Cioran, Yazı, Şiir ve Bir Çeşit Yaşam Sanatı

“Bütün fiiliyatımızın ardında yatan şeyler var; psikolojik açıdan il­ginç olan da budur, sadece yüzeyi biliriz, yapma tarafı… Dile getiri­len şeyin içine girilir, ama önemli olan, dile getirilmemiş şeydir, zımni olan şeydir, bir davranışın ya da bir sözün sırrı. Bundan dola­yı başkaları hakkındaki ve kendimiz hakkındaki yargılarımızın bir bölümü yanlıştır. Bayağı taraf kamufle edilmiştir. Oysa bayağı taraf derindir, hatta varlıklarda en derin olan ve içine en çok giremediği­miz şey odur diyebilirim. Büyük yazarlar tam da bu “aşağıları” duy­ma gücünde olanlardır, özellikle de Dostoyevski. Derin, ve göründü­ğü kadarıyla bayağı olan her şeyi açığa çıkarır; ama bu bayağılıktan da fazla bir şeydir, trajiktir; bunlar, hakiki psikologlardır. Ben, ro­man yazan ve başarısızlığa uğrayan birçok kişi biliyorum -Eliade bi­le birçok roman yazdı ve başarısızlığa uğradı- niçin? Çünkü sadece yüzeydeki olguları dile getirirler, duyguların kökenini değil. Bir duygunun kökenini kavramak çok zordur, ama önemli olan budur ve bu bütün olgular için doğrudur: Dini inanç, vs. Nasıl başladı? Niçin devam ediyor? Hedef de buradadır, nereden geldiğini de sadece ke­hanet gücü olanlar görebilir. Ve de buna akıl yürütülerek varılmaz.

Okumalarınızda da bu “köken”i arıyor musunuz?

Evet, hayatımda da arıyorum. Dile getirilen, düşüncenin sadece bir parçasıdır. Bunun için az sayıda gerçek romancı vardır. Herkes ro­man yazabilir, ama mesele sadece roman yazmak değildir. Dosto­yevski, benim için, fiillerin kökenine gitmiş olan tek yazardır; kah­ramanlarının şunu ya da bunu niçin yaptığı görülür, ama bu hemen görülmez. Benim tutumumun psikanalizle hiçbir ilgisi yok, katiyet­le; zira psikanaliz tedavi etmek ister; halbuki ilginç olan taraf bu değildir. Önemli olan, varlıkların içindeki iblistir – ama bunu nasıl kav­ramalı?

Peki şiiri nasıl okursunuz? Bu tür önermeler den yola çıkarak mı?

Kesinlikle. Niye bir tip iyi şairdir de bir diğeri değildir? Hem de di­ğeri daha ince olduğu halde? Neden onun şiiri direnç göstermez? Çünkü fiillerin kökenini oluşturan şey, derin olan şey, geçmez; par­laktır, dikkat çekicidir, şiirseldir, ama o kadar. Niçin daha az yete­nekli olan bir başkası daha büyük bir şairdir? Niçin bir tip bir deha­dır, yani yetenekliden fazla bir şeydir? Çünkü elimizden kaçan, hat­ta kendi elinden de kaçan bir şeyi oturtmayı başarır. Dolayısıyla esrarengizliğini koruyan bir olgudur bu. Zamanımızda aforizmalar ya­zan birçok kişi var, Fransa’da bir nevi moda haline geldi. Okursanız, pek o kadar kötü de değil, ama formüller içinde tükeniyorlar, uzan­tıları yok. Onları derinleştirme ihtiyacı duymuyoruz, yapacak bir şey yok, esrarı olmayan bir itiraf. Her şeyin iyi dile getirilmiş olmasına, bir anlam ifade etmesine rağmen, hiçbir şey gizlemiyor; bunun yarı­nı olmuyor. Bir varlığın sırrını oluşturan şeyi insan kendi de bilmi­yor. Hayatın, varlıklarla alışverişe girmenin ilginçliği de buradadır. Yoksa, sonunda bir kuklalar diyaloğuna girilir.

