Gözlemcilik ve Gençlik | Solstad

Ihlamurdere’nin her şeyi satan dükkanlarından aldığım bantlarla kitaplarımın bir kısmını kolilere kıstırıp ayrılabileceklerimi -ki kitap ayırmak bana güzel bir edebiyat eğitimi gibi gelmişti- sahaflara kendi ellerimle teslim ederek vedalaştığımdan ve okumaya alıştığım dilde yeni kitaplar edinmek zorlaştığından beri fiziksel kitaplarla arama mesafe girmişti. Aylarca tek bir kitap sayfası çevirmedim, bir daha asla kütüphanem olmaz diye düşündüm, hala da yok, yanımdaki sekiz on kitabı bir komodinde tutuyorum. Biraz e-kitap okuyorum, genelde sesli kitap dinliyorum. Sonra bir gün A. çok güzel kitaplar ve Notos’un Balkış/rap sayısını gönderdi. Kendim İstiklal’de kitapçı ve sahaf dolaşıp kitaplar seçsem hiç bu kadar isabetli seçemezmişim. Onları yavaş yavaş okumaya başladım. Meğer yeni Solstad çevirisi çıkmış, kapağı Scorsese’nin gençliğinde çektiği traş mizansenli kanlı kısa filmini hatırlatıyor. İçindeyse müthiş bir gözlemci pasajı varmış. Bugün ya da dün başlamıştım, henüz ellili sayfalardayım. Singer’in kafasına taktığı geçmişteki o garip hataları ve kabaca yaşam öyküsünü öğrendikten sonra onunla tren yolculuğuna çıktık. Yemekli vagonda da oturduk, Fars’taki tiyatro ekibi arka masamızda yüksek sesle konuşuyordu.

Bu ana dilde kitap okumaktan uzaklaşma sebebiyle uzun süredir kitaptan bakarak sayfaları blog’a geçirmiyordum. T. Singer’da birden bir gözlemciyle karşılaşınca nostaljik bir heyecan duydum, bunu kopyalamak istedim.

Bunun içinde neler yoktu ki? Gençliğini, kendisinden utanma korkusuyla bir mitolojiye çevirmişti. Gençliğine değer katan şey özgür seçimlerin sonuçları değil, gizemli kaynaklardan ortaya çıkan utanç verici durumlarda yakalanmaya karşı kendisini korumak için gerekli bir önlemdi. Gençliğinde takındığı yıkıcı bir yaşam gözlemcisi pozunun tümüyle bağımsız bir seçimi olduğuna inanmıştı. Başkaları onu böyle görmüştü. Ve bu açıdan farklı olmak hoşuna gitmişti, çünkü genç adamlardan gözlemci olmalarından başka her şey beklenir. Yaşamın yürek parçalayıcı bir reddiyesi gibi görünür bu. Çünkü insan, güzelim gençlik yıllarında yaşamın katılımcısı olamazsa başka ne zaman olabilir? Bir insanın gençlik yıllarının sunduğu armağanları alıp kullanmayı reddetmesi, kendilerinden sonra gelen genliği gözleyenleri isyan ettirir. “Edilgen genç adam” itici bir manzaradır ve öyle kalır; Singer de böyle biri olmayı bilerek seçmişti. Umurunda değildi. Hiçbir şey umurunda değildi. Yaşamını gözetleyerek harcıyor, bu sırada zaman ve onunla birlikte gençlik akıp gidiyor, Singer kıskanılası gençlik anlarını yakalamak, bu anların tadını çıkarmak için kılını bile kıpırdatmıyordu. Kişiliksiz bir sorgulayıcı, benliksiz bir yaşam reddiyecisi, tümüyle olumsuz bir ruh olarak her şeyi neredeyse kendisini silerek gözlemliyordu. Bunun verebileceği rahatlatıcı bir özgürlük ya da bağımsızlık duygusunu hiç umursamadan kendisini akıntıya bırakmıştı. Yaşamın uzun yolunda kişiliksiz, eylemsiz bir gezgindi; ömrünün baharında yıllar boyunca kambur, gözleri yere çivili yürümüştü.

