytana bisikletini geri getirmez ve ancak Bayan Mueller’i iyi bir insan olduğu illüzyonuyla bağışlamaya yarar. Bu illüzyon reddedilmelidir.” (*)

Sözde-politik filmlere akıtılan kamusal kaynaklar daha verimli kullanılabilir. Çoğunlukla filmlerin fragmanları kendilerinden daha politik oluyor. O halde neden hala böyle filmler yapıyoruz? Hedefe gönderilmiş bir boya bombası ya da Bild gazetesinde bir başlık çok daha fazla ses getirir. Bir film genelde politik etkisine göre değerlendirilmez ama sözde “politik film”ler öyle değerlendirilmeli. Görünüşteki tematik kaygılar insanların vicdanını teskin ediyor, belki, ama bu siyasal eylemden çok uzak bir şey. Dünyayı değiştiremeyen ve değiştirmek istemeyen bir filmle ilgili ne politik olabilir? “Politik” sanatta politik olan ne?

Bu etkililik ile ilgili şüphelerin ötesinde, bir çok örnekte, ilgilenilen meseleyle dürüstçe bir ilişki olup olmadığından da şüphe edilebilir. “Politik” işler şimdiye kadar genellikle daha niş bir varoluşa sürgün edildiler ve o kadar az insana ulaştılar ki etkisiz kalmak zorundaydılar. Sadece sanat kurumları onları hayatta tutabiliyor. Sanatçının politik amaçları piyasanın mekanizmalarıyla çabucak ihtilafa düşüyor. Daha geniş izler kitlelere ulaşan işler ise başka bir açmaza sahip: Kendilerini politik ve  tahrip edici olarak pazarlıyorlar fakat kazandıkları başarılar ve alımlanma biçimleri bunun tam da aksini gösteriyor, onların müspet karakterine dair gayet iyi bir belirti sunuyor. Eğer bu derecede yüksek bir kabullenme varsa birisi kendi tahrip edici potansiyelinden şüphe duymalı. Sadece sanat olmaya çalışan sanat genellikle çok daha tahripkardır.

Hangi koleksiyonlar Hans Haacke gibi politik sanatçıların işleriyle dekore edilmiştir? Kendinden menkul “provokasyon sanatçısı” [Christoph Schlingensief] Wagner’i Bayreuth’ta sahnelese ne kadar provokatif olur? Kapitalizm eleştirisi yapan bir (Hans Weingartner’ın The Educators filminin tanıtımından alıntılarsak) “politik iyi-hisset filmi” Bavarian Devlet Ödülü’nü ve bütün politik spektrumun övgülerini alıyorsa bu filmin eleştirisi ne derece keskindir?

Politikanın mantığı sanatsal olanın mantığından farklıdır. Politika taviz gerektirir, oysa sanat daima tavizsiz ve esas olarak ahlak dışı olmalıdır. Bunun farkına varamayan birisi sıklıkla ne politik ne de sanatsal olarak ilginç olan bir şey yaratır. Sanat varılacak yere gitmek için bir araç değildir. Sonuca odaklanmaz. Bu önemli bir ayrım.

Sanat benim hayatımda açıklık, müphemlik, ahlak dışılık, sömürü ya da işlevselleştirmeyi reddediş ile karakterize edilebilecek yönleriyle önemli bir rol oynadı. Eğer sanat politikse, kesinlikle şu açıdan politik olmalı: Her ne kadar bir illüzyon olsa da —her sanat eseri aynı zamanda piyasada bir üründürsanatçının kendisi için bir kesinlikle bir ütopya olmalı.

Ayırıcı ideolojik çizgiler çizmek istemiyorum: yüksek ve aşağı kültür, ticaret ve sanat, siyasal aydınlanma ve sinema, habercilik ve edebiyat. Pop, tasarım, mimari, film ve diğer pek çok alanda otonom sanat eserine güdümlenmemiş fakat yine de değerli olan kültürel ürünlerin birçok örneği var. Politik farkındalık önemli ama kültürel pratiğin farklı biçimleri arasındaki ayrım da bir o kadar önemli. Sanatçı olarak sinemacı ne bir sosyal bir pedagog ne bir tarihçidir (ne de bir piyasacı yönetmen). Politik aktivist, kendine filmler, romanlar ve oyunlarınların onun çalışması için uygun olup olmadığını sormalı. Eğer bu araçları seçiyorsa, biçimin politikası da onun için kritik olacak.

Yani, elbette, her şey sanat olabilir: siyasal aydınlanma sanat olabilir, işlevsel olan sanat olabilir, pop sanat olabilir ve politika sanat olabilir —fakat politik olmaya soyunan sanat genelde ne biri ne de öteki olabiliyor. Her kim bir politik pratiği takip ediyorsa eylemlerinin sonuçlarına sadık olmalı. Eğer bu açıdan tutarlı ve yaratıcıysa, eğer yeni bir şey yaratıyorsa, belki o noktada tekrar sanat hakkında konuşmak mantıklı olabilir. Fakat bir sandalye tasarlamak için yola çıkan birisi önce oturağı yaratmalı, toplumu dönüştürmek isteyen bir kişiyse önce politik hareket etmeli. (2)

Film tarihinden bir başka örnek: Shoah (1985) ile Claude Lanzmann unutulmaya yüz tutacak bir bir tarihsel faslı muhafaza etmek istedi. Niyeti politikti, gazetecilik yöntemleriyle ve tarihselci bir araştırma yaptı. Yapıtının sonucu, kanıtın kuvvetine güveni, pedagojiden feragat edişi, insanlık tarihinin en büyük suçu hakkındaki bu politik belgeseliyle insan imgesini sonsuza dek şekillendirecek bir hüviyet kazandı. Schindler’in Listesi’ndeyse Steven Spielberg’ün çok fazla tezat niyeti vardı: sanatsal, didaktik ve ticari. Sonuç ise amaçladığının tam karşıtını tahrik eden bir tarihsel pornografiydi. Uyandırmaktansa uykuya yatırıyordu, ırkçılıkla mücadele etmektense önyargıları pekiştiriyordu (kast seçimi!). Spielberg tarihi değersizleştirdi ve belki film tarihinin belki de en tiksindirici sahnelerinden birini yarattı: gaz odası sahnesi, aynı anda hem porno hem de tarihsel endişenin belgesi.