Ama sizin durumunuzda bu çok karmaşıklaşıyor, zihin açıklığınız göz önünde tutulursa. Nasıl yazmalı? Bir şeyi, onu söylemeden nasıl yazmalı, nasıl söylemeli?

Her zaman, söylemek istediğimizin sadece bir bölümünü söyleriz. Önemli olan, tondur. Bir tonumuz vardır, sadece müzisyen olarak değil, genel olarak, yaptığımız her şeyde. Çoğu zaman bir ton nok­sanlığı vardır; ton yoktur, sadece o kadar. Bu da çok esrarengizdir, zira bu tanımlanamaz, sadece hissedilebilir. Mesela bir kitabı açarsı­nız, dikkat çekici olan bir sayfayı okursunuz; neden sizin için hiçbir şey ifade etmez? Halbuki bomboş değildir, ama uzantıları hissedil­memektedir. O kadar esrarengiz olan o tonun nereden geldiği bilin­memektedir; burada, edebiyat olan her şeyde bir nevi gerçekdışılık vardır. Lüzum noksanlığı diye adlandırılan şeydir bu -peki bu lüzum noksanlığı niçin? Varlıklarla olan gündelik alışverişlerimizde de aynı şey vardır. Uzun zamandan beri görmediğiniz birine rastlar­sınız; saatlerce konuşursunuz, ama sonuç hiçliktir. Başka birine rast­larsınız, konuşursunuz ve evinize altüst olmuş bir halde dönersiniz. Varlıkların hakiki özgünlüğü budur -söyledikleri her şeye rağmen gizledikleri ve kendini belli eden şey.

Müzikteki gibi mi?

Tamamen müzikteki gibi. Ve “benim için müziğin hiçbir anlamı yok,” diyen insanlar gördüğüm zaman, iş bitmiş diye düşünürüm, de­vam etmeye ihtiyaç yoktur, aşırı derecede vahim bir şeydir bu, çün­kü müzik de tam olarak bir insanın en mahrem yerine dokunur. Mü­ziği hissetmeyen kişiyle hiçbir ortak noktam olamaz, adlandırılamaz bir vahamet arz eden ve o tipin bilincinde olmadığı bir lanettir bu. Müzikten söz ederken, daha önce zikretmiş olduğunuz Bach’ı düşün­mek gerek hemen… Bach benim için bir tanrıdır. Bach’ı anlamayan kişilerin olduğunu düşünebilmem imkansız; halbuki böyleleri var. İki varlık arasında derin bir suç ortaklığı yaratabilecek tek sanatın hakikaten müzik ol­duğuna inanıyorum. Şiir değil, sadece müzik. Müziğe karşı hassas olmayan biri, muazzam bir sakatlık çekmektedir. Bir kişinin Schu­mann ya da Bach’a karşı hassas olmayabileceği düşünülemez; oysa birinin şiiri sevmediğini söyleyebilmesini çok rahat kabul ederim. Ama konu müzik olunca, bu çok vahim bir şey olur.

Ne zaman müzik dinlersiniz?

Her zaman, özellikle şimdi artık yazmazken. Yazmayı kestim, de­vam etmeye artık değmediğini düşünüyorum, ama bu kuruluğun ye­rini müzik dolduruyor. Müziksiz hayat benim için hakikaten bir saçmalık olur. Müzikal izgedeki ihsası kelimelerle kaydedemeyeceği­mize göre, yazmaya ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla müziğe anlamını veren hiçbir şey, yazıyla iletilemez. O zaman bu koşullarda yaz­mak niye? Her halükarda, genel olarak yazmak niye? Kitapları ço­ğaltmak niye? Ne pahasına olursa olsun yazar olmayı istemek niye? Herkes çok fazla yazıyor zaten -uzun zamandır bu bir facia haline geldi, bu yararsız ve saçma üretim, özellikle Paris’te. Peki niye? Ben kendim de, yazmayacağımı ya da çok çok az yazacağımı düşünüyor­dum, fakat insan kendini oyuna kaptırıyor. Şimdi bu komediye artık devam etmek istemediğimi anladım. Önceleri komedi değildi, çün­kü yazma olayı bir tür lüzuma tekabül ediyordu, kendimden kurtul­manın bir biçimiydi. Şunu söylemek gerekir ki, her şeyi basitleştirmenin tek yolu kendini ifade etmektir. Bir şey, yazar yazmaz hemen esrarını yitirir, berbat olur; hem o şeyi, hem de kendinizi öldürmüş­sünüzdür. Bu bende bir işlev yerine getirdi; ama artık öyle değil. Yazmayan kişilerin, kendini ifade edenlerden daha çok kaynakları olduğunu fark ettim, çünkü her şey içlerinde. Ama yazmış olma olgusu, önemli olan her şeyi içinizden defetmiş olmaktır. Dolayısıyla yazan kişi, içini boşaltan kişidir. Ve bir hayatın sonunda, hiçlik gelir. Bundan dolayı yazarlar o kadar az ilginç insanlardır. Cidden böyle düşünüyorum, içleri boşalmıştır, birer kukladırlar. Çok parlak insan­lardır, ama artık varlıkları yoktur.