Ne olacağına karar vermeyi başaramamıştı ve bu kararsızlığı ona belli bir zevk veriyordu. Dış görünüşünde olduğu gibi, bir gelecek yaratma konusunda da belirsizdi. Ancak otuz bir yaşına geldiğinde bir karar verme zamanı geldiğini hissetti. O zaman onca şey arasında kütüphanecilik okuluna başladı. Gençliği geri dönülmezcesine geride kalmıştı, çünkü her geçen gün Singer’i genç bir adam olmaktan daha çok uzaklaştırıyordu; geçen her günle bir gün daha yaşlanıyordu, evet, aynada kendi yüzünü incelediğinde sakalında ince, gri bir çizgi görebiliyordu ve bir tür karar verme zamanı gelmişti, bunun üzerine kütüphanecilik okuluna başvurdu, erkek kontenjanından kabul edildi. Ondan önce şurada burada bir şeyler yapmıştı. Kuzey Norveç’te NATO askeri olarak askerliğini yapıp 20 yaşında Oslo’ya geldiğinden beri resmi olarak öğrenci statüsündeydi, üniversiteye yazılmıştı. O sonbahar hazırlık derslerini almış, kararlı bir şekilde sosyal antropolojiye başlamıştı. 1971’in ilkbaharıydı. Bu kadar geç kalmasının nedeni ’70’ler denilen yıllarda kendi zamanına duyduğu yoğun ve ateşli ilgi değildi. Böyle bir ilgisi yoktu. Politik çekişmelere kendisini kaptırmamıştı; her kesimden arkadaşı vardı, kendisi ise bir görüşe eğilim göstermiyordu. Çünkü yeterince ilgi duymuyordu. Geç kalmasının nedeni, ekonomik açıdan kendisini bağlamak ve öğrenci kredisi almak istememesiydi. Kendine özgü yaşam görüşüyle Devlet’e karşı böyle bir yükümlülüğün altına girmemesi gerektiğini biliyordu, çünkü o zaman bağımsızlığını yitirirdi. Üstelik eğitiminin bir hedefi yoktu ve Devlet’in ta kendisiyle ekonomik açıdan bağlayıcı bir sözleşmeye girmek için insanın bir hedefi olmalıydı. Bu yüzden ara sıra çalışması gerekiyordu. Hedefsiz eğitimin giderlerini karşılamak için. Her işi yapmıştı. Otelde gece bekçiliği, ardından aynı otelde resepsiyonistlik. Dagbladet gazetesinde son okuma. Uzun zaman western romanı çevirmeni olarak karnını doyurdu. Tekelde satıcılık bile yaptı ve yirmi üç yaşından otuz dört yaşına kadar haftada iki akşam Bjerke Hipodromu’nda bahis gişesinde çalıştı. Bu işleri onu işverenleriyle tanıştıran öğrenci aracılığıyla bulmuştu. Bütün bu yan işler öğrenciler arasında çok tutuluyordu ve başka öğrencilerin Singer’i önermeleri, onun çevresine yönelik -kendisini geride tutan anlamında- arkadaşça tavrıyla ilgili çok şey anlatıyor.

Solstad, D. (2021) [1999], T. Singer, Jaguar Kitap, s. 21-3.

Coetzee, Karakteri Tanıtmak (III) [Bıkkın Akademisyen]

Art arda okurken, Auster’in roman açılışlarında karşılaştığım müthiş karakter tanıtma pasajları böylesi bir depolama yapma fikri uyandırmıştı. Sunset Park’dan Miles Heller ve Bing Nathan’ın tanıtıldığı pasaj ile Cam Kent‘de Quinn’e giriş yapılan yürüme ve boşluk hissine vurgu yapılan pasajı blog’a taşımıştım. Bunu bir seri hâline getirme fikri Utanç‘daki hoca David Lurie girişiyle doğdu. Birkaç sayfada bir yaşamı -belli bir bakıştan doğru da olsa- kat etmek iyi romancılardan okuduğumda beni etkilemeye devam ediyor. Ben de öylece devam ediyorum bu aptalca seçki çabalarına.