Sanatçılar yaşadıkları toplumun bir parçasıdır. Sanat politik açıdan masum bir şey değil. Bunu görmezden gelen sanatçılar ya naif ya da gericiler. Fakat sanatçılardan politik farkındalık beklemek bir şey, onların “politik” sanat yapmak zorunda olmalarını iddia etmek başka bir şey. Her kim sanatsal üretimini politik bir amaçla örtmeceli olarak anlatıyorsa çözülemez çelişkilerle karşılaşacaktır ve hem kendini hem de başkalarını aldatacaktır.

Güncel sinema Alman tarihini sömürüyor ve bunu, en iyi örnekte apolitik, geneldeyse gerici bir biçimde yapıyor. İhracat şampiyonları Hitler ve Stasi’ye müteşekkirler. Doğu Almanya’daki kitle ise Oscar ile rehabilite ediliyor. Küçük adam bütün suçundan temizlendi. Şimdi, birleşen Almanya avazı çıktığı kadar bağırabilir: Biz değildik, Hitler ve Mielke yaptı.

Tarihin sömürüsüne katılmak istemeyen bir sinema politikadan bihaber değildir. Daha fazla politik sinema bekleyen film eleştirisinin bunun yerine neden politik metinler üretmediğini merak ediyorum. Belki eleştirmenler daha dikkatli baksalar kendilerini siyasal eğitimin bir parçası olarak değerlendirmeyen bazı filmlerin bile politik olduğunu anlayabilirler. Andreas Dresen’in sözüm ona eğlenceli küçük burjuvası Angela Schanelec’in güvenliksiz ve kayıp orta sınıf entellektüellerinden daha mı politik? Ya da orta sınıf entelektüel kendine bu dünyada ne yaptığını sormaktansa “başkaları” ile ilgilenmeyi mi tercih ediyor? Film eleştirisi siyasal bilince ödüller vermektense estetik kriterlerini gözden geçirse iyi olur. Filmlerin içsel tutarlılığını incelemek yeterince zor, fakat filmin politikasını daha iyi anlamak için bu yöntemi filmin “politik” içeriğini üstünkörü taramaktan daha iyi olduğunu tahmin ediyorum.

Belki biz “apolitik” sinemacılara yönelen eleştirinin arkasında kendimizi sanatsal olarak yeterince geliştirmediğimiz çünkü kendimizi yeterince sorgulamadığımız suçlaması vardır. Bunu daha iyi anlarım. Bu her bir film özelinde tek tek yüzleşme gerektirir. Bu kesinlikle olmayan “okullara” dair standart söylevler çekmekten daha ilginç olur.

Les Demoiselles d’Avignon tahrip edicidir, Guernica kötü bir resim.

Starship Troopers (1998) savaş karşıtı bir film, Saving Private Ryan (1995) ise gerici çöp.

Madonna bir feminist, Alice Schwarzer ise Milletin Annesi.

Bir stadyum dolusu dazlağın “Go West”i söylemesi Rosa von Praunheim’dan daha gey.

Yeşil bir plastik çöp sanat olabilir.

***

(1) Gerçek Hitler yeterince kötü değil miydi? Neden onun kurmaca çiftlerine ihtiyaç duyuyoruz? Onun rejimi milyonlarca kurbanın hayatına mal oldu ve senaryo yazarları hala yenileri üzerine kafa yoruyor. Her bir dramaturjik işkencecidir, doğru. Fakat dehşetin gerçek boyutunu göz önünde bulundurunca, bana masamda oturup yeni bir ıstırabı kurmaca ya da (daha kötüsü) yarı-tarihsel figürlerle tekrardan düşünmek garip geliyor. Godard’la birlikte iddia edersek, Spielberg’ün Auschwitz’i baştan inşa etmesine izin verebilir miyiz? Belgesel bir yaklaşım çok daha ikna edici. İstisnalar, her zaman olduğu gibi: Sokurov, Pasolini, Lubitsch…

(2) Angela Schanelec gibi kişisel bir sinemacıya neden Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla ilgili bir film yapmadığını sormak Frieda Grafe’ye neden film eleştirisi yerine dava raporları yazmadığını sormak kadar cahilce.

(*) Çeviri notu: Bisiklet Hırsızları’nda söz ettiği kadını anladım ama onun adının Mueller olduğunu ben hiç hatırlamıyorum. İnternette bakınca da bulamadım. Acaba bir şeyle mi karıştırıyor ya da alıntılarken sorun mu olmuş diye düşündüm.

Berlin V

Hayatımda ilk defa Noel’i kutlandığı bir yerde geçirdim. Sokaklarda sık sık evine çam ağacı taşıyan insanlarla karşılaştım. Evler, daha doğrusu görebildiğim kadarıyla pencereler, renk renk ışıklarla süslendi. Bir şekilde etkileşime geçtiğim insanlar ısrarla benim de Noel’imi kutladılar, bunun verili kabul edilmesine biraz şaşırdım, biraz da hoşuma gitti kutlanmak, sebebi önemli değil. Hiç Noel hediyesi veremedim ama sinema bileti hediyesi aldım, yasaklar kalkınca Yorck Sinemaları’na hac yolculuğu yapacağım. Bir akşam Potsdamer Straße’yi takip eden Hauptstraße’de yürürken karşılaştığım, eski usül görünümü hoşuma giden Odeon Sineması da bu grubunmuş.

