“Vakit geçirmek çok zor değil. Bazen bir taş midemi ayrı, başımı ayrı, tüm varlığımı ayrı eziyor olur, o taşı daha uzaktan bana doğru yuvarlanışından, daha gün içinde bana doğru yol alışından tanırım, kuvvetini bilirim. Ama yerimi değiştirsem de, bir yerlere kaçsam da beni bulacağını bilirim. Son yirmi-yirmi beş senedir onu görünce kaçmıyorum da sadece kasılıyorum. Bana yapacaklarını bilip sadece kasılıyorum. Bir de köpeğim vardır. Siyah bir köpek, cinsi minsi yok, sinirli, saldırgan bir sokak köpeği. Çocukluğumdan beri ne zaman sıkılsam, dehşete ya da üzüntüye düşsem bu köpek, bu aynı köpek, bu uzun ömürlü, siyah, hep cevval, hep hırslı, hep aynı öfkeyi yorulup bıkmaksızın taşıyan köpek rüyamda beni sabahlara kadar kovalar. Sonunda da kilidi açılmayan eski bir evin kapısında yakalar. Ben kapıyı müthiş bir telaş ve korku içinde, elimde şangırdayan anahtarlar, zangır zangır titreyen ellerimle açmaya çalışırken onun kesik kesik, iştahlı soluğu yaklaşır, ensemden o buz gibi ter boşalır, sırtımdan aşağı hızla kovayla dökülürcesine inişi ile beraber sağ ayağımın arkasına köpeğin dişleri geçer. Köpek önce bir iki dişini yerleştirirken en uygun yeri de bırakmadan arar ve hep topuğumun üstündeki o yeri dişine uygun bulup oraya bütün dişlerini var kuvvetiyle geçirir. Böyle uyanırım, sırtımda bir kova soğuk ter, köpeğin soluğu kulağımda, ayağımda birkaç gün sürecek, hatta beni topallatacak müthiş bir ısırılma ağrısıyla yatakta doğrulurum. Kendime baksam merhamet ve acıma duygusu beni o kadar kendi gözümde küçük düşürür ki bir daha bunu gören, bilen olarak nasıl neyle havalanırım bilemem. Kendimi görmezden gelirim. Kendimi gözümden kaçırırım. Ve birkaç gün soluk soluğa koşmanın, ısırığın verdiği ağrının topallığını sürüyerek pek zavallı gezerim. Yüzümde hiç bu kadar tahsilli, yabancı diller bilen, Avrupa, Amerika görmüş, her zencefilli içeceği içmiş, malt viskileri meleklerin payından sonra ilk yudumlamış bir adamda görülmeyecek bir melal, pantolonum üzerime yakışmayacarak, gömleklerimi doğru seçmeyerek eski semtlerde, camilerde, mütevazı esnaf lokantalarında, köhne pida salonlarında şifa ararım. Şifa her zaman ama her zaman bir mahzunluğun, eksikliğin yoksulluğun içindedir elbet. Kahve tonlarında kumaş pantolonuma hiç uymayan mavi ekoseli gömleğimle yürüye yürüye Saraçhane’ye geldiğimde beni daha az şeylerle yaşanan bir dünyanın ısısı sarar. Yürüdükçe yürüdükçe pantolonum ve gömleğimi daha az rahatsız edici bulmaya, çevreye gösterilen uyuma ve yadırganmamaya duyduğum güvenle kendimle arama bir ufak af girer. Belli etmeyen ama yüzündeki kas gevşekliğinden sonunun barışıklık olduğu müjdesi alınan bir anneyi görmüş gibi olurum. Bunu bir kere gördükten sonra artık fazla telaşa, korkuya mahal kalmaz, hatta ağırdan almaya başlarım. Evet, Saraçhane’nin yüzünde, pidenin elde bıraktığı unda, kocaman çay bardaklarında, esnaf lokantasında pilavın yanına boylu boyunca manasızca yatmış sivribiberin teslimiyetinde, yoğurt kâselerinde, tavuğun pörsümüş derisinde, ödenen hesabın insafında, başka ekose gömlekli bir efendinin uğurlayışında bir insaf ve merhamet bulurum. Çocukların avlusunda koşuştuğu, duvarında yeni doğum yapmış kedinin ince, meraklı suratında, kısa albenisiz tüylerinde, önüne atılmış sevemeyeceği yiyeceğe bakışında ve onu kabule çalışmasında bir insaf ve merhamet bulurum. Avluda ahşap sırada otururken konuşulan adamın durgun yüzünde, başkasına söylenemeyecek bir itirafınızı oracıkta duyduğunda dile getirdiği beşerliğin aczini diliyle sarf edişinde şifa bulurum. Bütün kalbi sıvayan mayide yabancı dillerde olmayan bir renk ve yirmi sene mağarada bekletilmekle övünmeyen, çıktığı koyunu hâlâ otlayan Caminin içinde, kandillerin damlasında, sessiz bir sütun arkasında, mahfilin iki yanında duran uzun boylu comtois saatlerin tıkırtısında ve renkli kadranlarında, akrep yelkovanın yer yer soluklaşmış menevişinde, ağırlıkların sarsılarak aşağı iniş sesinde, çekicin çalmaya hazırlanırkenki boşluğu duyup geri çekilişinde, genç, solgun yüzlü, öne arkaya sallanarak okuyan delikanlının büktüğü dizlerini hafifçe yer değiştirişinde, vücudunun rahatsızlık duymasından duyduğu rahatsızlık, yutkunmak için hep son anı bekleyişinde hastalığa sebep olanların bilmedikleri bir şifa bulurum. Bütün bu bulduklarım birkaç zaman içinde bana da tesir eder ve bunlardan sızan bir katre beni günler sonra tekrar iyi eder. Evimde şöyle bir durduğumda bütün gördüğüm, duyduğum, hissettiğim şeylerle camdan bakışımdaki hal bana tesir eder. Çok ama çok ağır bir şey beni ezerek iyi eder.”
Şule Gürbüz, Zamanın Farkında, İletişim Yayınları, 2015 [2011], 5. basım, s. 175-7.
“Kasabaya dönünce bir kafeye oturdu Bloch ve kâğıt oynayanları seyretmeye başladı. Arkasına oturduğu oyuncuyla arasında tartışma çıktı. Öbür oyuncular Bloch’tan çekip gitmesini istedi. Bloch arka odaya geçti. Diya gösterili bir konferans veriliyordu. Bir süre baktı. Güneydoğu Asya’daki misyoner hastaneleri üzerine bir konferanstı bu. Yüksek sesle lafa karışan Bloch, izleyicilerle atışmaya başladı gene. Arkasını dönüp çıktı.
“Çocukluğumda sıkılır, sıkılırdım. Yetişme çağımda biraz daha başka türlü sıkılmaya, bazen sıkıntımdan utanmaya, bazen de sıkıntımdan gururlanmaya başladım. Çünkü önceden sıkılan bir bendim buna sebep sıkılmak utanılacak bir şeydi. Sonra sıkılanlarda bir hava ve başkalık olduğunu görecek kadar etrafa açılınca bunu ben de bir eşarp gibi, şapka gibi taktım. Beğenmesem de, varlığından rahatsız olsam da, zevksiz ve ağır duysam da taktım. Sonra, işte sonra sıkıntısından sıkılan aksesuarını çıkardı, ne rahatsa onu giydi, ne makbulse onu taktı. Ben şapkanın kafam, eşarbın boynum olduğunu o zaman anladım. Her zaman işte böyle aptaldım.