Şimdiye dek edebiyat eleştirileri, kültürel çalışmalar, kültürel sermaye tartışmaları, post-marksist veya post-yapısalcı düşünürler vb. kanallarından aşina olduğum görüşlerin büyük kısmına bir karşı çıkış Harold Bloom’unki. “İngiliz/Amerikan Edebiyatı” eğitiminde paylaşılan bazı görüşler olsa gerek, ben oraya çok aşina olmadığımdan şaşırdım. Bir karşı görüş çetelesi olarak hatırda tutmak için buraya geçirdim. Neil Postman (ya da diğer distopik pesimistler/elitistler) benzeri bir “görsel kültüre geçiş” ve bununla beraber güncel kültürün daha çok dikkat, özen ve yalnızlık gerektirdiğini iddia ettiği yazılı kültürden uzaklaşma tespiti var. 1994’de yazmış, üniversitelerin neoliberal dönüşümüyle ve sektör profesyonelleri yetiştirme niyetinin başatlaşmasıyla birlikte büyük ölçüde tutan bir “Edebiyat bölümlerinde küçülme ve butikleşme” kehaneti var. Shakespeare’de olanın öncelleri ve ardıllarında asla olmadığına dair övgüleri var. Bir de edebi üretimin “bağlama alınması” üstünden postmodernizm eleştirisi var.
”
Her ne kadar bu hoş, antika bir anlam taşısa da burada sunduğum şey bir “hayat boyu okuma planı” değildir. İlgimizi çekecek yeni teknolojilerin hızla çoğalmasına rağmen (umuyoruz ki) okumaya devam edecek inatçı okuyucular daima olacaktır. Bazen Dr. Johnson ya da George Eliot’ı MTV Rap müziğiyle karşılaşmış ya da sanal gerçekliği deneyimlerken hayal ederim be onların bu türden sini bozucu eğlenceleri şiddetle reddeceklerine inanarak kendimi cesaretlendiririm. Büyük üniversitelerimizden birinde bütün hayatımı edebiyat öğretmek için harcadıktan sonra, edebiyat eğitiminin şu anda içinde bulunduğu hastalığı atlatabileceği konusunda pek de inancım yok.
Eğitimcilik kariyerime 40 yıl önce T.S. Eliot’un fikirlerinin baskın olduğu bir akademik bağlamda başladım; bunlara karşı elimden geldiğince savaştım. Şimdi etrafımdaki hip-hop profesörlerini, Gallik-Germanik teorinin klonlarını, toplumsal cinsiyetin ve her çeşit cinsel tercihin ideologlarını, sınırsız çokkültürcüleri gördükçe edebi çalışmaların Balkanlaşmasını geri çevirmenin mümkün olmadığını anlıyorum. Edebiyatın estetik değerine karşı olan bütün bu kırgınlar hiçbir yere gitmeyecekler ve arkalarından gelecek kurumsal kırgınlar yetiştirecekler. Eski bir kurumsal Romantik olarak hâlâ Eliot’ın Teokratik ideolojiye karşı nostaljisini reddediyorum ama edebi tercihler konusunda kimseyle tartışmak için de bir neden göremiyorum. Bu kitap akademisyenlere yönelik değildir çünkü onların sadece çok küçük bir kısmı hâlâ okuma aşkı için okur. Johnson’ın ve ardından Woolf’un sıradan okur dediği şey hâlâ var olmaya devam eder ve büyük ihtimalle hangi kitapların okunabileceği konusunda önerilere açıktır.