Bir de yılbaşı geçirmiş oldum burada. Havai fişeklerden ilk karşılaştığımda korktum. “Her yıl kazalardan dolayı acillerin dolup taşmasına sebep olan havai fişekler pandemiye rağmen bu yıl da yasaklanmadı” haberleri de bunu tetikledi. Kurumlar değil kişiler havai fişek tüketiyormuş yılbaşında. Birisi ya yanlışlıkla üzerime sıkarsa diye çekindim sokaklarda dolaşırken, sesleri de her patlamada sıçrattı, tepkimi gören birkaç çocuk güldü. Bir kere de Metrobüs’te kolum demire asılı dururken bir çocuk ceketimi çekip para istemişti. Birden irkilip sıçrayınca, çocuk da benim korkuma karşı gülmeye başlayıp arkadaşlarıyla birlikte dalga geçmişti. Sabah karanlığında birlikte karşılıklı baya gülmüştük.

Şansıma evin altında da havai fişek satan bir dükkan var, önünde günlerce sıra oldu, müşteriler havai fişek, torpil, maytap ve bilmediğim başka bir şeyler aldılar. Yılbaşından önceki haftada üç kez dükkanı soymaya çalışmışlar, apartmanın kapısını da kırmışlar. Ben hiç duymadım. Bir gün evden çıkarken apartman çok ağır sigara kokuyordu, zemin kata inince eşyalarını sermiş yerlere uzanmış sigara içip dinlenen bir grupla karşılaşmıştım, arka kapıyı kesiyorlardı, sözsüz selamlaşmıştık. Onlar bir şeyler topladı mı bilmiyorum. Yılbaşı ertesindeyse sokaklar içi boş eğlencelik patlayıcılarla doldu, uzun süre kimse temizlemiyormuş bu hatırayı sokaklardan. Hala basmaya korkuyorum ya patlamamış bir şeyler kaldıysa içinde diye.

Yasa dışı film ve dizi indirmekten 1200 Euro’luk tazminat talep eden bir dava mektubu aldım. İlk günlerimde kartımı basmayı unuttuğum için 60 Euro ceza yemiştim. Cezaların trendi korkutmaya başladı. Ev sahibinden her mesaj geldiğinde kalbim sıkışıyor.

Daha çok yürümeye ve biraz da koşmayı denemeye başladım. Bir yandan da sesli kitap dinlemeyi tekrar alışkanlık haline getirmeye çalışıyorum. İlk olarak eskiden dinlediğim kitaplardan Solnit’in Wanderlust’ını tekrar dinledim. Acaba tekrar başlasam iyi olur mu diye tartmak için. İyi mi kötü mü bilmiyorum ama bu kitap yürüyüş sırasında dinleyince bana sanki o an yüce bir eylem içinde olduğum ilüzyonunu yaratıyor. Yeni kitaplar dinlemeye karar verdim bunun ardına. Sonunda Gun, Germs, and Steel’ı dinledim. Sonrasında adı uzun Prisoners of Geography: Ten Maps That Tell You Everything You Need to Know About Global Politics kitabıyla devam ettim. Aslında böyle kitaplara hiç ilgim yok ama bir yerde görüp merak etmiştim. Yazarın dünya coğrafyasını sanki evinin bahçesini anlatıyormuşçasına detaylıca anlattığı kısımlar politik analizlerinden daha çok ilgimi çekti. İki kitabın da hoşuma giden yanı neredeyse yaşam boyu bir mesleği yaptıktan sonra biriktirilenlerden yola çıkarak yazılmış olmaları oldu. Tarihe girmişken biraz devam edeyim diye daha temel bir okumaya geçtim. Bu iki kitaptan sonra zihnimde tarih boyu faillik ekinler, dağlar, ovalar, evcilleşen hayvanlar, kitle kıyıma yol açan virüsler, kendiliğinden oluşan politik/ekonomik organizasyonlara doğru kaymıştı. Bu var olan koşullar altında tarihi insanların nasıl yaptığına dair de bir şeyler duymak için başladığım Hobsbawm’ın 19. yüzyıl tarihi kitaplarının ikincisindeyim şimdi. İlk cildin bir kısmını Ku’Damm’da zengin mağazalarını seyrederek tükettim. Yürürken dinlediğim kitapların 40%’ını anlayabiliyorum, çok küçük bir kısmını sonradan hatırlıyorum, dinlerken bazen dalıp kaçırıyorum, nadiren geri sarıyorum. Ama biri sorsa utanmadan okumuştum derim. Çifte devrim diyordu, İngilizler ve Fransızlar. 21. yüzyılın yeni coğrafi/sömürü keşfiyse Arktika olacakmış.

Sürekli dizi izledim ve sonunda paydos ettim. En başta planladığım kitapları okuyamadım, filmleri seyredemedim. Kafamda şu an bir şekilde Almanya veya Berlin üçlemesi gibi bir yer edinen Babylon Berlin, Deutschland 83/86/89 ve Berlin Alexanderplatz’ın 2020 uyarlamasını izledim. Dizileri sırasıyla çok iyi, eh ve başarısız buldum. Üçünde de 1920’ler, 1980’ler ve 2010’larda Berlin’e gelen kişiler söz konusu: polis, ajan ve mülteci. Hepsinin hayatı -benimkine göre- çok enteresan olaylarla dolu. Weimar döneminin çalkantıları, Soğuk Savaş’ın son yıllarının gerilimi ve mültecilerin ıstırabıyla bir 100 yıl katetmiş oldum. Sırasıyla; ülke halkı yaşam mücadelesi veriyor, Doğu Berlin’de yaşayanlar yaşam mücadelesi veriyor, ülkeye sığınan mülteciler yaşam mücadelesi veriyor. Babylon Berlin’in dönemin politik arkaplanının yanı sıra yükselen kültürel, sanatsal ve bilimsel dönüşümlerini anlatış biçimini çok sevdim. Charlotte Ritter’i unutmayacağım ama kara film detektifi Gereon Rath’ı unutabilirim. Deutschland 8x serisi biraz yüzeysel geldi ama daha çok dönemin arka planına dair bir iştahla izledim. Berlin Alexanderplatz 2020 neredeyse B-Movie gibiydi, az daha ileri gitse istismar sineması olacakmış. Hapisten çıkan Franz Biberkopf’u sığınmacıya aktarma fikri bütün insani hakları gaspa uğramış birinin hikayesi açısından iyi bir fikir ama dizi radikal olmaya çalışırken çuvallamış diye düşündüm.

