Canetti, Robert Walser (I)

Elias Canetti’nin Walser üzerine bir yorumuyla Coetzee’nin bir yazısında karşılaşmıştım. O alıntının yer aldığı metni arıyordum aslında, henüz bulamadım. Coetzee şöyle anlatıyor: Walser 1956’da, 78 yaşındayken Herisau’da kaldığı akıl hastanesinden çıktığı bir kır yürüyüşü sırasında vefat etmiş. Kara gömülü cesedini çocuklar bulmuş. Coetzee, yazarın cesedinin fotoğraflanması, dağıtıma sokulması ve bu ses getiren -yazarın yalnız ölümü- olayla birlikte 1960’larda Walser’e dair biriken edebiyat eleştirisi külliyatını utanç verici buluyor. Gençlik yıllarında parlayan fakat yaşamının son 25 yıllık döneminde üretimi duran, akıl hastanesinde yaşayıp yalnız ölen, ölümünden sonra Mikrogram’ları ortaya çıktığında çalışılmaya başlayan bir yazar üzerinde biriken ilgi patlamasına 1973’ten bir Canetti alıntısıyla işaret ediyor: “Kendi kendime düşünüyorum; sakin, güvenli, cansız ve nizami akademik hayatlarını perişanlık ve keder içinde yaşamış bir yazar üzerine kuranlara bakıyorum, burada kendinden utanması gereken yalnız bir taraf var”.

Canetti’nin başka kitaplarında da Walser anmaları var, hatta İnsanın Taşrası kitabında aşağıdaki pasajla kesişen bölümlerin de olduğu bir kısım var, orada Ahmet Cemal çevirmiş, ‘pırıltı’ yerine ‘parıltı’ demesinin yanı sıra başka farklar var. Sözcüklerin Bilinci’nde de Kafka üzerindeki etkisini anıyor Canetti. Kurtarılmış Dil’de ise Şemsa Yeğin’in orada Yürüyüş diye çevirdiği, Türkçeye Gezinti olarak çevrilen kitabın üzerinde yarattığı tutulmadan bahsediyor.

Burada ilgimi çeken noktalar: dünyaya beliren kökensiz bir hayranlık, yazarın ve karakterlerinin kendilerini sürekli dışarıda hissetmeleri, imkansız kısır döngüde bir inkarcılık, her tür büyüklükten kaçış çizgileri, bir akıl hastanesi benzetmesi olarak ‘modern manastır’, kahramanlarının sık anılan eşsizliği ve yeniliği, Canetti’nin içten öykünmeleri ve Walser’in küçüklüğe dair çelişkileri.

Robert Walser’e tosladım, birçokları, başka yüz kişi arasında: En canlı olanı.
     Kafka solmakta.

Robert Walser’in edebiyatçı olarak özelliği, motiflerini asla telâffuz etmeyişidir. O, bütün edebiyatçıların en örtülüsüdür. Hayatından hep memnundur, hep her şeye hayrandır. Ama hayali soğuktur, kişiliğinin bir bölümünü dışladığı için, ve bu nedenle de tekin değildir. Her şey ona dış doğadır ve bu doğanın aslını, en özünü, korkuyu, hayatı boyunca inkâr eder.
     Gizlenmiş her şey için ondan öç alan sesler ancak sonra ortaya çıkar.
     Eserleri, korkuyu ele vermemek konusunda sürekli bir çabadır. İçinde fazla korku oluşmadan önce her yerden kaçar —teğet geçer hayatı— ve değişir, kurtulur, çoğu zaman hizmete ve küçüğe kaçarak. Her “yüksek” olana, her önde gelen ve iddialı şeye karşı o derin ve içgüdüsel antipatisi, onu iktidardan boğulan çağımızın önemli bir edebiyatçısı yapar. Ona geleneksel anlamda “büyük” bir edebiyatçı demeye çekinir insan; “büyük” sözcüğü kadar ona ters gelen bir şey yoktur. Onun kendini verdiği şey, büyüklüğün yalnızca pırıltısıdır. Pırıltıyı, seyretmekten zevk alır, ona katılmaz. Bir insana dış hayatta nelerin önemli olduğundan utanmaksızın okuyamazsınız onu, böylece kendine özgü bir azizdir o, yaşanmış ve içi boşaltılmış ilkelere göre değil.
     Onun “hayat mücadelesi” deneyimi, bu mücadelenin artık var olmadığı tek alana, akıl hastanesine, modern manastıra götürür.

“Ben yalnızca aşağı bölgelerde nefes alabiliyorum.” Robert Walser’in bu cümlesi, edebiyatçıların kader sözü olabilirdi. Ama kibarlar bu cümleyi söylemez ve ün kazanmış olanlar ise bunu düşünmeye artık cesaret edemez. “Ünlü olduğunuzu birazcık unutamaz mısınız?” demişti Hofmannsthal’a ve büyüklerdeki çirkinliği hiç kimse daha güçlü belirtmemiştir.