Kendi mesleği hakkında Soraya’ya pek bir şey anlatmıyor, onu sıkmak istemiyor. David, Cape Teknik Üniversitesi’nde çalışarak geçimini sağlıyor, daha önce bu okulun adı Cape Town Yüksek Okulu idi. Eskiden modern diller profesörüydu ancak büyük çaplı kısıtlamalar yapılırken Klasik ve Modern Diller Bölümü kapatıldığından bu yana İletişim Bölümü’nde yardımcı profesör olarak çalışıyor. Kadrosu daraltılan bölümlerdeki bütün personel gibi, kaç kişi kaydolursa kaydolsun, yılda bir tane seçmeli ders verme hakkı var, bunun morallerine iyi geleceği söyleniyor. Bu yıl, romantik şairler konulu bir ders veriyor. Geri kalan zamanında İletişim Teknolojileri’ne Giriş ve İleri İletişim Teknolojileri dersine giriyor.

Yeni verdiği derse her gün saatler ayırmasına karşın, İletişim’e Giriş dersinin elkitabında yer alan ilk kuralı mantığa aykırı buluyor:

İnsan toplumu düşüncelerimizi, duygularımızı ve amaçlarımızı birbirimize iletebilmemiz için dili yaratmıştır.

Kendi görüşü ise ki, bunu açığa vurmuyor; dilin köklerinin şarkıda olduğu, şarkının köklerinin de, olağanüstü büyük ve oldukça boş olan insan ruhunu sesle doldurma ihtiyacında.

Yirmi beş yıllık bir geçmişi olan meslek yaşamında üç kitabı yayımlanmıştı ama hiçbiri en ufak bir ses getirmemişti: Birinci kitabı opera üzerineydi (Boito ve Faust Efsanesi: Mefistofele’nin Oluşumu), ikincisi Eros olarak hayal üzerine (St. Victorlu Richard‘ın Hayali), üçüncüsü de Wordsworth ve tarih üzerine (Wordsworth ve Geçmişin Yükü).

Son birkaç yıldır Byron üzerine bir çalışma yapmayı geçiriyordu aklından. İlk başta yine bir kitap, bir başka eleştiri yazacağını düşünmüştü. Ama bu kitabı yazma konusundaki bütün girişimleri başarısızlıkla, bıkkınlık içinde son bulmuştu. İşin aslı, eleştiriden bıkmıştı, metre metre ölçülen şiirden bıkmıştı. Müzik yapmak istiyordu. Byron İtalya’da: bir oda tiyatrosu biçiminde, karşı cinsler arasındaki aşk üzerine düşünceler.

İletişim dersi öğrencilerinin karşısında dururken aklından hızla cümleler geçiyor, notalar, henüz kaleme almamış olduğu çalışmasındaki şarkılardan parçalar geçiyor. Hiçbir zaman iyi bir öğretmen olmamıştı; bu biçim değiştirmiş ve -ona kalırsa- iğdiş edilmiş öğretim kurumunda, şimdi kendisini eskisinden de uyumsuz hissediyor. Ama eski çalışma arkadaşları da aynı durumda, yapmaları gereken görevlere hiç de uygun düşmeyen eğitimleri bir yük gibi sırtlarında; post-dinsel bir çağın memurları onlar.

