Blanchot, Temel Yalnızlık ve Dünyadaki Yalnızlık

“Yalnız olduğumda orada olan ben değilim ve ne senden uzakta kalıyorum, ne başkalarından, ne dünyadan. Başına bu yalnızlık izleniminin, sınırlarıma ilişkin bu duygunun, kendim olmaktan doğan bu sıkıntının gelebileceği bir kişi değilim. Yalnız olduğumda, orada değilim. Bu, ruhsal bir durum anlamına gelmez, yitip gitmeli, bir merkezden olduğu gibi kendimden kalkarak duyduğum şeyi duymaya ilişkin bu hakkın silinmesini belirtir. Beni karşılayan şey, biraz daha az kendim olmam değildir, “benim ardımın”, benin kendi başına olmak için gizlediği şey olmasıdır.

Dünya düzleminde, nesnelerin ve varlıkların da bulunduğu yerde olduğumda, varlık derinlemesine gizlenmiştir (Heidegger de bizi bu düşünceyi benimsemeye çağırır). Bu gizlenme çalışmaya, olumsuzluğa dönüşebilir. “Varım” (dünyada) yalnızca eğer varlıktan kendimi ayırabilirsem varım anlamını taşımaya yönelir: Varlığı yadsıyoruz -ya da, bunu özel bir durumla aydınlatmak istersek, doğayı yadsıyoruz, dönüştürüyoruz- ve çalışma olan ve zaman olan bu olumsuzluk içinde, varlıklar tamamlanır ve insanlar “varım”ın özgürlüğü içinde doğrulurlar. Beni ben yapan şey bu, varlıktan ayrılmış olarak var olma, varlık olmaksızın var olma, varlığa hiçbir şey borçlu olmayan, gücünü var olmayı reddetmeden alan bu şey, kesinlikle “doğası bozulmuş” olan, kesinlikle ayrılmış olan, bir başka deyişle kesinlikle salt bir biçimde var olma kararıdır.

Varlığı yadsıyarak kendisi aracılığıyla kendimi doğruladığım bu güç yine de yalnızca herkesten oluşan toplumda, çalışmanın ve zamanın işlemesinin ortak devinimi içinde gerçektir. Varlık olmaksızın var olma kararı olarak “varım” yalnızca bu karar herkesten başlayarak bana ait olduğu için, olası kıldığı ve onu gerçek kılan devinim içinde ortaya çıktığı için gerçekliğe sahiptir: Bu gerçeklik hep tarihseldir, hep dünyanın gerçekleşmesi olan dünyadır bu.

Yine de, beni varlık dışı varlık yapan, var olmayı yadsımayı içinde “var olduğum” bu tek fışkırma noktasında yoğunlaştırarak aydınlatan bu karar, varlıktan bağımsız olarak, varlıktan ayrılmış olarak varolmaktan oluşan bu başlıca olasılık aynı zamanda varlıkların ayrılmasına dönüşebilir: Diğerleri olmaksızın ortaya çıkmak isteyen bir Ben varımın saltlığı. Genel olarak (dünya düzeyinde) yalnızlık olarak adlandırılan şey oradadır. Tek başına bir egemenliğin gururu, ayrımların ekini, kendisi aracılığıyla gerçekleştiği eytişimsel gerilimi kıran öznelliğin anını ele alalım. Ya da, “Ben varım”ın yalnızlığı onu kuran hiçliği keşfeder. Yalnız Ben ayrıldığını görür ama bu ayrılmada gücünün koşulunu tanıyabilecek yetenekte değildir artık, ondan etkinlik ve çalışma aracı, her türlü dış iletişimi kuran anlatım ve gerçeği sağlama yeteneğinde değildir artık.

Kuşkusuz, bu son deneyim genel olarak iç sıkıntısının sarsıntısına bağlanandır. İnsan o zaman kendisinin varlıktan ayrılmış, uzakta olduğunun bilincine varır, şunun bilincine varır ki özünü var olmamaktan alır. Ne denli dokunaklı olursa olsun, bu an özü kaçırır. Hiçbir şey olmamam, bu elbette “kendimi hiçliğin içinde tuttuğumu” söyler, bu kaygı verici ve can sıkıcıdır, ancak şu şaşırtıcı şeyi de söyler ki hiçlik benim gücümdür, var olmayabilirim: İnsan için özgürlük, egemenlik ve gelecek buradan kaynaklanır.