Ya Beckett gibi biri? Görüştüğünüz yazarlar arasında o nereye ko­nulabilir?

Biliyor musunuz? Şimdi çok az görüşüyoruz. Ama Beckett, tepkile­rini yazar olarak göstermeyen, zihni açık biridir. Bu onda bir mese­le değildir -onun durumunda da bu çok güzel- çünkü hiçbir zaman yazar olarak tepki göstermedi. Biz hepimiz gibi “kendini kaptırmış” biri hiç değil; o, bütün bunların üzerinde, kendine has bir yaşam üs­lubu var, tamamen münferit bir vaka. Ama genel olarak, hangi alan­da olursa olsun, çok üreten kişilerin bir zaman sonra kuklalara dönüştüğünü fark ettim. Bunun içindir ki, büyük mevcudiyetler, çoğu zaman hiçbir şey üretmemiş kişilerdir.

Fransa’ya gelmeden önce, bu ülkede de çalışmama kararı mı almış­tınız?

Evet, herhangi bir meslek icra etmekten, sevmediğimiz ve seveme­yeceğimiz şeyleri yapmaktan, her tür gayri şahsi işle uğraşmaktan kaçınmak için, önüne gelen aşağılanmayı ya da ıstırabı kabullenmek gerektiğini aşırı bir zihin açıklığıyla anladım. Bir tek fiziksel çalış­mayı kabul edebilirdim. Sokakları süpürmeyi kabul ederdim, herhangi bir şeyi, ama yazmayı değil, gazetecilik yapmayı değil! Haya­tını kazanmamak için her şeyi yapmak gerekiyordu. Özgür olmak için, önüne gelen aşağılanmaya tahammül etmek gerekir; hayat prog­ramım da hemen hemen buydu. Paris’te hayatımı çok iyi düzene koy­muştum, ama işler öngördüğüm gibi gitmedi. Sorbonne’a kayıtlıy­dım, 40 yaşıma kadar; sonunda beni çağırdılar ve “Beyefendi, artık bitti, bir yaş sınırı kondu ve o da 27,” dediler. Birden, bütün özgürlük tasarılarım çökmüştü. Buraya çok yakın bir otelde oturduğumu hatır­lıyorum, çok sevdiğim eski bir tavan arası odasıydı; kendi kendime şöyle dedim: “Durum şimdi çok vahim.” O zamana kadar sorun oto­matik olarak çözülmüştü: Bütün gereken, öğrenci yemekhanesinde neredeyse bedava yemek yiyebilmek için Sorbonne’a kayıtlı olmak­tı. Ne yapmalı? Lokantalarda yeme ya da normal bir yaşam sürdürme imkanlarım yoktu. Bu belki hayatımda bir dönüm noktası olmadı, ama olağanüstü bir kaygıydı. Sevmediğim şeyleri yapma dışında her şeyi kabul etme kararı almış olduğum için, hayatım muazzam dere­cede zorlaşıyordu. Bereket versin ki aydan aya ödediğim ve neredey­se bedava olan o otel odası vardı. Buraya çok yakın, Monsieur-le-­Prince Sokağı’ndaki o enfes tavanarasına hakikaten bayılıyordum. O sırada, aydan aya ödeme yapan herkesin kapı dışarı edildiğini gördüm, bir tek ben müstesna. Ev sahibini tanıyordum, onun için cesa­ret edememişti; ama kendi kendime, bu bir gün benim başıma da ge­leceğine göre mutlaka başka bir şey bulmam gerektiğini söyledim. 1960 yılındaydı bu; Tarih ve Ütopya‘yı yayımlamıştım ve apartman daireleriyle uğraşan bir hanım tanıyordum. Ona kitabımı yolladım, bana yardım sözü verdi, üç gün sonra, eski kira olduğu için anlamsız bir fiyata bu daireyi buldu. Bir yasa uyarınca, bu kiralar artırılamaz; yaşlılıktan nefret eden ben ise bundan istifade ediyorum, bunun ev sahibine karşı yapılan büyük bir haksızlık olduğunu düşünmeme rağ­men. Böylelikle sorunumu hallettim; bütün bunlar bir meslekle uğ­raşmadan yaşamak için gerekliydi. Ama bütün bunlar hala bitmedi, bugün gençlerin bu imkanları yok. Beni ziyaret etmeye gelen gençler var; bana benim gibi yaşamak istediklerini söylüyorlar. Ama çok geç. Bunlar kayboldu, şimdi her şey berbat oldu.