Öğrettiği konuya hiç saygı duymadığından, öğrencileri üzerinde de etkisi olamıyor. O konuşurken çocuklar ona boş boş bakıyor, adını unutuyorlar. Onların bu kayıtsızlığı pek itiraf etmese de onu incitiyor. Yine de o çocuklara, anne babalarına ve devlete karşı olan görevlerini eksiksiz yerine getiriyor. Aylar boyu onlara ödev hazırlıyor, bu ödevleri topluyor, okuyor ve üzerlerine not düşüyor, noktalama işaretlerini, yazılışlarını ve kullanımları düzeltiyor, zayıf kanıtları sorguluyor, her sınav kâğıdına kısa, özlü bir eleştiri notu ekliyor.

Öğretmenliği sürdürüyor, çünkü geçimini bu yoldan sağlıyor; aynı zamanda ders vermek, ona alçakgönüllü olmayı öğretiyor, dünyadaki yerinin ne olduğunu anlatıyor. Bu konudaki ironi gözünden kaçmıyor: Bir şey öğretmeye gelen kişi, en sert dersi alıyor, bir şey öğrenmeye gelenlerse hiçbir şey öğrenmiyorlar. Mesleğinin bu özelliğinden Soraya’ya hiç söz açmıyor. Soraya’nın mesleğinde kendisininkine denk düşen bir ironi bulunduğunu sanmıyor.

J. M. Coetzee, Utanç, çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2018 [1999], 13. basım, s. 12-4.

Auster, Karakteri Tanıtmak (II) [Yürüyüş ve Boşluk]

Quinn’e gelince; akılda tutmamız gereken fazla bir şey yok. Kim olduğu, nereden geldiği ve ne yaptığı fazla bir önem taşımıyor. Örneğin otuz beş yaşında olduğunu biliyoruz. Bir kez evlendiğini, bir kez baba olduğunu, hem karısının hem de oğlunun hala hayatta olmadığını biliyoruz. Kitap yazmış olduğunu da biliyoruz. Daha kesin konuşmak gerekirse, polisiye romanlar yazdığını biliyoruz. Bu romanları William Wilson adıyla yazıyor ve yılda bir kitap bitiriyordu, bu da onun New York’ta küçük bir apartman dairesinde mütevazı bir yaşam sürmesini sağlayacak parayı kazanmasına yetiyordu. Bir kitabı yazması beş-altı ayı geçmediğinden, yılın geri kalan kısmında canının istediğini yapmakta özgür oluyordu. Pek çok kitap okuyor, tablolara bakıyor, sinemaya gidiyordu. Yazın, televizyonda beyzbol maçlarını izliyordu; kışın da operaya gidiyordu. Bununla birlikte yapmaktan en çok hoşlandığı şey yürümekti. Neredeyse her gün, yağmur, güneş demeden, sıcak, soğuk demeden kentte dolaşmak için evden çıkıyordu, belli bir hedefi yoktu, ayakları onu nereye götürürse oraya giderdi.

New York gezmekle bitecek bir kent değildi, sonu gelmez bir dolambaçtı; ne kadar uzaklara giderse gitsin, kentin semtlerini ve sokaklarını ne kadar iyi tanırsa tanısın, kaybolmuş olma duygusundan kurtulamıyordu. Yalnızca kentte değil, kendi içinde de kayboluyordu. Ne zaman yürüyüşe çıksa kendisini geride bırakıyormuş gibi hissediyordu, kendini sokaklardaki harekete teslim etmekle, gören bir göze indirgemekle, düşünmekten kurtuluyordu ve bu da ona öncelikle bir nebze huzur veriyor, içinde sağlıklı bir boşluk yaratıyordu. Dünya onun dışındaydı, çevresindeydi, önündeydi ve dünyanın değişme hızı, herhangi bir şey üzerinde uzun boylu oyalanmasına engel oluyordu. Önemli olan hareket etmekti, bir ayağını ötekinin önüne koymak ve kendini bedeninin gidişine teslim etmekti. Amaçsızca dolaşınca her yer birbirinden farksız oluyor, nerede bulunduunun önemi kalmıyordu. Hiçbir yerde olmadığını hissettiği yürüyüşleri, en iyi yürüyüşleriydi. Ve bu da onun çevresinden istediği tek şeydi aslında: hiçbir yerde olmamak. New York, onun kendi çevresinde ördüğü hiçbir yerdi; ve burayı bir daha terk etmek gibi bir niyeti olmadığını anlamıştı.