Ben var olmayan kişiyim, topluluktan çekilmiş kişi, ayrılmış olanım, ya da, söylenmiş olduğu gibi, kendisinde varlığın tartışma konusu edildiği kişiyim. İnsanlar var olmama gücüyle ortaya çıkarlar: Bunun için olduklarından başka olarak ve bir başkaldırmayla, bir tehlikeyle, ölüme değin giden ve tarih olan bir savaşımla varlıktan kaçarak devinirler, konuşurlar, anlarlar. Hegel’in gösterdiği budur. “Ölümle ruhun yaşamı başlar.” Ölüm güce dönüştüğünde, insanı başlatır ve bu başlangıç, dünya olması için, varlıklar olması için var olmanın olmaması gerektiğini söyler.

Bu ne demektir?

Varolma olmadığı zaman, hiçlik gücü dönüştüğü zaman, insan bütünüyle tarihseldir. Ancak varolma olmadığında, varolma yok mudur? Varolma olmadığında, bu eksikliğin var olmaya hiçbir şey borçlu olmadığı anlamına gelmez mi bu ya da var olmanın yokluğunda yer alan varlık, hiçbir şey olmadığında yine de var olan şey olmaz mıydı? Varlık olmadığında, varlık henüz yalnızca derinlemesine gizlenmiştir. “Temel yalnızlık” içinde hazır bulunduğu biçimiyle, bu eksikliğe yaklaşan kişi için, onu karşılamaya gelen şey, var olmanın yokluğunun hazır kıldığı varlık, gizlenmiş varlık değil de gizlenmiş olarak varlıktır: Gizlenmenin ta kendisidir.

Kuşkusuz, burada, araştırdığımız şeye doğru bir adım daha atmış olduk. Günlük yaşamın dinginliğinde gizlenme gizlenir. Eylemde, gerçek eylemde, tarihin işlemesi olan eylemde gizlenme olumsuzluk durumuna yönelir (olumsuz bizim görevimizdir ve bu görev gerçekliğin görevidir). Ancak temel yalnızlık olarak adlandırdığımız şeyde, gizlenme ortaya çıkmaya eğilimlidir.

Varlık olmadığında, var olma, içinde eksikliğe dönüştüğü gizlenmenin derinliği olarak ortaya çıkar. Gizlenme göründüğünde, görünüme dönüşmüş olan gizlenme “herşeyi görünmez” kılar, ama bu “herşey görünmez oldu”dan da bir görünüm yaratır, görünümün bundan böyle “herşey görünmez oldu”da kalkış noktasını elinde bulundurmasını sağlar. “Herşey görünmez oldu” görünür. Görünme olarak adlandırılan şey işte budur: Sırası geldiğinde görünüme dönüşmüş “herşey görünmez oldu”dur. Görünme de açıkça herşey görünmez olduğunda hâlâ bir şeyin var olduğunu söyler: Herşey yok olduğunda, yokluk, varlığın olmadığı yerde hâlâ var olmaktan, gizlenmiş bir biçimde var olmaktan oluşan varlığın özünü ortaya çıkartır.”

Maurice Blanchot, Yazınsal Uzam, çev. Sündüz Öztürk Kasar, Yapı Kredi Yayınları, 1993 [1955], s. 241-3.