Ama yine de çalışmaya, yazmaya devam ettiniz; NRF’den birçok ya­yınınız çıktı.

Evet, doğru. Hep cennette yaşayamayız – asalak olarak demek isti­yorum. Anladım ki yazmak gerekiyor; bu da kuşkusuz bir ihtiyaca tekabül ediyordu. Dolayısıyla Fransızcadaki ilk kitabımı yayımla­dım –Çürümenin Kitabı‘ydı bu- ondan sonrası için belirsiz niyetle­rim vardı, kitapları neden çoğaltmak gerektiğini daha o zamandan soruyordum kendime. Niçin? Her halükarda bir kişiden kalan sade­ce birkaç cümle değil midir? Ama söylemek gerekir ki günler aşırı uzun; sonra, bahis konusu olan bir nevi hayatdoluluk, bir kendini gösterme ihtiyacı da vardı. Otuz yıl süresince hiç tanınmayan biri ol­dum, kitaplarım hiç satılmıyordu. Bu koşulları iyi tarafından aldım, üstelik şeylere bakış açıma da tekabül ediyordu; cepkitaplarına geli­nene kadar. Size içtenlikle ilgi gösterecek okurlara dokunmanın tek gerçek yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Ondan sonrası, bütün edebi kariyer mekanizmasıdır; ama önemli olan yıllar, anonimlik yıl­larıdır sadece. Tanınmamak bir hazdır; bazen buruk tarafları olabilir, ama olağanüstü bir durumdur. Beni salonlarda yıllarca -çünkü bir zamanlar viski içmeyi çok severdim, kendi paramla alamadığım için de davetlere giderdim- Ionesco ve Beckett’in dostu olarak takdim et­tiler. Bu koşulları çok kolaylıkla kabul ediyordum. Neden olmasın ki? Tanınmış biri olmak neden?

Aniden Fransızca yazma kararını neden almıştınız?