Böyle bir okuyucu kolay bir haz için ya da sosyal suçluluk duygusunu yatıştırmak için değil yalnız başına bir var olma halini genişletmek için okur. Akademi öylesine fantastik bir hal aldı ki saygıdeğer bir eleştirmenin bu türden okuyucuyu kınadığını duydum. Bu eleştirmen bana yapıcı sosyal bir amaç olmadan okumanın etik olmadığını söylemişti ve Birmingham (İngiltere) kültürel materyalizm ekolünün lideri Abdul Jan Muhammed’in yazdıklarını okuyarak kendimi yeniden eğitmemi istemişti. Her şeyi okumaya hazır bir okuma bağımlısı olarak onun sözünü dinledim ama onun müridi olmadım ve size neyi nasıl okumanız gerektiğini söylemeye gelmedim. Sadece kendi okuduklarımı ve tekrar okumaya layık olduğunu düşündüklerimi söyleyeceğim. Bu da kanonsal olanın pragmatik tek testidir.
Sanırım bir “kültürel eleştiri” ve “kültürel materyalizm”e sahip olunca “kültürel sermaye” nosyonuyla da ilgilenmek zorunda kalırsınız. Ancak “kültürel sermaye”yi biriktirmek için sömürülen “artı değer” nedir? Bir bilimden çok bir acı çığlığı olan Marksizim şairleri olmuştur ama bu bütün diğer önde gelen dine karşı çıkışlar için böyledir. “Kültürel Sermaye” ya bir metafordur ya da ilginç olmayan bir düz anlamdır. Eğer ikincisiyse, basit bir şekilde yayıncılar, ajanslar ve kitap kulüpleriyle alakalıdır. Mecazi bir kullanım olarak ise, kısmen bir acı çığlığı kısmen ise Fransız üst orta sınıftan ortaya çıkmış entelektüellere ait suçluluk duygusunun çığlığıdır ya da hangi ülkede yaşadıklarını ve ders verdiklerini unutup Fransız kuramcılarıyla özdeşleşen kendi akademisyenlerimizin suçluluk duygusunun çığlığıdır. ABD’de “kültürel sermaye” var mıdır ya da olduğu zaman olmuş mudur? Biz Kaos Çağı’nda hüküm süreriz çünkü Demokratik Çağ’da bile kaotik olmuşuzdur. Çimen Yaprakları “kültürel sermaye” midir? Ya Moby Dick? Asla resmi bir Amerikan edebi kanonu olmamıştır ve olamaz da çünkü Amerika’da estetik daima yalnız, eşsiz ve izole bir halde var olur. “Amerikan Klasisizmi” bir oksimorondur, “Fransız Klasisizmi” ise tutarlı bir gelenektir.
Edebiyat çalışmalarının bir geleceği olduğuna inanmıyorum ama bu edebiyat eleştirisinin öleceği anlamına gelmez. Edebiyatın bir kolu olarak eleştiri ayakta kalacaktır fakat büyük olasılıkla bizim eğitim kurumlarımızda değil. Batı edebiyatı çalışmaları da devam edecektir ama günümüzdeki Klasik Edebiyat bölümlerinde olduğu gibi alçakgönüllü boyutlarda olacaktır. Şu andaki “İngiliz edebiyatı Bölümleri”nin adları “Kültürel Çalışmalar Bölümleri” olacak ve Batman çizgi romanları, Mormon temalı parklar, televizyon, sinema ve rock müzikle ilgili çalışmalar, Chaucer, Shakespeare, Milton, Wordsworth ve Wallace Stevens’ın yerini alacak. Bir zamanlar elitist olan, önde gelen üniversiteler ve kolejler hâlâ Shakespeare, Milton ve diğerleri üzerine birkaç ders açacaklar ama bunlar antik Yunanca ve Latince hocaları gibi üç ya da dört akademisyenin olduğu bölümlerde öğretilecek. Bu gelişmelere üzülmeye gerek yok; şimdilerde Yale Üniversitesi’ne sadece bir avuç öğrenci gerçek bir okuma tutkusu ile gelir. Böyle bir aşk içlerinde yoksa kimseye şiiri sevmeyi öğretemezsiniz. Yalnızlığı nasıl öğretebilirsiniz? Gerçek okuma yalnız bir etkinliktir ve kimseye daha iyi bir vatandaş olmayı öğretmez. Belki de okumanın çağları (Aristokratik, demokratik, kaotik) artık sona erecektir ve yeni doğan Teokrati Çağ sadece sözel ve görsel bir kültür olacaktır.