Blanchot, Alıntılamanın Eleştirisi ve Yazarın Hâli

Benim bu blog’a alıntılar taşırken içine girdiğim ve çıkmaya çabaladığım bazı çıkmazlar var. Böylesi bir alan açmadaki ilk niyetim şöyleydi: günümüzde üretilen ve paylaşılan görsel, işitsel ve yazınsal içerikler kimi zaman geçmişte hali hazırda üretilmişlerin kötü kopyaları, az biraz değiştirilmiş yutturmacaları, ilk metinlerin üzerine düşünce veya estetik bir artı değer eklemeyen, var olan külliyattan ise kasten veya farkında olmadan bihaber çabalamalar. Ben de yazmayı denesem, kesin “başkasının yazısı” olarak gördüğümde hunharca eleştireceğim ya da bilseydim daha büyük bir ilgiyle okuyacağım bir metnin yerine karşıma çıkan bir şeyler karalamaya kalkarım, ki kalktım da defalarca. Bu metin enflasyonu elbette sadece tekil yazıcıların üretimiyle ilişkili değil, günümüz dikkat ekonomisiyle de derinden bağlı. Kitapçıların raflarında, internetin çukurluklarında, ücretsiz ulaşılabilecek, telif süreleri dolmuş eserler kış uykusundalarken, bunlardan aparılmış ya da bu birikime ilgisiz içerikler tarihte hiç olmadığı kadar yüksek bir hızla bölünerek çoğalıyor. Ben de böyle girişilebilinecek bir niyetle bir süredir -ömür boyu- özgün üretimi asgaride tutarak, diğer metinleri çevrimiçi ortama fragmanlar halinde geçirerek hem kişisel bir düşünce arşivi tutmaya, hem ilgilisine bir açılış haritası kurgulamaya hem de parçalar ortaya döküldüğünde ne gibi bağıntılar bulunduğunu keşfetmeye çalışıyorum. “Benden önce bir başkası”nın yazdığı bu pasajları antika bir ortamlararasılık niyetiyle blog’a taşırken, kendi sözümü sakınmaya, alıntıdan öğrenmeye, belki on yirmi yıl sonra bütün bu biriken metinlerden ilişkileri öylesine kolay sezilemeyecek bir sentezle tek bir metin üretmeyi düşlemeye çalışıyorum. Çalışıyordum.

  • Eğer parçalayıcı gücüyle alıntı metni daha baştan yok ediyorsa, bunu yalnızca metnin içinden koparılmış olmakla yapmıyor ama metnin kendisini kopuş olarak yüceltmeye varana dek yapıyorsa; o hâlde metinsiz ve bağlamsız fragman kökten alıntılanamazdır*.
  • Niçin … sonlu, sonsuz, kişisel, kişisel olmayan, şimdiye ait, tüm zamanlara ait acıların altında, daha şimdiden neredeyse haritadan silinmiş görünecek kadar küçülmüş, ama tarihi dünya tarihinden dışarı taşan bir ülkenin tarihsel olarak belirli oysa tarihsiz acısı durmaksızın tınlıyor, niçin tüm o acılar sürekli olarak bu ülkeyi anımsatıyor? Niçin?
  • Yazar (yazar mı?), başkalarının kitaplarıyla doyuma ulaşamayacağı için değil, (tersine, hepsi onun hoşuna gider), bunlar birer kitap olduğu ve yazmakla doyuma ulaşılmadığı için.
  • Yazmak; olumsuz ile nötr, daima örtülü farklılıkları içinde, yakınlıkların en tehlikelisi içinde, biri çalışır diğeri başıboşluk ederken, birbirlerine kendine özgülüklerini anımsatsınlar diye.
  • Bugün yoksuldur; eğer özden de yoksun olacak kadar uç noktada olmasaydı bugünün özüne ilişkin olacak olan bu yoksulluk, bugünün ne mevcudiyete gelmesine izin verir, ne de yeni ya da kadim bir şimdide gecikmesine.
  • Yaz, yalnızca yıkmamak için, yalnızca korumamak için, yalnızca aktarmamak için; olanaksız gerçeğin çekimi altında yaz, her gerçekliğin kazasız belasız battığı şu felaket payını yaz.
  • Dile duyulan güvenin yeri dilin içidir; dile güvensizlik durumunda, yine dildir eleştirinin sarsılmaz ilkelerini kendi alanında bulduğu için kendi kendine güvensizlik duyan.

Dile duyulan güven, dile duyulan güvensizlik olarak dilin içine yerleşmiştir: eleştirinin sarsılmaz ilkelerini kendi uzamında bulduğu için kendine** güvensizlik duyan yine dilin ta kendisidir. Etimolojiye yapılan başvuru (ya da etimolojinin reddi) buradan kaynaklanır, sözcükleri çarpıtmak bahanesiyle sonsuzca çoğaltmaya yönelik anagramatik eğlencelere ve cambazca ters yüz etmelere yapılan sonuçsuz başvuru da; bütün bunlar ancak bu ikisi (başvuru ve ret) inanmaksızın ve duraklamaksızın aynı anda kullanılırsa meşru hâle gelir. Dilin bilinmezi bilinmez kılar.

Dile güven-güvensizlik daha şimdiden bir fetişizmdir, gizli kalmış da olsa daima bir iyi kullanımın bulunduğunu varsayan sapkınlığın keyfine ya da keyifsizliğine göre şu ya da bu sözcüğü seçerek onunla oynayan bir fetişizm. Oysa yazmak; bir dile hakkını ayıracak sapak, ister sapkınlaştırılmış isterse anagrama dönüştürülmüş olsun -hep yoldan çıkan [yazıp-bozan] (dé-crit) yazının sapağı; hoş gelmemiş meçhul için dostluk, her türlü gösterişten, her türlü sözden kaçan “gerçek”.