Romanya’ya bir daha hiç dönmeme karan almıştım. Benim için bu iş bitmişti; kelimenin mutlak anlamıyla, hakikaten mazi olmuştu. Di­eppe yakınındaydım, deniz kıyısında, 1936 yılıydı, bir köyde Mal­larme’yi Rumenceye çevirmeyi deniyordum. Ve aniden, kendi ken­dime: “Bu iş için hiç yeteneğim yok,” dedim ve o anda, artık Fransızca yazma kararı aldım. O zamana kadar, ilginçtir, Fransızcayı ih­mal etmiştim; oysa İngilizceyi çok çalışmıştım, hatta Sorbonne’da İngilizce doçentlik derslerini izlemiştim. Fransızca yazma kararımı -bir anda alınan bu kararı yerine getirmenin zannettiğimden çok daha güç olduğu çıktı ortaya. Hatta bir azaba dönüştü. İlk kitabımı dört defa yazdım; bu da beni yazmaktan tiksindirdi. Çürümenin Ki­tabı‘nı yazdıktan sonra, kendime ıstırap vermeye devam etmenin gereksiz olduğunu düşündüm. Ve yorgunluktan, Burukluk‘u yayımla­dım. Artık cümleler kurmanın gereksiz olduğu, vs. Daha sonra, sü­reç her şeye rağmen devam etti; aynca şunu da söylemek gerekir, Paulhan sürekli NRF’ye yazı vermem için ısrar ediyordu. Söz veri­yordum, sonra da kendi kendimi suçluyordum, sonra vaatlerimi yerine getirmek istiyordum; böylece bir nevi çarkın içine girdim. Ken­dimi merkezin dışında bulmayı mükemmel bir şekilde kabul ediyor­dum. Hiç tanınmıyordum, ama en nihayetinde tanınmamak hiç de nahoş bir şey değil. İşte bu, bir yazarın hayatındaki yıllar, okursuz yazarın -yine de birkaç kişi tanıyan yazarın- hayatındaki; pratik ola­rak nahoş tarafları var, ama gerçek yazı dönemi de budur, çünkü kendiniz için yazdığınızı zannedersiniz.”

E. M. Cioran, Ezeli Mağlup, çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 2007 [1995], s. 216-22.

Cioran, Uykusuzluk Üzerine

“Bu kadar şahsi şeylerden söz etmek çok güç. Ama madem ki uykusuzluktan bahsettiniz, ben gençliğimde uykusuzluk derdini yaşamış olmanın o kadar da kötü olmadığına inanıyorum. Son derece acı verici bir tecrübedir bu; bir felakettir. Ama başkalarının anlayamayacağı şeyleri anlamanızı sağlar: Uykusuzluk sizi canlıların dışına çıkarır, insanlığın dışında. Dışlanmış olursunuz. Akşam saat sekizde yatarsınız, saat dokuzda ya da onda, ve ertesi sabah saat sekizde uyanırsınız ve gününüze başlarsınız. Uykusuzluk nedir? Sabahın sekizinde akşam sekizdekiyle tamamen aynı noktada olursunuz! Hiçbir ilerleme yoktur. Sadece orada olan o muazzam gece vardır. Hayat ise sadece kesintilerle mümkündür. İnsanlar bu yolla hayata tahammül ederler, uykunun verdiği kesintiler sebebiyle. Uykunun ortadan kalkması bir tür uğursuz devamlılık yaratır. Tek bir düşmanınız vardır, o da gündüzdür, gün ışığıdır. Ayrıntılara girmek istemiyorum, değmez. Son derece güç bir şeydir bu. Ama şu olur, uykusuz beklediğiniz zaman yalnızsınızdır… kiminle? Hiç kimseyle. Hiçlik fikriyle baş başasınızdır; Sartre yüzünden aşınmış bir kelimedir bu… Ama bu bariz bir şey haline gelir, neredeyse fiziksel olarak hissedersiniz onu. Sadece kavram olan şeyler de sizin için canlı gerçeklikler haline gelir. İlk olarak, zaman başka bir boyuta geçer. Zaman neredeyse akmaz. Dakikadan dakikaya. Ve her dakika bir gerçekliktir. Akan ama ilerlemeyen zaman. Neye doğru ilerlediği bilinmez. Saatler boyunca zamanın ağır geçişine neredeyse kulak kesilen tipin psikolojik sürecini tasvir etmek istemezdim. Aslında bence bütün psikolojik hastalıklar, bütün iç sarsıntılar, özel bir zaman duygusundan gelirler. Demin can sıkıntısı konusunda söz etmiştik bundan: Sıkılırken zaman sizin için dışsal bir hale gelir. Ama uykusuzlukta zaman sizin düşmanınızdır. Çünkü içine giremediğiniz bir zamandır bu. Zamanın bu geçişinin ne anlamı vardır? Oradasınızdır, herkes horlamaktadır, evren horlamaktadır, siz de tek başınıza nöbet tutmaktasınızdır. Öyleyse, bunun trajik veçhesinden söz etmek istemiyorum, ama intiharların yüzde doksanının uykusuzluktan geldiğini biliyorsunuz. Size istatistikler zikretmiyorum, ama bunun önemi yok. Bunu biliyorum. Uykusuzluk bu. Bir uykusuz intihar eder, ama uykusuzluktan haberi olmayan kişi intihar etmez. İşini bitirmek isteyen bir sahtekâr ya da bir hırsız ya da bir cani değilse. Ama genel olarak, hayır. Sebepsiz intiharların neredeyse hepsi uykusuzluktandır. İnsan buna ancak, ki benim durumum buydu, çalışmamak şartıyla tahammül edebilir. Hatta, annemle babam uykusuzluklarımı finanse etmemiş olsalar kesinlikle kendimi öldürmüş olacağımı bile söyledim. Bütün bunları ortaya dökmek belki biraz ayıp; ama herkesin yaşayabileceği şeyler bunlar, onun için söylüyorum. Bireysel bir tecrübe değil bu, sadece ben değil, aynı şeyleri yaşayan bir sürü insan tanıyorum. Hekimlerle uykusuzluk üzerine konuştum, bu konuda hiçbir şey bilmiyorlar. Bu trajediyi kendi başına yaşamayanlar hiçbir şey anlayamazlar. Ben de şahsen, uykusuzluk hastalığının insanın hayatında yaşayabileceği en büyük tecrübe olduğunu düşünüyorum. En korkuncudur, bütün diğerleri onun yanında hiç kalır. Bu konuda açık ve kesin konuşuyorum. İyice boşboğazlığım tuttu bugün, çünkü hayatımda dinleyiciler önünde ikinci konuşmam bu. Size bir sırrımı açacağım.