Neredeyse hiç kitap okumadım. Neredeyse bir sene olacak, İstanbul’dayken işten ayrıldığımdan beri kitap okumak hiç içimden gelmiyordu, nadiren bitirebiliyordum bir kitabı, o zamanlar işsizliğin getirdiği güvencesizlik duygusuyla ilgili diye düşünüyordum ama hala sürüyor. Dinleyerek öteliyorum şimdilik. Bir iki romana başlayıp sonra okumak üzere erteledim. Barney White-Spunner’in Berlin: The Story of a City kitabına başladım ama bitirmesi çok uzun sürecek böyle devam ederse.

Peter Stamm’ın sanırım Türkçeye çevrilmeyen ama en meşhur romanı gibi görünen Agnes’in film uyarlaması varmış, onu izledim. Karşılaşma, aşk ve yazı üzerine birlikte düşünen klasik bir yazar teması: kütüphanede tanışma, bir araya geliş ve kendine dönen üstkurmaca. Bir diğer uçucu aşk filmi, belki birkaç sahnesi, Petzold’un hikayeden bağımsız olarak etkileyici sineması ve iki iyi oyuncusuyla aklımda kalacak film, Undine. Garip bir şekilde, aklıma On Body and Soul‘u getirdi, belki Ahu Öztürk’ün yazısını yeni okudum diyedir. Rüyadaki geyiklerle kurulan bağ ile suyla kurulan bağ bir şekilde doğayla ilişkilenme açısından birleşti. Tenet’ten iyiydi. Wenders’in yol filmleri üçlemesine de Alice in den Städten ile giriş yaptım. Bugünden bakınca artık böyle bir yabancı yetişkin ve çocuğun yol macerası miadını doldurmuş mudur, bilmiyorum. Garip bir geçmişte kalmışlık hissi uyandırdı. Film ve kitapları tamamen araçsal olarak görmeyi bırakıp Almanya ve Almancayla ilgili olmayan bir şey izleyeyim diyince de karşıma Never Rarely Sometimes Always çıktı, birden sarstı. Twitter’da görmüştüm fakat şimdi bulamadım, “işte böyle bir genç kadın dayanışması, birbirine sessizce destek olmak” gibi bir yorum, bu fikir sürekli kendini dayattı filmi izlerken. Hatırlarken çarpıtmış olabilirim.

 

Berlin IV

İzlediğim filmler arasında Berlin’e dair hatıramda en çok yer eden film en eskisiymiş, Berlin: Symphony of a Great City, 1929. İnternette çeşitli müzikli versiyonları mevcut. Bu etki sadece filmin kendisiyle ilgili değil, her etki bırakan şey gibi etrafını çevreleyenlerden ileri geliyor. Yüksek lisansta aldığım dersler arasında en ilgimi çeken tartışmaların gerçekleştiği derslerden biri olan Cinema and The City dersinin ilk haftalarında izlemiştik. Bir yandan modernite ve kentler üzerine metinler okuyor bir yandan da daha önce haberimiz olmayan acayip filmler izliyorduk. Sinemayı seven ve farklı hatlardan bir şeyler bilen ama çoğu şeyi hiç bilmeyen interdisipliner sınıfımız için çok ufuk açıcı bir ders olmuştu. Dersten aklımda kalan diğer iki iyi film, sonradan takip edememiş olsam da city-essay’in bir örneği Patrick Keiller’in London’ı (1994) ve kült/anaakım olsa da o zamanlar kabuslarıma girdiğini ancak şimdi hatırladığım iki karakteri içeren Midnight Cowboy olmuştu.

Geçmişe dönüşün başladığı yerde aklıma hep yeni bir şey yaşayıp yaşamadığıma dair bir soru geliyor. Bu filmi anmaya çalışırken fark ettim. Yepyeni bir yere gelmişken neden geçmişte iz bırakan şeylere doğru yol alıyorum? İlk düşüncem Berlin: Symphony of a Great City’nin bir trenle Berlin’e girerek bahsi demiryollarından doğru açmasıydı. Man with a Movie Camera ise film gösterimiyle açılıyordu. Bunların yanına o günlerde not aldığım Manhatta‘nın tamamını ise yıllardır hala izlememişim. Ulaşım ve gösteriyle başlayan iki film çokça fabrikalar ve sokaklar üzerinden kent yaşamına dair enstantanelerle ilerliyordu. Burada birkaç kere dolaştığım Park am Gleisdreieck’ın içine yayılmış tren rayları ve parkın içinden ve üstünden geçen demiryolları bana Ruttmann’ın filminin açılışını hatırlattı. Berlin endüstriyelleşme ve bugünkü anlamıyla modern kentlerin oluşumunu, yıkımını ve yeniden yapılmasını pek çok tartışma ve mücadeleyle yaşamış bir kent olsa gerek.

Enine doğru görece geniş ve aktif bir cadde ve üstünden geçen metro hatları, boyuna doğruysa bizzat içinden geçen birçok demiryoluyla bölünen Park am Gleisdreieck oldukça yeni bir park. İlk bölümü 2011’de, tamamı ise 2014’de açılmış. Parça parça, her yerine girip dolaşamadığım, haritadaki görünüşünden daha küçük bir boyutu ve aslında bambaşka bir organizasyonu olan bir yer, haritanın o boyalı yeşillik temsilinden çok uzak. Parkın girişlerinden birinde yer alan bilgilendirici tabletleri okudum ama 19. yy’da demiryolları ve kentin tasarlanışına dair plancılar, halk ve demiryolu işletmeleri arasındaki çatışan çıkarlarla örülü tarihinin hikayesini henüz tamamen anlayamadım. Şu anki hali, endüstriyel alanla yeşil rekreasyon alanının garip bir birleşimi. Yakınındaki Anhalter tren istasyonunun II. Dünya Savaşı’nın hasarlarıyla kullanılamaz duruma gelmesiyle uzun süre atıl konumda kaldıktan sonra bölge sakinleri ve bir yeşil Berlin inisiyatifiyle çeşitli kurumlardan destek alınarak yapılmış. Burada sanırım kamu ve sivil toplum işbirliğiyle kamusal alanlara dair kararlar alınması gibi bir pratik işliyor. Havaalanından çevrilme Tempelhof sahası da buna örnek olabilir. İlk karşılaştığımda daha naifçe bu “ev kira, semt bizim” pratiğinden çok etkilenmiştim ama buradan bir arkadaşımla konuşunca asıl karar alıcıların atıl durumdaki bölgenin çevresine evler diken ve oralarda yaşamaya başlayan orta/üst sınıflar olabileceklerine dair bir uyarıyla olup bitene eleştirel yaklaşabileceğimi öğrendim. Parkın tarihini anlamaya çalışırken anlayamadığım yerlere takıldıkça doğru dürüst teorik ve tarihsel okuma yapmadan öylece dolaşarak ve çevreyi seyrederek bir şeyleri anlamanın en azından benim için pek mümkün olmadığını fark ettim.