ABD’de “edebiyat çalışmalarında bir kriz”in, dini bir yeniden doğuş (ya da Büyük Uyanış) ve bir suç dalgasıyla ortak bir özelliği vardır. Bunların hepsi habercilik olaylarıdır. Bizim ülkemiz iki yüz yıldan beri daimi bir dini yeniden doğuşun içindedir; sivil ve domestik şiddete bağımlılığıa artık daha çok saygı görür, daha baskındır ve kendimi edebiyata adadığım neredeyse yarım yüzyıl içinde bu türden faaliyetler toplum tarafından biteviye sorgulanmış ve genel olarak ilgisiz bulunmuştur. İngiliz edebiyatı ve benzer bölümler kendilerini tanımlamakta hep güçlük çektiler ve yutulmaya hazır gördükleri her şeyi midelerine indirerek akıllıca davranmadılar.
Böyle bir açgözlülükle kendilerine zarar vermelerinde korkunç bir adalet vardır; şiir, tiyatro, hikâye ve romanların öğretimi yerine şimdi çeşitli sosyal ve politik amaçların desteklenmesi geçmiştir. Popüler kültürün ürünleri, eğitim aracı olarak büyük yazarların zor eserlerinin yerine geçecektir. Tekrar tanımlanması gereken şey “edebiyat” değildir; eğer onu okuduğumuzda edebiyat olduğunu anlamıyorsanız, o zaman hiç kimse size edebiyatı ve onu sevmeyi öğretemez. Post-Marksist idealistler “kriz”e çare olarak evrensel erişimli bir kültürü sunmuşlardır ama Kayıp Cennet ya da Faust İkinci Bölüm nasil olur da evrensel erişimli olabilir? En güçlü şiirler her sosyal sınıftan, toplumsal cinsiyetten, ırktan ya da etnik kökenden gelen insanların sadece çok azının derinlemesine okuyabileceği kadar bilişsel ve hayal gücü açısından zordur.
Küçük bir çocukken, neredeyse evrensel bir şekilde okul müfredatlarının bir parçası olan Shakespeare’in Julius Ceasar adlı eseri, Shakespeare trajedilerine oldukça uygun bir başlangıçtır. Şimdi ise öğretmenler, bana birçok okulda bu oyunun artık baştan sona okunamadığını çünkü öğrencilerin dikkatlerini toparlayamadıklarını söylüyorlar. Bana söylediklerine göre iki ayrı yerde kartondan kılıçlar ve kalkanlar yapmak, oyunu okuma ve tarıtşmanın yerini almış. Erken dönem eğitiminin bu hale gelmesini, edebiyatın üretim ve tüketim araçlarının hiçbir sosyalleşmesi telafi edemez. Araştırmacının etiği, şu anda uygulandığı haliyle, herkesi kolay oldukları için evrensel bir şekilde ulaşılabilen hazları, daha zor hazların yerine koymaya cesaretlendirmektedir. Troçki, Marksist arkadaşlarını Dante’yi okumaya yönlendirdi ama günümüzde üniversitelerde ona yer olmadığını görüyoruz.