Yirmi yaşımdayken, gecenin üçünde evden çıkan ve şehirde öyle dolanan bir oğlu olduğu için annem elbette ki ümitsiz bir durumdaydı. Hiçbir şey yapmayan ve okuyan bir oğlu olduğu için. Ama bunun hiçbir anlamı yoktu: Kısacası tam bir başarısızlık örneğiydim. Çok şey vaat etmiş ve hiçbir vaadini yerine getirememiş bir tiptim. Size bunu söylüyorum, çünkü… neyse, göreceksiniz… Dolayısıyla, yirmi yaşındaydım ve evde annemle benden başka kimse yoktu. Saat öğleden sonra ikiydi -hep saati belirtiyorum, çünkü hayatın olağanüstü anlarında saat önemlidir, kendinde değil, ama benim için önemli-, hatırlıyorum, kendimi kanepenin üzerine attım. Ve “Artık dayanamıyorum!” dedim. Ve bir Ortodoks papazının eşi olan annem, bana şöyle dedi: “Böyle olacağını bilseydim, kürtaj yaptırırdım!” Söylemem gerekir ki bu sözler, beni bunalıma sokmak yerine, bir kurtuluş gibi oldu. Bana iyi gelmişti… Çünkü hakikaten sadece bir kaza olduğumu anladım. Hayatımı ciddiye almak gerekmiyordu. Kurtarıcı bir sözdü bu. Yalnız, yine de kürtajın ailelerde kabullenilmediği bir dönemdi, gizli saklı bir şeydi. Şimdi bu şeyler normal. Ama yine de, bunu bana bir papaz karısı olan annemin söylemesi… Annemin çok zeki bir kadın olduğunu da hemen hemen bu dönemde anladım… bundan önce horgörüyordum onu. Onu takdir etmeye başlamama iki şey neden oldu: Bir gün bana sadece Bach’ı sevdiğini söyledi (ben de onu büyük bir müzisyen olarak görüyordum); bir de kürtaj üzerine o sözü.

E. M. Cioran, Ezeli Mağlup: Söyleşiler, Metis Yayınları, çev. Haldun Bayrı, 2012 [1995], 2. basım, s. 62-4.