İnsanların parklarda veya sokaklarda sürekli sağlık merkezli aktiviteler peşinde olması kafamı kurcalıyor. Önce bunu kültürel bir fark olarak görüyordum yani Avrupalılar sağlıklarına çok dikkat ediyor diye düşünüyordum fakat zamanla bunun sınıfsal yanlarını da fark ettim. Belki bazıları daha keskin gözlemliyordur fakat bana yeni bir yere gidince henüz o kültürün kırılımlarından bihaber olduğum için gözlemlediğim tüm farklar kültürel geliyor.

Şimdiye kadar sadece bu parkta tanık olduğum sportif aktivitelerin dizini: koşanlar, paten ve kaykay kayanlar, bisikletliler, basketbolcular, boks ve tekvando yapanlar, frizbiciler, her türden fitness çalışması, uçurtma uçuranlar, açık alan masa tenisçileri –çok özeniyorum, metal telli bir örnek masa tenisi masalarında oyun oynayan bu insanlara–, hafif curling’e benzeyen Fransız menşeili pétanque (?)  oynayanlar, tahta raketlerle paddle ball (?), yere takılı yaylanan ağın üzerinde voleybol benzeri spikeball oynayanlar… Parkta bira içip muhabbet etmek dışında bu kadar çeşitli şeylerin yapılıyor olması dar hayal dünyamı genişletti. Gerçi Maçka Parkı’nda slackline kurup çok eğlenmiştik bir kere, çocuklar da gelmişti hoplayıp zıplamıştık. Sonuç olarak parkı bir ay boyunca gözlemledikten sonra yeterince heveslendim, hareketsiz ya da sadece yürüyüşle geçen ayların ardından ilk kez koşmaya çıktım. Sırtımı incittim.

Yine de

Gleisdreieck Parkı’nda geceleri yürüyüşe çıktığımda karanlığın içinde yer yer metro ya da trenlerin geçtiği anlarda bir anlığına parkın da aydınlanıp sönüvermesiyle oluşan görüntüden etkilendim. Havanın soğukluğundan dolayı gidip çimenlerde uzun uzun oturmadım henüz ama yürürken bile o anlık aydınlanma ve sönme garip bir his uyandırıyor. Dün gece ilk defa her yürüdüğümde basit ama anıtsal ahşap tasarımlarına hayran olduğum salıncaklardan birinde sallandım. Özlemişim bu duyguyu, daha doğrusu geçenlerde bir arkadaşımın bebeğini sallarken özlediğimi hatırlamıştım. Salıncağın yanında tek başına bir ağaç, onun ardında da üstten geçen tren rayları. Işıklar belli aralıklarla çimenleri yakıyor. Böylece park geceleri başka bir atmosfere bürünüyor. Tek tük insan geçiyor. Burada yaşayan bir fare, tavşan ya da sincap olmak ne kadar farklı bir programlanma anlamına geliyor diye düşünüyorum. Metro saatlerine bağlı bir kaçışma… Karanlıkta seçemiyorum, gözüm de tam görmüyor. Gece yarısında hala squat çalışanlar ve günlük egzersizlerini tamamlayamaya çalışan insanlar var. Çoğu kişi geceleri koşuya çıkıyorlarsa kendi üzerilerine veya evcil hayvanlarını dolaştırıyorlarsa onların boyunlarına kırmızı ve mavi ışık saçan lambalar takıyorlar. Böylece kimse kimseyle çarpışmıyor.

Berlin III

Lidl lohnt sich

Yakınında olmayı sevdiğim ilk yer, Landwehrkanal

 

Kaldığım evin 150 metre ilerisinde küçük bir otopark var. Geniş Yorckstraße’nin adının Goebenstraße olarak değiştiği yerde -bu uzun kesintisiz caddenin adı yürüdükçe sürekli değişiyor, bir düzine aracın park edebileceği açık bir alan. Otopark ve cadde arasında kabinsiz bir ankesörlü telefon, parkın öte tarafında da 50 cent’e kullanılabilen bir tuvalet kabini var. Parkın iki yanında da turuncu sokak çöpleri duruyor, birisi hemen göze çarpan bir yerde, diğeriyse ışık görmeyen bir kuytuda. O yüzden ilki hep dolu ve etrafına çöp saçılıyken diğeri püripak duruyor. İlkinden sarkan bir muz kabuğuna iki gün art arda sigara söndürdükten sonra diğerini fark ettim, o gün bugündür kuytudakini kullanıyorum. Etrafta insanlar varken oraya çöp attığımda belki onlar da fark edip iki çöp kutusunu dengeli kullanmaya başlarlar. Telefonun ve görünür olan çöpün yanında birer de bank var.