Kendine karşın yazar: kendi kendiyle, ya da yaşamla, ya da yazıyla bir çelişki ve hatta bir bağdaşmazlık ilişkisi içinde kendine karşı ya da kendine karşın yazmak değil (bu, yazarın ana-öyküden oluşan biyografisidir), başka bir ilişki içinde yazmak, başkasının uzaklaştığı ve bizi kendine çekerken dahi daima bizi uzaklaştırdığı bir ilişki içinde -dilden kendini ayıran şeyin, belki de sabrın yitimi dolayısıyla, gerçek, şan ya da felaket gibi beyhude adlarla kendini dile hasretmesi ya da dile düşmesi bundandır. Çünkü tüm adların -özellikle de sonuncusunun, dile getirilemez olanın -hâlâ da bir sabırsızlığın etkisi olması mümkündür.

*Orijinal çeviride “alıntılamazdır” diye geçiyor, ben çevirinin “alıntılanamazdır” olduğunu, baskı hatası yapıldığını düşündüm. Bunu yaparken asıl metne elbette bakmadım, vebali boynuma.
** Orijinal çeviride “kendine kendine” diye geçiyor, ben yanlışlıkla ikilenmiştir diye düşündüm.

Maurice Blanchot, Felaket Yazısı, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Monokl, 2014 [1980], s. 59-62.

Blanchot, Yazma, Kitap ve Okuma Üzerine (I)

Bir Blanchot kitabından “yazı” üzerine kısa bir pasaj alıntılamak ahmaklık. Külliyatı zaten yazmayı, okumayı, alıntılamayı, başka metinleri, onların yazarlarıyla muhabbeti kuşatmış okur-yazardan böylesi bir parça söküp çıkarmak utanç verici.

  • Ne okumak, ne yazmak, ne konuşmak, ne var ki sadece bunlarda yatar daha şimdiden söylenmiş olandan, Bilme’den, anlaşmadan kurtuluşumuz, verilenin belki kimse tarafından alınmadığı meçhul uzama, darlık âlemine girişimiz. Felaketin eli açıklığı. Ki orada hayat, ölüm, daima aşılmıştır.
  • Yazma yeteneği tam da yazının reddettiği şeydir. Artık yazmayı bilmeyen, aldığı armağandan vazgeçen, dili tanınmaz hâldeki kimse, sınanmamış deneyimsizliğe, var bile olmadan haslığa-geliş’e (avènement) meydan veren “has”ın yokluğuna daha yakındır. Üslubu, üslubun özgünlüğünü öven, her şeyi bırakmayı ve her şey tarafından bırakılmayı reddetmiş olan yazarın benliğini yüceltir yalnızca. Pek yakında hatırı sayılır olacaktır; dikkate şayan olmak onu iktidara teslim eder; silinmenin, kaybolmanın yokluğunu çeker.

Ne okumak, ne yazmak, ne konuşmak, dilsizlik değildir bu, belki asla işitilmemiş mırıltıdır: homurtu ve sessizlik.