Ben gerçek bir Marksist eleştirmenim, Karl’dan ziyade Groucho Marx’ın izinden giderim ve düsturum da Groucho’nun ünlü sözüdür: “O her neyse ben ona karşıyım!” Ben de sırasıyla T.S. Eliot’ın Neo-Hristiyan Yeni Eleştirisi’ne ve onun akademik takipçilerine; Paul De Man ve klonlarının yapı bozumculuğuna; edebi Kanon’un sözde eşitsizlikleri ve daha da şüpheli ahlakı üzerine Yeni Sol’un ve Eski Sağ’ın atıp tutmalarına hep karşı çıktım. Çok nadir görülen güçlü eleştirmenler, her ne kadar buna teşebbüs etseler de Kanon’u genişletme, revize etme ve değiştirme işini yapmazlar. Ancak bilerek ya da bilmeyerek sadece geçmiş ve şimdiki zamanın bitmeyen kavgasında şekillenen kanonlaşmanın hakiki görevini tasdik ederler. John Ashberry ve James Merrill’i ya da Thomas Pynchon’u belirsiz, var olmayan ama yine de Amerikan Kanonu’nun etkileyici bir nosyonuna dahil edecek sosyo-ekonomik bir süreç yoktur. Wallace Stevens ve Elizabeth Bishop’un şiiri mirasçıları olarak Ashbery ve Merrill’i, Emily Dickinson’ın şiiri ise Stevens ve Bishop’u seçmiştir. Pynchon’un en iyi eserleri S.J. Perelman ve Nathanael West’in bir birleşimidr denebilir ama 49 Numaralı Parçanın Nidası romanının kanonsal potansiyeli, daha çok onun Miss Lonelyhearts tarafından taklit edildiğine dair tekinsiz duygumuza bağlıdır.
Shakespeare ve Dante daima, kanonsallığın düşüşüne istisna olurlar. Bu, kitap boyunca söylediğim şeyi bir kez daha tekrarlamanın bir şeklidir: Batı Kanonu Shakespeare ve Dante’dir. Onlardan sonra ise onlar neyi içlerine aldıysa ve ne onları içine aldıysa, Kanon odur. Edebiyat”ı yeniden tanımlamak boşuna bir uğraştır çünkü Shakespeare ve Dante’yi kavrayacak kadar bilişsel gücü toparlamak imkânsızdır ve onlar edebiyatın ta kendisidir. Shakespeare ve Dante’yi yeniden tanımlamaya gelince, size iyi şanslar dilerim. Bu girişim şimdilerde “Yeni Tarihselcilik” yani Fransız Shakespeare Michel Foucault’nun gölgesindeki Hamlet ile oldukça ilerlemiş durumda. Fransız Freud ya da Lacan’dan hoşlandık, Fransız Joyce ya da Derrida’yı da sevdik. Yahudi Freud ve İrlandalı Joyce benim zevkime daha uygundur, aynı şekilde İngiliz Shakespeare ya da evrensel Shakespeare de öyle. Fransız Shakespeare öylesine enfes bir saçmalıktır ki böyle komik bir yaratıyı takdir etmemek nankörlüktür.
Öğrencilerin tam olarak neden amatör siyaset bilimciler, bilgisiz sosyologlar, yeteneksiz antropologlar, vasat filozoflar ve şartlanmış kültürel tarihçiler haline geldikleri sorusu kafamızı karıştırır ama cevabı tahmin edebiliriz. Edebiyattan nefret ederler ya da ondan utanırlar ya da okumaktan o kadar da hoşlanmazlar. Bir şiiri, romanı ya da Shakespeare trajedisini okumak onlar için bağlama yerleştirme alıştırmasıdır ama bunu yeterli arka plan bilgisi bulmanın mantıklı bir şekliyle yapmazlar. Her ne kadar seçilmiş de olsalar, bağlamlara bir Milton şiirinden, Dickens romanından ya da Macbeth‘ten daha fazla değer ve güç verilir. “Toplumsal enerjiler” metaforunun ne için kullanıldığı konusunda pek emin değilim ama Freud’un itkileri gibi bu enerjiler de yazıp okuyamaz ve hatta hiçbir şey yapamaz. Libido bir mittir, “toplumsal enerjiler” de aynı şekilde. Skandal derecesinde usta olan Shakespeare, Hamlet ve Kral Lear‘ı yazmayı başarmış gerçek bir insandı. Bu skandal şimdilerde edebi kuram dedikleri şey için kabul edilemez bir şeydir.
”
Harold Bloom, Batı Kanonu: Çağların Ekolleri ve Kitapları, çev. Çiğdem Pala Mull, İthaki Yayınları, 2014 [1994], s. 469-73.