Walser gibi ilginç bir figür yaratamazdı hiç kimse. O olmasa ortaya çıkamazdı Kafka; Kafka’yı birlikte yaratan oydu ve Kafka’dan daha sivriydi.
     Kafka’nın karmaşaları, bakış açısından gelmedi. Onun katılığı, bağımlılık katılığıdır. Kendini uzaklaştırmak için Taoist olur.
     Walser’in şansı, başarısız bir babaydı. O, doğası gereği Taoistti, Kafka gibi sonradan böyle olması gerekmedi.
     Onun asıl kaderi, güzel el yazısıdır. Bu yazıyla belli şeyler yazılmaz. Gerçeklik, yazının güzelliğine uyar. Bu, ona şans getirdiği sürece yazarak yaşayabilir.
     Bu yazı başarısız olduğunda Walser işi bırakır. Herisau’daki yıllarında bundan korkmuş olması olasıdır.

Robert Walser beni gittikçe sarıyor, özellikle de hayatı. O, benim olmadığım her şey: Çaresiz, suçsuz ve çocuksu içtenlikli.

Hakikatin üstüne gitmeksizin; hakikatin etrafında dolaşmakla hakikatin kendisi olur.
     Bu, ne kastettiğini daima bilen ama görünürde etrafında dönen Thomas Mann’ın üstün ve anlaşılır süslemelerinden farklıdır. Walser, anlaşılır olmayı arzular, ama olamaz.
     Küçük olmayı ister, ama küçüklükle suçlanmaya dayanamaz.

Yaşın gereği pek az saygı hissediyor da değilsin. Güneş, Musil, Robert Walser için büyümüyor musun henüz?

Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, çev. Gürsel Aytaç, Payel Yayınları, 2007, s. 87-9.

Canetti, Vaaz Etmeyen Kafka

Kafka’da edebiyatçılığın her tür kibri eksiktir; o asla övünmez, övünmeyi bilmez. Kendini küçük görür ve küçük adımlarla yürür. Adımını attığı yerde, zeminin sağlam olmadığını hisseder. O, insanı taşımaz; onun yanında olunduğunda insanı hiçbir şey taşımaz. Böylece, edebiyatçıların kandırmacasına ve böbürlenmesine düşmez. Çok iyi hissettiği edebiyatçı ihtişamı onun kendi sözlerinde yok olmuştur. Onunla küçük adımlar atmak ve alçakgönüllü olmak zorundasınızdır. Yeni edebiyatta insanı böyle alçakgönüllü yapan başka hiçbir şey yoktur. O, her hayatın şişirilmişliğini indirger. Onu okurken insan iyi olmakla gurur duymaksızın iyi olur. Vaazlar, mümini gururlandırır. Kafka vaazdan vazgeçer. Babasının öğütlerini iletmez; ilginç bir suskunluk, onun bu en büyük meziyeti, oğullara babalardan intikal eden öğütler zinciri mekanizmasını kırmasına izin verir. Onların kaba gücünden sıyrılır; dış enerjik yanları, yani hayvansal yanları Kafka’da etkisiz kalır. Buna karşılık onların özü onu bir o kadar çok uğraştırır. Öğütler onu düşündürür. O, edebiyatçılar arasında hâkimiyetin etkilemediği tek kimsedir; onun uyguladığı hiçbir hâkimiyet çeşidi yoktur. O, Tanrıyı babalığın son kalıntılarından arındırmıştır. Geriye kalan, bir yaratıcının haklarına değil, hayatın kendisine ilişkin düşüncelerin sıkı ve bozulmaz ağıdır. Öteki edebiyatçılar Tanrı’yı taklit edip yaratıcı olarak davranırlar. Asla bir Tanrı olmak istemeyen Kafka, hiçbir zaman da bir çocuk değildi. Bazılarının onda ürkütücü buldukları ve beni de huzursuz eden şey, onun sürekli yetişkin halidir. Emir vermeksizin, ama oyun da oynamaksızın düşünür o.

Birkaç düşünce adamının önünde, bunların sayısı pek azdır, benliğim tamamen iflas eder. Bunlar hiç de en başarılı kişiler değildir; böyleleri, tam tersine insana olsa olsa batarlar. Kastettiklerim, daha ziyade, kendi başarılarının arkasında ulaşılmaz olan önemli şeyleri görenlerdir, öyle ki o başarı yok oluncaya kadar onları daraltır.

Bu kişilerden biri benim için Kafka’dır ve onun üzerimdeki etkisi meselâ, mukayese edilmeyecek kadar fazla işler başarmış Proust’dan çok daha derindir.

Kafka’yı okurken kimden böyle utanıyorsun? — Sen, kendi gücünden utanıyorsun.

Kafka’nın önünde bu bitmek bilmez küçülme:

Önüme geleni yediğim için mi? (ben ne yediğim üzerine hiç kafa yormamışımdır)

Benim yapamayacağım şekilde dakikliğe özen gösterdiği için mi? (ben sadece abartılarımın dakikliğini bilirim)

Mutlu olabildiğim ve bundan kaçınmadığım ortaya çıktığı için mi?

Ben kolayca ve çekinmeden aktardığım ve bunun ona ne kadar iğrenç geleceğini hissettiğim için mi?

Kendinde bir tek iyi şey görmek ona izin verilmediğinden mi? (benze iyi şeylerle donanmış haldeyim)

Onun hastalığı mı bulaştı bana da, şimdi kendimden nefret etme tarzımı onunkiyle değiştirdim?

Kafka’dan gelen esinti: Sanki tınlayan bir zayıflık. Ama bu bir zayıflık değil; bu, öbür taraftan vazgeçme; bundan arta kalan ise vazgeçmenin tınısı.

Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, çev. Gürsel Aytaç, Payel Yayınları, 2007 [2004], s. 90-1