Tuvalet kabinini henüz hiç kullanmadım ama dışarıdan görünüşü çok temiz ve şık, kapısının hemen yanında birkaç kilometrelik bir çapı olan dijital fakat etkileşime kapalı bir kent haritası var. Gece ışıl ışıl parlıyor. Oyunlaştırdım, kapsadığı haritadaki bütün sokakları yürüyorum, sonra tekrar dönüp yürüyüşü yerleştiriyorum. Bugün doktora gittiğimde yazılımcı olduğumu ve laboratuvar ortamını dijitalleştiren bir şirkette çalıştığımı söyleyince doktor ‘ah, bilmem mi’ gibi bir hareket yaparak Almanya’da dijitalleşmenin çok sorunlu ve gecikmiş olduğundan dert yandı. Türkiye’de kapısında kent haritası bulunan bir tuvalet görmedim ama öte yandan dijital bankacılıkta Türkiye veya birçok başka ülke Almanya’dan iyi durumda denir hep. Burada asıl sebebin tam ne olduğunu bilmiyorum, sanırım bir güven sorunu var fakat dijitalleşmeme ya da ağırdan alma direncinde bana etkileyici gelen bir yan var. Bu veya herhangi bir teknik dönüşümün bedellerine dair bir çekince olabilir belki altında. İlk baktığım kaynaklarda dijitalleşmeyi öne koymayan devlet politikaları, şirketlerin olası yüksek maliyetlerden çekinmeleri, uzman ve know-how eksikliğinden bahsediliyor.

Leon Seibert | Unsplash

Sigara içmeye çıktığımda hemen hızlıca buraya geliyorum, biraz volta atıyorum. Taşınmadan hemen önce, evden çalıştığımı kısa bir süre gözlemleyen annem işe ara verdiğim bir anda kalkıp evin içinde yürüdüğümü ve pencereden dışarı sarkıp sigara içtiğimi görünce, “ne kadar hapishane gibi” demişti. Otoparkın görüş açısını seviyorum. Bir üçyol kesişiminde olduğu için birkaç sokağı birden görüyor. Cadde geniş, etrafı açık, eğer o sırada güneş gökyüzündeyse burayı güzelce aydınlatıyor, ısıyı dolayımsızca alabiliyorum. Park -otopark gittikçe hayalimde parklaşıyor- gündüzleri küçük bir dinlenme noktası işlevi görüyor. Genelde paketçiler ve kargo çalışanları bisikletlerini çekip, banka oturup meyve ya da pakette tatlılar yiyorlar. Kısa kalıyor, dinlenceleri bitince hemen yola koyuluyorlar. Akşam üstü bir iki bira içen ya da akşam yemeğini yakındaki Hisar Döner’den almış kişi ve gruplar konaklıyor. Saatler ilerledikçe önce kısa süreliğine ilksel amacına, mecburi tuvalet ihtiyaçlarına cevap veriyor, sonra sevişme ve uyuşturucu kullanma ve satış yapma mekanı olarak sessiz sakince hizmet verdikten sonra belli bir saatte atık toplayıcılarının ısınma ve topladıklarını biraz daha sıcak bir ortamda ayıklama mekanına dönüşüyor. Ben henüz Almancayı sökemediğim için nasıl olduklarını soramıyorum kimseye. Fakat bana iki kere “tuvalete mi gideceksin” diye sordular. Sanırım param yoksa vermeyi teklif edeceklerdi. Tuvaletin dolu olup olmadığını soracak olamazlar çünkü kocaman yazıyor besetzt diye. Tam emin olamadım neden sorduklarından. Birileri içeride çok uzun süre kaldığında kapıda insanlar birikiyor ve bağırış çağırış başlıyor. Bir kere yaka paça çıkarılıp altı yedi polis tarafından duvara yaslanan bir delikanlı vardı, yarım saat orada mücadele verdikten sonra salıverildi. Giderken sürekli dönüp bağırıyordu. Ama işte ne dediğini anlayamayınca altyazısız film gibi geçip gidiyor.

Taşınmadan birkaç önce kalacağım yer belli olduğunda Schöneberg civarlarında Google Maps’in sarı figürüyle birlikte dolaşmıştım. Şansıma bu civarın kayıtları hep 2008 yılından kalma. İstanbul’un sokak görünümleri genelde son birkaç yılda çekilmiş oluyordu. Fotoğrafta ağaçların olduğu yer otopark, o zaman yokmuş sanırım ya da yapraklardan görünmüyor fakat ağaçlar yapraklarını dökmüş bir şekilde duruyorlar hala. Kırmızı çantalı bisikletlinin arkasında da telefon görünüyor. Sadece sokaklarında 400,000’den fazla ağaç bulunan ve her sonbaharda 80,000 tonluk yaprak döken Berlin’de de sanırım benim de parçası olduğum göç sebebiyle inşaatlar epey fazla, altyapı çalışması da çok var, belki belediye de pandemiden istifade ediyordur. Şantiye görünümünde İstanbul’la yarışamaz fakat yine de sık sık kaldırımların kapatıldığı ve binaların etrafına iskelelerin kurulduğu yerlerden geçiyorum. Kaldığım bina 19. yy. sonlarına doğru yapılmış, askeri lojman gibi bir şeymiş. Beşiktaş’ta oturduğum evden daha eski bir evde oturamayacağımı düşünürdüm, mümkünmüş. Fotoğraftaki karşıdan karşıya geçme noktası şu an inşaat halinde, kullanılmıyor. Tarihe ucuz notlar düşmek istiyorum. Buradaki fotoğrafların artık geçersiz olduğunu ilk fark ettiğimde aklıma Google’a mail atıp çekimlerde kullandıkları lensleri sormak ve bir yerden bulup onların bakış açılarından (tek bir bakış açıları olmasa da, olanlardan seçerek) aynı mekanların güncel fotoğraflarını çekerek bir yakın geçmiş/şimdi karşılaştırması yapmayı düşündüm. Önce böyle bir şeyle uğraşmak komik geldi, sonra böyle bir fikrin aklıma gelmesi trajik. Oh, reverse Žižek.