Quinn eskiden daha hırslıydı. Gençken birkaç şiir kitabı yayımlamıştı, oyunlar, eleştiriler yazmış, birkaç tane de uzun çeviri üzerinde çalışmıştı. Ama durup dururken bunların hepsinden vazgeçmişti. Bir yanının öldüğünü söylemişti arkadaşlarına, o yanının geri dönüp kendisini rahatsız etmesini istemiyordu. Quinn, artık onun kitap yazabilen yanı değildi ve Quinn pek çok bakımdan yaşamaya devam etse de artık kendinden başkası için mevcut değildi.

Yazmaya devam etmişti, çünkü bundan başka bir şey yapamayacağını hissediyordu. Polisiye roman, mantıklı bir çözüm gibi görünmüştü gözüne. Bu tür romanların gerektirdiği karmaşık kurguları uydurmakta pek zorlanmıyordu, çok iyi şeyler yazıyordu, çoğu kez kendiliğinden, sanki çaba harcamasına gerek yokmuşçasına. Kendini yazdıklarının yazarı olarak görmediği için yazdıklarından sorumlu hissetmiyordu, bu yüzden de onları savunmak diye bir duygu beslemiyordu. Ne de olsa William Wilson uydurma bir addı, Quinn’in içinden doğmuş olmasına rağmen, şimdi bağımsız bir yaşam sürüyordu. Quinn ona saygıyla, hatta zaman zaman hayranlıkla yaklaşıyordu, ama işi asla kendisiyle William Wilson’ın aynı kişi olduğuna inanacak kadar ileri götürmedi. İşte salt bu nedenle takma adının maskesinin arkasından ortaya çıkmadı. Bir menajeri vardı, ama hiç karşılaşmamışlardı. Yalnızca mektuplaşarak bağlantı kuruyorlardı. Quinn bu amaç için postanede bir posta kutusu kiralamıştı. Aynı şey yayıncısı için de geçerliydi, yayıncı Quinn’ ödeyeceği bütün ücretleri, paraları ve telif haklarını menajeri aracılığıyla ödüyordu. William Wilson’ın hiçbir kitabında yazarın fotoğrafı ya da biyografik bilgileri yer almıyordu. William Wilson hiçbir yazar sözlüğünde kayıtlı değildi, röportaj vermiyordu, aldığı bütün mektuplara menajerinin sekreteri yanıt yazıyordu. Quinn’in bildiği kadarıyla sırrını öğrenen yoktu. Başlangıçta, yazmayı bıraktığını öğrenen arkadaşları, nasıl geçineceğini sormuşlardı ona. Hepsine aynı yanıtı vermiş, karısından kendisine bir vakıf parası kaldığını söylemişti. Oysa karısının hiçbir zaman parası olmamıştı. Aslında Quinn’in artık arkadaşı da kalmamıştı.

Aradan beş yıldan fazla zaman geçmişti. Artık oğlunu pek fazla düşünmüyordu, karısının fotoğrafını da kısa bir süre önce duvardan indirmişti. Zaman zaman, üç yaşındaki oğlunu kucağına almanın nasıl bir şey olduğunu hissederdi ansızın; ama bu tam olarak düşünmek sayılmazdı, bedeninde kalan geçmişin bir iziydi ve Quinn bunu kontrol edemiyordu. Bu tür anları sık yaşamaz olmuştu artık ve aslında Quinn için her şey değişmeye başlamış gibiydi. Artık ölmek istemiyordu ama yaşamaktan pek keyif aldığı da söylenemezdi. Ancak hiç değişmeyen gerçek yavaş yavaş onu büyülemeye başlamıştı; sanki kendisinden daha uzun yaşamayı başarmış gibiydi, sanki ölümünden sonra yaşamayı sürdürüyordu. Artık uyurken lambayı yanık burakmıyordu, ve kaç aydır, gördüğü düşlerden hiçbirini anımsamıyordu.