  • “Kendinin temeline varan ve yaşamın bütün derinliğini tanıyan odur ki, bir gün her şeyi bırakmıştır ve her şey de onu bırakmıştır, her şey onun için batmıştır ve kendini sonsuzla baş başa görmüştür: Platon’un ölümle karşılaştırdığı büyük bir adımdır bu.” (Schelling’den alıntılayan Heidegger.)
  • Niçin bir kitap, kopmanın sarsıntısının -felaketin biçimlerinden biri- onu tarumar ettiği yerde hâlâ? Şundan dolayı ki, kitabın düzeni onda eksik olan için, ondan sıyrılan yokluk için zorunludur: Aynı şekilde, “haslaştırma”daki “has”, insan ile varlığın birbirlerine ait olduğu olay, yasadan, izden, keza güvenceli bir anlamın sonucundan kaçan yazının has-olmayanında uçuruma batar. Ama “has-olmayan” (impropre) yalnızca “has” olanın olumsuzlanması değildir, ondan uzaklaşırken ona yakınlaşır: Onu uçurumun içine çeker, yanlış yoldan çevirerek onu kendine bağlar. Has-olmayanda hâlâ has olan tınlar: kitap yokluğu gibi kitap-dışı da aştığı şeyin işitilmesini sağlar. Bundandır parçalılığa çağrı ve felakete başvuru, eğer felaketin yalnızca feci olan olmadığını hatırlar isek.
  • Niçin hâlâ kitaplar? Kitabın sakin, çalkantılı sonunu, yazının emeğiyle varılan sonunu deneyimlemek için değilse eğer; öznenin dağılışı, çokluğun açığa çıkışı, bizi M’Uzan’ın sözünü ettiği “vefat vazifesi”ne teslim ederken, ki onun önerdiğinden farklı olarak arzunun tazelenişiyle hayatı tükenişe kadar yaşatmakla yetinemeyecek olan bir vazifedir bu. Ben bu vazifede daha çok tutkuyu, sabrı, yaşamı ölmeye açan ve olayı olmayan uç noktadaki edilgenliği görüyorum -tıpkı (kendi başına yaşayan adını Rober Laporte’un bize önerdiği gibi) yazıdan yaşamak ve ölmek demek olan, daha şimdiden üstü çizilmiş “yaşam öyküsü”nün hiçbir şeyin meydana gelmesine izin vermediği, hiçbir şeyi, yazma olgusunu bile güvence altına almadığı gibi-, ki bu edilginlik de sizin istikrarlı ve neredeyse mesleki bir tabir olarak yazarlığa atfettiğiniz şu hayatta-kalan-ölüyü nötrlüğün gizemine havale eder.
  • Yazardı olanaklı olsa da olmasa da, ama konuşmazdı. İşte böyledir yazının sessizliği.
  • “Yazmak dur durak bilmez, ne var ki metin ancak ardında boşluklar, gedikler, yırtıklar ve başka kopukluklar bırakarak ilerler, ama kopuşların kendisi de çabucak yeniden kayda geçirilir, en azından … müddetçe” (Roger Laporte) – “Yazmak … belki yeni bir türden çok daha fazlasını oluşturabilir.” Ama “Yazmak her tür yazıyı, her tür tipografiyi, her tür kitabı reddediyorsa, o hâlde nasıl yazılır?” … “Nasıl olup da onca uzun zaman boyunca yeni bir tür yaratma biçimindeki estetik tasarıyla özdeşleşmiş olduğumu anlayamıyorum.” “Yazmanın üstü yalnızca eğri bir çizgiyle çizilmişti: Yıkım işini sonuna kadar götürmem gerekiyor.” (R. L.)
  • “… bir metni kitap olma mutsuzluğundan kurtarmak.” (Levinas)
  • Meydana gelmiş olan meydana gelmiş değildir -böyle konuşurdu sabır, son aceleye gelmesin diye.
  • “Ben” doğmuş olmadan önce ölür.
  • Maddecilik: “benim olan” belki, sahiplenme [haslaştırma] ya da bencillik olduğundan, sıradan olur; ama başka insana ilişkin maddecilik -başkasının açlığı, susuzluğu, arzusu- maddeciliğin hakikatidir, önemidir.
  • Bir okuma vardır ki etkindir, üreticidir -metni ve okuru o üretir, bizi alır götürür. Sonra metne itaat eder görünerekten metne ihanet eden edildin bir okuma vardır, metnin nesnel biçimde, tam biçimde, egemen biçimde: bütünlüklü biçimde var olduğu yanılsamasını verir. Son bir okuma daha vardır, o da artık edilgin okuma değil, edilginliğin oku(n)masıdır, hazsız, neşesiz, hem kavrayıştan hem de arzudan kaçan bir okuma; ‘her şey söylendi’nin ötesindeki, Söyleme’nin işitileceği ve son tanığın tanıklığının dile getirileceği “esin veren” uykusuzluktaki gibi, gece uyanıklığındaki gibi.
  • Son tanık, tarihin sonu, çağın kapanışı, dönemeç, bunalım -ya da (metafizik) felsefenin sonu.

Maurice Blanchot, Felaket Yazısı, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Monokl, 2014 [1980], s. 140-3.