Burada Berlin’e taşınmayla ilgili bir şeyler yazdıktan sonra bir iki arkadaşım ve yüz yüze tanışmamış olsam da internetten iletişim kurabildiğim bir iki kişi yazdığım şeyleri okuduklarını söylediler. Bu beni çok heyecanlandırdı. Bu sanırım birine ya da bir arkadaş grubuna karşı direkt hitap eden pratik bir niyetle yazmadığım bir şeye, yani ortaya bıraktığım bir metne daha önceden hayatımda asla birileri tarafından yanıt verilmemiş olmasından kaynaklanıyor. Değişen, göçe ve teknolojiye uyarlanan bir iletişim biçimi olabilir, vuruş sayısı fazla olan bir sosyal medya. Böyle olunca da hemen bu Berlin’e taşınma ve bunun hakkında bir şeyler paylaşma meselesini ciddiye almaya, doğru düzgün bir şeyler yazmaya çalışmaya karar verdim. Yazdıklarıma ve hissettiklerime bir baktım, yeni bir şehre geldikten sonra ilk düşündüğüm şeyleri tekrardan fark edince bir iğrenme ve utanç duygusu hissettim. Başka neler yapabilirim diye düşündüm. Bulamadım. O yüzden bugün bu basıncı saptırmak için aklıma ilk gelen şeyi yazmaya karar verdim. İyi ya da aslında sahip olamayacağım bir şeyi yapmaya çalışınca hiçbir şeyi beceremiyorum ama eşelenmek en azından birden alakasız bir şeyi keşfetmeye olanak veriyor.

Berlin II

Buraya yerleşeli birkaç gün oldu. Üç aylık geçici bir sözleşmeyle eşyalı bir dairede kalıyorum. Ev sahibi evin içini IKEA tasarım evlere karşı eleştirel ve zanaatçi bir niyetle, parçaları tek tek bulup toplayarak, kişisel bir tasarım zevkiyle hazırlamış. Piyanist, piyano öğretmeni (Isabelle Huppert yine göz kırpıyor). Son beş altı yıldır yaşadığım, her yağmurda damlatan ve şişmeleri sürekli ilerleyen tavanıyla, çatının toptan tamirinin her an kentsel dönüşüme girerek yıkılabileceği ihtimaliyle ertelendiği ama benim de bir türlü çıkmaya ikna olamadığım apartmandaki kiralık daireye göre daha şık diyebileceğim bu ev bana 48 saat içinde bir soru sordurdu. Acaba şimdiden ev sahibiyle konuşup 3 aylık kira sözleşmesini 6 aya uzatabilir miyim?

Sigara içemediğim, büyük kapısını sesli çarpmamak üzerine uyarıldığım, içinde yürürken parkeden çıkan seslerden dolayı az ses çıkaran bir terlik aldığım bu eve bir anda “ben burada daha uzun süre kalayım” duygusunu atfetmeme yol açan şey ne diye düşünüyorum. Anlaştığımızdan daha uzun süre kalmayı teklif etme düşüncesi geldikten biraz sonra bu ev sorgusu geldi hemen aklıma. Küçükken sık sık taşınırdık, üniversite sonrasında da üç dört kere taşındım. Bir yerde kalmak mı istiyorum gitmek mi hiç emin olamadım ama genelde gitme düşüncesini taşıyıp daha uzun kaldım.

Geçici olduğu başından belli bir mekanda yaşamak ve gerçekten evim dediğin bir yerde yaşamak arasındaki ayrımı biraz düşününce aklıma bir fikir geldi. Olur da sürekli otel odası veya eşyalı geçici yerlerde kalarak yaşamı idame ettirmeyi başarabilirsem, bu sırada da para biriktirebilirsem belki 15-20 yıl içinde bir ev sahibi olabilirim. Böylece çalışamaz duruma gelip ya da bir kriz sırasında kirayı ödeyemeyip çıkarıldığımda gidecek bir yerim olur. Berlin’e yolculuktan bir gün önce, Taksim’den kalkan bir 559c otobüsünde henüz o gün evsiz kalmış birisiyle tanıştım, Invisible People’da dinlediğim hikayelere çok benziyordu anlattıkları, ilk defa sanal olarak değil de kanlı canlı bir şekilde dinledim, göçmeden bir gün önce. Pandemiyle birlikte düzenli gelirini ve o sıralarda annesini kaybedip birkaç yıldır kaldığı otelden çıkmak zorunda kalan yetmişlik bir adam ve market arabasına yüklenmiş bir tomar kıyafeti.

İlk cumartesi günümde önce Crellemarkt’a gittim, Orta Doğu sponsorluğunda bir semt pazarı. Domates, marul, brokoli, patlıcan ve minicik kabaklar aldım. Bu kabakları daha önce sadece yemek tarifi videolarında görmüştüm. Minicik kabaklara karşı dev salatalıklar. Pazarla ilgili kendisinden daha ilginç olan yan, hemen yanındaki tren raylarının altına kurulan kaçak mal pazarıydı. Köprü altında küçük çantalarda şampuan, çikolata, parfüm, çam fıstığı gibi tamamen rastgele şeyler satanlar. 2018’den beri nasıl kaldırırız burayı diye düşünüyorlarmış. Şampuana markette o kadar para verdiğime üzüldüm. Buraya her hafta sonu uğrayacağım.


Bugün ofise gittiğim üçüncü gün, Berlin’e taşınalı da iki hafta oldu. Şimdiye kadar dışarıdan sadece iki kere yemek yedim, evet ikisi de döner. Evde yemek hazırlama pratiğimi bozmamaya çalışıyorum. Bir kere bozarsam tamamen bırakıyorum ve geri dönülemez şekilde dışarıda yemek yemeye başlıyorum. Şu an pandemi tedbirleri sebebiyle her yerde oturmak yasak olduğu için sokaklar ekmek arası bir şeyler yiyen insanlarla dolu. Bir dönerci varsa yakın çevresine bu koku sinmiş oluyor.

İstanbul’dayken bu yemek söyleme pratiği sadece sağlıksız oluyordu fakat buradaki fiyatlardan şimdilik anladığım hem sağlıksız hem de maliyetli olacağı. O yüzden pazardan sebzelerimi alıp evde dandik yemeklerimi yapıyorum. Tıpkı Balkan Lokantası’nda olduğu gibi, yaptığım yemeklerin hepsinin tadı birbirine benziyor. Tariflerini yazsam neredeyse 70%’i ortak çıkar, aynı açılışa sahipler. Yağ, soğan, salça, sarımsak ve sonrası… Lezzeti değiştiren nüansları da bilmiyorum. Salt, fat, acid, heat feat. ısıt, kaynat, kavur, yakma.