Paul Auster. Cam Kent (New York Üçlemesi – I), çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2017 [1985], 20. basım, s. 9-12.

Auster, Karakteri Tanıtmak (I)

Miles Heller

Miles yirmi sekiz yaşında; bildiği kadarıyla hiçbir beklentisi yok. En azından ateşli bir hırsı, makul bir gelecek kurmanın kendisine neler sağlayacağı hakkında en ufak bir fikri yok. Florida’da daha uzun süre kalmayacağını, yakında yine başka yerlere gitmek isteyeceğini biliyor; ama o isteğin kendisini harekete geçmeye zorlayacağı ana kadar, ileriye bakmadan bugünü yaşamakla yetiniyor. Üniversiteyi bırakıp başına buyruk yaşadığı şu yedi buçuk yıl içinde başardığı bir şey varsa, o da günü gününe yaşamak, bugün burada olmakla yetinmek yeteneğini geliştirmek oldu; bu, insanın becereceği en övünülecek bir iş olmasa da, belirli bir disiplini ve özdenetimi gerektirmişti. Hiçbir tasarısı olmamak, elindekiyle yetinmek, güneşin doğuşundan bir sonraki tan vaktine kadar olan sürede dünya neyi sunuyorsa onu kabullenmek -kişi böyle yaşayabilmek için bir insanın isteyebileceklerinin en azını istemek zorundadır.

O da isteklerinden azar azar vazgeçerek olabilecek en düşük noktaya indirdi. Sigarayı ve içkiyi bıraktı, yemeğini artık lokantada yemiyor, televizyonu, radyosu, bilgisayarı yok. Arabasını bisikletle takas etmek istiyor; ama arabayı başından atamıyor, çünkü aldığı işler bisikletle gidilemeyecek kadar uzak yerlerde. Aynı durum seve seve kaldırıp çöpe atacağı cep telefonu için de geçerli; ama iş nedeniyle telefona ihtiyacı olduğundan ondan da vazgeçemiyor. Dijital kamera belki kurallarına aykırıydı; ama bitip tükenmeyen çöp temizleme işinin kasveti ve zahmeti yüzünden, kameranın hayatını kurtardığını hissediyor. Yoksul bir mahallede, ufak bir apartman dairesinde oturduğu için kirası az ve hayati gereksinimlere harcadığı para dışında tek lüksü kitap almak, ciltsiz kitaplar, çoğunlukla da roman, Amerikan romanları, İngiliz romanları, yabancı romanların çevirileri; ama sonuçta kitaplar lüks değil, hayati gereksinimlerden biri ve okumak da iyileşmeyi hiç istemediği bir bağımlılığı.” (s. 14-5)


Bing Nathan

“O, öfkenin savaşçısı, hoşnutsuzluğun şampiyonu, çağdaş dünyanın kirli çamaşırlarını ortaya döken bir militan, yeni düşmüş dünyanın kalıntılarından yeni bir gerçek kurmayı hayal eden biri. Kendisi gibi yerleşik düzenin çoğu muhaliflerinin aksine, siyasal eyleme inanmıyor. Hiçbir harekete ya da partiye üye değil, hiç topluluk karşısında konuşma yapmadı ve binaları yakıp yıkmak, iktidarları devirmek için öfkeli yığınları sokağa sürmeye hevesi yok. Onunki tamamen kişisel bir konumlanma ve yaşamını kendi belirlediği ilkelere göre sürebilirse, başkalarının da kendini örnek alıp izleyeceğinden emin.