Maurice Blanchot – Kaynakça

Kitap

  • Thomas l’Obscur, 1941 [Karanlık Thomas]
  • Aminadab, 1942
  • L’Arrêt de mort, 1948 [Ölüm Hükmü]
  • Faux Pas, 1943
  • Le Très-Haut, 1949 [Yüceler Yücesi]
  • La Part du feu, 1949
  • L’Espace littéraire, 1955 [Yazınsal Uzam]
  • Le Dernier homme, 1957 [Son İnsan]
  • Le Livre à venir, 1959 (The Book to Come)
  • L’attente, l’oubli, 1962 [Bekleyiş Unutuş]
  • L’Entretien infini, 1969 (The Infinite Conversation)
  • L’Amitié, 1971 [Dostluk]
  • Le Pas au-delà, 1973 [Öteye Adım – Yok Ötesi]
  • La Folie du jour, 1973 [Günün Deliliği]
  • L’Ecriture du désastre, 1980 [Felaket Yazısı]
  • La Communauté inavouable, 1983 [İtiraf Edilemeyen Cemaat]
  • Après coup, Précédé par Le Ressassement éternel, 1983 [Sonradan Sonsuz Yineleme]
  • L’Instant de ma mort, 1994 [Ölüm Anım]
  • Une voix venue d’ailleurs, 2002

İkincil

  • Steven Shaviro, Passion & Excess: Blanchot, Bataille, and Literary Theory, 1990
  • Hélène Cixous, Readings: The Poetics of Blanchot, Joyce, Kafka, Kleist, Lispector, and Tsvetayeva, 1991
  • John Gregg, Maurice Blanchot and the Literature of Transgression, 1994
  • Steven Ungar, Scandal & Aftereffect: Blanchot and France since 1930, 1995
  • Carolyn Bailey Gill, Maurice Blanchot: The Demand of Writing, 1996
  • Deborah M. Hess, Complexity in Maurice Blanchot’s Fiction: Relations Between Science and Literature, 1999
  • Deborah M. Hess, Politics and Literature: The Case of Maurice Blanchot, 1999
  • Leslie Hill, Blanchot: Extreme Contemporary, 2002
  • Gerald L. Bruns, Maurice Blanchot: The Refusal of Philosophy, 2002
  • Kevin Hart, Nowhere Without No: In Memory of Maurice Blanchot, 2003
  • Kevin Hart, The Dark Gaze: Maurice Blanchot and the Sacred, 2004
  • Kevin Hart & Geoffrey H. Hartman, The Power of Contestation: Perspectives on Maurice Blanchot, 2004
  • Lars Iyer, Blanchot’s Communism: Art, Philosophy and the Political, 2004
  • Lars Iyer, Blanchot’s Vigilance: Literature, Phenomenology and the Ethical, 2005
  • Eugene Chang, Disaster and Hope: A Study of Walter Benjamin and Maurice Blanchot, 2006
  • Outi Alanko-Kahiluoto, Writing Otherwise Than Seeing: Writing and Exteriority in Maurice Blanchot, 2007
  • Kevin Hart, Clandestine Encounters: Philosophy in the Narratives of Maurice Blanchot, 2010
  • Leslie Hill, Radical Indecision: Barthes, Blanchot, Derrida, and the Future of Criticism, 2010
  • John McKeane & Hannes Opelz (eds.), Blanchot Romantique: A Collection of Essays, 2011
  • Mark Hewson, Blanchot and Literary Criticism, 2011
  • Leslie Hill, Maurice Blanchot and Fragmentary Writing: A Change of Epoch, 2012
  • Ian Maclachlan, Marking Time: Derrida, Blanchot, Beckett des Forêts Klossowski Laporte, 2012
  • Christopher Fynsk, Last Steps: Maurice Blanchot’s Exilic Writing, 2013
  • Aaron Hillyer, The Disappearance of Literature: Blanchot, Agamben, and the Writers of the No, 2013
  • Crispin T. Lee, Haptic Experience in the Writings of Georges Bataille, Maurice Blanchot and Michel Serres, 2014
  • Jeff Fort, The Imperative to Write: Destitutions of the Sublime in Kafka, Blanchot, and Beckett, 2014
  • Philippe Lacoue-Labarthe, Ending and Unending Agony: On Maurice Blanchot, 2015
  • David Applebaum, In His Voice: Maurice Blanchot’s Affair with the Neuter, 2016
  • William S. Allen, Aesthetics of Negativity: Blanchot, Adorno, and Autonomy, 2016
  • William S. Allen, Blanchot and the Outside of Literature, 2018
  • Christophe Bident, Maurice Blanchot: A Critical Biography, 2018
  • Leslie Hill, Nancy, Blanchot: A Serious Controversy, 2018

Video