Geçen perşembe günü ofise gittiğimde öğle yemeği için birisi döner yemeyi önermişti. Almancadaki kelime oyunu sebebiyle perşembe günleri bazı dönerciler indirim yapıyorlarmış, 2.5 €’ya bir döner yedik öğlen. Şimdiye kadar Avrupa’da yediğim dönerlerin Türkiye’den en temel farkı salata-yoğun olmaları. Bu salata-yoğunlukları onları bir açıdan sağlıklı tüketim segmentine sokuyor sanırım. İlk izlenimime göre Berlin’deki hızlı yemek kültürü döner-falafel-hellim üçgeninde ilerliyor. Falafel hellim vejetaryen döner olmuş gibi. Hangi kültür ya da mutfaktan geliyor olursanız olun kendi tarzınızla bu ürünleri piyasaya sunabiliyorsunuz. Sudan mutfağıyla Türk mutfağını farklı soslarla aynı potada eritiyor. Çiğ köftenin vegan dostu markalanışı da beslenme maliyetleri ve kültürel farklar arasında sorular yarattı kafamda. Etsiz çiğ köftenin yolculuğu Türkiye’den başlayıp buraya gelirken kat ettiği bütün dönüşümler açısından ilginç.


Tekel’deki (Späti’deki) abiyle tanıştık, geldiğimden beri oturup muhabbet edebildiğim ilk yabancı oldu. Çok güleryüzlü bir şekilde karşıladı beni, birkaç saat konuştuk, hayat hikayelerimizi paylaştık. İlk on dakikada birbirimizi politik olarak anlamaya çalıştık sanırım, burada böyle bir durum olduğunu seziyordum, doğruladım. Kürtler ve Türkler önce bir tartıyorlar sen kimsin diye. Birkaç gün gitmedikten sonra bir daha uğradığımda “öyle bir gelip konuşup bir daha uğramayınca bu eleman ajan mı diye düşündüm” dedi. Hayatımda ilk defa yediğim bir meyve ikram etti, kaki diye. İlk çağrışımı hurma olsa da biraz elma ve şeftali karışımı gibime geldi. Cennet meyvesiymiş, duydum ama görmemiştim, bir ara pazarda pahalı fakat çok sağlıklı diye konuşulduğunu duymuştum. İnternette bakınca Trabzon Hurması olduğunu öğrendim. Gitmek tabi aslında biraz da geri dönmek. Yeni bir şey öğrenmekten ziyade geçmişte bilmediğin bir şeyi daha fark etmek.


Tembellik ettiğim için bir türlü doğru düzgün Almanca çalışamıyorum. Dili sanki gerilla yöntemlerle öğrenebilirmişim gibi sahte bir inancım var. Sürekli Almanca rap dinliyor ve biraz da film izliyorum (Bu rap alemine dair konuşmak ve bir şeyler paylaşmak isteyen kimse var mıdır acaba?). Berlin Alexander Meydanı’nı okudum, şimdi Fassbinder’in dizisine başladım, modern bir uyarlaması da varmış onunla devam edeceğim. Franz Biberkopf belki de yeni bir şehre taşındığımda yoldaş olarak seçebileceğim en baştan kaybeden karaktermiş, her zamanki gibi hatalı bir seçim. İyi edebiyat, boktan yaşam. Babylon Berlin’i de izlemeyi başarırsam izleyeceğim.

Farocki’nin A New Product’ını izledim, geldiğimden beri izlediğim en iyi filmlerden biriydi. Gelmeden önce birkaç arkadaşla Sennett’in Karakter Aşınması’nı okuyup konuşmuştuk, o hattın yönetici tarafına dair korkunç tasarımları ortaya soğukkanlı bir şekilde dökmüş diye düşündüm. İş ortamındaki o tasarlayıcı ve hükmedici dili toplantıları çektiği açılarla ve sürekli rahatsız edici bir etki uyandıran taraflı montajıyla, yani bir filmin/videonun birincil araçsal aygıtlarının dışında hiçbir sözel müdahaleyi kullanmadan aktarmasıyla temasını ve pozisyonunu kabak gibi ortaya koyması çok hoşuma gitti. Çalışma ortamının tasarımına dair geçmişteki büyük geri sıçramalar kadar olmasa da yıkıcı bir zamanda yaşıyoruz. Zaman-mekan sıkışmasına dair tartışmalar bugünün uzaktan çalışma günlerini kehanetçi bir şekilde öncelemişti. Gece aydınlatılan fabrikaları, üretim bandını, ofis ortamını ve birçok başka mekanı tasarladınız şimdi de uzaktan çalışmayı tasarlıyorsunuz, kolay gelsin.

Ev sahibi bir gün çaya davet etti. İkinci yabancı. Bir şekilde rantiye ilişkisinin ötesine geçebildik diye umdum, belki yanlış okumuşumdur. Karşılıklı kitap önerilerinde bulunduk, kim neyi okur bilmiyorum ama bana iki yazar tanıttı. Adını The Reader’dan duyup okumadığım Bernhard Schlink’in yanı sıra Jakob Wassermann ve Martin Suter’i önerdi. Wasserman’ın İngilizce bir çevirisine erişemedim ama Mann çağdaşı ve benzeri dediği için merak ettim. Suter’in ise bir romanının çevirisini okumaya başladım bugün, sanki bir budala romanı gelebilir diye heyecanlandım. Ben de ona Peter Stamm’ı önerdim, bakalım sohbet devam edebilecek mi. Filmlerde de sonunda hep ertelediğim Fassbinder ve Wenders’lere dönmeyi planlıyorum. Handke’nin Solak Kadın’ının filmini ve Kluge’nin çok uzun isimli ajanlı filmini kötü buldum ama korsan yasalarını çiğnemeden iyi Almanca filmler izlemeye çalışacağım. Torrent’in cezalandırıldığı bir yerdeymişim.

Kent kapalı ama kaldırımlar ve parklar hala açık, ne olur kapatmasınlar