Bu yüzden Bing dünya derken, hiçbir biçimde etkileyemeyeceği kadar büyük ve parçalanmış olan dünyayı değil, kendi dünyasını, kendi yaşam sınırları içindeki küçük dünyayı kasteder. O nedenle de gündelik meselelerin yerel, özel, neredeyse görünmeyen ayrıntıları üzerinde yoğunlaşır. Bu durumda verdiği kararlar hiç kuşkusuz küçük çaplıdır; ama küçük demek her zaman önemsiz anlamına gelmez ve her gün kendi hoşnutsuzluğunun temel kuralına bağlı kalmaya, yani genel geçer şeylere muhalif olmayı, bütün cephelerde statükoya direnmeyi sürdürmeye çalışır. O doğmadan yaklaşık yirmi yıl önce başlayan Vietnam Savaşı’ndan bu yana Amerika denilen kavramın kendini tükettiğini, ülkenin artık işlemez bir durumda olduğunu ama bu çöken ülkedeki parçalanmış yığınları birleştirmeyi hâlâ sürdüren bir şey varsa, Amerikan kamuoyu herhangi bir konuda hâlâ görüş birliğinde oluyorsa, bunun gelişme kavramına olan inançtan kaynaklandığını iddia eder. Buna inananların yanlış düşündüğünü, geçmiş yıllardaki teknolojik gelişmelerin aslında yaşamdaki olanakları sınırladığını söyler. Kazançtan başka şey düşünmeyen şirketlerin o hırsla oluşturdukları tüketim kültürü ortamında çevredeki görüntünün giderek çirkinleştiğini, giderek insana yabancılaştığını, giderek anlamsızlaştığını ve bütünleştirici, birleştirici olma amacını yitirdiğini söyler. Onun başkaldırıları, belki kapsamlı olmayan, kısa vadede çok az, hatta hiçbir başarı sağlamayan hareketlerdir; ama onun insan olma onurunu pekiştiren, kendi gözünde kendisine soyluluk katan davranışlardır. Geleceğin çoktan yitirilmiş olduğunu kabullenir, o yüzden de önemli olan sadece bugünse, bugünü geçmişin ruhuyla yoğurmanın gerekli olduğu görüşündedir. Ne cep telefonu kullanır ne bilgisayar ne de herhangi bir başka dijital aygıt – çünkü yeni teknolojilerden pay almayı reddeder. Hafta sonları altı kişilik bir caz grubunda davul ve vurmalı çalgılar çalar – çünkü caz çoktan öldü ve artık çok az sayıda mutlu insan cazla ilgileniyor. İşte bu yüzden üç yıl önce kendi işini kurdu – çünkü diretilen düzenle savaşmak istiyordu. Kırık Eşyalar Hastanesi, Park Slope, Beşinci Cadde üzerindeydi. Bir çamaşırhane ile eski moda giysiler satan bir dükkânın arasında yer alan bu avuç içi kadar işyerinde yeryüzünden silinip gitmiş bir döneme ait eşyalar onarılır: mekanik daktilo makineleri, dolmakalemler, mekanik saatler, tüplü radyolar, pikaplar, kurmalı oyuncaklar, kollu şeker makineleri, numaraları elle çevrilen telefonlar. Kazandığı paranın yüzde doksanının resim çerçevelemekten gelmesi hiç de önemli değildir. Onun dükkânı eşsiz ve paha biçilmez bir hizmet sunar ve yarım yüzyıl öncesinin eski endüstrilerinden kalma bozuk bir cihazı onarırken, cephede savaşan bir generalin iradesi ve coşkusuyla işe dört elle sarılır.

Elle tutulabilir olmak. Arkadaşlarıyla görüşlerini tartışırken Bing’in en sık kullandığı terim budur… (s. 71-3)

Paul Auster, Sunset Park, çev. Seçkin Selvi, Can Yayınları, 2011 [2010].